Kitabı oku: «Mısır'ın Kutsal Kedisi», sayfa 4
“Sizinle kalmayı kesinlikle tercih ederim efendim,” dedi Amuba hevesle. “İsteğimi bağışlayıp köle dostum Jethro’yu seçerek şimdiden merhamet dolu bir kalbiniz olduğunu gösterdiniz, kaderimin umduğumdan daha büyük mutluluk getireceğini şimdiden hissediyorum.”
“Görüntüye bu kadar çabuk aldanma,” dedi rahip. “Öte yandan burada, Mısır’da, köleler Nübye’nin yabani halkları arasında ya da çölde olduğu gibi muamele görmezler. Hepsi için bir kanun var, burada köle öldüren biri bir Mısırlının canını almış gibi cezalandırılır. Fakat sanırım şunu söyleyebilirim ki, buradaki hayatın çok zor olmayacak; zekisin, dilimizi bu kadar akıcı konuşabilecek kadar yeterli bilgiyi bu kadar kısa sürede edinmiş olmandan belli. Sen de dilimizi konuşabiliyor musun?” diye sordu Jethro’ya.
“Biraz konuşabiliyorum,” dedi Jethro, “ama Amuba kadar iyi değil. Yaşlı dilim yabancı bir lisana gençlerinki kadar çabuk alışamıyor.”
“Anlaşılabilecek kadar konuşuyorsun,” dedi rahip, “çok yakında dilimizi kusursuz bir şekilde kavrayacağından eminim. Burası benim evim.”
Rahip her iki yanından yüksek ve geniş bir duvarın uzandığı görkemli bir geçitten girdi. Geçidin kırk, kırk beş metre ilerisinde büyük bir ev duruyordu, buraya kıyasla Amuba’nın büyüdüğü kraliyet konutu sefil bir kulübe gibi kalırdı. Duvarların çevrelediği yaklaşık iki yüz elli metre karelik boş bir arazi vardı, burası bahçe olarak düzenlenmişti. Etrafı sıra sıra meyve ağaçlarıyla doluydu, bir kısmı üzüm bağı olarak ayrılmıştı, bir sıra palmiye ağacının böldüğü alanda ise sebze bahçesi vardı.
Evin önünde geniş bir gölet, içinde ise rengârenk boyanmış bir kayık vardı, çeşit çeşit su bitkileri göletin kenarlarını süslüyordu. Zarif palmiyeler yapraklarıyla üstünü kapatıyordu, zambakların geniş, düz yaprakları ise üzerinde yüzüyordu; Amuba’nın tüm dini törenlerde üst sınıftan çok sayıda insanın taşırken gördüğü ve adına nilüfer dendiğini duyduğu beyaz çiçekler ise üzerinde süzülüyordu. İki esir, gördükleri manzaranın güzelliği karşısında şaşkınlık ve hayranlık içinde donakaldı ve şimdiye kadar gördüklerinden daha güzel olan bir bitki örtüsüne bakarken bir anlığına köle olduklarını unuttular. Rahibin yüzünde bir gülümseme belirdi.
“Mutlak mutluluk hiçbir insana bahşedilmez,” dedi, “ama sanıyorum zamanla burada hiç olmazsa memnuniyeti tadacaksınız.”
IV
Rahat Bir Esaret
Rahip sözünü bitirdiğinde Amuba’yla aynı yaşlarda bir delikanlı evin sütunlu girişinde belirip babasına doğru koştu.
“Ah babacığım!” diye bağırdı, “o yabancı esirlerden ikisini eve mi getirdin? Geçit töreninde görüp saçlarının ve gözlerinin rengine pek hayran kalmıştık. Mysa’yla dikkatimizi özellikle bu delikanlı çekmişti, saçları neredeyse altın sarısı.”
“Her zamanki gibi düşünmeden konuşuyorsun Chebron. Bu genç adam, dilimizi senin ne dediğini anlayacak kadar biliyor ve bir insanın yüzüne karşı fiziksel özelliklerinden bahsetmek hiç kibar bir davranış değil.”
Delikanlının çıkık yanakları kızardı.
“Bağışlayın,” dedi Amuba’ya nazik bir şekilde. “Aramıza daha yeni katılan birinin dilimizi bildiği aklımın ucundan bile geçmedi.”
“Özür dilemeyin,” dedi Amuba gülümseyerek. “Dış görünüşümüz size yabancı geliyor olmalı, hatta Lidya ve Pers halkları arasında bile bizimki kadar açık renkli saçı ve gözü olan insan azdır. Görünüşümüzü beğenmediğinizi söyleseniz bile alınmazdım, zira herkes alışık olduğu şeyleri beğenir kanımca ama yine de söylediğiniz şeyden dolayı özür dilemeniz çok nazikçe, insanlar genelde esirlerin de duyguları olduğunu hesaba katmıyor.”
“Chebron’un özrü yerindeydi,” dedi babası. “Bizim için nezaket çok önemlidir, her Mısırlı bütün insanlara karşı düşünceli davranması gerektiği öğretilerek büyür. Nazik olmak en az kaba olmak kadar kolay, insanlar ise karşılarındakine korkudan çok sevgi gösterdiğinde daha iyi hizmet görürler.”
