Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Azla Mutlu Olmak», sayfa 3

Yazı tipi:

8. Sahip Olmadan Tadını Çıkarın

Birisi size –asla satmamanız şartıyla– Mona Lisa’yı önerseydi? Elbette, nefes kesen bir tabloya yirmi dört saat bakma şansınız olurdu ama bir anda insanlığın en büyük hazinelerinden birinin tüm sorumluluğu da sadece sizin omuzlarınıza yüklenirdi. Onu hırsızlardan korumak, toz ve kirden, günışığından uzak tutmak ve ideal ısı ile nemde saklamak hafif bir görev olmazdı. Hiç şüphe yok ki onu görmek için akın eden sanat meraklılarıyla da baş etmek zorunda kalırdınız. Büyük olasılıkla, ona sahip olmaktan kaynaklanacak zevk onu korumanın ve kollamanın yükü tarafından gasp edilecekti. Çok geçmeden o gizemli gülüş o kadar da alımlı görünmeyebilirdi.

Bir daha düşününce, teşekkürler ama hayır – Louvre’da kalmaya devam etsin!

Modern toplumumuzda insanlığın bu kadar çok başyapıtına –onlara sahip olmaya ve bakımlarını üstlenmeye zorunlu olmadan– ulaşabilir olmamız inanılmaz bir şans. Şehirlerimiz o kadar muhteşem sanat, kültür ve eğlence kaynaklarıdır ki kendimize ait dört duvar arasında bunların ürünlerinin yapay benzerlerini yaratmaya ihtiyacımız olmaz.

Bu dersi yıllar önce üniversiteden yeni mezun olduğum günlerde almıştım. Okulda sanat tarihi okumuş ve bir modern sanat galerisinde yarızamanlı çalışmıştım. Onlarca sergi gördüm, düzinelerce monografi okudum ve kendimi tam anlamıyla uzman olarak düşünmeye başladım. Böylece ünlü bir sanatçıya ait bir baskıyı alma şansım doğduğunda fırsatı kaçırmadım. Gençliğimin önemli bir adımıydı – sanat koleksiyoncusu olma yolundaydım.

Elde etmenin zevki, baskıyı uygun şekilde çerçeveletme sorumluluğu (ve masrafı) karşısında biraz azaldı. Sonra bunu nerede sergileyeceğim meselesiyle ilgilenmek zorundaydım. Doğal olarak, bir modern sanat eserinin savaş öncesi yıllardan kalma dairemde nasıl görüneceği konusunda bir an bile düşünmemiştim. Ne de aydınlatma, yansıma ve görüş açısı gibi konuları değerlendirmiştim. En sonunda onu şöminenin üstündeki başköşeye yerleştirdim. Eski tuğla duvarla biraz uyumsuz olsa da dekorumun odak noktası olmasını istiyordum (ne de olsa iyi para ödemiştim).

Bu meseleleri halledince arkama yaslanıp hazinemi hayranlıkla seyredebildim. Bir gün değerli baskımın tam ortasında siyah bir böceğin farkına vardığımda şaşkınlığımı düşünün! Camın altına nasıl girdiğini anlayamadım ama öylece bırakmaktan başka yapacak bir şey yoktu.

Ne olursa olsun baskıyı gururla sergilemeye devam ettim – taşınırken de özenle sarıp sarmaladım ve beraberimde taşıdım. Yeni dairemde duvarlara bir şey asmaya izin verilmiyordu, bu yüzden baskı, zeminde daha az göz alıcı bir yere sahip oldu. Nice taşınmadan sonra onu peşimde sürüklemek ve asacak yer bulmak konusunda kesinlikle daha az heyecan duyar oldum. En sonunda satılmadan önce beş yılını köpüklü poşete sarılmış olarak bir dolabın dibinde geçirdi. O andan itibaren sanatla müzelerin ilgilenmesi gerektiğine karar verdim ve canım istediğinde gidip sanatın tadına vardım.

Aslında “sahip olmadan tadını çıkarmak” minimalist bir ev sahibi olmanın kilit noktalarından biridir. Tipik örnek: mutfak dolaplarımızda tozlanan kapuçino makineleri. Teoride evlerimizin konforu içinde, dumanı tüten köpüklü bir kahve yapabiliyor olmak gayet pratik (ve bir şekilde dekadan) görünür. Gerçekteyse, makineyi ortaya çıkarmak, kurmak ve işimiz bitince temizlemek tam bir eziyettir, üstüne üstlük kahve o kadar da lezzetli değil gibidir. Canımızın çektiği her anda yapabiliyor olmak onu daha az özel kılar. Birkaç kez barista rolüne girdikten sonra, köşedeki kafeye gidip ortama karışırken içkimizi yudumlamanın daha eğlenceli olduğunu fark ederiz.

