Kitabı oku: «Azla Mutlu Olmak», sayfa 2
4. Az Eşya = Çok Özgürlük
Eğer hayatta bir kere karşınıza çıkabilecek, olağanüstü bir teklif alsaydınız ama bu yüzden bir hafta içinde ülkenin diğer ucuna taşınmanız gerekseydi? Heyecanlanıp planlar yapmaya mı başlardınız? Yoksa evde çevrenize bakıp her şeyi nasıl zamanında paketleyeceğiniz konusunda endişe mi ederdiniz? Tüm eşyalarınızı binlerce kilometre öteye taşıma düşüncesi karşısında umutsuzluğa mı düşerdiniz (daha da kötüsü, bunu tamamen saçma mı bulurdunuz)? Zahmete girmeye değmez, durduğum yerde duruyorum, belki başka bir zamanda başka bir fırsat çıkar, kararına varma olasılığınız nedir?
Düşünmesi bile delice gelebilir ama eşyalarınız sizi yerinizde tutma gücüne sahip olur mu? Çoğumuz için yanıt “evet” olabilir.
Şeyler çapaya dönüşebilir. Bizi yere bağlayabilir ve yeni ilgi alanları araştırmaktan, yeni beceriler geliştirmekten alıkoyabilirler. İlişkilerin, kariyer başarılarının ve aileyle geçirilebilecek zamanın yoluna çıkabilirler. Enerjimizi ve macera duygumuzu tüketebilirler. Hiç eviniz birilerini ağırlamak için çok dağınık olduğundan bir ziyareti kabul etmekten kaçındığınız oldu mu? Kredi kartı ödemeleri için fazladan çalıştığınızdan çocuğunuzun maçına gidemediğiniz oldu mu? Eve göz kulak olacak kimse yok diye egzotik bir tatilden vazgeçtiniz mi?
Oturduğunuz odadaki her şeye bir bakın. Bu nesnelerden her birinin –her bir tekil mülkiyetin– size iple bağlı olduğunu hayal edin. Bazıları kollarınıza bağlıdır, diğerleri belinize ya da bacaklarınıza. (Daha da dramatik bir etki için gözünüzün önüne zincirler getirin.) Tüm bu şeyler peşinizden sürüklenir, tıngırdar, çıngırdarken ayağa kalkıp dolaşmaya çalışın. Kolay değil herhalde. Muhtemelen fazla uzağa gitmeyi ve fazla bir şey yapmayı başaramayacaksınız. Pes edip gerisingeriye oturmanız ve durduğunuz yerde durmanın daha az çaba gerektirdiğini kavramanız çok zaman almayacaktır.
Benzer şekilde, aşırı eşya yığını ruhlarımız için de yük olabilir. Sanki tüm bu nesnelerin kendi kütlesel çekim alanları varmış da bizi aşağı çekiyorlar, zapt ediyorlardır. Tıka basa dolu bir odada kelimenin gerçek anlamıyla ağır ve uyuşuk, aşırı yorgun ve kalkıp bir şeyler tamamlamak için çok tembel hissedebiliriz kendimizi. Bunu temiz, aydınlık, seyrek eşyalı bir odayla karşılaştırın – böyle bir mekânda hafif, özgür ve olanaklarla dolu hissederiz. Sahip olunan şeylerin yükü olmadığında enerji dolu ve her şeye hazırızdır.
Ne yazık ki her şeyi çekmecelere, sepetlere ve kutulara tıkıştırmak sorunu çözmez.
Kafamızda bu düşünceyle, hızlı bir çözüm bulmak ve az eşyalı bir mekân yanılsaması yaratmak için baştan çıkabiliriz. Tek yapacağımız en yakın süpermarkete dalıp güzel depolama kutuları almak ve çabucak minimalist bir oda yaratmak olacaktır. Ne yazık ki her şeyi çekmecelere, sepetlere ve kutulara tıkıştırmak sorunu çözmez. Gözden ırak eşyalar bile (ister salon çekmecesinde, ister bodrumda isterse de şehrin diğer yakasındaki bir depoda olsunlar) zihnimizin bir yerlerinde kalmaya devam ederler. Kendimizi zihnen özgürleştirebilmek için bunlardan tamamen kurtulmalıyız.
