Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Haremin sultanları», sayfa 3

Yazı tipi:

Paşa mest olmuş ve saygı dolu bir tavırla, “İşte sana ebediyen bağlı kalacak koca ve âşık benim,” dedi.

“Bu, bir tek sözle ispat edilemez. Zamanla gerçekleşen deliller ister. Şunu ruhumun bütün saflığıyla söylüyorum. Daha ilk bakışta kalbim size kayıtsız kalamadı. Çehreniz sevimli, hal ve hareketleriniz mertçe, sözleriniz tatlıdır. Bekleyişiniz ruhunuzun, nişlerinizin inceliklerine şahittir. Sevilmeye lâyık bir kahramansınız. Fakat ben Avrupalı bir kızım. Pek kıskanç yaratılmışım. Seveceğim erkeğin muhabbetine başka kadınların iştirak etmesine mümkün değil katlanamam. Sevgilim benim, yalnızca benim olmalıdır. Sevdamızda kabullenebileceğimiz bir eşitlik bulunmalıdır.”

Sarhoşluğuna rağmen genç kızı can kulağıyla ve anbean artan bir dikkatle dinleyen Paşa yalvararak, “Vallahi istediğin gibi yapacağım. İstersen bugünden, bu andan tezi yok bütün odalıklarımı saraydan çıkartayım. Burada sen, yalnızca sen hükümran ol,” dedi.

“Bu yeterli değil. Ben sarayda değil, sizin gönlünüzde hükümran olmak isterim. Buna da zamanla, delillerini görüp de inanmalıyım.”

“Peki, ne delil istersin? Seni inandırmak için ne yapayım?”

“Yalnızca sabrediniz. Zamanın gelmesini bekleyiniz.”

“Bekleyeceğim, sana sahip olabilmek için her neyi emredersen onu yapacağım.”

***

Nurü’l-ayn, Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda artık hükümran oluyordu. Fakat Maksut Paşa’nın aşkının günden güne alevlenmekte olmasından korku duyuyor, sıkılıyor, onun zaptedilemeyecek bir dereceye gelmesinden endişe ediyordu.

Zeynel ile Suphi sarayın selamlık dairesinde idiler. Nurü’l-ayn, Zeynel Ağa’ya bir baba gibi hürmet ettiğini Maksut Paşa’ya söylemişti. Zaten Paşanın da Zeynel’e büyük bir itimadı vardı. Böyle olunca Nurü’l-ayn zaman zaman Zeynel’i görüyor, ondan mühim haberler alıyordu. Bu arada Maksut Paşa’nın hamisi Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın idam edildiğini, İstanbul’da talihin Kara Mustafa Paşa taraftarlarına küsüp, muhaliflerinin ve yağmacıların yüzüne gülmeye başlamış olduğunu öğrenmişti. Maksut Paşa’nın da bu durumdan dolayı endişelere düştüğünü anlamıştı.

Demek İstanbul’da devir değişmişti. Belkıs Sultan’ın Kara Mustafa’ya şiddetle karşıt ve düşman olduğunu biliyordu. Nakkaş Paşa’yı Kara Mustafa idam ettirmemiş miydi? Şimdi Kara Mustafa’nın öldürülmesini sağlayan, Deli İbrahim’i elde ederek iktidar makamına geçenler arasında Belkıs Sultan’ın da bulunmasının imkânsız olmadığını hesap etti.

Belkıs Sultan kardeşi deli Hünkâr ile barışmış ise, kendisinin o yolla saraya girip Sultan İbrahim’i etkileyerek ona ve memlekete hükümran olmasının mümkün olabileceğini düşündü.

Önce Belkıs Sultan’a bir haber uçurmak istedi. Bunu ancak Zeynel aracılığıyla yapabilirdi. Fakat ellerinden kaçmak, İstanbul’a gitmek, Belkıs Sultan’a katılmak fikrini Zeynel’e açmanın uygun olmayacağını düşünüyordu. Zeynel’i de kandırabileceği başka bir plan tasarladı.

Bir gün Zeynel Ağa ile görüştükleri sırada gayet sade bir tavırla, “İstanbul’da beni evlat gibi büyütmüş, terbiye etmiş olan Belkıs Sultan’a derin bir saygı ve minnet beslerim. Onun bütün malına el konmuş, zavallı Sultan sefalet içinde kalmıştır. Maksut Paşa bana burada birçok hediyeler, elmaslar, altınlar veriyor. Bunlardan bir kısmını olsun bu zavallı kadına göndermek, onunla dayanışma içinde olmak mümkün olamaz mı? İstanbul’a gönderilecek bir adam, bir vasıta bulamaz mıyız?” dedi.

“Vasıtaya ne lüzum var? Biz kaçalım, kendimiz gidelim.”

“Bizim firarımız tehlikelidir. Bunu kaç sefer düşündükse sakıncalı bulmadık mı? Maksut Paşa’nın hâlâ büyük bir itibarı ve kuvveti var. Beni devamlı olarak ilgi ve dikkatle takip ediyor, kıskanıyor. Kaçarsak firarımızı derhal haber alacak ve bizi takip ettirecektir. Uygun bir fırsatın çıkmasını beklemek gerekir. O zamana kadar nasıl olsa ben kendisini oyalayacak, daha birçok hediyeler ve bağışlar alacağım. Benden direniş gördükçe hevesi daha da artıyor.”