Minimalist yaşam tarzı peşinde koşarken, dışarıdaki dünyayı meskenimizde yaratma düşüncesinin cazibesine direnmeliyiz. Ev sineması, ev spor salonu, tatil köyü benzeri arka bahçe için ekipman almak (ve bakımını yapmak) yerine sinemaya gidin, koşun ya da mahalledeki parka, havuza gidin. Bu şekilde, bu faaliyetlerin tadını, tüm eşyaları depolamak ve bunlarla ilgilenmek zorunda kalmadan çıkarabilirsiniz.

Minimalist yaşam tarzı peşinde koşarken, dışarıdaki dünyayı evlerimizde yaratma düşüncesinin cazibesine direnmeliyiz.

Eğer hoş şeyler satın almaya özellikle meyilliyseniz, “sahip olmadan tadını çıkarma”yı alışveriş esnasında sloganınız yapın. Cam bir biblonun zarafetinin, antika bir bilezik üstündeki metal işçiliğinin ya da el yapımı bir vazonun renklerinin canlılığının tadına varın – ama bunları eve götürmek yerine vitrinde bırakın. Bunu bir müze ziyareti gibi düşünün: sahip olma olasılığı (ve baskısı) olmadan güzel tasarlanmış nesnelerin güzelliğini ve tasarımını takdir etmek için bir fırsat. Aynı şeyi internette gezinirken yapıyorum ve dürüst olmak gerekirse fotoğraflara bakmaktan, bu parçalara sahip olmaktan alacağım kadar zevk alıyorum.

Minimalist olma yolundaki arayışımızda, evlerimizde ilgimizi ve dikkatimizi gerektiren şeylerin miktarını azaltmak istiyoruz. Şansımıza, bunu başarmak için sayısız olanağımız var – basitçe zevklerimizin ve faaliyetlerimizin bir kısmını kamusal alana taşıyarak. Aslında bunun son derece hoş bir yan etkisi de var. Çünkü –benzer deneyimleri evlerimizde yaratmaya çalışmak yerine– parklarda, müzelerde, sinema salonlarında ve kafelerde takılırken sosyal olarak ve yurttaş olarak daha aktif oluyoruz. Çevremizdeki eşyaların duvarlarını yıkarak, dünyaya karışma ve daha yeni, daha doğrudan ve daha cömert deneyimlerin tadını çıkarma fırsatını buluyoruz.

9. Yeterlinin Hazzı

Tao Te Ching’in yazarı Çinli filozof Lao Tzu şöyle der: “Yeterince sahip olduğunu bilen kişi zengindir.”

Yeterli – uçucu bir kavram. Bir kimse için yeterli olan diğeri için çok az ve bir başkası için çok fazladır. Temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için yeterince yiyeceğimiz, suyumuz, giysimiz ve barınağımız olduğu konusunda çoğumuz hemfikirizdir. Ve bu kitabı okuyan herhangi bir kişi muhtemelen yeterince eşyası olduğunu da hissediyordur. Peki neden hâlâ satın alma ve daha çoğuna sahip olma dürtüsünü duyuyoruz?

“Yeterli” kelimesini daha yakından inceleyelim. Sözlükte “istek ya da ihtiyaca uygun; amaç ya da arzuyu tatmin için kâfi” olarak tanımlanıyor. Ah işte sorun burada: İhtiyaçlarımızı tatmin etmiş olsak bile, istek ve arzularımız konusu var. “Yeterli”nin hazzını deneyimleyebilmek için odaklanmamız gereken yer de burası. Son derece basit aslında: Mutluluk sahip olduğunuzu istemektir. İstekleriniz sahip olduklarınız tarafından tatmin olduğunda daha fazlasını elde etmeye gerek kalmaz. Ama istekler sinir bozucu haşaratlar olabilirler ve kontrol altına almak için, onları güdüleyen şeyi anlamak gerekir.

