Kitabı oku: «Bir zamanlar dünya düzken»
Her zamanki gibi, Rhona için… Yazmayı tam zamanında bitirebileyim diye elinden gelen her şeyi yapan Kath ‘Kay-Dee’ Davies’e en içten teşekkürlerimle.
Giriş
Antik çağlardan bu yana, bilim hakikatten pek çok defa sapmıştır.
Keşifler, çoğu zaman içinde bulunulan dönemin dayattığı baskılarla şekillenmiştir. İnsan anatomisi konusunda bilgisiz olan antik Yunanlar, bedende dört ayrı sıvı olduğu fikrine dayanan teoriyi geliştirmişlerdir. Bu fikir, on dokuzuncu yüzyılda bilimsel tıbbın yükselişine kadar hâkimiyetini sürdürmüştür.
Bu fikirler kimi zaman da saf çılgınlığın ürünü olmuştur. Yirminci yüzyılın sonunda Ruanda’daki soykırımı haklı çıkarmak için kullanılan, görünüş itibariyle masum “frenoloji” kavramının gelişimi bunun bir örneğidir. Bazen de bilimsel “hakikatler” gizli bir amaca sahte bir destek verme çabasıyla icat edilmişlerdir. Tıpkı sağ-muhafazakâr politikacıların tamamen suni bir kavram olan subliminal1 mesajlaşmayı benimsemesi gibi. Bu fikirlerin tartışmalı doğasına rağmen, Bir Zamanlar Dünya Düzken insanlığın bugüne kadar bilimin insafına kalmış olduğu -ve muhtemelen her zaman öyle kalacağı- gerçeğinin altını çizecek.
Neyse ki sahip olduğumuz bilimsel bilginin tamamı böylesine yıkıcı etkiler yaratmadı; bu kitapta sunulan bazı örnekler yüzünüzü gülümsetecek. Simyacıların felsefe taşı (tüm adi metalleri altına çevirebilecek araç) arayışlarından tutun da vibratörün oldukça şaşırtıcı tarihi ve oyuk dünya teorisine kadar, bilim yıllıkları tuhaf insanların tuhaf fikirleriyle dolup taşıyor. Daha şaşırtıcı olan bir şey varsa o da bilimin kimi düzmece fikirlerinin günümüze çok yakın bir tarihe kadar varlığını sürdürmüş olması. Günümüzde tıbbi ve bilimsel düşünce ne kadar ilerlemiş olursa olsun, yüz yıl içerisinde buna benzer bir kitabın bugünün bilgi birikimiyle dalga geçmeyeceğini hiç kimse garanti edemez.
Kafanıza Bir Baktırın!
İnsanların kafataslarının fiziksel ölçüleri, kişilik özelliklerini de etkiliyor
Geçtiğimiz yüzyılların bilimsel safsatalarının pek çoğu ortaya çıktıkları dönemlerde insanlığa pek zarar vermediler. Bunlar çoğunlukla, yeni buluşlarla arkalarında hiçbir iz bırakmadan yok olup gittiler. Ne yazık ki bu durum sözdebilim olan frenoloji2 için pek de geçerli değil. Frenoloji, ortaya çıktığı dönemde pek çok adaletsizliğe ve üzücü duruma neden oldu. Yirminci yüzyılın sonunda gerçekleşen soykırım, frenoloji biliminin insanlığa verdiği zararlar arasında en önde geleni.
FRANZ GALL YA DA FRENOLOJİNİN SAFRA KESESİ
Viyana Üniversitesi’nin yetiştirdiği Alman hekim Franz Josef Gall (1758-1828), frenolojinin kurucusudur. Bu kurum, insan ırkı konusundaki pek çok diğer düzmece kavramın da üretildiği yer olmuştur (sayfa 11’deki kutuya bakınız). Gall’ün geliştirdiği teoriye göre, insan beyni yirmi yedi ayrı bölgeden oluşmaktadır. Her bir bölge farklı işlev, kişilik özellikleri ve eğilimlerden sorumlu olup tamamen ayrı ve bağımsız organlar olarak varlık gösterir.
