Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ulpan», sayfa 3

Yazı tipi:

Eseney yine kızgın bir şekilde konuşmaya devam etmişti. Beli sarılıydı, yüzüstü yatıyordu ve başını da döndüremiyordu. Esmer ve çiçek bozuğu yüzü yara bere içindeydi. Neredeyse bir cücenin bacakları kadar olan dirseklerini yastığa dayayıp gürlemeye başlamıştı:

–Ben seni niye okuttum? Senden başka yetim çocuk bulamadım mı hiç? Marifetini göster. Şıngıs’ın düşeceği zaman işte bu zaman. Kahretsin, yatağa düştüğümü görmüyor musun? Eğer böyle olmasaydım, Şıngıs’ın ocağını başına yıkardım!

Eseney bunu yapmaktan çekinecek adam değildi. Stap Rus Kazakları da bundan çekinmezdi. Onlar için hepsi “orda”, Kenesarı kim, Şıngıs kim? “Hepsi bir!” Kenesarı birlikleri ile Eseney’in son çatışması sona erdiğinde rastlamıştı da, korkusuz Rus Kazakları’nın daha yapacakları hiç bitmemişti…

Bunları düşünen Turlıbek, şimdi Şıngıs ile Eseney arasındaki çatışmayı sona erdirmenin bir yolunu arıyordu. Çünkü bu ikisinin arasında bir çatışma olduğu takdirde, halkın arasında da bir ayrılık ve bölünme olacağı şüphesizdi.

–Eseney Bey, şimdi Ombı sizin emeğinizi çok takdir ediyor. Amankaray ilçesini talandan koruyan Şıngıs değil, sizsiniz diye düşünüyor. Buraya gelmeden önce General-Gubernatör’e uğrayıp bir selam verdim. Size çok çok selam söyledi. Çarlık Hükümeti sizin emeğinizi unutmaz, şimdi Eseney Biy’e nasıl bir mükâfat vermek gerek, onu düşünüyorum dedi.

Eseney azıcık keyiflenip daha sakin konuşmaya başladı:

–Sınır Komisyonu’na benim adıma rapor yaz. Üç yıldır Kenesarı ile devamlı mücadele ettiğimi iyice yaz. En sonunda yurda sokmadan sürüp çıkardığımı yaz. Kenesarı’nın bu gidişi, işte o son gidişi oldu. Kaça kaça Betbak’ın çölüne sıkıştı da bir daha bu tarafa dönemedi. Babası Kasım, on yıl kadar oldu Hiyve hanına hizmet edip Ruslarla savaşıyordu. Bu da ondan öteye gidecek değil, diye gururlandı. Teyzesinin oğlunun gerekeni yapacağına inanarak, -Gubernatör’e ne diyeceğini kendin bilirsin, nihayetinde, Şıngıs’ı yerinden etsen iyi olur! Diye sözünü bitirdi.

Ona tamam deyip Turlıbek gitmek için yönelmişti ki, tam o sırada, yanına şehrin yerleşik fakir işçilerinden Tilemis adlı genç delikanlıyı tercüman olarak alıp gelen yüzbaşı içeri girdi.

–Merhaba, Eseney Bey Estemesoviç!

–Merhaba, Efim Töre Kotsuk, merhaba! Eseney’in Kotsuh demeye dili dönmüyor mu yoksa özellikle mi sözü böyle çeviriyor yüzbaşı bunu anlayamadı. Fakat kulağı alışmıştı.

–Eee, Eseney Bey, böylece bütün iş bitti mi diyoruz?

–Ne oldu? Düşmanın tekrar döndüğüne dair haber mi var yoksa?

–Yok yok. Eseney Bey’in başlattığı, yüzbaşı Kotsuh’un sonlandırdığı işin tekrarlamasının mümkünatı var mı hiç!

Eseney ile Kotsuh uzun zamandan beri iyi anlaşan kişilerdi. Onlar açık ve samimi konuşan iki sırdaştı. Birinin Rusça, diğerinin Kazakça anlamadıkları şeyleri, Tilemis tercümeyle anlaşılır hale getiriyordu.

–Bu sefer Kenasarı kesin olarak geri çekildi diyor musun?