Hesaba şunu da katmak gerekir: Eşyalar, fiziksel olarak sıkıştırmaya ve psikolojik olarak boğmaya ek olarak, onlara sahip olmak için aldığımız borçlar nedeniyle finansal olarak da köleleştirirler bizi. Borcumuz ne kadar çoksa gecelerimiz o kadar uykusuz ve fırsatlarımız o kadar sınırlı olur. Her sabah uyanıp kendimizi sevmediğimiz bir işe doğru sürüklemek, artık sahip olmadığımız, kullanmadığımız hatta istemediğimiz şeyler için ödeme yapmaya devam etmek çocuk oyuncağı değildir. Bunun yerine yapmak isteyebileceğimiz o kadar çok şey akla gelebilir ki! Dahası, eğer maaşımızı (ve fazlasını) tüketim malları için erittiysek, bu, kaynaklarımızı daha farklı, daha tatmin edici uğraşlar –örneğin sanat eğitimi almak ya da gelecek vaat eden bir işe yatırım yapmak gibi– için de tüketmiş olduğumuz anlamına gelir.
Seyahat minimalist bir hayatın özgürlüğü için mükemmel bir analojidir. Tatile gittiğinizde iki üç ağır valizi peşinizden sürüklemenin nasıl bir eziyet olduğunu bir düşünün. Ne zamandır bu geziyi hayal ediyordunuz ve uçaktan indiğinizde çevrenizi görmek için sabırsızlanıyorsunuz. Durun bakalım. İlkin çantalarınızın dağıtım bandı üzerinde arz-ı endam etmesi için beklemeniz (beklemeniz, daha da beklemeniz) gerekiyor. Sonra bunları havaalanının salonları boyunca sürükleyeceksiniz. Taksi durağına gitmeniz daha iyi olabilir, zira bunları metroda idare etmek neredeyse imkânsız olacaktır. Hemen çevreyi görme fikrini aklınızdan çıkarın – doğrudan otelinize gitmek zorundasınız ki bu devasa yükten kurtulun. En sonunda odaya ulaştığınızda yorgunluktan bitmiş durumdasınız.
Öte yandan minimalizm sizi çevik kılar. Sadece tek bir hafif sırt çantasıyla seyahat ettiğinizi hayal edin – deneyim kesinlikle neşelendiricidir. Hedefinize varırsınız, uçaktan aşağı atlar ve bagajlarını bekleyen kalabalığın arasından şimşek gibi geçersiniz. Sonra bir metro, otobüs ya da otele doğru yürüyüş. Tüm yol boyunca, yabancı bir şehrin görüntülerini, seslerini ve kokularını deneyimlersiniz, her birinin tadına varacak zamanınız ve enerjiniz vardır. Hareketli, esnek ve bir kuş kadar özgürsünüz – müzelere ve turistik mekânlara çantanızla girebilirsiniz ya da kolayca bir emanet dolabına bırakabilirsiniz.
İlk senaryonun tam tersine, yere indiğiniz andan itibaren koşmaya hazırsınız ve öğleden sonrayı –eşyalarınızı sağa sola sürüklemek yerine– çevreyi görerek geçirirsiniz. Otelinize vardığınızda, yaşadığınız bu deneyim sizi daha enerjik ve fazlasına hazır hale getirmiştir.
Eşyalarımıza zincirli olmadığımızda hayatın tadını çıkarabilir, başkalarıyla ilişki kurabilir ve sosyalleşebiliriz. Yeni tecrübelere açık hale geliriz ve fırsatları görüp değerlendirmek için daha becerikli oluruz. Peşimizden sürüklediğimiz bagaj (fiziksel ve zihinsel olarak) ne kadar azsa yaşamaya o kadar zaman kalır.
5. Bağlarınızı Koparın
Zen Budizmi, mutlu olmak için dünyevi bağlarımızdan kurtulmamız gerektiğini öğretir. Gerçekten de meşhur şair Basho iyi bilinen bir şiirinde, evi yandığında Ay’ı daha iyi görmeye başladığını yazmıştı. İşte eşyalarıyla bağlarını koparan birisi!
