Kitabı oku: «Mısır'ın Kutsal Kedisi», sayfa 3
“Durum ciddi,” diye onayladı Jethro; “ama şimdilik paniğe kapılmamız için bir sebep yok. Birliklerimizin büyük kısmı surların arkasında toplanacak, Mısırlılar içeri girmenin bir yolunu bulursa açtıkları deliklere akın edeceğiz; yavaş yavaş toparlanmak zorunda kalacakları için de hepsini uçurumun kenarından aşağı fırlatabiliriz. Benim korktuğum bu değil.”
“Peki, neden korkuyorsun Jethro?”
“Korkuyorum prensim çünkü neden korkmam gerektiğini bilmiyorum. Böyle bir savaşta Mısırlılara kıyasla çocuk gibiyiz. Yaptığımız bütün hesapları çoktan alaşağı ettiler, beni asıl korkutan bir sonraki hamlelerinin ne olduğunu bilmemek. Surları kazarak geçerlerse üzerlerine atılıp haklarından geleceğimizi bizim kadar onlar da iyi biliyor olmalı.”
“Belki de surları alaşağı etmek için sağdan soldan kazmayı planlıyorlardır, böylece surların büyük bölümü çökünce gedik açmış olacaklar.”
Jethro kafasını iki yana salladı.
“Bu Mısırlıların sığınaklarını yok edip işçilerini toprak altına gömer, surlar çökmeden önce geri çekilmeyi başarsalar bile bundan bir şey elde edemezler. Aslına bakılırsa keşke surlarımızı kendimiz yıkabilsek; bu şekilde toprak ve kaya yığınları tam da kayalığın kenarından kalkar, Mısırlılar da tek seferde yalnızca ufak gruplar halinde tırmanabildikleri için hiç zorluk çekmeden hepsini öldürebiliriz. Ustalarımızın şehri yüksek surlarla çevreleyerek bir hata yaptıklarını şimdi anlıyorum, çevredeki bütün uçurumların kenarına yalnızca birer göğüs siperi çekilse daha iyi olurmuş. Bakın, Amusis geliyor, bir de onun fikrini dinleyelim.”
Amusis’in kıpkırmızı olmuş yüzünde endişeli bir hal vardı ama prensi gördüğünde kayıtsız bir ifade takındı.
“Mısırlılar surlarımızın içinden tünel kazarak geçecek,” dedi, “ama bu tarafa ulaştıklarında onları sıçanlar gibi geldikleri çukurdan geri göndereceğiz. Sence de öyle değil mi Jethro?”
“Bilmiyorum,” dedi Jethro ciddiyetle. “Sizin de dediğiniz gibi eğer surlarımızı kazarak gelirlerse onları mutlaka geldikleri çukurdan geri göndeririz ama bunu yapmayı planladıklarını sanmıyorum.”
“Sence planları ne?” diye sordu Amusis kabaca.
“Hiçbir fikrim yok Amusis. Keşke bilebilseydim ama tüm bu zahmete boşuna katlanmadıklarından gayet eminim.”
III
Tutsak
Mısırlılar surları delip geçse ya da surların altını kazıp onları devirse bile Rebulular bu saldırıları geri püskürtebileceklerinden o kadar eminlerdi ki surların eteğine inşa edilen kulübeleri neredeyse hiç dikkate almadılar, yalnızca surların arkasına güçlü bir asker topluluğu yerleştirilmişti ve bunların yarısı Mısırlıların surların altını kazarak ilerlemesi halinde onları püskürtmeye hazır bir şekilde her daim silahlı olarak bekliyordu. Bu özgüven onların sonu oldu. Mısırlılar kazı işlerine tamamıyla hâkimdi ve surları delip geçtikleri takdirde Rebuluların anında ufak kazı ekibini alt edebileceklerinin farkındaydılar, bu yüzden toprak setin büyük kısmını deldikten sonra sağa sola ilerleyerek oldukça geniş bir çukur oluşturdular ve gece olduğunda kiriş ve kalaslarla destekledikleri çatıyı çektiler.
Kazı işleminde görev alanların sayısı kendilerine hızla yer açıldıkça arttı; Rebulular ise her bir korunaklı alanda en fazla bir düzine adamın çalıştığını düşünürken bir gün sonra toprak setin tam ortasında, her bir bölgede tam tamına iki yüz adam çalışıyordu. Mısır kralı astsubayına üçüncü günün sonunda şehrin ele geçirilmesi için her şeyin hazır edilmesini emretmişti.