–Artık o, burnunun ucunu dahi bu tarafa çeviremez. Rus Kazakları’nın kılıcının tadına bir defa bakan düşman, kim olursa olsun, geriye dönüp de arkasına dahi bakamaz. Yazık ki, yalnızca bir saat savaşabildik. Tozu dumana katarak gelen Rus Kazakları’nın hevesleri kursağında kaldı… Keşifçiler bu Tilemis’i yanlarına alıp, dört gün yol gidip geceleyin döndüler. Esil’in öbür tarafında bir can dahi kalmadan her biri bir yana çil yavrusu gibi dağılıp kaçmışlar.

–Evvelki gün Esil’in diğer tarafına da gidip kırk elli kilometre yol yürüyüp etrafı kolaçan edip geldik. Kimse yok. Kenesarı güneye doğru çekilmişe benziyor. On avulun ihtiyar erkekleri ve yaşlı kadınları da hepsi böyle söylüyor.

–Daha önce hiç kimse yok diyordun ya?

–Savaşan birine rastlamadık demek istedim, Eseney Bey.

Eseney ile Artıkbay Batır yaralanıp askerî hastaneye geldiklerinde cerrah doktor bu Tilemis’i beraberinde getirip konuşmuştu. Eseney’e sizin yaranız hafif, bu batırınız ise ağır yaralanmış demişti.

O zamandan beri Eseney, Tilemis ile iyi anlaşamazdı. Bundan on yedi yıl önce Eseney, Tilemis’in babasına domuz bakıyorsun diye falaka çektirmişti. O zaman on yaşında olan küçük Tilemis, hiç korkmamıştı ve dimdik durmuştu. Küçük çocuk, ağlayarak Eseney’in ayağına kapanan annesini, kendine engel olamayarak yerden kaldırıp alıp gitmişti. Güzel kadının ayağına kapanması mı, yoksa çocuğun onurluluğu mu hoşuna gitti bilinmez, her nasılsa Eseney, beş sopayı affetmişti. Tilemis’in babası çok sıradan, oysa annesi erkeklerin bir bakmadan geçemeyeceği kadar güzel bir kadındı.

“Ay, senin baban bu salak değil, buraya gelip giden takı satan kuyumcu Çerkes ya hu!.. Annenin burnunun dibine kadar gelen bu takıcı işte”, diyerek Eseney onun içine bir kurt düşürmüştü.

Zaman içinde bu küçük çocuk Tilemis, büyüyüp Kafkas görünüşlü yakışıklı bir delikanlı oldu. Rusçayı iyi biliyor gibi görünüyordu. Zeki ve bilinçli bir çocuktu. Falaka olayı Eseney’in aklına yeniden düştü, Tilemis de unutmuş değildi. İkisinin gözlerinde de bu olayın kıvılcımları halen yanıyordu. Geçen zamanın ardından şu anda ise Eseney, Tilemis’i çok beğenmişti.

–Annen baban iyi mi yavrum? Diye şefkatle sordu.

–Babam öldü, annem var, dedi Tilemis. Eseney, delikanlıya daha çok takdir ederek baktı, iç çekti ve sonra:

–İrbit pazarı yakınlaştı. Bu yıl bizimle beraber kalsan da o pazara sen gidip gelsen nasıl olur acaba? Görüyorsun ben bu haldeyim. Benim çocuğum da yok… Dedi. İç çeker gibi oldu.

–Olur tabi Eseney Bey. Ne zaman derseniz, ben hazırım o zaman giderim.

–İki günü geçirmeden bizim evde olsan iyi olurdu. Pazara götüreceğin hayvanları seçmek için de vaktin olurdu o zaman.

–Tamam Eseney Bey.

–Gideceğin zaman bana uğra da git.

Böyle her şeyi bilen, becerikli bir genci avcunun içine aldığını düşünen Eseney, kendiyle gurur duydu. Kotsuh söze karıştı:

–Eseney Bey Estemesoviç, ben Ağa Sultan huzuruna gidiyorum. Yarın yola çıkacağım. Ağa Sultan’ı korumak için bıraktığım Rus Kazakları’nı alıp geleceğim. Kadınları rahatsız oldu. Artık onun korumaya ne ihtiyacı var. Kenesarı gitti. Bizim Gubernatör de ilginç adam: bir sultan ile savaş, öbür sultanı koru diyor. O ikisi ise birbirleri ile kolkola girip oturuyor. Ben Ağa Sultan’ın kuyruğuna bir diken sıkıştırıp geri dönme niyetindeyim şimdi.