Bir dağ başında, televizyon, internet, dergi ya da gazete olmadan yaşadığımızı hayal edelim. Basitçe yaşıyor olabiliriz ama sahip olduklarımızla tamamen tatmin olmuş durumdayızdır. Aç açıkta değiliz, doğa koşullarından korunuyoruz. Kısacası yeterince şeye sahibiz. Sonra bir gün bir aile yanı başımıza bizimkinden daha büyük ve daha çok şeyle dolu bir ev diker. Aniden bizim “yeterli”miz pek de öyle görünmemeye başlar. Sonra başka aileler taşınır, hepsinin değişik türde evleri, arabaları ve eşyaları vardır; vay canına, ne kadar eşyaya sahip olmadığımızı hiç anlayamamışız! Bir uydu bağlantısı televizyon ve internet getirir, zengin ve meşhur kişilerin savurgan hayatlarını görürüz. Hâlâ eskiden neyimiz varsa onlara sahibizdir –şu âna kadar bunlarla tamamen tatmin olmuş durumdaydık– ama artık yoksunluk duygusundan kendimizi kurtaramayız.

Ne oldu? Komşumuzla aşık atmanın klasik açmazına düştük. Aniden, “yeterli”yi nesnel ölçütlerle değil de (evimiz ailemiz için yeterli midir?) gayet görece ölçütlerle (evimiz yandaki kadar güzel, büyük ya da yeni midir?) değerlendirir olduk. Daha da kötüsü, sorun karmaşıktır çünkü çıta hareket halindedir, bir kez komşulardan birinin seviyesine ulaştık mı, diğerine gözümüzü dikeriz. Kabul edelim: Her zaman bizden daha fazlasına sahip birisi olacaktır. Bu yüzden dünyanın en zengin insanı olacağımıza gerçekten inanmadığımız sürece, “refahımızı” başkalarına göre tanımlamaya çalışmak boşa kürek çekmektir. Komik olansa, milyarderlerin bile bundan muaf olmadıklarıdır, birbirlerinin yatlarını uzunluk açısından geçmeye çalıştıkları iyi bilinir. Eğer eşyalardan tatmin olma duygusu en yüksek seviyelerde bile erişilemez bir şeyse, mesele nedir?

Meselenin özü, bir kez temel ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra mutluluğumuzun sahip olduğumuz eşyanın miktarıyla ilgisinin olmamasıdır. Bu noktanın ötesinde, ek şeyler tüketmenin marjinal yararı (ya da tatmini) hızla azalır ve ekonomistlerin “doyum noktası” adını verdikleri noktada aslında tersine döner. (Belki de bu, elinizdeki kitabı okuma nedeninizdir!) “Daha fazla”nın sıklıkla bizi tatmin edememesinin nedeni de budur – hatta bazı durumlarda bizi daha mutsuz bile kılabilir. Tüketimde üstünlük sağlama çabası bu nedenle üçkâğıtçılıktır; tek kazananlar tüketim nesnelerini üreten şirketlerdir. Eğer insanlar “daha fazla”nın peşinde koşmaktan tamamen vazgeçselerdi aslında daha mutlu, daha sakin ve daha tatmin olmuş hale gelirdik.

Bir değerbilirlik tutumu geliştirmek, minimalist bir yaşam tarzına varmakta son derece yararlıdır. Hayatlarımızdaki bolluğu kabul eder ve sahip olduklarımızı takdir edersek daha fazlasını istemeyiz. Basitçe, sahip olmadıklarımızdan ziyade sahip olduklarımıza odaklanmalıyız. Eğer karşılaştırmalar yapacaksak, hem küresel hem de yerel olarak düşünmeliyiz, merdivenin hem alt hem de üst basamaklarına bakmalıyız. Ülkemizdeki daha varlıklılarla karşılaştırınca kendimizi yoksun gibi hissetsek de, dünyanın diğer kısımlarındakilerle karşılaştırınca kraliyet ailesinin mensupları gibi yaşamaktayız.

İstekleriniz sahip olduklarınız tarafından tatmin olduğunda daha fazlasını elde etmeye gerek kalmaz.