Her gece işçi sayısı artıyor, kazı işlemleri gittikçe ilerliyordu. Çalışma sırasında hiç kazma kullanmıyor, toprağı geniş hançerlerle parçalıyorlardı. İşçilerin tamamen sessiz olması yasaktı, böylece çıkan gürültü yüzünden ne kadar yaklaştıklarını sur muhafızları anlayamadan kazı işlemini yüzeye yakın bir şekilde sürdürebiliyorlardı. İç yüzeyle aralarındaki mesafeyi geceleyin mızrakla toprağı delerek öğreniyorlardı. Üçüncü günün sonunda kazı çalışmaları o kadar ilerlemişti ki geriye otuz, otuz beş santimetrelik bir toprak yığını kalmıştı, bunun da kirişlerin desteklediği bir kereste kaplaması yardımıyla dışarıdan baskı yapılarak çökertilmesinin önüne geçilmişti. Böylece Mısırlılar yirmi farklı noktadan hiçbir şeyden haberi olmayan muhafızların arasına dalmaya hazır vaziyete geldiler.
Karanlık çöker çökmez saldırı hazırlıkları başladı. Çok sayıda yüksek ve geniş merdivenin yanı sıra muazzam uzunlukta bir sürü iskele hazırlandı. Merdivenler kayalığın eteğine sessizce yerleştirildi ve daha surlardakiler tehlike çanlarını çalamadan çok sayıda Mısırlı surlara tırmandı. Çok geçmeden çukurların hepsi Mısır askerleriyle doldu. Mısır ordusu artık naralar atarak saldırıya geçmişti. Binlerce adamın uğraşıyla devasa iskeleler taşınıp kayalıklara yaslanıyordu.
Kuşatma altındaki Rebulular bunun üzerine surları korumak için koşuşturuyor, merdiven ve iskelelerden tırmanmaya çalışan Mısırlıların üzerine atabilecekleri her türlü şeyi yağdırıyordu. Kimse surların eteğinde uzanan küçük sığınaklardan herhangi bir tehlike gelebileceğini düşünememişti, ayrıca o kadar çok gürültü vardı ki kalan toprak yığınının kazıldığını hiç duymamışlardı. Bu noktaları özellikle takip etmeleri emredilen birlikler surlardaki silah arkadaşlarına katılmıştı, böylece hiçbiri yirmi farklı noktadaki toprak setten akın akın çıkmaya başlamış olan bir dizi karanlık sureti fark etmemişti.
Sonunda üstlerine yağan ok yağmurunun altında bocaladığı görülen Mısırlıların karşısında umutları artan kuşatma altındaki Rebulular, arkalarından gelen borazan sesiyle irkildiler, bu sesi anında birçok farklı noktadan gelen sesler takip etti. Korku dolu çığlıklarla surların arkasına koşturan Rebulular çok sayıda esmer askerin düzenli bir sırada içeri yığılmış olduğunu gördüler ve bir ok yağmuruna tutuldular. Bir anlığına da olsa tereddüt etmeyen Rebulular nasıl olduğunu anlayamadıkları şekilde kalelerine adım atmayı başarmış olan düşmanlarına saldırmak için atıldılar. Fakat Mısırlıların her bir bölüğü dört yüz kişilik güçteki seçilmiş birliklerden oluşuyordu, bunlar da Rebuluların dağınık saldırılarını bir müddet kolayca püskürttü.
Amusis ve diğer Rebulu liderler adamlarını sağlam bir düzene sokmaya çalıştı çünkü ancak bu şekilde Mısırlı birlikleri dağıtma umutları olabilirdi ama etrafta feci bir kargaşa hâkimdi. Bu esnada dışarıda bulunan Mısırlılar içeride yürütülen saldırının yarattığı dikkat dağınıklığından istifade edip surlara çok sayıda merdiven ve iskele yığdılar. Bazıları peşlerinden sürükledikleri merdivenleri surlara dayarken bazıları da kazılan geçitlerden içeri akın etti ve yeterli kalabalığa eriştikleri anda arkadan toprak setlere tırmanıp hâlâ surları koruyan Rebuluların üzerine atladı.
Rebulu erkekler muazzam bir mertlikle savaştı ama gafil avlandıkları bu baskında, arkalarında toplanan çok sayıda Mısırlı destek gücünün surların içinden ve üzerinden sürekli bastırması yüzünden kalelerini kurtarmaları imkânsız hale geldi; bu kargaşa ve karanlığın içinde ise dostu düşmandan ayırt edemez oldular. Birçok tabur ve bölük telaşla birbirine karıştı, liderlerinin ve subaylarının emirleri ise o gürültünün içinde duyulmaz olmuştu.