Eseney kahkahalarla güldü. Çoktan beri böyle gülmemişti. Yarasının ağrımasına da bakmadı. Yüzüstü yatarak gülen adamın kara kazan gibi kocaman başının ağırlığından ince yastık kılıfının her yerinden kuş tüyleri fırlayıp çıkmaya başladı.

–Benim için de kuyruğuna bir bıtırak sıkıştır!..

Bu olaydan bir ay sonra Şıngıs, ilçe başkanlık merkezini bırakıp kendi bölgesine gitti. Üstelik Ağa Sultan’ın ilçem başkansız kaldı diye hiç kaygılandığı da yoktu. Ağa Sultansız kaldık diye kaygılanan halk da yoktu.

İşte, bu olaylar yaşanalı aradan tam on beş yıl geçti!..

IV

Dönüp tekrar kondukları yere gelen Eseney’in hatırladığı, gözünün önünden geçen büyük olayların silsilesi böyle idi. O zamanlar kamçısından kan damlayan zamanıydı, oysa şimdi altmışına dayanmıştı. Tövbeye geleceği, zorbalık ve cebirle işi olmayacak zamanıydı. Oysa ne talihsizlikti ki, kendisi okun önüne geçip, onun sağ kalmasını sağlayan can dostunun yerleştiği yere göz dikmişti. Ne büyük ayıp, nasıl bir pişmanlıktı bu! Bu büyük ayıbı temizlemek için diğer ata yedekte bir at daha ekleyerek göndermek, acaba batırın gönlünde kırgınlıktan eser bırakmadan, onun gönlünü hoş etmiş midir! Yarın kendisi gidip af diler ya hu, ama o zaman da, üslûpsuz avcı Müsirep’e inanıp böyle davrandım demek ne kadar büyük ayıp olur!

Yılkı sürüsünün getirildiği gölün, batı ve güney tarafları kayın ve kavak ağaçları ile sarılıydı. Burası kayın ve kavak ağaçlarının bir arada bulunduğu sık ormanlık bir araziydi. Kuzey doğu tarafları, söğüt ağaçları ile çalılıkların bir arada bulunduğu karmakarışık ovada yerleşmiş nehri çevreliyordu. Sık kamışlı, pasparlak derin gölün ortası henüz donmamıştı. Eseney, yaklaşmakta olan kış soğuğundan ürperir gibi olup azıcık titredi.

Kışı geçirmek için ne kadar da elverişli bir yer! Ormanın içi nasıl da av hayvanlarıyla dolu. Suyu ne kadar da dupduru ve masmavi. Odunu da var, konaklayacak yeri de. Artıkbay Batır hiç olmazsa bir çift yılkı sürüsünü burada kışlatmaya izin verse ne kadar iyi olacaktı.

Eseney’in yılkıcı ekibi, iki ak çadırdan ve üç kara çadırdan oluşuyordu. Hepsi de söğüt ve çalılıklar arasına, kuytuya kurulmuştu. Ağaç tabanlı kızaklar, yedekteki at ve teçhizatlar ayrı olarak yerleştirilmişti. Eseney’in konakladığı büyük ak çadırın girişinin iki yanında iki Arap asıllı büyük köpeğin kulübeleri vardı.

Köpekler sahibine ne ürüyordu ne de ona yaramazlık yapıp sevgi gösterisinde bulunuyordu. Onlar, kulübelerinden çıkıp önce gerindiler ve daha sonra sahiplerinden emir bekler gibi havladılar.

Hava kararırken Kenjetay döndü.

–Evet?

–“Müzbeli” götürüp batıra teslim ettim. Batır çok memnun kaldı.

–Ne dedi?

–Kimin hatalı olduğuna hala karar verip işin içinden çıkamadım. Ulpancan kimsenin karşı çıkamadığı şımarık büyütülmüş bir çocuktur, kim nereden bilsin… Eseney’in ayıbı değilse belki bu onun mirzalığıdır. Allah razı olsun, dedi.

–Kendisi nasılmış? Yatalak olmalı değil mi?