Evimde sadece bir banyo olduğundan kendimi hoşnutsuz hissederdim. Doğanın çağrısını duyduğunuzda tuvalette birinin olması ne kadar da sıkıntılı bir durum. Yatıya kalan misafirlerle paylaşmak ne kadar acayip! Sonra bir gün harika bir kitap geçti elime: Peter Menzel’in Maddi Dünya: Global Aile Portresi kitabı. Dünyanın her köşesinden “ortalama” aileleri, evlerinin önünde, etraflarında tüm sahip olduklarıyla fotoğraflanmış olarak gösteriyordu. Eğer kendinizi birazcık yoksun hissederseniz bu kitabı açın. Kimi insanların ne kadar aza sahip olduklarını görmek gerçekten uyandırıcı. Öğrendiğim şeylerden biri, evlerin içindeki tesisat sisteminin bazı bölgelerde nadiren rastlanan bir şey olduğu. Görece refahım hakkında bana yeni bir bakış açısı verdi ve bir banyom olduğu için aslında ne kadar şanslı olduğumu kavradım.

Artık dünyanın neresinde durduğumuz konusunda (ve sadece şöhretlerle ya da komşularımızla karşılaştırarak da değil) daha iyi bir kavrayışa sahip olduğumuza göre, “yeterli” konusundaki tartışmamızı küçük bir egzersizle toparlayalım. Gayet doğrudan bir egzersiz; tek ihtiyaç duyduğunuz şey kâğıt ve kalem (ya da isterseniz bir bilgisayar). Hazır mısınız? Evinizde dolaşın ve sahip olduğunuz her şeyin bir listesini yapın. Kimilerinizin bu sayfaya inanmayan gözlerle baktığınızdan eminim, ama hayır, şaka yapmıyorum. Evinizde duran her bir kitabın, tabağın, çatalın, gömleğin, ayakkabının, çarşafın, kalemin, ıvır zıvırın –kısacası her bir nesnenin– listesini yapın. Çok mu zor? Sadece bir oda için yapmaya çalışın. Hâlâ mı zor? Tek bir çekmeceye ne dersiniz? Çok bunaltıcı değil mi? Yeterince şeye sahip olmadığınızı hâlâ hissediyor musunuz?

10. Basit Yaşayın

Mahatma Gandhi, “Basit yaşayın ki başkaları da basitçe yaşayabilsin” demişti. Minimalist olmak için oldukça özendirici.

Küresel düşünmeye başladığımıza göre şunu ele alalım: Dünyayı yedi milyar başka insanla paylaşıyoruz. Alanımız ve kaynaklarımız sınırlı. Devam etmek için yeterli yiyecek, su, toprak ve enerji olmasını nasıl garanti altına alabiliriz? İhtiyacımız olandan fazlasını kullanmayarak. Çünkü aldığımız her “fazlalık”tan, bir başkası (şimdi ya da gelecekte) mahrum olacak. Bu “fazlalık” kendi refahımıza ciddi bir katkı sağlamayabilir ama bir başkası için bu bir ölüm kalım meselesi olabilir.

Bir vakumda yaşamadığımızı kavramamız gerekiyor – eylemlerimizin sonuçları dalga gibi dünyaya yayılır. Eğer bir başkasının susuzluk çekmesi anlamına geleceğini bilseniz, dişinizi fırçalarken suyu akıtmaya devam eder misiniz? Petrol sıkıntısının dünyaya yoksulluk ve kaos getireceğini bilseniz hâlâ benzin oburu bir otomobil kullanır mısınız? Ormansızlaştırmanın etkilerine birinci elden tanık olsanız hâlâ aşırı büyük bir ev inşa eder misiniz? Eğer yaşam tarzlarımızın sonuçlarını anlarsak belki de daha hafif yaşayabiliriz.

Tüketiciler olarak tercihlerimiz çevreyi doğrudan etkiliyor. Satın aldığımız her nesne, yiyecekten televizyona, otomobile kadar, dünyanın ödeneklerinden bir kısmını kullanır. Tüm bu eşyaları üretmek için sadece enerji ve doğal kaynaklar gerekmiyor, bunlardan kurtulmak da aynı zamanda ciddi bir sıkıntı. Torunlarımızın devasa atık alanları arasında yaşamalarını gerçekten istiyor muyuz? Ne kadar azla idare edersek, herkes (ve gezegenimiz) için o kadar iyi olacak. Bu nedenle tüketimimizi olabildiğince azaltmalıyız ve minimal, doğada çözünen ya da geridönüşümlü ürünleri tercih etmeliyiz.