Mısırlıların tarafında ise her şey dikkatlice planlanmıştı. İçeri girmiş olan ilk bölüklerden biri sessizce surların eteğine doğru ilerlemiş, kale kapılarından birindeki muhafızların üzerine aniden atılana kadar da kimse tarafından fark edilmemişti. Bu kapıyı ele geçirdikleri anda devasa bir ateş yaktılar, kiriş ve kalas taşıyan astsubayların öncülük ettiği muazzam büyüklükte bir Mısır birliği harekete geçti. Arabaların geçtiği yol boyunca karşılaşılan çukurlar, köprüler yardımıyla aşıldı ve Rebulular daha kale kapısını ele geçiren askerleri uzaklaştıramadan Mısırlılar kapıya akın etti. Her geçen dakika yaşanan karmaşa daha da büyüyordu. Sanki ayak bastıkları yerden düşman bitiyormuş gibi geliyordu Rebululara, kaybettikleri topraklarını geri alma ümitleri de kesilince dağılmaya başladılar; bazıları evlerine, bazıları da Mısırlılar artık kentin üç tarafından da bastırdığı için gidebilecekleri tek yön olan şehrin denize bakan tarafına doğru kaçtı. Kumsalda uzanan kayıklar hızla firarilerle dolup kıyıdan ayrıldı, daha sonra kumsala varanlar ise kaçmak için ortada hiçbir kayık kalmadığını gördü. Kimi zırhlarını çıkarıp evlerine giderken kimi de Mısırlılarla yüzleşip savaşarak ölmek için savaş alanına geri döndü.
Çatışma birkaç saat sonra sona erdi çünkü Mısırlılar da karanlıkta şaşkına dönmüştü, birçok tabur gözü dönmüş bir şekilde birbiriyle çarpışıyor, sonradan bu taburların aynı tarafta oldukları anlaşılıyordu. Surlara en yakın yerlerde bulunan çok sayıda ev ateşe verilerek etraf aydınlatıldı ama Mısırlılar aydınlık bölgelerin ötesine geçtiği anda öfkeli Rebuluların saldırısına uğradılar, sonunda borazan sesiyle birliklere gün ağarana kadar ele geçirdikleri yerlerde kalma emri verildi.
Sabah olur olmaz kalabalık bir kadın topluluğunun kent merkezinden geldiği görüldü. Mısırlıların yanına yaklaştıklarında kendilerini yerlere atıp merhamet için ağlaşıp yakardılar. Bir süre bekledikten sonra birkaç Mısırlı subay öne çıkıp bir grup kadına kralın huzuruna çıkmak üzere kendilerini takip etmelerini emretti. Thutmose kale kapısından şehre giren birlikle gelmişti ama bu karmaşanın içinde belki de kendi askerleri tarafından atılan bir okla öldürülebileceğinden kendini riske atmaması için yalvaran subaylarına uyup ovaya çekilmiş, şehrin işgaline katılmak için yeni dönmüştü.
Rebulu kadınlar üst üste ölü bedenlerle kaplı yollardan geçirilerek kralın huzuruna çıkarıldı. Şehri savunanların neredeyse yarısı ölmüştü, Mısırlıların da bir o kadar kayıpları vardı. Kadınlar yüce hükümdarın önünde yüzüstü yere kapaklanıp kendileri, çocukları ve şehrin geride kalan erkekleri için merhamet dilediler.
Thutmose halinden pek memnundu. Ele geçirilemez olarak bilinen bir şehri fethetmiş, atalarını yenilgiye uğratan halkı alt etmiş, kendi şanını ve Mısır ordusunun şöhretini yüceltmişti. Mısırlılar merhametli insanlardı. Dinlerinde insan kurban etmek yoktu, savaşlarda esir aldıkları insanları ise soğukkanlılıkla katlettikleri hiç görülmemişti. İnsan hayatı Mısır’da diğer antik uygarlıklarda olduğundan çok daha büyük bir öneme sahipti ve tüm yasaları merhamet odaklı bir tutum sergilemeye yatkındı.
Kadınların söyledikleri bir tercüman yardımıyla krala iletildi.
“Direniş tamamen bitti mi?” diye sordu kral. “Bütün erkekler silahlarını bıraktı mı?”
Kadınlar feryat figan şehirde bir tane bile silahlı erkek kalmadığını, tüm cephanelerin gece toplatılıp sarayın girişindeki açık alana yığıldığını söylediler.
“O halde ben de hayatlarını bağışlıyorum,” dedi kral cana yakın bir şekilde. “Korkaklarla savaştığımda onlara hiç merhamet göstermem çünkü cesur davranmayan erkeklerin yaşamaya hakkı yoktur ama gerçek erkeklerle savaştığımda onlara gerçek birer erkek gibi davranırım. Rebulular yürekli insanlar ama çakal aslanla ne kadar dövüşebilirse Rebulular da Mısır’ın kudretine o kadar direnebildi. Savaş alanında yiğitçe dövüşüp surlarını yiğitçe korudular, bu sebeple erkek, kadın, çocuk, şehirdeki herkesin canını bağışlıyorum. Kralınız nerede?”
“Dört gün önce savaş alanında öldü,” dedi kadınlar.
“Peki ya kraliçeniz?”
“Dün gece zehir içerek şehrin işgalini görmektense kocasına katılmayı seçti.”