–Yok, kapıyı açtırıp, yüz adımlık yerdeki kalın kavak ağacını nişan alıp yattığı yerden ok atıyordu. Yarın sizi misafirliğe çağırdı. Nesibeli yengesinin sıcak bavırsağını21 özlemiştir heralde… Dedi.

Eseney bir an, ahiretlik hakkının olduğu bu adamın evine gitmeyeli on üç yıl geçtiğini fark etti.

–Başka hiçkimse hiçbir şey demedi mi?

Kenjetay, yakışıksız bir sözü söylemek istemese de daha fazla gizleyemedi.

–Babası kızına “yavrum, bir ayıp işledim, atımı bunun karşılığında bırakıp geldim demiştin sen, bak ayıbım diye Eseney kendi atını verip göndermiş… Bu işin aslı ne, ben olayı iyice bir anlayayım hele…” dedi. Kızı söze karıştı:

–Vadideki on avul Sıyban’ın bütün hayvanlarını sürüp getirseler de bir kış beslemeye “Karşıgalı”nın otlağı yeterdi. Bir tek Eseney’in yılkısını beslemeye yerimiz yetmezse, ayıplı mı olacağız? Ben bunu söyledim, baba… Haddini aşarak konuştun, yavrucuğum, dedi birisi… Ben iddialaşmayıp, kabahatimi kabullenip, ayıbıma karşılık atımı verdim ve oradan ayrıldım. Şimdi Eseney Biy benim atımı geri gönderdiyse bu benim kabahatli olmadığımı göstermez mi? Bunun üstüne, kendi atını da benimkiyle beraber katıp gönderdiyse bu, ayıp benimdir demeye gelmez mi? Dedi kızı. Babası: -Olur, yavrum, olur, diyerek onu susturmadığında, kızın söyleyeceği söz hala da çok mu acaba diye düşündüm.

–Evin içi nasıl, fakir değil miydi?

–O kadar fakir değil. Katar katar hazineleri olmadığı gibi, bir eksikleri de yok gibi görünüyordu. Evin sağ tarafında kerege22 başına iliştirilmiş uzunlu kısalı iki üç mızrak, bir iki sadak, kabzasında duran kılıç, gümüş kemer…

–Anladım. Namaz kılalım.

Kenjetay, Eseney’in hem seyisi hem imamı, daha açık ifade etmek gerekirse, kulağına fısıldayıcısı, suflörü gibiydi. Namaz surelerini o Eseney’e fısıldayarak hatırlatırdı, Eseney sadece içinden tekrarlardı. Arapça dualara dili de dönmezdi, ezberleyememişti de bir türlü. Arapçada dört türlü “z”, üç türlü “s”, iki türlü “h”, iki türlü “ğ” vardı. Eseney bunlardan birini bile doğru söyleyemiyordu. Bu sebeple, Kenjetay, Eseney ile birlikte namaza durup, Eseney’e doğru dönüp duaların hepsini Eseney’e hatırlatırdı. Eseney tekrarladığında da çoğunu değişik bir şeylere benzetip okuyordu.

Eseney şimdi dindar bir adam olmakla birlikte, bir zamanlar çok kibirli ve zalim bir biydi. Rus sınırına yerleşen Nuralı adlı kendi halinde yaşayan boyun bütün topraklarına el koyup, onları kimsenin rağbet etmediği ıssız bölgeye sürmüştü. Kendi halinde yaşayan bu gariban halk, beddualar ederek topraklarını bırakıp gitmiş olmalı ki, sonraki yıl Eseney’in iki oğlu birden kara çiçek hastalığından bir gün içinde, bir anda ölüp gidivermişti.

Çocuklarını gömdüğü gün, kara çiçek hastalığı Eseney’in kendine de bulaştı. Temmuzun en sıcak günleriydi. Çok cesur olan bu batır adam hastalık karşısında başkarında rastlanamayacak şekilde çok dayanıklı durdu. Atına binip yakındaki “Avliye sor” adlı tuzlu göle çırılçıplak girdi. Arkasından gelen kişilere oraya çadır kurmalarını, içecek getirmelerini emretti ve suyu ılık göle gece gündüz girdi çıktı girdi çıktı. Çiçek çıktığında ateşlenip yanan vücudunu kaşımamaya gayret etti. Baksı23 ve halk hekimlerini de etrafına hiç yaklaştırmadı.