Frenolojik büst
APTALLIK DERSLERİ
1925 yılında, Viyana Üniversitesi ırkçı ideolojinin beslendiği entelektüel zemin haline gelmişti. Bu ırkçı kavramlar arasında etki alanı en geniş olanı ve en çok bilineni, “ırksal hijyen arayışı” anlamına gelen “Rassenpflege” kavramıydı. Üniversitenin antropoloji bölümünde profesör olan Otto Reche, bu fikirlerin en yılmaz savunucusu olup “Rassenpflege”nin “tüm iç politikanın temelini, dış politikanın da en azından bir parçasını oluşturması gerektiğini” savunuyordu.
Birey, bu bölgelerden birini ne kadar çok kullandıysa ya da kendisini söz konusu bölgenin uyardığı duygusal ya da fiziksel dürtülere ne kadar bıraktıysa o bölge o kadar büyük olacaktı (aşırı kullanılmış kaslarda olduğu gibi). Gall, bulgularının gerçeklerden tamamen kopuk olmadığını savunuyordu. Gall’ün hakkını vermek gerekirse, bugün beynin belli bölgelerinin, belirli işlevler ya da kişilik özellikleriyle bağlantısının olduğu ve bu bölgelerden bazılarının zihinsel egzersizle büyütülebildiği bilinmektedir.
Franz Gall, eğer araştırmasını bu noktada bırakmış olsaydı araştırması kötü sonuçlara yol açmayacaktı. Gall’ün hatası, çok temel bir öncülü, geniş çaplı bir spekülasyonlar ve varsayımlar bütününün yapıtaşı haline getirmesiydi. 1805 yılına gelindiğinde, Gall bu yirmi yedi bölgenin, kafatasının ön tarafındaki (kuvvetle karşılaştıklarında büyüyen ya da kabaran) yumru ve tümseklerden sorumlu olduğuna kanaat getirmişti.
Kafasına baktıran biri
BEYİN EĞİTİMİ
2010 yılı Mart ayında, University College London’dan Profesör Eleanor Maguire, Londra’daki taksi sürücülerinin hipokampüslerindeki büyüme eğilimlerini incelediği kapsamlı araştırmasının sonuçlarını yayımladı. Araştırma için taksi şoförleri seçilmişti; çünkü onların belli bir “bilgi”yi öğrenme zorunlulukları vardı. Her bir taksi şoförünün, kentte belirlenmiş herhangi iki nokta arasındaki en iyi güzergâhı bulma yetisini göstereceği zor bir sınavdan geçmesi bekleniyordu. Profesör Maguire, bir sürücünün çalışma saatleri uzadıkça hipokampüsünün de genişlediği sonucuna varıyordu.
AKIL HASTALIĞI
Gall, katillerin, hırsızların ve diğer suçlara karışmış insanların kafatasları üzerinde kapsamlı araştırmalar yürüttü. Bu çalışmaların sonunda, bunlar arasında bağlantı kurmaya yetecek miktarda benzerliğin bulunduğu sonucuna ulaştı. Benzer araştırmaları akıl hastalarının kafatasları üzerinde de yürüttü ve onların kişisel durumlarının bazı bölgesel işlev bozukluklarına dayandırılabileceğine karar verdi. Aynı şekilde buradan da Gall’ün tezini destekleyecek türde veriler çıktı; çünkü akıl hastalarının daha önceleri kendi istekleriyle ya da ruhları şeytan tarafından ele geçirildiği için öyle oldukları düşünülüyor ve bu nedenle düzenli olarak şiddete maruz bırakılıyorlardı. Frenolojinin getirdiği bu bakış açısıyla birlikte, neredeyse bir gecede, akıl hastalığı ilk defa gerçekten bir hastalık olarak görülmeye ve buna göre tedavi edilmeye başlandı.
