Kitabı oku: «Madam Bovary», sayfa 3
5
Evin tuğla yüzü tam sokağın, daha doğrusu yolun üzerindeydi. Kapının arkasında, çiviye asılı, dar yakalı bir palto ile siyah bir deri kasket ve bir köşede kurumuş çamurları ile bir çift çizme duruyordu. Sağ tarafta salon, yani yemek yenilen ve oturulan büyük bir oda vardı. Duvarlarının pek gergin durmayan bazı kaplamaları üzerinde soluk çiçekli pervazıyla kanarya sarısı renginde bir kâğıt baştan başa titriyordu. Kenarları kırmızı şeritli beyaz kaliko perdeler boylu boyunca pencerelerde çaprazlanıyor ve şöminenin dar sövesi üstünde, Hipokrat’ın kafasını temsil eden bir konsol saati beyaz karpuz lambalarıyla bir çift gümüş kaplama şamdan arasında ışıldıyordu.
Koridorun öbür tarafında aşağı yukarı altı adım genişliğinde küçük bir oda, Charles’ın odası… Bir masa, üç sandalye ve koltuğu ile bir yazıhane. Tıbbi bilgiler sözlüğünün kesilmemiş fakat elden ele geçip satıldıkça yıpranmış formaları, altı gözlü cam kitap dolabının belli başlı bir ziynet eşyasıydı. Mutfakta pişen yemeklerin ve yağda kızartılan salçaların kokusu duvarlardan muayene odasına sindiği gibi, muayene odasından da hastaların öksürükleri ve doktora dert yanmaları mutfaktan duyuluyordu. Sonra kapısı ahırın bulunduğu avluya açılan harap ve büyük bir yer odası geliyordu ki içinde kulla nılmayan bir fırın vardı. Şimdi burası kiler, odunluk, türlü hırdavat, paslı demirler, boş fıçılar, ıskarta edilmiş çift aletleri ve neye yaradıkları bilinmez birçok tozlu eşya ile doluydu.
Samanlı çamurla sıvanmış iki duvar arasında uzanan bahçe, bahçeyi tarlalardan ayıran dikenli çite kadar gidiyordu. Duvarların dibine ekilen fasulyeler büyüyüp duvarı kaplamıştı. Bahçenin ortasında taştan örme bir kaide üstünde arduaz bir irtifa aleti vardı. Cılız yabani güllerle süslenmiş dört pervaz, bahçenin işe yarayan, ekli ve dört köşe bir parçasını karşılıklı çevirip içine almıştı. Ta dipte, çamların altında, alçıdan bir papaz, elindeki dua kitabını okuyordu.
Emma, yukarıdaki odalara çıktı. İlk oda hiç döşeli değildi. Fakat gelin odası olan ikincisinin kırmızı kumaşlarla döşenmiş iç bölmesinde bir akaju karyola vardı. Konsolun üstünü, küçük midyelerle işlenmiş bir kutu süslüyordu. Pencerenin yanındaki yazıhanenin üstündeki sürahide, beyaz saten kurdele ile bağlı yapma bir demet portakal çiçeği vardı. Bu gelin demeti besbelli ki ötekine; ilk karısına aitti! Yeni gelin gözünü bu demete dikti. Charles farkına varınca demeti aldı ve tavan arasına götürdü. Emma ise, oturduğu koltukta -eşyası etrafında hazırdı- kendi gelinlik demetini düşünüyor ve şimdi bir mukavva kutu içinde duran bu demeti, yarın kendisine bir hâl olacak olursa, acaba ne yapacaklar diye düşünüyordu.
İlk günler evde yapacağı değişiklikleri tasarlamakla meşgul oldu. Şamdanların karpuzlarını kaldırdı. Duvarların kâğıtlarını yeniletti. Merdiveni boyattı. Bahçedeki irtifa aletinin etrafına kanepeler yaptırdı. Hatta fıskiyeli, balıklı bir havuz yaptırmanın yollarını soruşturdu. Nihayet kocası da onun araba ile gezmeyi sevdiğini bildiği için kelepir bir araba buldu. Bunun lambalarıyla meşin pike çamurlukları yenilenince iki tekerlekli hafif bir tilbüriye benzedi.