“Peki, burada mı kalacaklar baba yoksa sadece bugünlük mü getirdin onları?” diye sordu Chebron.
“Kalacaklar oğlum. Onları tapınağımız için getirilen esirlerin arasından seçtim. Genç olanı senin yaşlarında olduğu için seçtim; insanın yanında, kendisiyle birlikte büyüyüp ona bağlı kalacak, şartlar onları eşit kılmamış olsa da dostluk, yoldaşlık yapacak birinin olması iyidir; umarım Amuba’da – isminin bu olduğunu söyledi – bu anlattıklarımı bulabilirsin. İçinde bulunduğumuz şartların kendisini bizden daha alt bir konuma getirdiğini söyledim, ne de olsa bu şartlar büyük öneme sahip. Bu genç adam kendi ülkesindeyken senin burada sahip olduğundan daha yüksek bir konumdaydı çünkü kralın oğluydu, babası savaşta öldüğü için de eğer halkı boyunduruğumuz altında olmasaydı ülkesinin kralı olacaktı. Diyeceğim şu ki Chebron, bir talihsizlik sonucu Amuba aramızda bir esir olarak bulunsa da asalet bakımından senden üstün, bu yüzden sen de düşman bir ülkeye esir olarak düşseydin nasıl bir muamele görmeyi bekleyeceğini düşün ve Amuba’ya öyle davran.”
“Seni memnuniyetle dostum olarak göreceğim,” dedi genç Mısırlı Amuba’ya samimiyetle. “Irklarımız birbirinden tamamen farklı olsa da sadık ve sözünün eri olduğunu yüzünden okuyabiliyorum. Ayrıca, babam senin nasıl biri olduğunu anlayıp bana uygun bir dost olacağından emin olmasaydı sana güvenmemi istemezdi,” diye ekledi.
“Siz de babanız da çok iyi insanlarsınız,” dedi Amuba. “Savaşta ele geçirilen esirlerin yaşamlarının ne kadar çetin geçtiğini bilirim, biz Rebulular da çıktığımız birçok seferde çok sayıda köle toplamışızdır, bu yüzden acı çekmeye hazırlamıştım kendimi. Beni beklentimin aksine çok farklı insanların eline teslim ettikleri için tanrılarımıza ne kadar minnettarım, tahmin edebilirsiniz; söz veriyorum Chebron, size karşı vefalı ve sadık olacağım. Buradaki dostum için de aynısını söyleyebilirim, kendisi her türlü zorlukta benden çok daha iyi şekilde size hizmet edecektir. En yiğit savaşçılarımızdan biriydi. Halkınızla savaştığımız büyük muharebe sırasında savaş arabamı sürmüş, birçok kez hayatımı kurtarmıştır; güçlü ve yiğit bir adamın hizmetine ihtiyaç duyarsanız Jethro size yardımcı olacaktır.”
“Sen savaşa mı katıldın?” diye sordu Chebron şaşkın bir şekilde.
“İlk defa birileriyle savaştım,” dedi Amuba, “ama daha önce çok kez aslan avlamıştım, aslan da en az sizin askerleriniz kadar tehlikelidir. Savaşa katılmak için gençtim ama babam doğal olarak ülkemiz için savaşan erkekler arasında erkenden yerimi almamı istedi.”
“Bu arada Chebron,” dedi Ameres, “seni uyarmalıyım, Amuba’nın ülkesinde sahip olduğu sıfattan kimseye bahsetme. Öğrenilirse bizden alınıp sarayın hizmetine verilebilir. Onunla birlikte esir alınan insanlar da Amuba’nın prens olduğu öğrenilirse başına kötü bir şey gelebilir korkusuyla onun kim olduğuyla ilgili hiçbir şey söylememiş, bu yüzden onun da Rebulu diğer soylu esirlerle aynı tabakadan olduğu düşünülmüş. Bu sebeple kimseye bir şey söyleme, annene ve Mysa’ya bile. Bu sırrı saklayacaksak ne kadar az kişi bilirse o kadar iyi.”
Ameres konuşurken Amuba da bir yandan kendisini bir dost gibi göreceğine söz veren delikanlıyı inceliyordu belli etmeden.
Babası gibi o da Mısırlıların geneline kıyasla daha açık tenliydi, bu açık ten üst sınıflar arasında neredeyse ortak bir özellikti. Chebron, Rebu’nun gençlerinden çok daha kısa ve cılızdı ama dik bir duruşu vardı ve daha şimdiden tavrında üst sınıfa ait Mısırlılara özgü sakin ve ağırbaşlı bir hava vardı. Sol kulağından sarkan bir tutam perçem dışında tüm kafası kazınmıştı, Amuba bunun tüm Mısır’da uygulanan geleneğin bir parçası olduğunu düşündü. Daha sonra öğrendiği üzere bu perçem gençliğin ayırt edici bir işaretiydi ve genç erkekler rüştünü ispatladığında, evlendiğinde ya da bir işe başladığında bu perçem de kesilirdi.