Orson Fowler’ın editörlüğünü üstlendiği American Phrenological Journal’ın Mart 1848 sayısı
Ancak bu durum, Gall’ün “bilimsel olarak kanıtlanmış” modelinde ifade edildiği şekilde kafalarında yumrular ve tümsekler bulunduran diğer insanlar için pek hayra alamet değildi. Daha önce hayatlarını sorunsuz bir şekilde sürdürmüş olsalar da artık Gall’ün bilimsel modeline göre potansiyel katil ya da da akıl hastası olarak damgalanıyorlardı. Öyle ki birkaç şanssız kişi, önleyici tedbirler kapsamında hapsedilmişti. Gall’ün teorilerinin toplumsal düzeyde de önemli bir karşılığı vardı. İnsanlar Gall’ün argümanlarına doğrudan olmasa da ünlü isimlerin yapıtları aracılığıyla (Brontë kardeşler, Bram Stoker ve hepsi arasında en tanınmış olanı Conan Doyle’un Sherlock Holmes hikâyeleri de dahil olmak üzere) ikinci elden ulaşıyorlardı. Onların gözünde, Holmes için doğru olan bir teoriyi tartışmaya gerek yoktu.
Şirketler, çalıştıracakları personelin seçiminde frenolojiden yararlanıyordu. Müşterilerine çalışanları arasında akıl hastası bulunmadığının güvencesini vermek için personel adaylarının kafalarını incelemeye tabi tutan uzmanlar bulunduruyorlardı. Mahkeme salonlarında çok sayıda sanık, profesyonel frenolojistlerin ipe sapa gelmez bilirkişi görüşüne dayandırılarak hapse atılıyordu. Ancak Gall’ün fikirlerindeki çatlaklar,1820 yılına gelindiğinde çoktan kendini göstermeye başlamış ve 1850’ye gelindiğindeyse teorisi tamamen çökmüştü. Gall’ün teorisi, yalnızca Birleşik Krallık’ta varlık göstermeye devam ediyordu.
AVA GİDEN AVLANIR
Frenoloji, bu dönemde özellikle “Fowler kardeşler” olarak bilinen Orson (1809-87) ve Lorenzo’nun (1811-96) çabalarıyla (Fowler kardeşler, Amerikan deneme yazarı Ralph Waldo Emerson [1803-1931] ve mucit Thomas Edison’ın [1847-1931] da takdirini kazanmıştı) ABD’de kendine çok sağlam bir yer edindi. Fowler kardeşleri tamamen şarlatan olarak yaftalamak insafsızlık olur; ancak her ikisinin de kolay yoldan para kazanmak için can attığını kabul etmek gerekiyor. Bu durum, özellikle Birleşik Krallık’ı 1860’ta bir ders vermek üzere ziyaret eden, ama bu ziyaretin onun için ekonomik açıdan çok kazançlı olduğunu görünce orada kalmaya karar veren Lorenzo için geçerliydi.
Lorenzo’nun Londra’da yaşadığı dönemde, 1872 yılında kurmuş olduğu Fowler Enstitüsü’nde, Amerikalı yazar ve mizahçı Mark Twain, Lorenzo’yu ifşa etmek için boş yere uğraşacaktı. Şakacı bir kişiliğe sahip olan Twain, alt orta sınıf bir kılığa bürünerek analizden geçmek üzere Fowler’ın enstitüsünden randevu aldı. Analizine konu olan araştırma nesnesine ilgisi yalnızca para kazanmakla sınırlı olan Fowler, Twain’in kafatasında önemli bir çukur tespit etti. Fowler’ın iddiasına göre, bu çukur, Twain’in her türlü mizah anlayışından yoksun olduğu anlamına geliyordu. Fowler’ın profesyonel kanaatine göre, çalışmasına konu olan araştırma nesnesi her türlü yaratıcılıktan yoksun olup günlük memuriyet işlerine daha yatkındı. Analiz sonuçlarını dinledikten sonra Twain, tevazuyla ve sessizce teşekkür etti, ücretini ödedi ve oradan ayrıldı.
O ZAMANLAR İYİ BİR FİKİR GİBİ GÖZÜKÜYORDU
1958’de Dr. Edmund Teller (hidrojen bombasının babası) Alaska’daki Cape Thompson’da bir mil çapında bir liman inşa etmek için bir dizi hidrojen bombası patlatmayı öneriyordu. Bu öneri daha sonra rafa kaldırıldı.