Satın aldıklarımız başka insanları da etkiler. Ne yazık ki küresel dış kaynak kullanımı üretimin, işgücünün ucuz ve yönetmeliklerin zayıf olduğu yerlere kaymasına neden oldu. Ne zaman bir şey satın alsak, nerede ve kimin tarafından imal edildiğini değerlendirmemiz gerekiyor. Dünyanın öbür ucundaki insanlar, biz yeni bir kot pantolon alabilelim diye adaletsiz, güvenliksiz ya da insanlık dışı çalışma koşullarına mahkûm olmamalı ya da yeni bir kanepemiz olsun diye havaları ve suları kirletilmemeli. Üretimi, üreticilerin hayatlarını ve topluluklarını tahrip etmekten çok zenginleştiren ürünleri arayıp bulmalıyız.

Elbette satın aldığımız her bir malın etkisini hesaplamak pratik olarak imkânsız. Elimizden geldiğince kendimizi eğitmeliyiz ama tek bir satın alma için bile gereken yeterli bilgiyi toparlamak aylar sürebilir. Şansımıza bu konuda kestirme bir yol bulabilir ve hâlâ kişisel tüketimimizin ayak izlerini en aza indirebiliriz: yerel, kullanılmış ve daha az satın alarak.

Dünyayı kurtarmak için tüketimimizi azalttığımızda evlerimiz temiz, huzurlu ve kalabalıktan arınmış kalacaktır!

Yerel ürünleri satın almanın ciddi etik, çevresel ve ekonomik yararları var. İlk olarak, bu ürünlerin adil ve insani çalışma koşullarında üretilmiş olma şansını yükseltir; Main Caddesi’ndeki vitrinin gerisinde merdiven altı bir atölye bulma ihtimaliniz pek yüksek değil. İkinci olarak, uzun mesafe taşımacılığını önleyerek devasa miktarlarda enerji tasarruf edilmesini sağlar, birkaç kilometre yol alan ürünler dünyaya karşı daha naziktir. Ve üçüncüsü, kendi değerlerimizi paylaşan işyerlerini desteklememize, yerel iş olanakları yaratmamıza ve kendi topluluklarımıza yatırım yapmamıza yardımcı olurlar.

İkinci el kullanmak, dünyanın kaynaklarını daha fazla tüketmeden ihtiyaç duyduğumuz şeyleri satın almamızı sağlar. Var olan bir şey işimizi görecekse neden ürün ve enerji harcayalım? Mobilya, çeşitli aletler, elektronik eşyalar, giysi, kitap, oyuncak ve daha nice şey için alışveriş merkezine gidene kadar ikinci el pazarına gidin. İndirim mağazaları, gazete ilanları ve eBay, Craiglist, Freecycle gibi web siteleri tamamen iyi durumda kullanılmış eşyalar için define sandığı gibidirler. Bir şeyin ikinci (ya da üçüncü, dördüncü) sahibi olmaktan gurur duyun – bu, ihtiyaçlarınızı karşılamanın ekonomik olarak bilgece, çevre dostu bir yoludur.

Dünyanın öbür ucundaki insanlar, biz yeni bir kot pantolon alabilelim diye adaletsiz, güvenliksiz ya da insanlık dışı çalışma koşullarına mahkûm olmamalı ya da yeni bir kanepemiz olsun diye havaları ve suları kirletilmemeli.

Son olarak, saha az satın almak minimalist yaşam tarzımızın mihenk taşıdır. Alışverişlerimizi temel olanlarla sınırlamak, tüketimimizin etkilerini azaltmanın en iyi yoludur. Böyle yaparak, bireyler olarak daha az kaynak tüketiminden, sıkıntıdan ve atıktan sorumlu olmamızı garanti altına almış oluruz. Eğer gerçekten yeni bir çift ayakkabıya ya da süvetere ihtiyacımız yoksa, sadece modanın hatırına bunları almayalım yeter. Bunların üretimi için gereken kaynakları, içinde üretildikleri fabrikaları, dünyanın dört köşesine taşınmalarının maliyetini ve atık hale geldiklerindeki nihai etkiyi düşünelim. Satın alma kararlarımızı –rengini beğenmemiz ya da bunu bir reklamda görmüş olmamız yerine– ihtiyaçlarımız ve bir ürünün tüm yaşam döngüsü üzerine temellendirelim.

Ek bir bonus olarak, böyle bir felsefe diğer minimalist hedeflerimizi gerçekleştirmemize de yardımcı olur, zira dünyayı kurtarmak için tüketimimizi azalttığımızda evlerimiz temiz, huzurlu ve kalabalıktan arınmış kalacaktır!