“Fakat bu heveslerle birlikte tehlike de artıyor. Nihayet bir gün elinden kurtulamayacaksınız.”

“Ben kurtulmanın yollarını düşündüm. O zaman da uzak değildir. Mademki İstanbul’da Sadrazam öldürülmüş, Paşayı koruyan da kalmamıştır. Onu kolay kolay burada, Mısır Valiliğinde, bir servet ve gelecek merkezinde bırakmazlar. Yakında buraya yeni bir valinin çıkıp geldiğini göreceğiz. O zaman Maksut Paşa İstanbul’a dönmeye mecbur olacaktır. Biz de rahat ve esenlikle İstanbul’a döneriz.”

“Ya validen evvel bir cellat gelirse?”

“Cellat gelirse bize ne?”

Zeynel Ağa acı acı güldü.

“Evet, sizin için bir şey yok. Fakat bu zamanda kafası kesilen vezirlerin kethüdaları da beraber kurban gidiyor.”

“Sen o kethüdalardan değilsin. Merak etme, sana bir şey olmaz, seni ben mutlaka kurtarırım.”

Kethüda düşünmeye başlamıştı. Nurü’l-ayn ona, “Endişelere, acı düşüncelere daldın?” dedi.

“Hayır, İstanbul’a gönderilecek bir vasıta düşünüyordum. Nakkaş Paşa Mısır ’dayken hizmetinde bulunan zenci kölesi Reyhan, Paşanın Mısır ’dan gidişi esnasında hasta olduğundan burada kalmış, onunla beraber gidememiş. Sonra Nakkaş Paşa’nın felâketini haber alınca, burada bulunan Darüssaâde Ağası Dilâver Ağa’nın konağına kapılanmış.”

“Reyhan şimdi burada, Mısır ’da mıdır? Onu çok iyi tanırım. O da beni iyi bilir. Onu buraya getirip benimle görüştüremez misiniz?”

“Dilâver Ağa’nın bizim Paşa ile arası açıktır. Onun adamlarıyla ilişki kuramayız. Reyhan’ı buraya getirmek zordur. Onu bir kere ben göreyim.”

“Hayır, onu mutlaka benim görmem gereklidir.”

Nurü’l-ayn, Zeynel’e sokuldu. Ona istediğini yaptırmak için iltifatlarla tombul yanaklarını okşayarak, “Sen benim babam, ben de senin kızın olacak değil miyiz?” deyiverdi.

Zeynel bu güzel ellerin yüzüne temasından, kendine yapılan iltifatlardan sonra yılıştı, yumuşadı. Dedi ki,

“Çare bulmak kolay değil. Reyhan’ın buraya geldiğini Paşa haber alırsa düşmanlarıyla birlik olduğumuzu düşünür. Zaten kuşkular, endişeler içindedir. Hepimizden şüphelenir. Acaba nasıl bir çare bulmalı?”

“Burada Reyhan’ı kim tanıyacak? Mesela, onu satılık bir hadımağası olarak buraya getirirler. Yeteneklerinin anlaşılması için birkaç gün sarayda kalır. Ben onu hizmetime alırım. Bir iki gün sonra da beğenmemiş olurum. Saraydan defederiz. Şüphe edilecek bir tarafı da kalmaz.”

“Bakalım, düşüneyim. Arayacak, elbette bir çare bulacağız.”

***

Zeynel Ağa çareyi bulmuş, Reyhan saraya girmişti. İşte Nurü’l-ayn’ın odasında baş başa vermiş, konuşuyorlardı. Nurü’l-ayn, “Nakkaş Paşa’nın idamına, Belkıs Sultan’ın bugün matemler, sefaletler içinde sürünmesine asıl sebep Maksut Paşa’dır,” dedi.

Arap hayretle gözlerini açtı.

“Maksut Paşa mı? Nasıl olur? Maksut Paşa Mısır ’a geldi, bizim Paşa İstanbul’a gitti!”

“Öyle ama bizim Paşa İstanbul’a gidince arkasından Maksut Paşa Sadrazamla Padişaha şikâyetnameler yazmış. Nakkaş Paşa bütün Mısır ahalisini zulümlerle soydu. Beraberinde İstanbul’a birçok hazineler götürdü, demiş. Sadrazam ve Padişah, Nakkaş Paşa’nın elindeki malları alıkoymak için bu sözleri bir koz olarak kullandılar. Paşa hapsedildi. Eşi Belkıs Sultan yapılanlara gücendi, kardeşi Hünkâra karşı bağırıp çağırdı. Deli Hünkâr da hiddetlendi. Belkıs Sultan’a düşman olan Kösem Valide Sultan, Padişahı teşvik ve tahrik etti. Nakkaş Paşa idam edilerek bütün malına el konuldu. Belkıs Sultan da saraydan atıldı.”

“Allah, Allah!”

“Şimdi düşünelim. Eğer Maksut Paşa o iftiraları yapmamış olsaydı, Nakkaş Paşa asılır mıydı? Ben de satılır mıydım?”

“Doğru, doğru. Hakkın var.”

“Hepimize bir anne gibi bakan, büyüten, seven Belkıs Sultan bugün ne büyük acılar, sefaletler içindedir bir bilsen.”