Bu kadar ileri gitmek zorunda olmasak da, benzer bir bağlantısızlık duygusu geliştirmemizde yarar var. Böyle bir tutum evlerimizi düzenlemeyi ciddi şekilde kolaylaştırır – eşyalarımızı başka yollarla (hırsızlık, sel, yangın ya da doğal felaket gibi) kaybettiğimizde acımızı hafifleteceğini söylemeye gerek bile yok.
Bu nedenle, bu bölümde eşyalarımızın üzerimizdeki kıskaçlarını gevşetmek için zihinsel egzersizler yapacağız. Hedeflerimize ulaşmak için esneme, ısınma hareketleriyle forma girerek önümüzde duran göreve hazırlanacağız. İzleyen sayfalarda minimalist kaslarımızı şekillendirecek ve eşyalarımıza karşı vereceğimiz mücadelede gerekli olan psikolojik gücü ve esnekliği kazanacağız.
Isınmak için kolay bir şeyle başlayalım: Eşyalarımızın olmadığı bir hayatı hayal edelim. Bu çocuk oyuncağı – aslında hayal etmemize gerek yok, hatırlamak yeterli.
Çoğumuz gençlik günlerimizi hayatımızın en mutlu, en tasasız dönemi olarak görürüz. Bir ayakkabı kutusunda (bazen iki üç kişiyle beraber) yaşıyor ve kıt kanaat geçiniyor olsak da. Tasarım giysilere, süslü saatlere ya da elektronik oyuncaklara paramız yetmese de. Sahip olduğumuz her şey birkaç kutuya sığardı ve arabayı sanayiye götürmek, ev bakımı, hatta kuru temizleme konusunda dertlenmezdik. Eşya sosyal hayatımızdan daha az önem taşırdı.
Bu tür bir özgürlük geçmişte kaldı mı diyorsunuz? Hiç de değil. Çoğumuz bu “eşyadan azat” hayatlarımızı yılda bir iki kere canlandırma şansına sahibiz – tatile gittiğimizde. “Tatil” (vacation) kelimesi aslında Latincedeki vacare kelimesinden gelir ve “boş olmak” anlamına gelir. İşte o yüzden hepimiz her şeyden kurtulmak ve tatile gitmek istiyoruz!
Örneğin, gittiğiniz son kampı düşünün. Konfor ve hayatta kalmak için gereken her şeyi çantanızda taşıdınız. Nasıl göründüğünüzü fazla dert etmediniz ve sırtınızdaki giysilerle gayet iyi idare ettiniz. Yemeğinizi açık bir ateşin üzerine koyduğunuz portatif bir tavada pişirdiniz ve bu yemeği tabak, bardak ve çataldan daha teferruatlı olmayan şeylerle yediniz. Barınakların en basiti olan çadırınız sizi sıcak ve kuru tuttu. Minimal mülkiyetiniz ihtiyaçlarınızla uyum içindeydi ve rahatlayarak doğayla sohbet etmek için size bir dünya zaman bıraktı.
O halde neden “gerçek” hayatlarımıza döndüğümüzde çok daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz? Aslında duymuyoruz – bu egzersizlerin amacı da bu zaten. Zamanla farkına varacağız ki çevremizi kuşatan eşyaların çoğu sağlığımız ve mutluluğumuz için pek gerekli değil.
Kaslarınız esnediğine göre çıtayı biraz yükseltelim: Denizaşırı bir yere taşındığınızı farz edin. Ama hemen şehirdeki depolama şirketini aramayın – bu nihai bir hareket. Nasılsa döneceğim diye eşyalarınızı bir kenara saklayamazsınız. Dahası, nesneleri dünyanın diğer tarafına taşımak karmaşık ve masraflı bir iş, bu yüzden onsuz olamayacağınız şeyler dışında ne varsa kurtulmanız lazım.
Evinizdeki her şeyi gözden geçirin ve tam olarak neyi yanınıza alacağınıza karar verin. Eski, haşat olmuş gitarınız elemeleri geçebilecek mi? Ya seramik hayvan koleksiyonunuz? Üç yıl önce aldığınız o çirkin süvetere, on beş dakika giydikten sonra ayağınızı vuran ayakkabılara, miras kalan ama asla sevmediğiniz yağlıboya tabloya değerli kargo alanınızda yer verecek misiniz? Elbette hayır! Harika değil mi? “İzin” çıktığı anda bunlardan kurtulabiliyor olmak olağanüstü.