Tuzlu gölün suyunda çiçek hastalığına deva olan ne var onu hiçkimse bilemedi ama Eseney vücudunda kocaman kocaman kara izler kalmasına rağmen, iyileşip hayatta kaldı. O zamandan bu yana hanımı da hiç hamile kalmadı. Hor görülen ve zorbalığa uğrayan Nurali boyunun bedduasına uğrayıp zürriyetsiz kaldım diyerek buna kendisi de kesin bir şekilde inandı. Sert ve dik başlı adam bundan sonra namaz kılmaya başladı. Bilmediği, anlamadığı bir işin, yolundan dönmeyen bir kulu olup çıktı.

Avcı Müsirep’in: “Sahipsiz duran toprakta eğer ki bir kış yaylarsan, çocuğunun çocuğuna kadar senin olup gider” demesinin Eseney’e ok gibi saplanmasının nedeni de işte buydu. Çocuğu olmayan bir kişiye, “çocuğunun çocuğuna kadar” denmesini işitmek elbette ağır gelirdi.

Eseney’in bu günkü namazı namaz olmaktan çıktı. Duların birini bile içinden de olsa doğru tekrarlayamadı. Önceki bildiklerini dahi unutmuş gibiydi sanki. Benim kalbim temiz, Tanrı kendi affeder, dedi ve namazı yarım yamalak tamamlayıp kalktı. Eseney bu gün erken yattı ve geç kalktı. Fakat uyuyamadı, o yana bu yana döndü durdu. Gönlüne bir sıkıntı düştü. Bir şey sanki uzaktan görünüp kaybolur gibi, onu rahatsız ediyor ve huzursuzluk veriyordu. Eseney bunu, Artıkbay Batır’a bilmeden zorluk çıkarmasından dolayı yaşadığı pişmanlık olarak yoruyordu, fakat aslında kendi de buna inanmıyordu. “Kendi kendini kandırma Eseney, kurnazlık yapma!”, diyordu. Gönlüne bir düşünce mi girmişti yoksa ne oluyordu… Düşünce değildi bu ya hu, yüreğindeki bir şeyi uzaktan sezer gibiydi… Utanılacak ve gerçekten bakıldığında tehlikeli bir his gibiydi bu. Eseney bu duyguyu çiğneyip çiğneyip o taraftan bu tarafa atmak istedi. Çiğneyip attım diye, öteki tarafa dönüp yattı. Gözlerini de yumdu. Tanrıya da sığındı. Fakat bir görünüp bir kaybolan duygu, yeniden geri döndü, tekrar tekrar geri döndü. Düşüncelerinin merkezine kısırlığının ta kendisi geldi… Kalbi tırısa geçmiş at gibi şahlanarak atmaya başlayıp, iri vücudunu hararet bastı.

Bu içimdeki beni rahatsız eden şeyden kurtulur muyum acaba diyerek, Eseney yılkılarını nereye yerleştireceğini düşünmeye başladı. Kış boyu av avlayan köpeklerini ve atlarını tekrar tekrar sayıp tamamladı. Hiç farketmiyordu, ne yaparsa yapsın rahatlayamıyordu.

Artıkbay Batır, belinden sakatlandıktan sonra Eseney onun halini sormaya gitmişti. Onun üzerinden işte tam on üç yıl geçmişti. Eseney selam verip eve girdiğinde, dört beş yaşlarındaki kız çocuk korkup, evden dışarı çıkıp kaçmaya çalışmıştı. O çocuk, üç gün boyunca kendi evine girememişti. Kapının eşiğinden bakıyordu ve ardından hemen kaçıyordu.

Bu, Eseney’in İrbit pazarından döndükten sonra arkadaşının evine minnetle geldiği zamandı. Bir at, iki yavrulu kısrak ile beraber, bir deveye çay, şeker, erik, kuru üzüm, giyecek, halı kilim, ev içinde gerekli olan her türlü araç gereci yükleyip getirmişti.