“Vah, vah, vah!”

“Ben de sarayda sultanın kızıymışım gibi güzellikler ve rahat içinde büyürken satıldım. Senelerce esirci ellerinde hakaretler, işkenceler içinde süründüm. Nihayet buraya düştüm. Şimdi burada olduğumu, buranın durumunu Belkıs Sultan’a bildirmek istiyorum.”

“Bir mektup yazdıralım.”

“Mektup yazılması mümkün değil. Çünkü şimdi Sultanın İstanbul’da nerede oturduğunu bilmem. Bilsem bile mektup yazamam. Çünkü Vali Paşanın koruyucusu olan Sadrazam idam edildiği için şimdi Vali burada endişeler, kuşkular içindedir. Düşmanlarının İstanbul’a şikâyetnameler göndermelerinden korkuyor. Kuş uçurtmuyor. Mısır’dan İstanbul’a giden her gemi teftiş ediliyor. Bütün mektuplar okunuyor. Paşa benim Belkıs Sultan’a mektup yazdığımı haber alırsa hem mektubu göndermez, hem de bana işkenceler eder.”

“O halde ne yapmalı?”

“İstanbul’a inanabileceğim, söz anlar, emniyetli bir adam göndermek istiyorum. Seni bunun için arattım, bunun için buraya davet ettim.”

“Ben de İstanbul’a gitmek isterim. Fakat seyahat için çok para gerekli. Bende ise beş para yok.”

“Sen onu düşünme. Bende para var. Vali Paşa bana bol bol hediyeler veriyor, bağışlar yapıyor. Onun taşıyla yine onun başını yarmaya çalışalım. Sana istediğin kadar para veririm. Sen dediklerimi yapmaya razı olacak mısın?”

“Ne diyecek, ne isteyeceksin? Yapabileceğim bir iş mi? Bilmem ki!”

“Kolay bir iş… Sana burada anlatacağım şeyleri gidip İstanbul’da Belkıs Sultan’ı bularak ona anlatacaksın. Sözlerim çok önemli sırlar olduğu için Sultandan başka hiç kimseye, hiçbir harf söylemeyeceğine yemin edeceksin. Razı mısın?”

“Evet, bu kolay bir iş… Yapabilirim.”

“Öyle ise derhal hazırlanmaya başla. Yarın İskenderiye’ye gidecek, oradan ilk vasıta ile İstanbul’a hareket edeceksin. Orada Sultana söyleyeceğin şeyleri ben bu gece hazırlayacağım. Yarın sabah beni görecek, talimat alacaksın. Eğer işi lâyıkıyla yaparsan İstanbul’da büyük mükâfatlara nail olacaksın. Yakında biz de İstanbul’a gideceğiz. Seni orada Sultanın yanında bulurum.”

“Siz de mi İstanbul’a gideceksiniz? Ne zaman?”

“Zamanını bilmem. Fakat benim hesabıma göre sen İstanbul’a vardıktan bir iki ay sonra.”

***

Mehtaplı, güzel bir geceydi.

Nurü’l-ayn odasının penceresinde oturmuş, ertesi sabah Reyhan’a vereceği talimatı düşünüyordu.

O zaman İstanbul gibi Mısır’da da geçerli ve değerli iki şey vardı: sihir ve musiki.

Sihirbazlar ve efsunkârlar herkesi kolayca aldatmayı başarabiliyorlardı. Çünkü ortam çok müsaitti. Memlekette ilim ve irfan namına hiçbir şey kalmamış gibiydi. Ulema zümresinin makamını zekâ ve şeytanlıkla entrika çeviren, açgözlü ve ahlâksız cahiller işgal ediyordu. Bunlar ilim, iman, din namına birtakım efsaneler, hurafeler, batıl rivayetler ile halkı aldatmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı.

İçki, kadın, ahlâksızlık son derece revaçta olduğu için gençler arasında güzel sesi olan ve saz çalanlar tercih ediliyorlardı.

Maksut Paşa zeki ve hassas bir adamdı. Buna rağmen cin, peri ve sihre de pek inanırdı. Mısır’ın meşhur büyücülerini saraya getirtir, onlar vasıtasıyla Padişahın yönetiminin devamı, kendisinin de Mısır’da kalması için sihirler yaptırır, efsunlar okuturdu.

Nurü’l-ayn bütün bu sırlara vakıf olmuştu. Şimdi Mısır Valisinin Padişaha sihirler, büyüler yaptırmakta olduğunu Deli Hünkâr ’a ihbar ederse, onun derhal azledilmesine, hepsinin İstanbul’a gitmesine sebep olabilirdi. Çünkü Deli İbrahim de sihir, efsun ve büyüye inananıp korkanların başında geliyordu.

Bu haberi Belkıs Sultan vasıtasıyla, Deli Hünkâr’ın kulağına fısıldayabilirse kendini ona tanıtmış olacağını, kolaylıkla saraya girebileceğini hesap ediyordu.

Gençlik, güzellik, akıl ve zekâ hazinelerinden başka sesinin güzelliğinin, rebap çalmadaki ustalığının sarayda ne büyük, ne kuvvetli bir silah olduğunu biliyordu. Arzusu bir kere saraya girebilmekti. Ötesinin çok kolay olacağını düşünüyordu.