Tamam, konuya ısındınız, öyleyse daha zor bir soru soralım: Gecenin bir yarısı yangın alarmının yırtıcı çığlığıyla uyandınız. Ortalık duman! Evden dışarı koşarken ne kurtaracağınıza karar vermek için sadece dakikalarınız –belki de saniyeleriniz– var.
Kabul edelim ki burada karar almak için fazla şansınız yok ve içgüdülerinize yaslanmak zorundasınız. Eğer zamanınız varsa, belki bazı önemli dosyaları, aile fotoğrafları albümünü, belki de bilgisayarınızı kaparsınız. Ama muhtemeldir ki kendinizi, ailenizi ve hayvanlarınızı sağ salim dışarı çıkarmak için bütün eşyalarınızı feda edeceksiniz. O anda, geçmişte sizi bütünüyle tüketen o şeyler zırnık önem taşımayacak.
Hayatın büyük resminde eşyalarımızın hiç önemi yoktur.
Bir nefes alıp kalp atışlarımızı yavaşlatalım. Aslında onları gitgide yavaşlatacak, yavaşlatacak, yavaşlatacağız… tamamen durana kadar. Ne?
Düşünmekten ne kadar nefret etsek de dünya üzerindeki günlerimiz bir gün sona erecek ve ne yazık ki o gün sandığımızdan daha yakında olabilir. Ondan sonra ne olacak peki? İnsanlar eşyalarımızı inceleyecek. Evet aynen öyle! Utanıp sıkılamayacak olmamız güzel bir şey zira bu epey utandırıcı olabilir.
Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, geride bıraktığımız şeyler mirasımız olur – ve hiçbirimizin çöp toplayıcı olarak anılmak isteyeceğini sanmıyorum. Hafif ve zarafetle yaşamış, sadece temel ihtiyaçlara ve özel birkaç nesneye sahip birisi olarak hatırlanmak istemez miydiniz?
Biraz zaman ayırın ve zihinsel olarak ”malınızı mülkünüzü” sınıflandırın. Eşyalarınız sizin hakkınızda neler söylüyor? Umarım, “Doğrusu, yemek paketi servis kutularına çok düşkündü” ya da “Garip, eski takvimler topladığından haberim yoktu” demiyorlardır. Mirasçılarınıza bir iyilik yapın ve siz göçüp gittikten sonra onları bir ev dolusu ıvır zıvır içinde didinmekten kurtarın. Aksi durumda, öbür dünyadan buraya göz attığınızda muhtemelen büyük bir satış alanında yabancıların “hazinelerinizi” eşelediğini göreceksiniz.
Tamam söz, daha fazla felaket tellallığı yok – bu neşeli bir kitap! Mesele şu, günlük rutinimizden bir sapma (bu bir tatil ya da felaket olabilir) eşyalarımıza farklı bir açıdan bakmamıza yardımcı olur. Bu tür senaryolar bize gösterir ki, hayatın büyük resminde eşyalarımızın hiç önemi yoktur ve bunu kavradığımızda üzerimizdeki etkilerini zayıflatmayı başararak onlardan kurtulmaya hazır (ve istekli) oluruz.
6. İyi Bir Bekçi Olun
İngiliz yazar ve tasarımcı William Morris’in şu sözü benim en sevdiğim minimalist alıntılardan biridir: “Yararlı olduğunu bilmediğiniz ya da güzel olduğuna inanmadığınız hiçbir şeyi evinizde tutmayın.” Bu harikulade bir duygu ama tam olarak nasıl hayata geçirmeli? Nihayetinde, yararsız ya da çirkin şeyleri bilerek evlerimize almıyoruz ama bir şekilde bu pek de istenmeyen şeyler içeri girmenin bir yolunu buluyorlar. Çözüm: iyi bir bekçi olmak.