Charles mesuttu. Dünya umrunda değildi. Başbaşa yenen bir yemek, akşamları cadde üzerinde yapılan bir gezinti, sargılarına bir el atışı, karısının, pencere espanyoletine takılı hasır şapkasının görünüşü ve daha böyle yoktan şeyler ki o zamana kadar zevk alacağı hatırına bile gelmezdi, şimdi mutluluğunun sürekliliği için bir bahane oluyordu. Sabahleyin yatakta, yan yana yatarlarken karısına hayranlıkla bakar, güneşin sırma telleri onun gecelik başlığının dilimleriyle yarı örtülü, renkli yanaklarına vurdukça ince parlak ayva tüylerinin arasından nasıl geçtiğine dikkat ederdi. Bu kadar yakından gördüğü gözleri, hele yeni uyandığı vakit göz kapaklarını sık sık açıp kapadıkça, ona büyümüş gibi gelirdi. Gölgede siyah ve gündüz koyu mavi olan bu gözlerin tabaka tabaka değişen çeşitli renkleri vardı ki derinlerde koyulaşırken minenin üst yüzüne geldikçe rengi açılıyordu. Kocasının gözü bu derinliklerde kaybolurdu. Charles kendisini mini mini bir bebek hâlinde, yakası yarı açık gömleği ve başını örten ipek mendili ile omuzlarına kadar onun göz bebeğinde görürdü. Sonra kalkar giyinir, işine giderdi. Karısı onun gidişini görmek için, bol geceliği içinde pencereye oturur, iki ıtır saksısı arasında dirseklerini pencerenin kenarına dayardı. Charles dışarıda ayağını binek taşına koyarak mahmuzlarının tokasını iliştirirken o, yukarıdan bir şeyler söyler, bir taraftan da dişleri ile saksıların birinden kopardığı bir çiçek veya ıtır yaprağını kocasına doğru üfler, bunlar da uçarak ve bir kuş gibi havada parende atarak yere düşmeden gider, kapının önünde hareketsiz duran yaşlı beyaz kısrağın iyi taranmamış yelesine takılır kalırdı. Charles atına binince karısına eliyle bir öpücük gönderir, o da ona bir işaretle karşılığını verir, pencereyi kapar, kocası da atını mahmuzlardı. O zaman, tükenmez toz şeritlerini uzatıp seren caddede, ağaçları beşik gibi sallanan çukur yollarda, başakları dizlerine kadar gelen buğday tarlaları arasındaki patikalarda omuzlarını ısıtan güneş ve burun deliklerini dolduran sabah rüzgârı ile kalbi geceden kalan bir zevkin tatlı hatırası içinde başı rahat, organizması, yediği lezzetli mantarın tadını çıkarırcasına, yemekten sonra çiğnemekte devam edenler gibi memnun, şen dakikaları için geviş getirerek yoluna devam ederdi.
Şimdiye kadar hayatından sanki ne anlamıştı! Kolejde geçen zamanı mı? Dört duvar arasında hapis olduğu o zamanlar, kendinden daha zengin ve daha kuvvetli olan arkadaşlarının arasında yalnız ka lışı mı? Onun taşralı sözlerine kâh gülmeleri kâh kıyafetiyle alay etmeleri mi? Yoksa oğullarını görmeye gelen anaların, manşonlarına sakladıkları pastaları, gözünün önünde onlara yedirdiklerini görmesi mi? Hangisi! Daha sonra tıp öğrenimi görürken kendisine metres olması muhtemel bir işçi kızın kontrödans ücretini verebilecek kadar olsun kesesi dolgun olmadığı zamanlar hayattan nasibi neydi? Nihayet on dört yıl şu dul kadınla hayatını geçirdi. Bir kadın ki yatakta ayaklarının birer buz parçasından farkı yoktur. Fakat şimdi taptığı güzel bir kadına sahipti, hem de ölünceye kadar. Onun fistanının ipek çevresini bütün dünyaya değişmezdi. Mademki karısını görme isteğindeydi, gidip sevmemek bir suç değil miydi? Bunun üzerine işinden çabuk döner, yüreği çarparak merdiveni çıkar. Emma odasında tuvaletini yapmakla meşguldür. O hiç ses çıkarmadan, parmaklarının ucuna basarak gelir, karısını ensesinden öper. O zaman karısı şakrak bir çığlık koparırdı.