Thutmose şehrin bütün sakinlerinin ovaya çıkarılıp gözetim altında tutulmasını emretti. Bunun üzerine kent baştan aşağı arandı ve değerli her şey toplatıldı. Kral, tapınak törenleri için bir miktar altın tas bıraktı, bir kısmını kendine ayırıp diğerlerini komutanlarına sunduktan sonra geri kalanların birliklere dağıtılmasını emretti. Daha sonra üst sınıftan elli genç erkek, elli genç kız, toplam yüz esirin Mısır’a köle olarak götürülmek üzere seçilmesini emredip Rebuluların gelecekte ödeyecekleri haracı belirledi. Tüm bunlardan sonra ordu şehirden çekildi ve halkın şehre geri dönmesine izin verildi.
Ertesi gün diğer Rebu kentlerinden ulaklar geldi. Ele geçirilemez olduğuna inanılan başkentin bu kadar kısa süren bir kuşatmanın ardından çökmesi herkesi dehşete düşürmüştü, ulaklar da krala sunmak üzere adaklar getirip kendileri için hazırladığı her türlü haracı ödeyeceklerine dair söz verdiler.
Başarısından oldukça memnun kalan ve neredeyse iki yıldır uzak kaldığı Mısır’a bir an önce geri dönmek isteyen kral birçok temsilciye iyi niyetli bir şekilde karşılık verip ülkenin yıllık ödeyeceği haracı çoktan belirlediğini söyledi ve tez vakitte her şehrin büyüklüğüne göre vergi vermesini emretti. Birkaç gün içinde istenen miktar, kısmen parayla kısmen altın taslar, işlemeli kaftanlar ve diğer değerli eşyalarla tamamlanıp getirildi. Vergilerin tamamı ele geçirildiğinde kamp toplandı ve ordu Mısır’a doğru uzun yolculuğuna başladı, yeni ele geçirilmiş vilayete on bin askerlik bir karargâh eşliğinde üst düzey bir subay vali olarak bırakıldı.
Amuba köle olarak seçilen elli erkek arasındaydı. Amusis birçokları gibi kargaşa anında kaçmayı başarmıştı. Jethro da seçilen grubun içindeydi. Amuba bir müddet başına gelenlere aldırış etmemişti. Son âna kadar savaştıktan sonra saraya döndüğünde kendisini karşılayan annesinin ölüm haberi, babasını kaybetmenin ve ülkesinin yenilgiye uğramasının hemen ardından onun için korkunç bir darbe olmuştu. Annesi ona bıraktığı mektupta yaşamın kendisi için bir anlamının kalmamasından ötürü ölümü, Mısır’a bir mahkûm olarak götürülmenin utancına tercih ettiğini ama Amuba’nın halkının ve kendisinin başına gelen talihsizliklere göğüs gereceğine inandığını, oğlunun daha genç olduğunu ve geleceğin kendisi için neler getireceğini bilmediğini söylüyordu.
“Şüphesiz Mısır’a esir olarak götürüleceksin oğlum,” diye devam ediyordu mektubu, “ama bir gün kaçıp halkına dönebilir, huzuru hatta mutluluğu bulabileceğin bir hayata sahip olabilirsin. Her halükârda sana son sözlerim şunlar; başına gelen her şeye sabırla dayan, babanın Rebu kralı olduğunu hiç unutma ve hayattaki konumun ne olursa olsun doğduğun sınıfa layık olmaya çalış. Bir tahtta bulunan mutluluğun bir kulübede bulunan saadetten farkı yoktur. İnsanlar mutluluklarını kendileri inşa eder, bir erkek yalnızca bir köle bile olsa saygıdeğer olabilir. Ülkenin tanrıları sana yol göstersin, seni hep korusun.”
Mektubu doğduğu günden beri kraliçenin yanından ayrılmayan yaşlı bir kadın getirdi; annesinin ölümüyle üzüntüden yıkıldığında bile Amuba bu kaybın, halkı tarafından bu kadar sevilen ve saygı duyulan bu kadının galip gelen Mısırlıların kafilesinde bir köle olarak sürülme utancını yaşamasından daha iyi olduğunun farkındaydı. Ama üzüntüden o kadar perişan haldeydi ki şehri terk etme emrine kayıtsız kaldı ve köle seçimini yapan Mısırlı subaylar kendisini Mısır’a götürülecek grubun arasına aldığında hiçbir tepki vermedi.
Fakat ne kadar perişan hissederse hissetsin Jethro’nun da seçilen grupta olduğunu öğrenmek içini rahatlattı.
“Biliyorum Jethro, senin de köle olarak götürülmene sevinmem çok bencilce,” dedi, “ama yanımda olman benim için büyük bir teselli olacak. Gruptaki diğer herkesi tanıyorum ama seninle o kadar uzun zamandır birlikteyiz ki babam, annem ve memleketim hakkında hiçbiriyle seninle olduğu kadar rahat konuşamam.”