Bu güzel mehtaplı gecede sarayın bahçelerinde takım takım içki ve musiki âlemleri yapılıyordu. Paşa bu gece selamlıkta kalmıştı. Haremlik bahçesinde hanımlarla cariyeler kendi aralarında eğlenirlerken, selamlık bahçesindeki içki âleminde çalınan sazlar ve okunan şarkılar ahenklerin en güzel örneğini sergiliyordu. Erkek seslerinin arasında Suphi’nin davudi sesi hemen seçiliyordu.

Nurü’l-ayn, kendi aşkıyla buralara kadar gelen bu İstanbul çocuğunun yanık yanık okumaya başladığı gazeli dinlemeye daldı.

Suphi, o anda Nurü’l-ayn’ın kendisini dinlediğini düşünerek, ona hitap ediyor gibi kalpten gelen, etkili bir gazel okuyor, “Aman!” diyor, “Ah!” ediyordu. Güzel kadın bu zavallı, hassas, hayalperest âşığına acıdı. Onun İstanbul’da, Davutpaşa Bağları’nda, esirci evinin etrafında gezinirken bu etkili sesiyle bal satar gibi kendisini davet edişini hatırladı. İşte şimdi de o ahenk ile yine uzaklardan kendisine hitap ediyordu.

Nurü’l-ayn bu şiddetli sevdanın etkisinden, cazibesinden kurtulamadı. Gözlerinden kayan ateşli gözyaşlarının yanakları üzerinden yuvarlandığını hisseti. Suphi’yi düşünüyor ve ona acıyordu.

Nurü’l-ayn, Suphi’nin muhabbetine karşı ilgisiz değildi. Eğer gelecek ve iktidar hırsı kalbini ve bütün hislerini bu derece kaplamamış olsaydı o muhabbet şüphesiz kalbinde en mümtaz yeri tutacaktı. Fakat çok meşhur bir kadın olmak, hükümdarlara hükmetmek hevesi bir hastalık gibi bütün benliğini sarmış, hırsı aşkını yine yenmişti.

Suphi’yi seviyor ve ona acıyordu. Lakin onunla mesut olmak için o büyük arzularından vazgeçemiyordu. Kendi kendini tatmin ve teselli etmek istiyormuş gibi, “Elbet bir zaman gelecek, onu görmeyi ve mutlu etmeyi başaracağım,” diye mırıldandı.

5
Şekerpare Haseki

Reyhan ertesi gün Nurü’l-ayn’ın yanına gülümseyerek, muzaffer bir tavırla geldi.

“Dün akşam Dilâver Ağa’nın köşkünde çok önemli bir kadına rastladım. Şekerpare buraya gelmiş.”

Nurü’l-ayn bu ismi işitince hayretle yerinden fırladı. Reyhan’ın sözünü kesti.

“Deli Hünkâr ’ı pençesine alan gözdelerden, Birinci Haseki Şekerpare mi?”

“Evet, ta kendisi…”

“Buraya nasıl gelmiş?”

“Sürgün etmişler.”

“Ya… Neticenin böyle olacağı beliydi. Belkıs Sultan devamlı söylerdi. Desene Şekerpare o harika güzelliğine, zekâsına ve düşlerine yenilip gözden düştü, felâkete uğradı demek.”

“Evet. Bütün malına el koymuşlar. Buraya beş parasız gelmiş. İstanbul’a gitmek için çareler arıyor. Benim İstanbul’a gideceğimi haber alınca geldi, ellerime sarıldı, Aman! Beni de götür, diye yalvarmaya başladı. O kadar devlet ve ihtişam görmüş bu kadına acıdım. Fakat size sormadan cevap veremezdim.”

“Şekerpare halen o meşhur, göz kamaştırıcı güzelliğini koruyor mu?”

“Halen fevkalâde güzel… fakat sizin elinize su dökmeye bile lâyık olamaz. Otuzuna yaklaşmış. Hele son kahırlar, felâketler, kederlerle âdeta solmuş, sararmış, yüzünün feri, rengi uçmuş.”

“Şimdi İstanbul’a giderse tekrar Padişaha gözde olacağını mı zannediyor?”

“Zannetmem. Padişah ondan zevkini, hevesini almış. Onun devri, günü geçmiştir. Sanırım İstanbul’da güzelliğine bağlanacak pek çok tanıdıklar bulur, işler görür.”

Nurü’l-ayn, Reyhan’ın bu sözlerinden çok memnun oldu. Şekerpare’nin İstanbul’a giderse tekrar saraya girmesinden, kendisine rakip olmasından korkuyordu. Sonra düşündü. Onun Reyhan’la gitmesine mani olsa bile kadın elbet diğer bir vasıta ve çare bulacak, İstanbul’a kaçacaktı. Ona yardım ederse, sarayın bütün içyüzünü, Hünkârın ruhunu, zevkini ve heveslerini tanıyan bu fevkalâde zeki kadından istifade edebilirdi. Sordu:

“Sen Şekerpare’yi beraberinde götürmek istiyor musun?”

“Siz izin verirseniz…”

“İstanbul’dan sürülmüş meşhur bir kadının seninle beraber oluşu seyahatine, İstanbul’a girmene bir zorluk çıkarmaz mı?”