Kavram son derece düz mantık: Şeyler evlerimize iki yoldan biriyle girer; ya biz satın alırız ya da bize verilirler. Ne düşünürsek düşünelim, kafamızı başka yöne çevirdiğimizde, kendilerine bir sığınak aramak için içeri sıvışmıyorlar. Yoktan var olmadıkları gibi arkamızı döndüğümüzde üremiyorlar da (ataçlar ve plastik yemek kutuları hariç). Ne yazık ki sorumluluk sadece bizim omuzlarımızda: Onları içeri biz alıyoruz.
Sahip olduklarınızı değerlendirdikçe her birine nasıl hayata geldiğini sorun. Siz mi aradınız, parasını verdiniz ve heyecanla evinize ya da dairenize getirdiniz? Chicago’daki o konferanstan ya da Hawaii gezisinden sizi eve kadar takip mi etti? Ya da renkli kâğıt ve nazik bir selamın altında gizlenerek mi içeri sızdı?
Evlerimiz kalelerimizdir ve onları korumak için epey kaynak ayırırız. Haşerat ilaçları sıkarak böcekleri dışarıda tutarız, kirli maddeleri engellemek için hava filtreleri kullanırız ve davetsiz misafirlere karşı alarm sistemleri kurarız. Neyi gözden kaçırıyoruz? Eşya kalabalığını önlemek için bir barikat! Henüz pazarda böyle bir ürün görmediğimden meseleyi kendimiz ele almalıyız.
Ne satın aldığımız konusunda tam bir kontrol sahibi olacak gücümüz var. Bir şey alışveriş arabanıza sızdığında savunmanızı düşürmeyin – aslında yoğun bir sorgulamadan geçmeyen hiçbir şeye kasaya kadar eşlik etmeyin. Her potansiyel satın almadan önce şunları (zihninizde!) sorun: “Evimde bir yeri hak ediyor musun?”, “Evime ne gibi bir değer katacaksın?”, “Hayatımı kolaylaştıracak mısın?”, “Değerinden fazla soruna mı neden olacaksın?”, “Seni koyacak yerim var mı?”, “Seni sonsuza kadar (ya da en azından uzun bir süre) tutmak isteyecek miyim?”, “İstemeyeceksem, senden kurtulmak ne kadar zor olacak?” Son soru beni hatıra eşyalarla dolu bir valizi Japonya’dan eve kadar sürüklemekten kurtardı – çünkü bir şey anılara sahip olduğunda ondan kurtulması epey zor olur.
İşte bakın, o kadar da zor değil. Tek yapmamız gereken durmak ve satın almadan önce “Neden?” diye sormak. Ama ya sahip olmayı seçmediğimiz –ve çoğunlukla da istemediğimiz– o şeyler? (Hediyeler, eşantiyonlar ve promosyon nesneleri, sözüm size!) Bunları reddetmek zor (ya da kaba) olabilir, yine de evlerimizde bir kez yer bulduklarında tahliyeleri daha da zor olabilir.
Tek yapmamız gereken durmak ve satın almadan önce “Neden?” diye sormak.
En iyi savunma saldırıdır, özellikle de eşantiyonlar söz konusu olduğunda. Bunları nezaketle reddetmeyi öğrenmek değerli bir tekniktir ve sandığınızdan daha fazla işe yarar. Şirket logosu taşıyan magnetleri, kalemleri ve kâğıt ağırlıklarını bırakıp bir kartvizit kabul edin. Alışveriş merkezinde (hey bir dakika – ne yapıyordunuz orada?) kozmetik numunelerini, süpermarketlerde deterjan örneklerini geri çevirin. Bir banka hesabı açtığınızda önerilen tost makinesini reddedin. Bir yolunu bulun ve otellerdeki o ufak losyonları ve şampuanları ait oldukları yerde bırakın. Gerçekten kullanmaya niyetiniz yoksa o minyatür şişelerin dolaplarınızı kalabalıklaştırmasına izin vermeyin.
Diğer yandan hediyeler başka taktikler gerektirir. Size bir hediye sunulduğunda reddetmek seçenekler arasında bile yoktur. Bulduğum en iyi çözüm, bunları nazikçe kabul etmek ama minnettarlığı da abartmamak. (Aksi durumda kesinlikle yenileri gelecektir!) O halde çabalarımızı –kendimizi karşılıklı hediye yarışından kurtararak– yeni hediyelerden kaçınmak ve aldığımız ama istemediklerimizle baş etmek üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Bu çetrefilli araziyi 28. Bölüm’de dolaşacağız.