Bu meyve kuruları ve çerezler yoluyla küçük kız çocuğu Ulpan, ancak bir hafta sonra Eseney’e alışmaya başlamıştı. Deveden büyük cüsseli adamın cebi meyve kuruları ve şekerle doluydu… Bu adam, öfkelenmeyen, az konuşan, yumuşak bir ses tonu olan biriydi. Eli yüzü kapkara çiçekbozuğu olsa da iyi bir kişi olup çıkmıştı. Masum çocuk çok geçmeden Eseney ile dost olmuştu. Eseney namaz kılarken sırtına binip:

–Ben deveye bindim! Baba, sen evde kaldın! Diye çığlıklar atıp mutluluktan uçuyordu. Namazda oturmak, kalkmak, eğilmek, bükülmek, secdeye varmak vardı ve bütün bunlar küçük çocuk için eğlenceli görünüyordu.

–Kalk şimdi, otur şimdi, eğil, bükül! Diye kaç defa söylese de “devesi” onun dediğini yapıyordu. Çocuksuz kalan adam, bir süreliğine de olsa çocuk sahibi olmanın mutluluğunu yaşayıp, duygulanıp, merhamet duyguları kabarıp, çocuk sahibi olan bir kişinin mutluluğunu tatmıştı.

Eseney, iki oğlu bir günde öldüğünden beri kendi evinde küçük çocuk sesi duymamıştı. Küçük bir çocuğun kokusunun nasıl olduğunu unutmuştu, küçük bir çocuğun bıcır bıcır konuşup, olmayacak şeylere sevinip olmayacak şeylere üzüldüğünü anlamaz olmuştu.

Ulpan geç uyandı. Elini yüzünü yıkadı. Yemeğini yedi ve Eseney’e:

–Ata, namaz kıl! Dedi.

Eseney sabah namazını çok daha erken kılmış olsa da tekrar namaza durdu.

–Önce otur! Dedi Ulpan. Eseney eğilip oturdu.

Ulpan önce onun ayaklarının üstüne oturup, yakasından çekip daha sonra kollarını boynuna sardı ve: -Şimdi kalk! Dedi.

Bir gün Ulpan, Eseney’in önünde şımarıklıklar yapıp:

–Ata, senin yüzünü kim tırnaklarıyla yoldu? Diye sordu.

–Senin gibi küçük bir çocukken kara bir kurt yedi. Sen avuldan uzaklara gidip oynama, oldu mu?

O sırada Ulpan birden Eseney’e:

–Sen kara boğa mısın? Diye sordu. Hayvanlar içinde büyüyen çocuk, aslan ve fil gibi hayvanları hiç bilmiyordu.

–Yok, boğa değilim. Boynuzum yok. Çocukları boynuzumla süsmüyorum.

–Aaa, bildim bildim, sen kara buğrasın! Dağ gibi büyük bir kara buğrasın. Ben senden korkmuyorum. Sen iyi bir buğrasın, öyle değil mi?

–Evet evet.

Yine bir defasında namaz kılan Eseney’in boynuna asılıp:

–Aaa, ata, popomu karınca ısırıyor! Diye az kalsın yere düşecekti. Atlayıp yere indi.

Eseney çocuğu bir eliyle tutup, gömleğini sıyırıp, kadife şalvarını indirip, uçkur kısmında gezinen kara karıncayı yakaladı. Çocuğun belini bir iki defa eliyle sıvazladı. Kalçasından azıcık yukarıda gömlek düğmesi gibi ufakça, kara et beni vardı, Eseney’in gözü istemeden ona ilişti.

Eseney’in bu gün gördüğü genç kız, işte bu Ulpan’dı. Bundan on üç yıl önce gördüğü küçük kız, çok öncelerde onun aklından çıkıp gitmişti. Oysa şimdi, Ulpan’ın bu günkü cesaretliliği, Ulpan’ın çocukluğundaki şımarıklığı ile siyah et benini Eseney’e yeniden hatırlatıvermişti. “Küçükken şımarık olacağa benziyordu, evet hiç çekinmeden konuşan bir kız olmuş ya hu!.. Zeki ve akıllı olacaksın” diye düşünmüştü, düşündüğü meğer gerçek olmuştu. Galip gelmemize izin vermeden bırakıp gitti ya! Avcı Müsirep falakaya yatırayım mı dedi ya!.. Evet, falakaya yatır dese, falaka çekmeye başlasa… o küçücük et beni gözüne ilişse tanır mıydı acaba?!