“İstanbul’a Şekerpare adıyla ve şöhretiyle gidecek değil ya! Elbet kendine başka bir isim bulacak, kıyafet değiştirip gidecektir. Belki onu satılık bir cariye gibi götürürüm.”

Nurü’l-ayn yine düşünceye daldı. Derin hesaplar, tahminler yapıyordu. Nihayet, “Karar vermek için kendisiyle bir görüşmeliyim. Onu bugün buraya getirebilir misin?” diye sordu.

“Buraya girmesinde bir mahzur görmez misiniz?”

“Ne mahzuru olacak? Seni buraya satılık köle diye getirmediler mi? Onu da satılık cariye diye getirirler. Gerekiyorsa Zeynel Ağa’ya da İstanbul’da terbiye görmüş, eğitimli bir cariye istediğimi söylersin.”

“Pekâlâ, onu hemen şimdi getireyim mi?”

“Hiç durma!”

***

Nurü’l-ayn’ın görmek istediği Şekerpare, önemle incelenmesi gereken bir şahsiyettir. O devrin tarihi, Şekerpare’nin hikâyeleri ile doludur.

Sultan Murat, başına bir iş getirebilirler korkusuyla, yerine getirilebilecek bütün şehzadeleri öldürtmüş, yalnız Deli İbrahim’i sağ bırakmıştı. İbrahim tahta geçtiği zaman hanedanın biricik erkek evladıydı. Hanedanın zürriyeti bitmesin diye Deli’ye herkes tahammül ediyor, onu saf dışı bırakmayı hiç kimse aklına getirmiyordu.

Bütün çılgınlıklarına tahammül edildikçe İbrahim daha da şımarıyor, kibri ve delilikleri artıyordu.

Neslinden bir şehzade gelsin, hanedanın nesli tükenmekten kurtulsun gayretiyle Valide Sultan ve bütün saray ileri gelenleri Padişaha cariyeler takdim etmeye başladılar. Bu, zamanın modası oldu. Cariye takdim edenlerin gayesi, hanedan neslinin devamına çalışmaktan ziyade sarayda bir el, Deli Hünkâr’ın yanında kendisini koruyup muhafaza edecek bir vasıta bulundurmak idi.

Saray boy boy, cins cins, her memleketten birbirinden güzel kızlarla dolmuştu. Bunlar Padişahın gözüne girip kendisini saraya gönderen efendiyi koruyabilecek beceride zeki, fettan, efsunkâr, şeytan gibi kızlardan seçiliyordu. Padişahın muhabbetini, sevgisini kazanmak için ne şekilde hareket edeceklerini öğrenip sonra saraya yollanıyorlardı.

Sarayı dolduran bütün bu kızların içinde Telli Haseki, Saçı Bağlı Haseki, Şekerpare gibi güzel ve mümtaz olanları da vardı. Padişahı güzelliklerine, cazibelerine bağlayabilmek için aralarında amansız bir rekabet ve türlü türlü hileler dönüyordu. O kadar ki sadrazamlar için sarayın harem dairesini idare etmek, devletin iç ve dış işlerini idare etmekten daha da zor bir duruma gelmişti. Sadrazamlar, valiler hep saraylıların hileleri, ayak oyunları ve entrikaları ile değişirdi. Bütün memuriyetler onların vasıtasıyla satılırdı.

Curcuna o dereceye varmıştı ki tecrübelerine, becerilerine rağmen Valide Kösem Sultan bile sarayı ve Padişahı idare etmekte aciz kalıyordu.

Deli Hünkâr, bu kadınların fitne ve fesatları arasında büsbütün sersem olmuş, âdeta mecnun denilecek bir hale gelmişti. Cazibesine tutulduğu, pençesine düştüğü kadından ne öğrenirse onu söylüyor ve mutlaka yaptırıyordu.

Bir ara Üçüncü Haseki, kıymetli taşlarla süslü bir araba istemişti. Derhal yaptırıldı. Kadın bu araba ile Padişahın yanında bir gezinti yapmak isteğinde bulundu. İbrahim buna da razı oldu. Beraberce Davutpaşa mesiresine gittiler. Haseki, arabasından yol güzergâhındaki halka avuç avuç altın saçarak İstanbul’da eşi görülmemiş delice bir ihtişam gösterisinde bulundu. Bu deliliğe de hiç kimse ses çıkaramadı.

İşte bu sıralarda, İstanbul’da serveti, zekâsı, şeytanlığı ile meşhur ulemadan Sebzecizâde İbrahim Efendi ele geçirdiği fevkalâde güzel ve fettan bir kızı saraya överek takdim etti. Sarayda Şekerpare adı verilen bu kız, Padişahtan büyük bir ilgi gördü. Zekâsıyla en etkin ve seçkin gözdelerin üstüne çıkmayı başardı. Sebzecizâde’yi kendisine Deli Hünkâr’ın emriyle kethüda tayin ettirdi.

Sebzecizâde aç gözlü bir adamdı. Saraya girip çıkıyor, Şekerpare’nin nüfuzuyla her işe burun sokuyor, getirisi çok olan memuriyetleri satıyor, saray arazilerini ihale ediyor, çeşitli iradeler ve fermanlar çıkartıyordu. Fakat Şekerpare de zenginlik ve servet toplamak hırsında Sebzecizâde’den aşağı kalmıyordu. Onun vasıtasıyla kazanılan altınları, Padişahtan koparttığı hediyelerle elmasları Valide Hanı’nda kiraladığı kâgir odalarda topluyor, saklıyordu.