“Köle olarak seçildiğim için üzgün değilim,” dedi Jethro, “çünkü geride bırakacağım hiçbir akrabam yok, Rebulular da artık mağlup bir halk olduğundan burada mutlu bir hayat yaşayamazdım. Mısır’a vardığımızda muhtemelen birbirimizden ayrılacağız ama önümüzde daha aylarca sürecek bir yol var, en azından bu süre boyunca birlikte olabiliriz; sizin de söylediğiniz gibi prensim, burada oluşum size bir teselli olacaktır, bu yüzden seçildiğim için gayet memnunum. Karımın evliliğimizden birkaç hafta sonra ölmesi beni derinden etkilemişti. Şimdi böyle olmasına seviniyorum çünkü artık kimsenin kalbini kırmadan buradan gidebileceğimi biliyorum. Prensim, siz ve ben seçilenler arasında başımıza gelen bu felaket yüzünden en az acı çekecek olanlarız. Buradakilerin birçoğu arkalarında karılarını ve çocuklarını bırakıyor, en gençlerinden bazıları henüz evli değil ama onlar da anne babalarından ayrılacaklar. Bu yüzden kaderimize üzülmeyelim, daha kötüsü de olabilirdi, ayrıca Mısır’daki hayatımız düşündüğümüz kadar kötü olmayabilir.”
“Sevgili annem de tam olarak böyle söylemiş Jethro,” dedi Amuba ve kraliçenin mektubunda yazdıklarını Jethro’ya anlattı.
“Sevgili hanımım haklıymış,” dedi Jethro. “Başka yerlerde de, Mısır’da da mutluluğu bulabiliriz, şimdi gelin dostlarımızı teselli etmeye çalışalım, onları teselli ederken kendi talihsizliklerimizi unuturuz.”
Jethro ve Amuba, birçoğu üzüntüden perişan olmuş diğer esirler arasına katılıp onları içinde bulundukları bu sersemlikten çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar.
“Mısırlılar, Rebuluların yiğit erkekler olduğunu gördüler,” dedi Amuba bazılarına dönüp. “Onlara makûs talihimizi de yiğit erkekler gibi göğüsleyebileceğimizi gösterelim. Yas tutmak başımıza gelenleri hafifletmeyecek, aksine yükümüzü ağırlaştıracak. Mısırlılar kendi kendimize sızlanmak yerine kaderimizi gerçek birer erkek gibi kabullendiğimizi görürlerse bize daha fazla merhamet göstereceklerdir. Unutmayın, önümüzde yorucu bir yolculuk var, güçlü olmamız gerekecek. Sonuçta bu zorlu talihimiz beraber gideceğimiz kadınların çekeceklerinin yanında bir hiç. Biz çalışıp yorulmaya alışkınız ama bizlerin Mısırlılar kadar iyi bir şekilde atlatabileceği bu yolculuk, doğaları gereği narin olan o kadınlar için çok zor olacak. Bu yüzden gelin, cesaretimiz ve sabrımızla onlara örnek olalım, haksız yere acı çeken, mağlup olsa da saygınlığını yitirmeyen, kaderine diz çökmeden meydan okumaya hazır erkekler olarak gösterelim kendimizi.”
Amuba’nın sözleri esirleri oldukça etkiledi. Merhum krallarının oğlu ve bu talihsizlikler başlarına gelmeseydi gelecekteki kralları olarak Amuba’ya saygı duyuyorlardı, soğukkanlılığı ve yürekli konuşması onları üzüntülerini bastırıp kaderlerine daha umut dolu bakma konusunda cesaretlendirdi. Ordu kamp yaptığı süre boyunca esirlerin elleri arkadan bağlıydı ama yürüyüş başladığında bağları çözülen esirler Mısırlı bir asker alayının ortasına yerleştirildi.
Uzun ve meşakkatli bir yolculuktu. Yolda Mısır ordusunun daha önceki fetihlerinde buyruğu altına aldığı çeşitli yerlerde esir aldığı, buralara atanan birliklerin sorumluluğuna bırakılan ve yurda dönüş yolculuğu sırasında toplanan kölelerle birlikte esir kafilesindeki sayı bir hayli arttı. Yolculuk boyunca her geçilen yerden orduya tedarik etmek üzere erzak toplandı ve günlük katedilen mesafe kısa olduğu için esirler Suriye’nin güneyi ile Nil Nehri’nin başlangıcı arasında bulunan çöl yoluna girene kadar pek sıkıntı çekmediler.
Burada ordu kafilesine büyük miktarda su taşınmasına rağmen esirlere verilen erzak son derece azdı; güneşin korkunç yakıcılığı altında yürüyen esirler devasa ordunun teptiği yollardan yükselen toz bulutu yüzünden neredeyse boğuluyordu, çektikleri ıstırap dayanılır gibi değildi. Diğer birçok esirde gözlemlenen kederli hali taşımayan Rebulu esirler mert duruşlarıyla yanlarında yürüyen birliklerin saygısını kazanmıştı. Alay, sıcaklığa ve ağır işlere alışık, atılgan ve çevik Libyalı paralı askerlerden oluşuyordu.