Birkaç ay sonra, Twain kendi adına yeniden randevu alıp kendisiyle özdeşleşen beyaz takımı içerisinde, tüm gösterişi ve ihtişamıyla, Fowler’ın ofisini yeniden ziyaret etti. Fowler, ünlü müşterisine karşı bu defa son derece nazikti. Bir önceki görüşmelerinde Twain’in kafatasında çukur tespit ettiği noktada, şimdi yıldızın mizahçı olarak sahip olduğu uluslararası itibarı da destekleyecek şekilde “dağ gibi bir çıkıntı” olduğunu tespit etmişti. Twain ücretini ödemiş ve sonuçları yayımlanmaya bırakmıştı. Hiçbir şey Fowler’ın toplumsal çoğunluğun yanında yer almasını engelleyemezdi. Lorenzo bu olaydan sonra, yeni gelişmeye başlayan frenoloji partilerine her türlü desteği sağlamak için, oldukça yüklü bir miktarda posta havalesi yapacaktı.
Günümüzde antika dükkânlarında da görülebilen, konik, bej renkli ve frenolojiye ait siyah işaretlerin bulunduğu büstlerin Lorenzo’nun tasarladığı ürünlerden biri olması pek muhtemeldir. Fakat tüm bunlar kimseye hiçbir zararı dokunmayan eğlence unsurlarıydı; muhtemelen ruh çağırma oturumlarından çok daha az tehlike teşkil ediyorlardı. Bugün Fowler’dan geriye çok az şey kaldı. Ondan geriye kalan şeylerden biri de İngilizce sözlüğe soktuğu birkaç deyim. Entelektüel kimseler için kullanılan high brow, kültürsüz kimseler için kullanılan low brow sıfatları ve akıldışı davranışlar sergileyen kimselere “kafasını bir gösterme” zamanının geldiğini hatırlatmak için kullanılan had their bumps felt deyimleri Fowler’ın İngilizceye kazandırdığı ifadelerdir. Ancak olaylar gittikçe kötü bir vaziyet almaya başlayacaktı.
Kriterlere uygun bir kafatası
KÖTÜLÜĞE GIDEN YOLDA BIR DÖNÜM NOKTASI
Versay Anlaşması (1919) ile eski bir Alman kolonisi olan Ruanda, Belçika’nın denetimine geçmişti. Frenolojinin önde gelen savunucularından Paul Bouts’un (1900–90) önderliğinde, Belçika’nın da frenoloji modasına yenik düşmesiyle işlerin kötü bir seyir izleyeceği karanlık bir dönüm noktasına ulaşıldı. 24 yaşında, aynı zamanda papaz olan bir frenolojist çoktan Belçika’nın ulusal figürlerinden biri haline gelmişti. Bouts, anayurdunun dört bir tarafındaki çeşitli kurumları ziyaret etmiş ve kendi tasarladığı aletlerin yardımıyla mahkûmların kafalarının ölçümünü yapmıştı. Bouts, bulgularına dayanarak kimin “normal” olduğu ve kimin “normal” olmadığına ilişkin şüpheli açıklamalar yapıyordu.
Bouts’un icatları Ruanda’daki Belçika Kolonyal İdaresi tarafından ırksal üstünlük meselelerini düzenlemek için kullanılmaya başlandığında meselenin ırksal boyutu da etkisini göstermeye ve işler daha da kötü bir hal almaya başlamıştı. Kolonyal idare, Tutsilerin Hutulardan ırksal olarak üstün olduğunu ilan etmişti. Bu iki gruba bu temelde muamele etmeye başlarken gruplardan birini her türlü meselede ve hizmette diğerinden daha üstün bir konuma yerleştiriyordu. Gerisini hepimiz çok iyi biliyoruz. 1994 yılında gerçekleşen soykırımda Hutu ırkçılar, tahminen yarım milyonla bir milyon arasında Tutsinin ve daha az sayıda Hutunun yaşamına son verdi.