Şu an için kafası keldi ama dışarı çıktığında başına tam oturan bir şapka takıyordu, bu şapkada bulunan bir delikten perçemi geçiyor, omzuna sarkıyordu. Genellikle peruk takan üst ve orta sınıfın bu geleneğini benimsemek için Chebron henüz gençti. Bu kafa kazıtma âdeti Amuba’ya bir müddet hiç hoş gelmemişti. Kuşkusuz Mısırlılar bu geleneği serinlik ve temizlik adına benimsemişti ama Amuba Mısırlıların taktığı acayip ve çetrefilli peruklarla gezinmektense saçını tozdan korumak adına her türlü acıya katlanmayı tercih edeceğini düşünüyordu.
Çok geçmeden rahibin peşinden eve girdiler. Giriş kapısından geçtiklerinde geniş bir salona vardılar. Yan tarafta çatıyı taşıyan ve her bir duvardan üç dört metre mesafede duran bir dizi devasa kolon vardı; duvarlar mermer ve diğer renkli taşlarla kaplıydı, yerler de aynı malzemelerle döşenmişti; tam ortada bir çeşme akıyor, suyu oldukça yükseğe fışkırtıyordu çünkü salonun kolonlar arasında kalan kısmının açık tavanı gökyüzüne bakıyordu; odada çok çeşitli şekillerde bir sürü oturulacak yer bulunuyordu; palmiyeler ve zarif yapraklı diğer bitkilerin olduğu kocaman saksılar vardı. Tavan şık desenlerle rengârenk boyanmıştı. Uzun bir sedirin üzerinde ise bir kadın oturuyordu. Sedirin arkası boştu ama bir ucu kol desteği olarak uzanıyordu, sedirin iki tarafında da hayvan kafası suretleri oyulmuştu.
İki Nübyeli köle kız bu kadının arkasında durmuş yelpazeyle kendisini serinletiyordu, on iki yaşlarında bir kız ise alçak bir iskemlede oturmuş, bir papirüs rulosu okuyordu. Babası odaya girer girmez ruloyu yere atıp ayağa fırladı, kadın da sanki ufacık bir hareket etmeye kalksa bile yorulacakmış gibi uyuşuk bir şekilde ayağa kalktı.
“Ah, babacığım,” diye konuşmaya başladı kız ama rahip bir el hareketiyle onu durdurdu.
“Sevgilim,” dedi karısına, “yüce kralımızın fethinin ganimeti olarak getirdiği esirlerden ikisini eve aldım. Bize ve tapınağın hizmetine çok sayıda esir yollamış, bu ikisi de benim payıma düşen. Kendi ülkelerinde soylularmış, biz de konumlarındaki bu üzücü değişimi onlara unutturmak için elimizden geleni yapacağız.”
“Hep tuhaf fikirlerle geliyorsun Ameres,” dedi kadın uyuşuk hareketlerinden beklenmeyecek bir fevrilikle. “Esir bunlar, esir olmadan önce ne olduklarının benim için bir önemi yok, artık esirler. Benim etrafımda olmadıkları sürece elbette onlara istediğin gibi davranabilirsin, tuhaf renkli saçları ve gözleri, bir de o beyaz suratları beni ürkütüyor.”
“Ah, anneciğim, bence çok sevimliler,” diye bağırdı Mysa. “Keşke benim de saçlarım herkesinki gibi siyah olacağına o çocuğunki gibi altın renginde olsa.”
Başrahip, Amuba ve Jethro’yu Karısına Takdim Eder.
Rahip kızına azarlarcasına bir bakış atıp kafasını salladı ama küçük kız hiç utanmış gibi durmuyordu çünkü babasının gözdesiydi ve ona asla ciddi ciddi kızmayacağını gayet iyi biliyordu.
“Onları senin yanında tutmayı düşünmüyorum Amense,” dedi sakin bir şekilde karısına. “Aslına bakarsan, her türlü gereksinimin için gereğinden fazla hizmetçin var bana göre. Delikanlıyı özel olarak Chebron için seçtim, diğerine gelince, onun ne yapacağına henüz tam olarak karar vermiş değilim.”
“Onu bana verir misin babacığım?” diye sordu Mysa tatlı dille. “Fatina hiç eğlenceli değil, şu Nübyeli kız, Dolma ise sadece uysal uysal durup beyaz dişlerini göstere göstere gülümsüyor ama birbirimizi hiç anlayamadığımız için bana hiçbir yararı yokmuş gibi geliyor.”
“Peki, bu uzun Rebulunun sana ne gibi bir yararı olacağını düşünüyorsun?” diye sordu rahip gülümseyerek.
“Tam olarak bilmiyorum babacığım,” dedi Mysa başını belli belirsiz döndürüp Jethro’yu ciddiyetle incelerken, “ama görünüşünü beğendim, eminim elinden bir sürü şey geliyordur; mesela dışarı çıkmak istediğimde benimle yürüyebilir, beni kayıkla gezdirebilir, topumu yakalayıp getirebilir, evcil hayvanlarımı besleyebilir.”