Yolculuğa başladıktan sonra geçen üç ay içinde Amuba ve Jethro, hatta esirlerin çoğu Mısır dilini biraz öğrenmişti. Jethro en başta genç prense bunun onlara büyük yarar sağlayacağını söylemişti. Bu öncelikle geçmişi düşünüp durmaktan onları alıkoyacak, ayrıca Mısır’daki hayatlarını daha çekilir kılacaktı.
“Şunu unutmamalısınız,” dedi, “bizler orada köle olacağız ve efendiler kölelerine karşı pek sabırlı değildir. Emir verdiklerinde söyledikleri anlaşılmazsa köleler için çok kötü olur. Dillerini bilmek bizi daha değerli kılar, dillerini konuşabilirsek bu sayede daha iyi muamele görebiliriz.”
Amuba çölün usandırıcı durgunluğundan sonra Mısır ovalarının parlak yeşilliğine çıktıkları için son derece minnettardı. Mısır’a vardıklarında yürüyüş sıraları değiştirildi, esirlerin oluşturduğu uzun sıra kralın arabasının hemen ardından ülkeye giriş yaptı. Her biri yurtlarından getirilmiş bir parça ganimet taşıyordu. Amuba başının üstünde tapınak törenlerinde kullanılan büyük bir altın vazo tutuyordu. Jethro ise krala ait değerli bir miğfer ve zırh taşıyordu.
Ayak bastıkları ilk şehirde Amuba devasa büyüklükteki görkemli yapılar ve baktığı her yerde gördüğü refah ve zenginlik karşısında afalladı. Sokaklar kral geçerken yerlere kadar eğilip onun başarılarını haykıran ve ordunun boyunduruğu altına aldığı birçok ülkeyi temsil eden uzun esir kafilesini ilgi ve şaşkınlıkla izleyen insanlarla hınca hınç dolmuştu. Amuba bunlardan da öte, uzun yolları sfenkslerle kaplı tapınaklar, tanrıları temsil eden devasa heykeller, muazzam büyüklükte sıra sıra sütunlar, görkemli ve heybetli mabetler karşısında hayrete düştü.
“Bunları nasıl yapmışlar Jethro?” diye defalarca sordu hayret içinde. “Bu devasa taşlar nasıl bu düzene oturtulabilmiş? Bu kocaman heykelleri nasıl ovalar boyunca sürükleyebilmişler? O sert kayalardan bunları oyup çıkarmak için ne kullanmış olabilirler?”
“Korkarım, Amuba,” dedi Jethro ciddiyetle, çünkü delikanlı artık kendisine prens demesini kesinlikle yasaklamış, bir köleye bu unvanla hitap edilmesinin alay etmekten farksız olduğunu söylemişti, “çok geçmeden tek kelimeyle bu olağanüstü şeyleri nasıl yaptıklarını acı bir şekilde tecrübe ederek öğreneceğiz. Bu tuhaf heykellerden birini bile taşımak için binlerce insan gerekmiş olmalı, halkın kendisi işin tamamlanmasına yardım etmiş olsa da seni temin ederim, en ağır kısmı kölelere yüklenmiştir.”
“Peki, ama bu heykeller ne anlama geliyor Jethro? Hiç şüphesiz ne burada ne de başka bir ülkede bunlar gibi kadın suratlı, aslan vücutlu, devasa kanatlı yaratıklar var. Baksana, bazıları da erkek suratlı, boğa vücutlu, bazıları ise kuş başlı, erkek vücutlu.”
“Tabii ki böyle yaratıklar olamaz Amuba, Mısırlılar gibi bilgili ve kültürlü bir halkın nasıl olur da tanrı olarak böyle tuhaf suretler seçebildiğini aklım almıyor. Tek aklıma gelen, bu heykellerin tanrıların kendisinden ziyade onların bazı özelliklerini yansıttığı. Bak, insan kafası zekâlarını, aslan ya da boğa vücutları ise güç ve kudretlerini, kuş kanatları da hızlarını temsil ediyor olabilir. Böyle olduğundan emin değilim ama sanırım buna yakın bir şey. Tanrılarının güçlü olduğunu kabul etmek zorundayız çünkü Mısırlılara diğer tüm halklar üzerinde zafer bahşediyorlar ama şüphesiz, bu tanrılarla ve daha birçok şeyle ilgili zamanla daha fazlasını öğreneceğiz.”
Yolculuk üç hafta kadar daha sürdü ve bu süre boyunca esirler gördükleri karşısında hayrete düştüler. Özellikle ülke topraklarının olağanüstü verimliliği onları çok etkiledi. Rebulularda tarım oldukça ilkel düzeydeydi, bu yüzden geçtikleri her yerde gördükleri bol ve çeşitli ekin karşısında şaşkınlıktan âdeta donakaldılar. Rebulular sulamaya aşinaydı, hatta bu konuda İran oldukça gelişmişti ama Mısır’da bu amaçla yapılan onca çalışma, nehre çekilen devasa büyüklükte setler, kanal ve hendek ağları, her yerde görülebilen düzen ve tertip onları şaşkına çevirmiş, hayran bırakmıştı.