İyi bir bekçi olmak için evinizi kutsal bir mekân olarak düşünmelisiniz, bir depolama alanı olarak değil. Yolunuza çıkan her başıboş nesneye ev sağlamaya zorunlu değilsiniz. Bunlardan bir tanesi içeri sızmaya ya da aklınızı çelmeye çalıştığında, unutmayın ki giriş izni vermeme hakkına sahipsiniz. Eğer nesne fonksiyon ya da güzellik anlamında hayatınıza değer katmayacaksa “Üzgünüz, Yer Yok” tabelasını asıverin. Basit bir cepheden püskürtme sizi ileride bir ton zahmetten kurtaracaktır.
7. Boş Alanı Kucaklayın
Alıntıları sevdiğinizi umuyorum, çünkü bu bölüme sevdiğim başka bir alıntıyla başlıyorum: “Müzik notalar arasındaki alandır.” Besteci Claude Debussy’nin bu sözlerini ben şöyle yorumluyorum: Güzellik, takdir edilebilmek için belli bir miktar boşluğa ihtiyaç duyar – aksi durumda elinizde sadece kaos ve kakofoni olur.
Kendi amacımıza uygun olarak, bu fikre minimalist bir anlam katacağız ve diyeceğiz ki, “Hayat eşyalarımız arasındaki alandır.” Çok fazla yığılma yaratıcılığımızı boğabilir ve hayatımızın ahengini bozabilir. Ya da tersi, ne kadar çok alanımız varsa o kadar güzel ve ahenk içinde yaşayabiliriz.
Alan: Aslında gerçekte var olan bir şey değildir ama yine de asla yeteri kadar yok gibi görünür. Yokluğu bizi boşu boşuna strese sokar; aslında evlerimizde, dolaplarımızda ve garajlarımızda daha fazla alana sahip olmak için yapamayacağımız şey yoktur. Eskiden daha fazlasına sahip olduğumuzu hatırlarız ve ortadan kaybolmuş olması endişe kaynağıdır. Çevremize bakıp merak ederiz: “Nereye gitti bu?”
Evimize ilk taşındığımız gün nasıl göründüğü hakkında güzel hatıralarımız vardır; bütün bu muhteşem boş mekân! Ama ne oldu? Artık hatırladığımız kadar etkileyici değil evimiz. Doğrusu, alanımız bir yere gitmedi. Nerede bıraktıysak orada duruyor. Değişen alan değil, bizim önceliklerimiz. Dikkatimizi eşyalara o kadar çok verdik ki alanı tamamen unuttuk. Bu ikisinin karşılıklı olarak uzlaşmaz oldukları olgusunu gözden kaçırdık – evlerimize getirdiğimiz her yeni şey için alanımızın bir kısmı ortadan kaybolur. Sorun: Eşyalarımıza alanımızdan daha fazla değer veriyoruz.
Ama işte güzel haber: Alanın kaybedilmesi ne kadar kolay olsa da geri kazanılması da aynı derecede kolaydır. Bir nesneden kurtulun, işte! Alan! Başka bir eşyadan daha kurtulun, işte! Daha fazla alan! Kısa sürede, tüm bu küçük alanlar birbirlerine eklenerek büyük bir alan meydana getirirler ve yeniden ortalıkta gezinebilmeye başlarız. Yeniden keşfedilmiş bu alandan yararlanın ve mutlulukla dans edin!
Akılda tutmamız gereken şey (ve bu nedenle unutması da kolaydır) sahip olabileceğimiz eşyaların miktarının bunları barındırabilecek alanımızla sınırlı olduğudur. Tıkıştırmak, ezmek, itmek ya da çekmek bunu değiştiremez. İsterseniz “sihirli” vakum poşetleri kullanın, onlar bile bir yerlere girmek zorundadır. Öyleyse, eğer küçük bir dairede yaşıyorsanız ya da çok sayıda dolabınız yoksa, eve fazla eşya alamazsınız. Nokta.