“Kendin besleyemeyecek kadar tembel olduğunda yani,” diye ekledi rahip. “Pekâlâ, Mysa, bir deneyelim bakalım. Jethro senin özel hizmetçin olacak, ona yaptıracak bir işin olmadığında da, ki bu günün en iyi kısmı olacak, su kuşlarıyla ilgilenebilir. Zunbo onlarla hiç düzgün bir şekilde ilgilenmiyor. Söylediklerimizi anladın mı?” diye sordu Jethro’ya.
Jethro bir adım öne çıkıp kızın elini tuttu ve cevabını alnı eline değene kadar eğilerek verdi.
“İşte cevabın Mysa.”
“Çocuklara çok yüz veriyorsun Ameres,” dedi karısı sinirli bir şekilde. “Herhalde koca Mısır’da bizimkiler kadar şımarık çocuk yoktur. Başkalarının evlatları kendileriyle konuşulmadan ağızlarını açmıyor, babalarının karşısında oturmayı akıllarından bile geçirmiyor. Mısır’ın en bilge insanlarından biri olarak saygı duyulurken çocuklarının senin yanında bu kadar rahat davranmalarına izin vermen beni gerçekten hayrete düşürüyor.”
“Sevgilim,” dedi Ameres durgun bir gülümsemeyle, “belki de Mısır’ın en bilge insanlarından biri olduğum içindir. Çocuklarım bana en az altımızda çalışan köleler kadar saygı duyar. Sorular sormazsa bir oğlanın zihni nasıl gelişir, peki ya onun sorularını babasından daha iyi kim cevaplayabilir? Haydi çocuklar, gidebilirsiniz artık. Yeni arkadaşlarınızı da yanınızda götürüp onlara bahçeyi gezdirin, evcil hayvanlarınızı gösterin.”
“Gerçekten çok şanslıyız Jethro,” dedi Amuba, Chebron ve Mysa’yı bahçeye doğru takip ederken. “Buraya olan yolculuğumuz sırasında geceleri kumlarda uzanıp kendi kendimize hayatımızın nasıl olacağını düşünürken hiç böyle bir şey hayal etmemiştik. Toprak sürmeyi, büyük baraj ve setleri yükseltmeye yardım etmeyi, kamu binaları için taş çıkarmayı, ağır ve sefil bir köleliği düşünüyorduk, hayal bile edemediğimiz tek şey ise yan yana çalışmaktı, şimdi ise baksana tanrılar bize ne iyi davranıyor. Birlikte olmakla kalmadık, üstüne üstlük efendilerimizle dost olduk, bu yabancı ülkede bir yuva bulduk.”
“Gerçekten de öyle Amuba. Ameres denen bu rahip harika bir insan, onu tanıyan herkesin sevdiği biri. Bizi seçtiği için gerçekten çok şanslıyız.”
Ağabey kardeş bir dizi meyve ağacının arasından geçerek sonunda yüksek bir sazlık çitten yaklaşık beş metre karelik kapalı bir alana açılan bir kapıya vardılar. Burası ağaç ve çalılarla çevriliydi, gölgelerinde ise çok sayıda ahşap yapı duruyordu.
Tam ortasında alanın üçte birini kaplayan bir havuz bulunuyordu ve evin önündeki geniş gölet gibi su bitkileriyle çevriliydi. Kenarında iki çeltik kargası duruyor, suyun üzerinde ise muhteşem tüyleri olan bir sürü su kuşu yüzüyor, kıyıdakiler de tüylerini temizliyordu.
Kapı kapandığında su kuşları arasında büyük bir hareketlenme oldu, çeltik kargaları genç hanımlarını karşılamak için usulca ilerledi, ördekler bir hoş geldin nidası attı, suda yüzenler kıyıya çıktı, kıyıda olanlar ise yüksek sesle vaklayarak çeltik kargalarını takip etti. Fakat yanlarına ilk gelen ahşap kulübelerden birine bağlı olan ve anında yanlarında biten iki ceylan oldu; ceylanlar yumuşak burunlarıyla Chebron ve Mysa’nın ellerini dürttü; bu sırada diğer kulübelerden de bir sürü farklı ses çıkıyor, köpekler havlıyor, çeşit çeşit hayvan hoş geldiniz der gibi bağırıyordu.
“Henüz beslenme vaktinizin gelmediğini biliyorsunuz,” dedi Chebron ceylanlara bakarken, “ilk kez de böyle boş elle geliyoruz ama size ambardan bir şeyler verebiliriz. Bak Jethro, burası onların ambarı,” diyerek diğerlerinden çok daha geniş olan kulübeye ilerledi, duvarlarda çok sayıda ve farklı boyutlarda kutular vardı, altlarında ise kocaman sandıklar duruyordu. “Şuraya bak,” diye devam etti sandıklardan birini açıp içlerinden bir avuç yeni kesilmiş burçak çıkarırken; daha sonra kapıya ilerleyip ceylanların önüne serpiştirirken devam etti, “bu özel yemler her sabah altı mil ötedeki çiftliğimizden taze taze getirilir. Yandaki sandıkta ise su kuşlarının yemi var. Burada hepsi karışık, görüyor musun? Buğday, nohut, baklagiller ve diğer tohumlar. Mysa, bir iki avuç yemek ver kuşlara, yaygaralarından kendimi bile duyamıyorum.