İkide bir onun tarağını, yüzüklerini, fişüsünü tutup okşamaktan kendini alamaz, yanaklarını ağız dolusu şapur şupur öper ya da parmaklarının uçlarından başlayarak omuz başlarına kadar sıralanmış küçük öpücüklerle çıplak kollarını kaplardı. Emma içi sıkılmış gibi görünür ve gülümseyerek peşe takılan bir çocuğa yapıldığı gibi hafifçe kocasını itip elinden kurtulmak isterdi.
Evlenmeden evvel içinde bir aşk olduğunu sanmıştı. Fakat arkasından böyle bir aşkın sonucunda olması gereken saadet gelmediği için; “Demek aldanmışım!” dedi. Genç kadın, kitaplarda o kadar tatlı tatlı okuduğu bahtiyarlığın, aşk ihtirasının sarhoşluğunu hakiki hayatta bulmak istiyordu.
6
Küçüklüğünde Paul ile Virjin’i okumuştu. Orada bambu kulübeyi, zenci Domengü’yü, sadakatli köpeği imrenerek hayal etmişti. Hele Paul gibi, çan kulesi kadar yüksek ağaçlardan, sizin için olgun yemişler toplayan yahut yalın ayak kumlarda koşarak size bir kuş yuvası getiren, küçük kardeş hayali ne kadar cezbediciydi.
On üçüne bastığı vakit babası onu kendi eliyle manastıra götürdü. Saint-Gervais Mahallesi’nde bir otele indiler. Yemekte önlerine getirilen tabakalarda boyalı bazı tarihî resimler vardı. Bunların bıçak darbeleriyle ötesinden berisinden kesilen efsanevi şerhleri hep dinî, kalbin inceliklerini ve sarayın şatafatlarını kutluyordu.
Önceleri manastırda canı sıkılmak şöyle dursun iyi kalpli sörlerin sosyetesinden hoşlanmıştı bile. Onlar onu eğlensin diye, yemekhaneden uzun bir koridorla gidilen Şapel’e, küçük kiliseye götürürlerdi. Paydoslarda pek az oynar, din kitabını iyi anlar ve köy papazı yardımcısının sorduğu güç suallere cevap veren hep o olurdu. Başlarında bakır istavrozlu marabet şapkası bulunan o beyaz tenli kadınların arasında ve sınıfların ılık atmosferi içinde geçen daimi hayatı onu yavaş yavaş mihrabın mabet kokularından, kutsal su kaplarının serinliklerinden ve mumların titrek alevlerinden yayılan mistik bir ha va ile uyuşturmuştu. Mes ayinine gideceğine kitabında lacivert bir hale ile çevrilmiş olan dinî resimlere bakar, bu resimlerdeki hasta kuzuyu, sivri uçlu oklarla delinmiş kutsal kalbi ve çarmıha doğru giderken yere düşen zavallı Mesih’i (İsa’yı) görmek hoşuna giderdi. Nefsini köreltmek için bir gün hiçbir şey yememeyi denedi. Kafasının içinde, adayacağı bir adak arıyordu.
Günah çıkarmaya gittiği vakit, ellerini bitiştirip diz çökerek ve papazın fısıltıları arasında yüzünü parmaklığa dayayarak o loş yerde daha fazla kalmak için bazı ufak tefek suçlar uydururdu. Vaazlarda geçen semavi, nişanlı, karı koca, âşık ve ebedî evlenişlerin mukayesesi ruhunun derinliklerinde umulmadık tatlılıklar uyandırırdı.
Akşam duasından evvel etüt odasında dinî bir parça okumak âdetti. Hafta arasında bu parça kutsal tarihten yahut rahip Froy-Sinus’un konferanslarından, pazar günleri de paydoslarda “Hristiyanlığın dehası”na ait parçalardan yapılırdı.