Şekerpare güzelliği ve zekâsıyla Valide Kösem Sultan’la da rekabet etmeye, onun oğlu üzerindeki etkinliğini kırmaya başlamıştı.

Kösem Sultan, oğlu İbrahim’e nasihatler eder, onu korkutur, birçok deliliklerine mâni olurdu. Şekerpare ise delinin bütün istek ve arzularını hoş görmek suretiyle Kösem Valide Sultan’ı yendi. Padişah, keyfine kâhyalık eden annesinin Sakız Adası’na sürülmesini emretti.

Kösem Sultan’ın da pek çok taraftarı vardı. Yüksek mevkilerde heyecanlar, yeniçeri ocağında galeyanlar, müthiş dedikodular saray çevresini sardı. Deli’yi korkuttular. Sadrazamın ve ileri gelenlerin araya girmesi ile annesinin Sakız Adası’na gönderilmeyerek Davutpaşa’daki köşkte ikamet etmesine razı oldu.

Şeytanlıkta üstüne olmayan Kösem Valide Sultan rahat durmadı. Saraydaki taraftarları ve casusları vasıtasıyla her şeyi haber alıyordu.

Rakibi Şekerpare’yi mağlup edebilmek için ondan daha güzellerini bulup Padişaha sevdirmek yolunu seçti. Büyük bir serveti vardı. Büyük fedakârlıklarla eline geçirdiği en güzel kız ve kadınları istediği gibi yetiştirip taraftarları vasıtasıyla saraya sokuyor, Padişaha takdim ettiriyor, taraftarlarını devamlı arttırıyordu.

Hazırladığı düzenler, yaptığı hücumlar sonunda netice verdi. Şekerpare gözden düştü ve Mısır’a sürgün edilmesine emir çıktı.

Şekerpare’nin yardakçılarından saraya çok girip çıkan, “Fitne Kumkuması” adı verilmiş biri vardı: Hasan Paşa’nın boşadığı eşi Hamide Hatun. Müthiş bir kadındı. Kösem Valide Sultan onun da Mısır’a, Şekerpare’nin yanında sürgüne gönderilmesi için emir çıkarttı.

Bostancılar Hamide Hatun’u tutup Şekerpare’nin sürgüne gönderileceği gemiye götürmek için konağına gittikleri zaman, Fitne Kumkuması’nın düzenlediği büyük bir hileyle oyuna geldiler. Şeytan kadın, sürgün edileceğini haber alınca sadık cariyelerinden birini çoktan kandırmıştı. Bostancılar Hamide Hatun’u almak için konağa geldiklerinde sadık halayık, “Hamide Hatun benim! Ne istiyorsunuz?” diye meydana çıktı. Bostancılar onu tuttu, bu sayede Fitne Kumkuması İstanbul’da kalıp gizlenmeyi başardı.

Koçbeyoğlu Pehlivan Ahmet, Şekerpare’yi sürgün yerine götürmek için görevlendirilmişti. Kuvvetli, zeki, atak bir pehlivandı. İşgüzarlık gösterdi. Bir sabah şafak sökerken Şekerpare’nin konağını sardı. Yatağından dehşetle uyandırılan güzel kadın, uyku sersemliği ile o kadar şaşırmıştı ki muazzam servetinden beş on kese altın almak şöyle dursun, odasında bulunan mücevherlerini bile cebine koymaya fırsat bulamadı. Beş parasız yola çıktı.

O kadar hırs ile toplayıp İstanbul’da bıraktığı servetinin haddi hududu yoktu. Konağında ve Valide Hanı’ndaki odalarda bulunan servetine el konulduğunda, bu servet Padişahı bile şaşkına çevirmişti.

Yalnız Valide Hanı’ndaki odalarda sandıklar dolusu mal bulundu, saraya getirildi. Deli Hünkâr’ın isteği üzerine gözleri önünde birer birer açıldı. Her birinden emsalsiz inciler, elmaslar, parlak altın sikkeler, kıymetli şallar ve kumaşlar çıkıyordu. Hepsi meydana yığıldı.

Deli, bir çocuk gibi yerinden sıçrıyor, seviniyor, bağırıyordu:

“Hey kâfir! Benden ne kadar mal çalmış! Ne güzel, ne nadide şeyler toplamış.”

Bütün bu servet Padişahın gözü önünde hazine dairesine taşındı. Sonra onun emriyle Şekerpare’nin konağı da arandı. Orada bulunan sırmalı, inci işlemeli yorganlar, yatak takımları, ağır kürkler ve ipekli kumaşların hepsi saraya getirildi. Delinin önüne saçıldı.

Padişah, Şekerpare’nin bu muazzam serveti toplamasına kethüdası Sebzecizâde İbrahim Efendi’nin vasıta olduğunu haber aldığı zaman, onun da idam edilip bütün servetine el konulmasını emretti.