Şu yukarıdaki kutuda kediler için bir tepsi ıslak ekmek göreceksin. Suya bulanmış biraz ekmek var, ama çok değil, yoksa bozuluyor. Oradaki küspeler de kediler için. Yandaki kutuda duran büyük, düz, sert küspeler ise köpekler için, haftada iki üç kere et ve kemik de veriliyor. Bu kafesteki su ve kara kurbağaları da küçük timsah için, onun kendine ait bir havuzu var. Kalan tüm kutularda da gördüğün diğer hayvanlar için çeşit çeşit yemler var. Her birinin üstünde ait olduğu hayvanın resmi var, yani karıştırma riskin yok. Evdeyken genelde günde üç kez kendimiz besliyoruz ama dışarıda olursak sen besleyeceksin.”
“Bir de,” dedi Mysa, “hepsinden önemlisi, lütfen tüm hayvanlara taze su vermeye dikkat et, taze suyu çok seviyorlar, bazen de burası o kadar sıcak oluyor ki su kapları doldurulduktan bir saat sonra kupkuru kalıyor. Gördüğün gibi ceylanlar susadığında gölete gidip su içebiliyor ama diğer hayvanlar olması gerektiği gibi barış içinde bir arada yaşayamadıkları için bağlı duruyorlar, yine de evde olduğumuzda ara sıra onları salıyoruz. Köpekler su kuşlarını kovalayıp korkutuyor, kediler küçük ördek yavrularını yiyor, ki yiyecek bir sürü düzgün yemleri varken bu yaptıkları çok yanlış; ayrıca evde olduğumuzda bile firavunfaresini eve alsak yılanlarla kavga ediyor. Bizle araları iyi olsa da tüm hayvanlar birbirlerine gelince tam bir baş belası oluyor. Sabahları bütün yuvaların titizlikle temizlenmesi gerekiyor.”
Hayvanların yuvalarını bir bir gezerken çeşit çeşit hayvanı inceleyip hepsiyle titizlikle ilgilendiler. Chebron, Nübye cinsi olan köpeklerin ava giderken kullanıldığını söyledi, bu sırada taze hasırotundan yapılmış rahat yataklarında, kocaman minderlerin üzerinde uzanıp göz kırpan üç büyük kedi ayağa kalkıp hoş geldin dercesine Mysa ve Chebron’a sürtündü. Çevrede birbirleriyle oynayan birkaç kedi yavrusu dik kuyrukları ve yüksek sesli miyavlamalarıyla koşturarak geldiler. Amuba Mysa’yla Chebron’un kedilerin olduğu yuvaya saygı dolu bir tavırla girdiğini fark etti; aynı ifadeyi köpekler, tarlafaresi, timsah için de yapmışlardı, tüm bu hayvanlar Teb’de kutsal kabul ediliyordu.
Mysa, Jethro’ya her bir evcil hayvana gösterilmesi gereken özel muameleyle ilgili bir sürü talimat verdi, hayvanlarla ilgili turu tamamladıktan sonra bahçeyi gezdiler; Amuba ve Jethro Mısırlıların egemenliğinde bulunan birçok ülkeden getirilmiş olan tohum ve köklerden yetiştirdikleri bitkilerin çeşitliliğinden oldukça etkilendi.
Amuba için rahibin evinde zaman, ilk bir yıl boyunca sakin ve sorunsuz geçti. Jethro’yla görevleri hafifti. Amuba yürüyüş ve gezilerinde Chebron’a eşlik ediyordu. Nil’de balığa çıktıklarında kürek çekmeyi öğrenmişti. Birlikte bir yerlere gittiklerinde aralarındaki sınıf farkı bir kenara bırakılıyordu ama Teb’deyken bu çizgi mecburen daha belirgin çekiliyordu çünkü Chebron rahip ve asker sınıfından birçok arkadaşının ve babasının akrabalarının evine giderken Amuba’yı yanında götüremiyordu. Rahip ve ailesi bir ziyafete ya da eğlenceye gittiğinde Jethro’yla Amuba onları eve dönerken meşalelerle karşılayan hizmetçilerin arasında oluyordu. Onlar için bu hizmet yorucu değildi ama diğer birçokları için durum farklıydı çünkü Mısırlılar genelde bu şölenlerde çok içerdi ve kölelerin çoğu yanlarında hafif sedirler götürür, efendilerini eve bu sedirlerin üzerinde taşırlardı. Bu etkinliklerde yemeklerini erkeklerden ayrı yiyen hanımlar arasında bile sarhoş olmak oldukça normaldi.