İşte güzel haber: Alanın kaybedilmesi ne kadar kolaysa geri kazanılması da aynı derecede kolaydır.
Ve tabii sahip olduğumuz tüm alanı doldurmak zorunda da değiliz. Hatırlayın, alan eşyalara eş (ya da bakış açınıza göre, daha fazla) değere sahiptir. Eğer 400 metrekarelik bir evde yaşıyorsanız, 400 metrekarelik eşya edinmek zorunda değilsiniz. Eğer tam boy bir dolaba sahip olacak kadar şanslıysanız, bunun her santimini kullanmak zorunda değilsiniz. Gerçekten! Aslında bunları yapmazsanız çok daha kolay yaşar ve nefes alırsınız.
Giriş bölümünde bir kabın değeri ve en büyük potansiyeline boş olduğunda sahip olması üstüne kısaca konuşmuştuk. Bir çaydanlıkta çay demlediğimizde, bunu içebilmek için boş bir çay bardağına ihtiyacımız var. Yemek pişirmek istediğimizde, boş bir tencere lazım. Tango yapmak istersek, bunun için de boş bir odaya ihtiyacımız var.
Aynı şekilde, evlerimiz ev hayatımızın kaplarıdır. Dinlenmek, yaratmak ve ailelerimizle oynamak istediğimizde, bunu yapabilmek için boş bir alana ihtiyaç duyarız. Alternatif bir şekilde, evlerimizi hayatlarımız için bir sahne olarak da düşünebiliriz. En iyi performans için, içlerinde hareket edebilmeli ve kendimizi özgürce ifade edebilmeliyiz, dekorlara takılıp düşmenin pek eğlenceli (ya da hoş) olmadığını kabul etmek gerekir.
Aynı şekilde fikirlerimiz için de alana ihtiyacımız vardır – karışık bir oda genellikle karışık bir zihne neden olur. Diyelim ki kanepenizde oturuyor, bir kitap okuyor ya da müzik dinliyorsunuz ve tamamen derin bir düşünce zihninizi ele geçiriyor: Kim bilir, belki de insan doğası hakkında bir sezgi doğdu içinize ya da hayatın anlamını keşfetmek üzeresiniz. Derin düşüncelere dalmış insanlığın gizemlerini çözüyorsunuz ki bakışınız kahve sehpasındaki dergi yığınına ya da köşedeki çamaşır sepetine takılıyor. “Hmm, bununla ilgilenmem gerekir,” diye düşünüyorsunuz, “Acaba akşam yemeğinden önce yetiştirebilir miyim…” Zihniniz ânında bir dönüş yapar ve düşünce zincirini kaybedersiniz – ve onunla beraber büyük bir filozof olarak şöhretinizi de.
Elbette karmaşadan uzak bir çevreyi takdir etmeniz için Aristoteles olmanız gerekmiyor. Daha dünyevi türden faaliyetler bile alan ve yalınlıktan son derece yararlanır. Örneğin, etrafınızda kafanızı karıştırıp dikkatinizi dağıtacak milyon tane ıvır zıvır yokken eşinize ya da bebeğinize tam dikkatinizi vermek çok daha kolaydır.
Aslında, alanın en güzel yönü de budur: Bizim için gerçekten özel olan şeyleri (ve kişileri) spot ışıklarının altına çeker. Eğer çok güzel bir resme sahipseniz, bunu başka bir dekor kalabalığına boğmazsınız – kendisini gösterebilecek kadar yer bırakarak kendi başına asarsınız. Eğer nadide bir vazonuz varsa, bunu çöp yığınının altına gömmezsiniz – kendisine ait bir altlığın üstüne yerleştirirsiniz. Bizim için önem taşıyan şeylere buna denk bir saygıyla davranmalıyız, bu da aslında önemli olmayan ne varsa ortadan kaldırmak anlamına gelir.
Evlerimizde alan yaratarak odak noktasını olması gereken yere geri koyarız: neye sahip olduğumuza değil, ne yaptığımıza. Hayat, eşyalar için tasalanmaya değmeyecek kadar kısa. Yaşlanıp saçlarımız ağardığında, sahip olduğumuz şeyler hakkında değil de onların arasında neler yaptığımız hakkında atıp tutacağız.