Geçtikleri birçok şehir ve tapınak ihtişamlı ve görkemli yapısıyla daha önce gördüklerini bir hayli geride bırakıyordu, Amuba’nın şaşkınlığı ise asıl Mısır’ın yakın tarihe kadar başkenti olan Memfis’e vardıklarında zirveye ulaştı. Şehrin zenginliği ve refahı esirleri hayrete düşürdü ama en çok kentin birkaç mil ötesinde yükselen çok sayıda devasa piramidi görüp bunların bazı kralların mezarları olduğunu öğrendiklerinde şaşırdılar.
Ülkenin tipik özellikleri yavaş yavaş değişiyordu. Sol tarafta bir dizi dik tepe nehre uzanıyordu, yürüdükçe buna benzer ama o kadar yüksek olmayan tepeler sağ tarafta görünmeye başladı.
İki hafta daha süren bir yolculuğun ardından sonunda ordunun şen haykırışlarıyla Mısır’ın başkenti Teb’in, bu uzun ve yorucu yolculuğun varış noktasının göründüğü duyuruldu.
Teb, Nil Nehri’nin iki yanına birden yayılmıştı. Nüfusun en yoğun bölümü nehrin doğu kıyısında toplanmıştı ama şehrin bu kısmında daha çok yoksul sınıf yaşıyordu. Nil’in Libya kıyısında da geniş bir nüfus yoğunluğu vardı, evler nehir kıyısına yakın bir bölgede dip dibe konumlanmıştı. Bu evlerin arkasında çok sayıda tapınak ve saray vardı, kral ve kraliçelerin mezarları ise sarp yamaçları zenginlerin kayalık mezarlarıyla oyulmuş daha da ilerideki vadide gömülüydü. Halkın yaşadığı evlerin hepsi alçak yapıda olduğu için çok miktarda tapınak, saray ve kamu binası arkalarından yükseliyor, şehre gelenler için çarpıcı bir görüntü oluşturuyordu; şehir ise geniş bir doğal amfiteatrın içindeydi, iki yanındaki tepeler hem üzerinden hem de altından nehre doğru uzanıyordu. Kraliyet ordusu Memfis’ten, nehrin batı kıyısından yürüyerek gelmişti ve sarayları ve tapınaklarıyla büyük Libya kentine yaklaşıyordu. Şehre yaklaştıklarında devasa kalabalıklar kralı ve dönen orduyu karşılamak için yollara döküldü. Coşku dolu nidalar yükseldi, borazan ve diğer müzik aletlerinin sesleri havayı doldurdu, büyük tapınaklardan dini tören alayları yoğun kalabalığın içinden istikrarlı adımlarla ilerliyordu; insanlar, tanrıların tasvirlerini ve sembollerini taşıyan rahiplerin ve hizmetçilerin geçmesi için hemen yolu açtılar.
“Jethro,” diye bağırdı Amuba coşkuyla, “doğrusunu istersen, yalnızca bu görkemli manzarayı izlemek için bile olsa köleliğin bunca eziyete değdiğini söyleyebilirim. Ne kadar muhteşem insanlar bunlar; nasıl bir bilgi, güç, ihtişam! Baksana, babamın sarayı Teb’de olsa bir kulübeden farkı kalmazdı, o çok değer verdiğimiz tapınaklarımız bu muazzam gösterişli yapıların yanında cüce kalır.”
“Bunların hepsi çok doğru Amuba, ben de hayranlık duymadığımı söyleyemem ama Rebuluların birçok kez Mısır ordularını geri püskürttüğünü ve adamlarımızın onların askerlerine rahatlıkla kafa tutabileceğini biliyorsun. Bizler bu insanlardan yarım karış daha uzunuz. Çok lüks bir hayatımız yok, olmasını da istemedik gerçi. Tüm bu şaşaa insanları yumuşatıyor olmalı.”
“Olabilir,” diyerek onayladı Amuba, “ama sen de şunu unutmamalısın ki, daha çok yakın zamana kadar bizler çadırlarda yaşayan, istediği vakit otlak bulmak için dolaşan bir halktık ve yerleşik hayata geçip kentler inşa etmeye başladığımız için yumuşamadık. Mısırlıların yiğit olmadığını kimse söyleyemez, kesinlikle bunu söylemek bize düşmez ama fiziksel beceri olarak bizimle aşık atamazlar. İnsanların bize nasıl bakıp parmakla gösterdiğini görüyor musun Jethro? Daha önce bizim gibi mavi gözlü, sarı saçlı bir ırk gördüklerini sanmıyorum ama kendi aralarında bile esmerliğin farklı tonlarını görmek mümkün. Soylular ve üst sınıflar ayak takımına göre daha açık bir ten rengine sahip.”