Evde olduklarında Amuba, Chebron çalışırken genellikle yanında duruyordu; kendisi de Mısırlıların bilgeliğini elinden geldiğince öğrenmeye çok hevesli olduğu için Chebron ona hiyeroglif işaretlerini öğretiyordu; Amuba da çok geçmeden tapınağın ve kamu binalarının üzerindeki yazıları okuyup evin en büyük odalarından birinde duvarlardaki çekmecelere saklanan çok sayıda papirüs tomarını çalışabilir hale geldi.
Chebron’un dersleri bittiğinde Jethro ona silah kullanmasını öğretir, Amuba’yla da pratik yaptırırdı. Sınıf fark etmeksizin tüm Mısırlılar milli silahlarını ustaca kullandığından eve sık sık bir yay ustası gelirdi; kendi halkları tarafından da kullanıldığı için halihazırda yay kullanımında tecrübeli olan Jethro ve Amuba, ustanın Chebron’a Mısırlıların çok daha uzun süredir ve daha yetenekli bir şekilde kullandığı silahı öğretmesini izler, yeni şeyler kaparlardı. Mysa ne zaman dışarı çıksa Jethro da ona eşlik eder, ziyaret ettiği evden çıkana kadar dışarıda bekler ya da ziyareti uzun sürecekse onu almaya geri giderdi.
Ailenin ara sıra çiftliklerine yaptığı ziyaretlerden çok hoşlanırlardı. Burada tarlaların nasıl sürüldüğünü görür, üzümlerin toplanıp şaraba dönüştürülmesini izlerlerdi. Suyunun çıkması için üzümler, üzerinde halatlar sarkan geniş ve düz bir tekneye yığınla dökülürdü. Bir düzine yalınayak köle tekneye girer, üzümleri ayaklarıyla ezerdi, meyvenin üzerine daha fazla baskı yapmak için de halatlarla kendilerini yukarı çekerlerdi. Amuba, Chebron’un devlet görevi için neredeyse zorunlu bir ön hazırlık olan rahipliğe başlayacağını ama rahiplikte üst mevkilere çıkmak değil, devlet görevlisi olmayı istediğini öğrendi.
“Ağabeyim şüphesiz bir gün Osiris başrahibi olarak babamın yerine geçecek,” dedi Amuba’ya. “Babamın onun pek zeki olmadığını düşündüğünü biliyorum ama tapınakta görev yapmak için zeki olmaya gerek yok. Ben de tabii rahiplikte yüksek mevkilere geleceğimi düşünüyordum çünkü bildiğin gibi tüm makamlar babadan oğula geçiyor, elbette ağabeyim başrahip olacak ama ben de üst düzey rahiplerden olabilirim. Fakat bu alana pek ilgim yok, ayrıca bir gün babama bundan bahsettiğimde hiç duraksamadan hayatımı rahipliğe adamak için beni zorlamayacağını çünkü devletin farklı alanlarında bana uygun, ülkeme hizmet edip halkıma yararlı olabileceğim birçok görev olduğunu söyleyince çok mutlu oldum. Devletteki neredeyse tüm görevler gerçekten de rahiplerin aile üyelerine veriliyor, bu kişiler vilayetlere vali olarak, sık sık da orduya komutan olarak atanıyorlar. ‘Bazı insanlar yapı itibarıyla hayatlarını tapınaklarda hizmet etmekle geçirmeye uygundur, ki bu da hiç şüphesiz büyük bir onur ve mutluluk kaynağı,’ dedi babam, ‘ama diğerleri için daha hareketli bir hayat ve yararlı olabilecekleri farklı alanlar daha uygun olabilir. Kanal ve sulama işleri için mühendislere ihtiyaç var, kanunlara saygı duyulup itaat edilmesi için hâkimler, yabancı ülkelerle anlaşmalar yapmak için diplomatlar, yönettiğimiz birçok halk için valiler gerekiyor; bu yüzden oğlum, hayatını tapınağa hizmet ederek geçirmeyi arzulamıyorsan bir devlet görevlisi olarak sana ne uygunsa muhakkak onun için çalışmalısın. Emin ol, kraldan göreve başlayıp hak edersen de daha üst mevkilere yükselebileceğin bir makam isteyebilirim.’”
III. Thutmose’nin hükümdarlığı sırasında Mısır halkının gözünde Ameres’ten daha üst düzeyde olan yalnızca birkaç rahip vardı. Fakat onun dindarlığı ve bilgeliği meslektaşları arasından sıyrılmasını sağlamıştı. Osiris tapınağının başrahibiydi ve kralın en güvenilir danışmanlarından biriydi. Kutsal kitapların tüm kurallarını ezbere bilirdi, dinin en derin gizemlerine hâkimdi. Büyük bir serveti vardı ve bu serveti fedakârca kullanırdı, konumunun gerektirdiği belli bir ihtişam ve keyfiyet içinde yaşardı ama gelirinin onda birini harcar, gerisini de ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı.