Böyle beş parasız, sefil bir halde gemiye getirilen Şekerpare, beraber sürgün edildiği kadının Fitne Kumkuması Hamide Hanım olmadığını kimseye söylemedi. Onun İstanbul’da kalmasının kendisi için önemli bir dayanak noktası olacağını düşünüyordu. Mısır ’a gelir gelmez İstanbul’a dönebilmek için çareler aramaya başladı.

Nurü’l-ayn, Şekerpare’yi nazik bir saygıyla karşıladı ve sordu:

“Sarayda Belkıs Sultan’ı gördünüz, tanıdınız mıydı?”

“Tanımamak mümkün müydü? Onun felâketlerine benim düşmanım sebep olmuştu.”

“Onun felâketine Maksut Paşa sebep olmuştu. Paşa sizin de düşmanınız mıdır?”

“Hayır, o görünür sebeptir. Felâketlerimizin asıl sebebi Valide Mahpeyker Sultan’dır.”

“Kösem Valide Sultan mı?”

“Evet. Bu kadın oğlunu daima kontrolü altında tutmak, onun namına ferman çıkarmak için Padişahın yanında şeref ve itibarı olanları perişan edecek bin türlü hile icat ederdi. Belkıs Sultan’ın saraydan atılması, kocasının idamı, mallarına el konulması hep Kösem Valide’nin tertibi ve teşvikiyle olmuştur.”

“Acayip! Belkıs Sultan ise Kösem Valide’den devamlı güleryüz gördüğünü söylüyor, ondan hiç şüphelenmiyordu.”

“Ah! O ne yılandır. Beni de hep öyle tebessümlerle okşayarak zehirleyeceğini anladığım için ondan evvel davrandım. Padişahı onun etkisinden kurtarmaya çalıştım.”

“Onun nüfuzunu nasıl kırabildiniz?”

“Onun nüfuzunu kırmak için Padişahı kandırmak, onunla bir arada olmak yeter sandım. Deli, validesinin Sakız Adası’na sürgüne gönderilmesini emretti. Sonra Kösem Sultan’ın taraftarlarının girişimleriyle Davutpaşa Köşkü’nde kalmasına razı oldu. Ben burada aldandım. Onu saraya sokmamak, Padişahla görüşmesine meydan bırakmamak nüfuzunun kırılmasına yeter sandım. Onun hile ve yalanları yalnız beni değil, Fitne Kumkuması’nı bile aldattı.

Kendisinden bahsettirmiyor, saraya uğramıyordu. Fakat taraftarları vasıtasıyla devamlı benim ve Hamide Hatun’un kuyusunu kazıyordu. Bizim gafil bulunduğumuz bir anda Mısır’a sürgün edilmemiz için bir emir çıkarttılar. Bir sabah yatağımda gözlerimi açınca karşımda müthiş, silahlı, iriyarı üç yeniçeri gördüm. Beni hiç konuşturmadan evden çıkardılar. Ancak gemiye atıldığım zaman işi anlayabildim.”

“Şimdi İstanbul’a giderseniz yine saraya girmeyi başarabilecek misiniz? Ümidiniz var mı?”

“Kesinlikle hayır. Benim zamanım geçti. Saraya girmemi yalnız Valide Sultan değil oradaki bütün gözdeler sonuna kadar önlemeye çalışırlar. Hoş, artık beni Padişah da aramaz ya… O, daima yeniler, tazeler ister.”

“Durum böyleyse, İstanbul’a gitmek için neden bu kadar gayret gösteriyorsunuz?”

“İntikam almak için.”

“Kimden?”

“Kösem Valide’den.”

“Güç iş.”

“Çok güç olduğunu bilirim. Fakat intikam o kadar tatlıdır ki, en zor şeyleri bile göze aldırtır. Ben şimdi sarayın bütün sırlarını, Deli’nin eğilimleriyle zayıf noktalarını bilirim. İstanbul’da saraya takdim olunacak pek güzel, çok zeki bir kız arayacağım. O, sarayda benim talimatım doğrultusunda hareket edecek, ben dışarıdan ona yardımcı ve destek olacağım. Orada Kösem Valide’den intikam almak için benimle beraber çalışacak, Belkıs Sultan gibi, Hamide Hatun gibi birçok kuvvetli yardımcılar bulurum. Kesinlikle Kösem Valide’nin nüfuzunu kırmayı başarırız.”

Şekerpare bu sözleri derin bir hırs ve kızgınlıktan doğan heyecanlarla söylemişti. Bir an durdu. İhtimal ki çok ileri gitmiş; yardımını istediği bu genç, güzel, tecrübesiz kızı ürkütmüş ve korkutmuş olduğunu düşündü.

Diğer taraftan Nurü’l-ayn da başka düşüncelere dalmıştı. Acaba bu müthiş kadına açılmak, kendi arzularını ona anlatmak, onunla beraber çalışmak doğru muydu? Şekerpare’nin İstanbul’da arayacağını söylediği kız, tam kendisi değil miydi? Kendisi saraya girmek, rakiplerini mağlup ederek Padişahı pençeleri arasına almak, güç ve servet kazanmak arzuları beslemiyor muydu? Biraz kuşkuluca sordu:

“İstanbul’a vardığınız zaman Belkıs Sultan’ı arayacak mısınız?”

“Ona şüphe mi var?”