Kötü Titreşimler
Yürümekte olan bir tabur asker, asma bir köprünün çökmesine neden olabilir
On dokuzuncu yüzyılda ordulardan (tek bir müfrezeden bütün bir alaya kadar) yürüyüş halindeki tüm askeri birimlerinin bir köprüden geçerken uygun adım yürüyüşü bırakmaları isteniyordu. O dönemdeki bilimsel tartışmalar da bu öneriye katkı sağlıyordu. Bu tartışmalar, tüm nesnelerin doğal bir frekansa sahip olduğu düşüncesi etrafında dönüyordu. Bu, bir şeyin harekete geçirildiği zaman titreyeceğini gösteren frekanstı. Tempoyla yürüyen askerlerin birbirini tekrar eden eşzamanlı adımlarının, geçtikleri köprünün doğal frekansıyla eşleşmesi durumunda, ortaya kaçınılmaz bir felaketin çıkacağına inanılıyordu.
BELALI SU
Bu kavram, 12 Nisan 1831 tarihinde yaşanan Broughton Asma Köprüsü felaketinin ardından doğmuştur. 1826’da varlıklı Manchester’lı John Fitzgerald’ın şahsi katkısıyla inşa edilen köprü, Lancashire’daki Broughton ve Pendleton arasında bulunan Irwell Nehri’ni bağlıyordu. O gün, Teğmen John Fitzgerald (oğul) 60. piyade bölüğünün yetmiş dört mensubunu arazideki talimlerinin ardından Salford’daki kışlalarına götürüyordu. Köprüyü geçerken adımlarını gururla attıkları sırada yapı çökmeye başlamış ve adamların üzerinde durduğu tüm kolon nehre devrilmişti. Neyse ki suyun derinliği yarım metre kadar olduğundan küçük çaplı yaralanmalarla kazayı atlatmışlardı.
Bilim insanları anında durumu, Fitzgerald’ın kaydadeğer bağışlarda bulunduğu, yeni açılan Manchester Mekanik Enstitüsü’yle paylaşmıştı. Enstitüdekiler, çökmenin, hep birlikte ayaklarını yere sertçe vuran askerlerin neden olduğu rezonanstan kaynaklandığı sonucunu çıkarmıştı. Bu çıkarım, asma köprülere yatırım yapanlara bir nebze olsun rahat bir nefes aldırmıştı. Türünün ilk örneklerinden olan Broughton Köprüsü bölgede bir gurur kaynağıydı. Onu tasarlayanlar ve inşa edenler yetersizlikle ya da daha kötü bir şeyle suçlanmayı istemiyorlardı. Ordu beklendiği gibi yürüyüş yapan tüm birimlere, küçük ya da büyük fark etmeksizin, anında talimat göndermişti. Yıkılmaya neden olacağı korkusuyla, askerlerden köprülerden geçerken yürüyüş düzenlerini bozmaları ve rasgele yürümeleri isteniyordu.
HİÇ DUYMAMIŞTIM! ÇÜRÜTÜLMÜŞ POPÜLER BİLİMSEL FİKİRLER
• Merkezkaç kuvveti diye bir şey yoktur.
• Isı yükselmez, kendisini eşit oranda çevresine dağıtır.
• Mide ülseri, stres ya da baharatlı yiyeceklerden değil, “helikobakter pilori” adındaki bir bakteriden kaynaklanır.
• Kuantum sıçraması, oluş halindeki sismik bir adımı ifade etmez; madde, hiçbir gözlenebilir değişiklik göstermeden bir durumdan diğer duruma geçerken ortaya çıkan geçiş sürecindeki bir dakikalık değişimi ifade eder.
İŞİN ÖZÜ
Gerçekte, -çok gerçek bir kuvvet olsa da- mekanik rezonansın konuyla hiçbir ilgisi bulunmuyordu ve yürümekte olan askeri kıtalarla da hiçbir ilgisi yoktu. Karmaşa ortadan kalktıktan sonra köprünün patronuyla bağlantısı olmayan bağımsız mühendisler alanı incelediklerinde, zemin ankrajına3 bağlı destek zincirlerinden birini koruyan büyük cıvatalardan birinin koptuğunu fark ettiler. Köprüyü askıda tutan zincirleri sağlama alan diğer cıvataların pek çoğunun da ya bükülmüş ya da çatlamış olduğunu gördüler. Kullanılmakta olan cıvatalar daha önce bozulanların yerine takılmış üç yıllık cıvatalardı.