Nil’in su seviyesi her zamankinden fazla yükselir, çiftçilerin tarlalarını mahvedip gelir kaynaklarını yok ederse Ameres sıkıntıda olanlara yardım etmeye hazırdı. Nehir yeteri kadar yükselmezse de geniş arazilerindeki kiracıların kiralarını her daim iade ederek çevresindekilere örnek olur, gaddar ya da muhtaç toprak sahiplerinin kiracılarına tereddüt etmeden faizsiz borç verirdi.
Fakat başrahipler arasında Ameres şüphe, hatta nefretle anılırdı. Ne kadar bilgili ve dindar olsa da başrahibin fikirlerinin rahipliğin genel hassasiyetlerine uygun olmadığını, mevkisinin getirdiği birçok görevi titizlikle yerine getirip tanrılar için yapılan kurban törenleri ve geçitlerde yer alsa da aslında tanrılara hürmet etmediğini ve meslektaşlarından çok daha farklı fikirler dile getirdiğini fısıldarlardı kendi aralarında.
Halbuki Ameres başkalarının fikir ve düşünceleriyle kısıtlanmayı reddeden, karşısına çıkan her soru üzerine kendi değerlendirmesini yapma gereği hisseden insanlardan biriydi. Mısır’da önemli makamlar genellikle babadan oğula geçtiği için ondan önceki başrahip olan babası, oğlunun bilgiye duyduğu açlıktan ve çalışma azminden mutluluk duysa da adım adım kutsal gizemleri öğrenmeye başladığında fikirlerini ifade etme konusundaki özgüvenine sık sık hayret ederdi.
Rahiplikle tanıştığında Ameres çoktan geometri ve astronomi üzerine bilinecek ne varsa ustalaşmıştı. Yetenekli bir mimar olmanın yanı sıra ülkesinin tarihi üzerine de derin bir bilgi birikimi vardı. Tapınağa ait olan arazideki kanal ve sulama yapımında halihazırda müfettiş olarak çalışmıştı, tüm bunlar göz önüne alındığında babası, Ameres’in gösterdiği başarı ve akranlarından gördüğü saygıyla gurur duymakta haklıydı. Sadece dini konularla ilgili gösterdiği serbestlik babasını endişelendiriyor, telaşa düşürüyordu.
Mısırlılar çok muhafazakâr insanlardı. Binlerce yıldır yasalarında, gelenek göreneklerinde ve alışkanlıklarında hiçbir değişiklik olmamıştı. Her Mısırlının, ülkesinin her yönden diğer ülkelerden üstün, yasalarının ve geleneklerinin ise mükemmele yakın olduğuna yönelik sarsılmaz bir inancı vardı. Zengininden fakirine, her sınıftan insan bu yasa ve geleneklere eşit şekilde bağlıydı. Bizzat kral bile bu konuda köylülerden daha özgür değildi; saat kaçta kalkacağı, gününü nasıl geçireceği, yemesi gereken yiyeceklerin miktarı ve kalitesine kadar her şey sıkı bir şekilde geleneklere bağlıydı. Gençliğinden beri etrafı aynı yaşta gençlerle, erdem ve dindarlığına göre seçilmiş rahiplerin oğullarıyla çevriliydi.
Böylece kral kötü danışmanların etkisinden uzak tutulmuştu, istese bile vatandaşları üzerinde baskı kuracak ne olanağı ne de gücü vardı, herkesin hak ve dokunulmazlıkları kesin surette korunurdu. Bu yüzden her erkeğin babasının mesleğini devam ettirdiği, tarih boyunca her şeyin aynı şekilde ilerlediği bir ülkede Osiris başrahibinin oğlu ve kaderinde bu saygın mesleği devralmak olan Ameres’in lider rahiplerin benimsediklerinden ufacık da olsa farklı fikirlere sahip olması bu insanlar arasında bariz bir şekilde sevilmemesi için yeterli bir sebepti; aslına bakılırsa babasının ölümünden sonra kimsenin itirazı olmadan bu makamı devralmasının tek sebebi bilimsel bilgi birikimi ve irfanı kadar göze çarpan dindarlığı ve cömertliğiydi.
Aslında o zaman bile yüksek mevkideki rahipler seçilmesine karşı çıkacaktı ama Ameres genel itibarıyla halk tarafından olduğu kadar alt sınıf rahipler tarafından da o kadar çok seviliyordu ki, onların oyları itiraz edenleri ezici bir yenilgiye uğratırdı. Hatta halk Osiris başrahibinin inancına karşı edilmiş tek bir fısıltı dahi duymamıştı. Onu kurban törenlerinde ve geçitlerde hep en önde görüyor, tapınakta yorulmak bilmeden hizmet ettiğini ve kalan tüm vaktini hayırseverlik ve halkın yararına işlere adadığını biliyorlardı; Ameres sokaktan geçerken içtenlikle önünde eğildiklerinde Osiris başrahibinin mezhep kardeşleri tarafından tehlikeli bir yenilikçi olarak görüldüğü bu insanların aklından bile geçmiyordu.