İKİNCİ BÖLÜM

Streamline

Minimalist bir düşünce yapısı oluşturabildiğimize göre, bu yeni tutumumuzu pratiğe geçirmeye hazırız demektir. Sonraki bölümler STREAMLINE1 yönteminin ana hatlarını çizer: evlerimizi kalabalıktan kurtarmak ve öyle tutmak için on sağlam teknik. Bunları kullanmak ve hatırlamak kolaydır – Streamline sözcüğünün her harfi temizlik sürecimizde bir adımı temsil eder. Bunları bir kez içimize sindirdiğimizde bizi hiçbir şey durduramaz!

11. Sil Baştan

Bir işin en zor kısmı nereden başlayacağınızı bilebilmektir. Evlerimizde etrafımıza baktığımızda, her yerde eşya yığını görürüz – köşelerde, dolaplarda, çekmecelerde, şifoniyerlerde, kilerlerde, tezgâhlarda ve raflarda. Ayrıca bodruma, tavan arasına, garaja ve depolama alanlarına gizlenmiş eşyalarımız da olabilir; gözümüzün önünde olmasalar da zihnimizde yer işgal ettikleri kesindir. Eğer bunalmış durumdaysanız umutsuzluğa düşmeyin, yalnız değilsiniz.

Bazen öyle görünür ki doğanın ya da olağanüstü koşulların gücüne sahip olmayan hiçbir şey evlerimizi bu kalabalıktan kurtaramaz. Ne yazık ki temizlik bir anda olup biten değil, yavaşça ve bilinçli olarak üstünde çalışmamız gereken bir şey. İyi haberse şu: Havaya girdikçe bu konuda daha becerikli hale geliriz ve ister inanın ister inanmayın, bir eğlenceye dönüşür!

Doğrusu, atılacaklarla dolu ilk torbayı kapının önüne koyduğumda içimde uyanan şevki hiç beklemiyordum. Sıkıcı ve meşakkatli bir iş olmasını beklediğim şey neşeli bir faaliyete döndü. Ânında bağımlı oldum. Sabah ayırdım, akşam ayırdım, hafta sonlarında ayırdım; rüyalarımda (gerçekten!) ayırdım. Ayırmadığım zamanlardaysa gelecek sefer neleri temizleyebileceğimi planlıyordum. Sanki fiziksel olarak bir ağırlığın omuzlarımdan kalktığını hissediyordum. Özellikle verimli geçen bir temizlikten sonra yeni boş alanımda, yüzümde koca bir sırıtmayla fır dönüyordum. (Bunun eğlenceli olacağını söylemiştim!)

Başlamadan önce, evimize ya da dairemize ilk taşındığımız günü düşünelim. Bu duvarların arasında hayatın nasıl olacağını hayal ederek çıplak odalarda dolaştık. Tek bir kutu bile açılmadan önce alanı duyumsamak nasıl muhteşem bir duyguydu! Boş ve potansiyel dolu, kendimize has özel dokunuşlarla kişiselleştirilebilecek güzel beyaz bir kanvastı. Temiz bir sayfa düşüncesinin tadını çıkardık – taze bir başlangıçla doğru şeyleri yapabilmek ne büyük fırsattı.

Paketleri yavaşça ve sistemli şekilde açmaya, her bir nesnenin kendi özel yerini bulmaya ve buraya ait olmayan her şeyden kurtulmaya söz verdik. Her şeyi mükemmel bir düzene koymaya can atıyorduk. Ama hayat yolumuza çıktı: yeni bir işe başlamak, çocukları okula hazırlamak, misafirleri ağırlamak ya da hoş geldiniz partisi için ortalığa çekidüzen vermek zorunda kaldık. Her şeyi hızlıca, günlük hayata en az engel olacak şekilde yerleştirmek gerekiyordu ve her bir eşyanın değerini hesaplayacak zamanımız yoktu. Elimizden geldiğince eşyalarımızı yerleştirdikten sonra boş kutuları bodruma attık.

Pekâlâ, bu bizim Sil Baştan fırsatımız. Müştemilatları boşaltmayacak ya da evlerimizin içini ön bahçelere yığmayacağız. Sadece taşınma gününü tekrar edeceğiz – ama aceleye getirmeden, devasa işi küçük parçalara böleceğiz. Evlerimizin her bir kısmı için taze bir başlangıç planlayacağız. Çok basitçe, belli bir anda –bir oda kadar büyük ya da bir çekmece kadar küçük– tek bir bölümü ele alacağız ve Sil Baştan yapacağız, sanki bugün ilk taşındığımız günmüş gibi.