Konu biraz daha sorgulanınca, önde gelen inşaat mühendislerinden Eaton Hodgkinson’ın (1789-1861) zincirlerin sağlamlığı konusunda şüpheleri olduğunu ve yerine monte edilmeden evvel test edilmesinin yararlı olacağını ifade ettiği öğrenildi; ancak bu sağduyulu öneri ihmal edilmişti. Ayrıca askerlerin uygun adım yürüyüşleri köprünün akıbetinin öngörülemeyen habercisiyse; köprü, birlikler Kersal Bölgesi istikametinde yürürken neden çökmemişti? Aslında köprü çökmeye çoktan hazırdı ve birliklerin ağırlığı altında çöküvermişti; uygun adım yürüyüşün konuyla hiçbir ilgisi yoktu. Bu düpedüz teknik bir hataydı; çünkü köprü kötü tasarlanmış ve inşa edilmişti.
MİT GÜÇLENİYOR
Ne var ki ağır bir yürüyüşün köprüyü parçalara ayıracağı şeklindeki mitin devam ettiği bir sırada, Angers Asma Köprüsü’nün Fransa’da 16 Nisan 1850’de çökmesi bu miti daha da kuvvetlendirmişti. 500 kişilik birkaç taburdan oluşan bir müfreze kuvveti, şiddetli bir fırtınanın tam ortasında köprüden yürüyorken iki asma kablosunun kopmasıyla köprü çökmüştü. Toplamda 226 asker yaşamını yitirdi. Ancak askerlerin çift boşluklu sıraya girip yürüyüş düzenini bozmuş olmalarına rağmen, yürüyüşün neden olduğu mekanik rezonans, olayın sorumlusu olarak görüldü. Bununla birlikte bölgedeki taburların varlığı yadsınamayacak kadar çoktu ve bütün müfrezeler rutin olarak köprüyü kullanıyordu, bazıları uygun adım bazılarıysa düzensiz adımlarla yürüyordu. 16 Nisan’da aynı alaydan iki müfreze, hiçbir kaza olmadan günün erken saatlerinde köprüyü geçti. Ancak yine de kopmuş kabloların bağlantı noktalarında aşınma sorunları tespit edildi. Broughton Asma Köprüsü’nde olduğu gibi, Angers’ın çöküşü de basit mekanik bir hatanın sonucunda gerçekleşmişti.
Angers Asma Köprüsü’nün çöküşü
MİLENYUM SARSINTISI
Mart 2010 tarihli Physics Today’de yayımlanan “Londra Köprüsü’ndeki Sarsıntı ve Sallanma” başlıklı makalede, fizik profesörü Bernard J. Feldman, Londra’da Haziran 2000’de yeni açılan Milenyum Köprüsü’nde yaşanan sarsıntının, eşzamanlı rezonansın sonucu olduğu fikrine karşı çıkıyordu. Yayaların adım sıklığı köprünün yatay dalgalanmasının iki katı olduğundan sarsıntı üzerinde herhangi bir etkisinin olmayacağı fikri, argümanının temelini oluşturuyordu.
KUVVETLİ RÜZGÂRLAR
1940’ta Amerika’nın Puget Sound Boğazı üzerindeki Tacoma Narrows Asma Köprüsü’nün olağanüstü çöküşünün, otomatik olarak rüzgârın neden olduğu rezonanstan kaynaklandığı düşünüldü. Köprü, üst kısmının yerleştirilme biçiminden dolayı, daha inşası sırasında bile “Galloping Gertie”4 unvanını almıştı. Buna rağmen, köprünün daha sonraki dehşet verici çöküşü sadece bir kayıpla sonuçlanmıştı: Tubby adındaki bir spanyel.