“Zannederim ki o da şimdi İstanbul’da, Kösem Valide’den intikam almak için sizin de takip ettiğiniz hedefe doğru gidiyor. Benim burada olduğumu ve aynı maksat için çalıştığımı haber alınca çok sevinecektir.”

“Siz de mi Kösem Valide’nin mağdurlarındansınız? Siz de mi ondan intikam almayı düşünüyorsunuz?”

Nurü’l-ayn onaylamak için hafif bir gülümseme ile başını salladı. Sonra ona açıldı. Macaristan’dan nasıl getirildiğini, Belkıs Sultan’ın sarayında ne maksatla, nasıl bir talim ve terbiyeyle büyütüldüğünü anlatmaya başladı.

Çok nazik ifadelerle, mütevazı bir şekilde anlattığı hayat hikâyesi, Şekerpare’yi hayretler içinde bırakmıştı. Fettan kadın, İstanbul’da arayacağı ve bulmakta çok zorluk çekeceği güzel ve fevkalâde zeki kızın işte karşısında oturmuş, kendisine tebessümler ettiğini görüyordu. Hayret ve sevincinden zaman zaman yerinden fırlıyor, güzel kızın boynuna sarılıyor, onu şapır şupur öperken, “Sen benim tecrübelerimden, bilgilerimden, yardımlarımdan; Belkıs Sultan’ın da itibarından istifade ederek çalışırsan hiç şüphesiz başarılı oluruz,” diyordu.

Bu uzun sohbetlerden sonra iki güzel kadın arasında gizli olduğu kadar derin bir samimiyet de kurulmuştu.

Nurü’l-ayn o gece Şekerpare’yi misafir etti. Beraber yediler, biraz şarap içtiler. Güzel kız rebap çaldı, şarkılar söyledi. Şekerpare onun sazda olduğu kadar sözde de olan becerisini, neşeyle süzülen gözlerinin sihrini, gönülleri âşık eden cazibesini, hele daha açılıp saçıldığı zaman vücudunun muntazamlığını, yay gibi endamını, cildinin tazeliğini görmüştü. “Hünkâr bu güzellik hazineleri, bu cazibeler, bu nazireler, bu nimetler karşısında çıldıracak, sana esir olacaktır. Ona her ne istersen yaptırabileceksin. Fakat yaptırılacak, istenilecek şeyleri bilmek gerekir,” dedi.

Gece geç vakte kadar sohbet ettiler.

Bir ara, sarayın selamlık tarafına doludizgin koşarak birtakım atlıların gelişi bir hareket, bir heyecan uyandırdı. Sarayda bu tür harekete alışkın olmayan Nurü’l-ayn endişeli bir tavırla kulak kabartmış dışarıyı dinliyor, hareme de intikal eden bu seslerin önemli bir manası olması gerektiğini düşünüyordu.

Yerinden fırladı ve pencereye koştu. Sofayı gören pencerenin perdesini aralayarak dışarıya baktı. Sonra da kendi kendine söylenir gibi,

“Paşayı uyandırmışlar. Selamlığa çıkıyor. Çok önemli bir şeyler olmalı!” dedi.

Şekerpare, bulunduğu bu yabancı ortamda şaşırmış, neşesi kaçmıştı. Endişeli bir tavırla yavaşça sordu:

“Ne olabilir?”

“Her şey olabilir. Bir yerlerde ihtilal… Yahut İstanbul’dan haber getiren bir haberci… Herhalde çok önemli bir şey… Zaten Paşanın hamisi Sadrazam Kara Mustafa Paşa idam edildiğinden beri burada çok önemli olaylar bekleniyordu.”

“Bu olanların size bir zararı dokunur mu?”

“Bana ne zararı olacak! Biz yatalım ve ışığı söndürelim. Paşa tekrar hareme girdiğinde burada ışık yandığını görmesin.”

Telaşla yerlerinden kalktılar. Fakat henüz hiçbir şey yapmaya vakit bulamamışlardı ki, oda kapısının hafif hafif vurulduğunu işittiler.

Nurü’l-ayn yavaşça kapıya gitti. Heyecanlı ve yavaş bir sesle sordu:

“Kim o!”

“Ben, Reyhan. Açınız.”

Kapı açıldı. Hadımağası içeri girince kapıyı tekrar kapadı. Esrarengiz bir tavırla, “Beni Zeynel Ağa gönderdi,” dedi.

“Önemli bir şeyler oluyor galiba?”

“Olan olmuş. Paşa görevden alınmış. Mısır Valiliğine tayin olan Küçük Emin Paşa İskenderiye’ye ulaşmış. Yakın zamanda buraya gelir. Yarın saray tahliye olunacak. Yeni valiyi karşılamak için hazırlanacak. Zeynel Ağa, Korkmasınlar, her an hazırlıklı olsunlar, diye benimle size haber gönderdi.”

“Korkulacak bir şey var mı? Paşanın idamına ferman mı gelmiş?”

“Belli değil. Paşa selamlıkta heyecanlar içindedir. Onun muntazam, kuvvetli ve sadık bir kapı halkı var. Yeni Vali kolay kolay tutup onu idam edemez. Bu sebeple buraya cellat gönderilmesine ihtimal verilmiyor. Fakat her ihtimale karşı uyanık bulunmak için hazırlanıyorlar.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.