Fakat Ameres’in, tarikatından büyük ölçüde ayrıldığı tek bir konu vardı. En derin gizemlere hâkim olduğu için liderlerinden olduğu dinin asıl amacını öğrenmişti. Osiris ve İsis’in, diğer altı yüce tanrının ve Mısırlıların hayvan başlı ilahlar kisvesi altında ibadet ettiği sayısız ilahi gücün aslında hiçbirinin tanrı olmadığının, yalnızca tek bir yüce Tanrı’nın gücü, bilgeliği, ihsanı ve öfkesinin simgesi olduğunun farkındaydı; bu Tanrı öyle kudretliydi ki ismi bilinmiyordu ve insanlar yalnızca özelliklerinin her birine bir benlik kazandırıp bu özelliklere birer tanrı olarak ibadet ettiklerinde asıl yüce Tanrı’yı sınırlı da olsa algılayabiliyordu.
Tüm bunları Ameres ve Mısır dininin en derin gizemlerine vakıf olan birkaç kişi biliyordu. Geri kalan Mısır halkı gerçekten inanarak hayvan başlı tanrılara ve onlar için kutsal olan hayvanlara tapıyordu ama bu hayvanlar konusunda bir fikir birliği yoktu. Krallığın bir vilayetinde ya da bölgesinde timsahlar kutsalken bir diğerinde nefretle bakılıyor, aksine avcısı olarak bilinen firavunfaresi yüceltiliyordu. Birinde keçiye tapılırken bir başka yerde keçiler kesilip yeniyordu; kutsal hayvanların hepsi için durum böyleydi, o vilayete özgü koruyucu ilahi güç olarak hangi tanrılar kabul ediliyorsa ona göre bu hayvanlara ya hürmet gösteriliyor ya da kayıtsız kalınıyordu.
Ameres’e göre, sadece üst düzey rahiplerin vakıf olduğu bu bilgi daha geniş kitlelere yayılmalıydı; bunlara cahil köylü ve işçilerin dahil edilmemesinin şu an için doğru olduğunu da belirterek Mısır’ın bütün eğitimli ve kültürlü sınıflarına ibadet ettikleri tanrıların gerçek dünyasını ve dinlerinin en derin gerçeklerini anlatmak gerektiğini düşünüyordu. Sürecin adım adım işlenmesi gerektiğini, sırra hâkim olanların çevresinin yavaş yavaş genişletilmesinin elzem olduğunu da pekâlâ kabul ediyordu. Fakat önerileri meslektaşları tarafından şaşkınlık ve korkuyla karşılanıyordu. Üst düzey rahipler dışında başkalarının dinin derin gizemlerine vakıf olmasına izin vermenin feci sonuçları beraberinde getireceğini ileri sürüyorlardı.
Her şeyden önce bu, rahipliğe duyulan bütün saygı ve hürmeti derinden sarsar, sahip oldukları otorite ellerinden alınırdı. Tapınaklar terk edilir, şu an tanrılara duydukları sarsılmaz inancı yitiren insanlar çok geçmeden dinlerinden tümüyle vazgeçerlerdi. “Dünya üzerinde Mısırlılar kadar ahlaklı, gözü tok, mutlu ve kolay yönetilebilen başka bir halk yoktur,” diye başlıyordu rahipler, “onların tüm inancını yok edip hepsini bir şüphe ve bilinmezlik denizine sürüklerseniz ne yaparlar? Bunca zamandır rehberleri, öğretmenleri olan ve onların akıllarının almayacağı bir bilgi ve irfana sahip olduğuna inandıkları insanlara artık saygı duymazlar. Bizi onları kandırmakla suçlar, şuursuz bir öfkeyle hem tanrıları hem de rahipleri yok ederler. Böyle bir şeyi düşünmek bile tüyler ürpertici.”
Ameres ikna olmasa da daha fazla diretmemişti. Meslektaşlarının konuyla ilgili ortaya koyduğu görüşlerdeki gerçeklik payının gayet farkındaydı; insanların binlerce yıldır rahiplerin öncülüğünde aslında tanrı olmayan tanrılara taptıklarını öğrenmelerinin ardından muhtemelen dehşet verici sonuçların geleceğini de biliyordu, ayrıca insanların toplu olarak aydınlanmasından doğabilecek kötülüğün bu bilgiden elde edebilecekleri her türlü faydanın önüne geçebileceğini de anlıyordu. Meslektaşlarının da dediği gibi sistem gayet iyi işliyordu, insanların aslında sonsuz bir Tanrı’nın özelliklerini temsil eden hayali varlıklara gerçek ilahi güçler olarak tapmalarının onlara aslen bir zararı olduğu söylenemezdi. Zaten diğer rahiplerin desteği olmadan tek başına hiçbir şey yapamazdı. Yalnızca üst düzey rahipliğin genel onayıyla sırra hâkim olanların çevresi genişletilebilirdi, kendi başına atılacağı herhangi bir girişim gözden düşüp belki de ölümüne yol açmaktan başka bir işe yaramazdı. Bu yüzden sadece en üst düzey rahiplerden oluşan konseye fikirlerini açtıktan sonra Ameres sessizliğini korudu ve kendi halinde yaşamaya devam etti.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.