Köprü güya 120 mph5 şiddetindeki rüzgâra karşı koyabilecek güçte inşa edilmiş olmasına rağmen, felaket 40 mph şiddetindeki rüzgârda gerçekleşmişti. Ne var ki suç, rüzgârın neden olduğu rezonansa atıldı. Köprünün üzerinden şiddetle esen rüzgârın bir hortum dalgası yarattığı ve bunların dalgalanmalarının köprünün doğal frekansıyla eşleştiği düşünüldü. Daha sonra titreşimler öyle bir noktaya ulaştı ki köprüyü çökme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı.
BEKLENMEYEN SONUÇLAR ORTAYA ÇIKMAYA BAŞLIYOR
Mekanik ya da rüzgâr kaynaklı rezonansa ters düşen Gertie muhabbeti, birkaç istisna dışında, bugün hâlâ çok yaygın. Robert H. Scanlon (1914-2001) bu yanılgıyı şiddetle eleştiren birkaç yazı kaleme aldı. Golden Gate Köprüsü projesinin bir numaralı danışmanı olarak onun yorumlarının ciddi bir ağırlığı vardı. Uluslararası arenada bu gibi yapılara dair yapılan aerodinamik ve aeroelastisite6 alanındaki çalışmaların babası olarak bilinen Scanlon, alandaki diğer öne çıkan önemli isimlerle birlikte, Tacoma resonans teorisine ardı ardına darbe vurdu.
Profesör P. Joseph McKenna ve Profesör Alan C. Lazer’ın makalesi “Rock and Roll Bridge”, Tacoma rezonans teorisine karşı çok ikna edici bir argüman sunmaktadır. Onlara göre, rezonans çok hassas bir kuvvettir. Bir bardağın kırılmasını örnek olarak kullanan McKenna ve Lazer, frekansı, nesnenin doğal frekansıyla eşleştirmeye zorlamak için ihtiyaç duyulan özel şartlar olarak tanımlamaktadır. Bu tür “hassas, sabit şartlar”ın Tacoma Köprüsü’nü vuran kuvvetli fırtına esnasında ortaya çıkması muhtemel değil. Onlar köprünün çöküşünü daha çok fırtına esnasında görülen farklı salınım türlerine bağlıyorlar ki bunlar yolun aşırı derecede kıvrılmasıyla sonuçlanmıştı. Tacoma taşıt yolu rüzgârda yükselip şiddetli bir şekilde düşerken askı kablolarının üzerine binen baskının da meseleye yardımcı olmadığını ekleyebilirim.
Çöküşlerinin tek tek kendine özgü koşulları olmasına rağmen, Broughton, Angers ve Tacoma köprülerinin rezonans teorisiyle hiçbir ilişkisi bulunmuyordu. Ancak bilimin eski hataları her zaman bu kadar kolay yok olmuyor. İşte bu nedenle askeri birlikler, her ihtimale karşı, belki eski batıl inançlarında bir doğruluk payı vardır diye, köprüden geçerken uygun adım yürümeyi bırakırlar.
ÇOK İNCE NOTALARI SÖYLEYEBİLMEK
Başka bir büyük rezonans miti de camın insan sesiyle kırılabileceği inancı. On dokuzuncu yüzyılda bilim insanları bir opera şarkıcısının bir notayı yeterli uzunlukta söylemesi durumunda bir su bardağını kırabileceğine inanıyordu. Kulak zarını patlatan çok sayıda salon gösterisi olmasına rağmen, bunda bir hata vardı; zira insan sesi camı parçalayacak kadar kuvvetli değil. Ancak hangi numara kullanılırsa kullanılsın -hava tabancasının suç ortaklığı curcunanın ortasında duyulmayacaktı- bilim yine rezonansın gücünü yüceltme aldatmacasının parçası olmuştu.
Çok daha yakın bir tarihte ise ünlü bir televizyon reklamı Ella Fitzgerald’ı benzer bir numarayı yaparken gösteriyordu; ancak bu da bir aldatmacaydı. Sır camın kendisindeydi: Öncelikle kendi rezonans notasını çıkarması için onun “vızıldatılması” gerekiyordu; bunun cam kırılana kadar, hoparlörle cam yönünde kayıt edilmesi ve yeniden çalınması gerekiyordu. İnsan sesi gerekli güçten yoksundur; işin özü sesin şiddetindedir.