Sil Baştan yapmanın anahtarı saptanan bölümdeki her şeyi dışarı çıkarmaktır. Bu eğer bir çekmeceyse, tersyüz edin ve içindekileri yere dökün. Eğer bir dolapsa, onu çıplak askılar, çubuklar ve raflar kalana kadar soyun. Eğer bir hobi malzemeleri kutusuysa, hepsini saçın. Tek seferde bir odayı ele almak biraz daha zahmetlidir, zira kaldırdığınız bütün eşyaları koyacak yere ihtiyacınız olur; en uygunu yakın bir odadır ve boşalttıklarınızı geri koyarken sizi fazla yürümekten ya da merdiven inip çıkmaktan kurtarır. Eğer bu mümkün değilse, ön avluyu, arka bahçeyi ya da bodrumu geçici bir depolama alanı olarak kullanmayı düşünün; eşyaları gerisingeriye söz konusu odaya sürüklemenin zahmeti belki de ihtiyacınız olan caydırıcı etkendir.

Üstünde çalıştığınız bölümü tamamen boşaltmanın önemini ne kadar vurgulasam azdır. Belli şeyleri belli yerlerde görmeye o kadar alışırız ki, sanki orada olma hakkını kazanmışlar gibidir (oraya ait olsalar da olmasalar da). “Onların kalacağını biliyorum, bu yüzden şimdilik orada bırakacağım ve çevresinde çalışacağım – eğer tekrar geri koyacaksam dışarı çıkarmanın ne anlamı var ki?” demek çok cezbedicidir.

Ayırmayı neyi atacağınıza karar vermekten daha çok neyi tutacağınıza karar vermek olarak düşünürseniz, çok daha kolay bir şey haline gelir.

Hayır, her şeyi dışarı çıkarın – her bir eşyayı. Bazen bir şeyi alışılagelmiş yerinin dışında görmek –ve o yerin o olmadan ne kadar güzel olduğunu fark etmek– o eşya konusundaki bakış açınızı tamamen değiştirecektir. Hatırlayamadığınız bir zamandan beri oturma odanızın bir köşesinde duran kırık sandalye sanki o mekânda bir hak elde etmiştir; ailenin bir ferdi gibidir ve onu yerinden kıpırdatmak sadakatsizlik (hatta kutsal bir şeye karşı saygısızlık) gibi görünür. Ama bir kez üzerinde parıldayan gün ışığıyla kendisini arka bahçede bulunca, eski, kırık bir sandalyeden başka bir şey olmaz. Kim o şeyi evine getirmek ister ki? Özellikle de durduğu köşe şimdi o kadar temiz ve ferah görünürken…

Ayırmayı neyi atacağınıza karar vermekten daha çok neyi tutacağınıza karar vermek olarak düşünürseniz, çok daha kolay bir şey haline gelir. Sil Baştan yapmanın –her şeyi boşaltıp sonra teker teker geri koymanın– bu kadar etkili olmasının nedeni de budur. Gerçekten sevdiğiniz ve ihtiyaç duyduğunuz şeyi seçmektesiniz ve korunacak şeyleri seçmek atılacak şeyleri seçmekten daha eğlencelidir. Bir sanat müzesindeki küratör boş bir galeriyle işe başlar ve mekânı güzelleştirecek en iyi eserleri seçer. Sil Baştan yapmak bizi pekâlâ evlerimizin küratörleri haline getirir. Hangi nesnelerin hayatımızı zenginleştirdiğine karar verecek ve sadece onları mekânımıza geri koyacağız.

Unutmayın, çevremizi sarmaları için seçtiğimiz şeyler bizim hikâyemizi anlatır. Umalım ki bu “Ben geçmişte yaşamayı seçiyorum” ya da “Başladığım işleri bitiremem” olmasın. Tersine, şöyle bir şeyi hedefleyelim, “Hafif ve zarif şekilde yaşıyorum, sadece fonksiyonel ya da güzel bulduğum nesnelerle beraber.”

1.STREAMLINE yöntemi şu alt başlıkların baş harflerinin bir araya getirilmesinden türetilmiştir: Start Over, Trash, treasury, transfer, Reason for each item, Everything in its place, All surfaces clear, Modules, Limits, If one comes in, one goes out, Narrow down, Everyday maintenance. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.