Mısırlılar esirlerin ten rengi karşısında gerçekten de hayrete düşmüştü, duvar süslemelerinde de hâlâ Rebu halkının mavi gözlerini ve sarı saçlarını gösteren resimler bulunmaktadır. Kralın dönüşü üzerine verilen şenlikler günlerce devam etti, sona erdiğinde ise esirler kraliyet düzenine göre dağıtıldı. Bazıları savaşta kendini göstermiş olan komutanlara verildi. Çok sayıda esir rahiplere bırakılırken birçoğu kamu işlerinde çalıştırılmak üzere gönderildi.
Tuhaf ten rengi ve sarı saçları özel bir ilgi uyandıran Rebulu esirler ise kralın kişisel gözdeleri arasında dağıtıldı. Kızların çoğu kraliçeye ve kraliyet prenseslerine verilirken diğerleri de kralın konseyini oluşturan rahip ve komutanların karılarına bırakıldı. Erkekler çoğunlukla tapınaklarla ilgili hizmetler için rahiplere verildi.
Amuba, Jethro’yla birlikte büyük tapınaklardan birindeki rahiplerin hizmetine atanan sekiz esirin arasında olduklarını öğrendiğinde çok mutlu oldu. Bunun şansla pek bir ilgisi yoktu aslında çünkü esirler sıraya dizilmiş, aralarında seçme ya da kayırma olmaması adına her bir tapınak için belirlenen sayıyla birlikte sırası gelen ilerlemişti, böylece çeşitli tapınaklara tarafsız bir şekilde dağıtıldılar, Jethro da her zaman Amuba’nın yanında durduğu için doğal olarak aynı tapınağa seçildiler.
Tapınağa vardıklarında küçük esir grubu yeniden sıraya dizildi, bunun üzerine ciddi ve saygın görünümlü bir adam olan başrahip Ameres onları inceleyerek aralarında gezdi. Eliyle Amuba’ya işaret edip öne çıkmasını istedi. “Bundan böyle,” dedi, “sen benim hizmetçimsin. Davranışlarına dikkat edersen iyi bakılırsın.” Yeniden sırada yürümeye başladı, Amuba başka birini daha seçeceğini anlayınca kendini rahibin önüne atıp dizlerinin üstüne çöktü.
“Efendim bu cüretimi bağışlayın,” dedi, “ama size yalvarırım yanımda duran şu adamı seçin lütfen. Kendisi çocukluğumdan beri dostum olmuş, savaşta beni kalkanıyla korumuş, kendi babamı kaybettiğimden beri bana babalık yapmıştır. Yalvarırım bizi ayırmayın efendim. Bize ne görev verirseniz verin severek çalışacağımızı göreceksiniz.”
Rahip ciddiyetle dinledi.
“Dilediğin gibi olsun,” dedi, “elinden gelirse çevresindekileri mutlu etmek her insanın görevidir, dostun da güçlü kuvvetli bir adam ve dürüst, içten bir yüzü var, benim için gayet uygun olacaktır; o halde ikiniz de peşimden gelin, evime gidelim.”
Diğer esirler rahibin peşinden giden Amuba ve Jethro’yu selamladı. Rahip bu ifadelerini fark edince delikanlıya dönüp şöyle dedi:
“Halkın için önemli biri miydin de ayrılmadan önce senden daha büyük olan dostun yerine seni selamladılar?”
“Ben krallarının oğluyum,” dedi Amuba. “Kendisi sizin birliklerinizle savaşırken öldü, şehrimiz ele geçirilmeseydi ve ülkemiz Mısırlıların egemenliğine girmeseydi tahta ben geçecektim.”
“Öyle mi?” diye sordu rahip. “Hayatın getirdiği değişiklik ve rastlantılar gerçekten de çok tuhaf. Acaba kralın oğlu olarak neden Thutmose seni özellikle kendisi için ayırmadı?”
“Sanırım bilmiyordu,” dedi Amuba. “Sizin geleneklerinizi bilmediğimiz için esir dostlarım kralın oğlu olduğum öğrenilirse muhtemelen öldürüleceğimi düşündüler, bu yüzden de saygı belirtisi gösterecek tüm ifadelerden kaçındılar, onlar gibi köle olan birine kral gibi davranmaları oldukça gülünç olurdu.”
“Belki de en doğrusu,” dedi rahip düşünceli bir şekilde. “Sana zarar verilmezdi çünkü biz savaşta alınan esirlerimizi öldürmeyiz, yine de bir rahibin hizmetçisi olarak yaşamak kralın hizmetkârlığını yapmaktan daha kolay olabilir senin için. Fakat doğduğun zümreyi yine de kimseye söylemesen iyi olur çünkü krala bildirilirse saraya gönderilmen gerekebilir, saray hayatının görkemini ve canlılığını izlemeyi sessiz bir evde hizmetçi olmaya yeğlemiyorsan tabii.”