Tanrım, benim aklıma neler geliyor böyle! Lakavlı eldabelda, galı men kazım24… Sağ yanıma dönüp yatayım bari, uyuyayım…

Yok, uykunun geleceği yok. Bedenini hararet basmıştı. Bana kara buğrasın demişti ya hu!.. Ben senden korkmuyorum dedi. Bırak, yaşlı buğra, bırak!.. Kudurma!

Gürbüz vücutlu, uzun boyunlu bir kız olmuş, öyle mi? Kara beni de büyüdü mü acaba? Yoksa o, gömlek düğmesi gibi olup apak belinde duruyor mu? Yok, beni büyümemiş olsa gerek… Ah keşke, kadife kara ben sol yanağında, bıyık altında dursaydı!

Bırak diyorum, yaşlı buğra, bırak artık! Yarın Artıkbay Beye gidip bir hal hatır sorup döneyim. Yılkımı başka tarafa gönderdiğimi söyleyip af dilersem eğer, batırın gönlünü hoş etmiş olurum.

Ulpan, hiç olmadı bir çay koyup verecektir ya hu… Çocukken dudakları kıpkırmızı, parmakları uzunca, gözleri alev gibiydi. Masum yavru, çiçek hastalığına yakalanmamış demek ki… Ey Allahım, sen koru!..

Herhangi biri herhangi bir zamanda gidip de dünür olmuş mudur acaba ya hu… Bu konuda söyleyecek söz yok ya. İtlikti bu, nasıl bir ardamarı çatlamış itlikti bu! Kazaklar daha beşikte yatan çocuklarını beşik kertmesi yapardı. Fakirleşen batır, çok önceden kızı karşılığında kalınmalını25 alıp yemiş olmalı.

Annesi Nesibeli hem güzel hem de sevimli bir kişiydi. Ona çekmiş ya hu! Huyu da annesine benzediyse, samimi, dışa dönük ve sıcakkanlı olmalı. Bu, bulunmaz bir huydur ya hu! Ona gelin duvağı nasıl da yakışırdı kimbilir!

Gümüşle süslenmiş tekne önünde, oymalı kepçe elinde kımızı nasıl karıştırdığını bir görür müyüm acaba… bir kerecik! O zaman büyük ak otağa can verirdi hey gidi!

Bırak diyorum, yaşlı buğra, bırak artık başına bela çağırma!

Yedi yıldan beri ayrı yaşadığı hanımını hatırladı. Evet, Kanıkey de güzel kadındı. Zavallı şımarıklaştı. Eseney biy olduktan sonra o da kendisini biy olmuş sayıp, halka zulüm yaptı. Zaten tanınmış bir zenginin kızıydı. Eseney ile zıtlaşmaya başladı. Bir türlü oturduğu yerde oturamayan, herkesi aşağılayan biriydi. Bu huylardan hoşlanmayan Eseney ile sık sık tartışıyordu. Doğurduğu iki oğlunun bir gün içinde vefat etmesini, Eseney’in tanrının kargışına uğraması olarak yorumladı ve o da Eseney’e beddua eder oldu. Sonunda kendi payına düşen malı mülkü alıp, Kirköylek adlı yerde ayrı olarak yaşamaya başladı.

Sert mizaçlı Eseney, o zamandan beri kadın adını unutmuşçasına sadece hayvanları ve biyliği ile yaşayıp gidiyordu. İşte şimdi, içine bir şeytan girmişçesine, gece boyu kendi kendiyle mücadele edip, gözüne uyku girmedi. Tanrısı onu tövbeye getirmeseydi, Tanrının cezasına mı çarptırılırdı ne yapardı…

21.Anadolu’da bişi/pişi olarak bilinen, yağda kızartılan mayalı hamurdan yapılan millî Kazak yiyeceği.
22.Kerege: Keçe çadırın katlanıp açılabilir şekilde olan iskeleti.
23.Kam, bahşı.
24.Arapça kelimelere bir türlü dili dönmeyen Eseney’in “Lahavle…” telaffuzu.
25.Kalınmal: Geleneksel Kazak hayatında erkek tarafının kız tarafına ödediği başlık parasına benzer bir bedeldir. Kalınmal bedelinin yüksekliği, kalınmalı veren ve alan tarafın sosyo-ekonomik düzeyinin bir göstergesidir.
₺35,03