Yeryüzünün ve sonsuzluğun bütün yansıyan seslerinde tekrarlanan romantik melankolilerin yüksek sesli haykırışlarını ilk defalarda o, nasıl da dinledi! Eğer onun çocukluğu esnaf mahallesinde, bir dükkân arkasında geçmiş olsaydı, tabiatın bize hep yazarların ifadesiyle gelen lirik hamlelerine karşı belki de kalbi açık bulunacaktı. Fakat o köy hayatını lüzumundan fazla tanımıştı; sürü sürü koyunların melemesi, sütten yapılan şeyler, araba işleri ona yabancı değildi. Bu durgun hayata alışan ruhunda bilakis dalgalı manzaralar görme özlemi vardı. Denizi ancak fırtınaları olduğu için severdi. Ve yalnız harabeler arasına serpilmiş olan yeşilliklerden hoşlanırdı. O, peyzaj değil, heyecan aradığı ve artist olmaktan ziyade, duygulu bir mizaca sahip olduğu için, her şeyden kalbine bir çeşit kazanç çıkarmaya çalışıyor ve kalbin alışverişine yaramayan şeyi atıyordu.
Manastırın çamaşır işlerini görmek üzere her ay gelip sekiz gün kalan bir ihtiyar kız vardı. Devrim zamanında fakir düşmüş eski bir asilzade ailesine mensup olduğu için başpiskopos tarafından himaye edilmekte olan bu yaşlı kız yemekhanede sörlerin masasında ye meğini yer ve işine çıkmadan evvel de onlarla kısaca laflardı. Çok kere onu görmek için pansiyonerler etüt odasından kaçarlardı. O, bir taraftan dikişiyle meşgul olurken bir taraftan da geçen asra ait bildiği çapkınca şarkıları hafiften mırıldanırdı. Masal anlatır, size havadis getirir, şehirdeki işlerinizi başarır ve işten fırsat buldukça ara sıra kendisinin de can atarak okuduğu ve daima önlüğünün cebinde taşıdığı romanları gizlice büyük kızların eline tutuştururdu. Bu romanlar hep aşktan, kadın erkek âşıklardan, ücra köşklerde bayılıp kalmış, üstüne düşülen kibar bayanlardan, her menzilde öldürülen posta sürücülerinden, sık sık, hemen her sayfada çatlatılan atlardan, loş ormanlardan, kalp üzüntülerinden, yeminlerden, hıçkırıklardan, gözyaşlarından, öpücüklerden, mehtaptaki sandal sefalarından, koruların bülbüllerinden, aslan gibi, aslan yürekli fakat kuzu gibi uysal ve görülmemiş biçimde erdemli, her zaman şık giyinen ve bir testi sızıntısı gibi sessiz ağlayan erkeklerden bahsederdi. Emma daha on beşindeyken altı ay ellerini bu çeşit bir okuma odasının tozlarına buladı. Daha sonra Walter Scott’la beraber tarihî şeylere merak saldı. Sepet sandıklarını, muhafızlar koğuşunu, Orta zamanın saz şairlerini hayal etti.
Geniş malikâneleri içine gömülmüş eski bir konakta yaşamak, yonca şeklinde yapraklarla süslü gotik kubbeler ve kemerler altında bir eli çenesinde dirseğini balkonun taş parmaklığına dayayarak uzaktan siyah ata binmiş beyaz sorguçlu bir süvarinin gelmesine dalıp bakan bir derebeyi karısının hayatını sürmek ona tatlı geliyordu. O esnada Marie Stuart’a tapınırcasına bağlandı. Meşhur ve talihsiz kadınlar hakkında derin bir heyecan ve saygı duydu. Jeanne d’Arc, Heloise, Anges Sarel, Güzel La Belle Ferroniere ve Clemens İzor ona göre tarihin karanlık boşluğunda parlayan birer kuyruklu yıldızdı. O semanın ötesinde berisinde, aralarında hiçbir ilişki olmayan, biraz daha gölgede kalmış simalar vardı: Meşe ağacıyla beraber Saint Louis, ölüm hâlinde Bayard, XI’inci Lois’nin bazı vahşetleri, bir parça Saint Barthélemy, Bearnais’nin sorgucu ve içinde XIV’üncü Lois’nin övgüsü bulunan tabakaların sönmez hatırası.
Müzik dersinde söylediği şarkıların güfteleri hep altın kanatlı meleklerden, Meryem Ana’ya ait tasvirlerden, küçük göllerden, Venedik gondollarını kullanan sandalcılardan ibaretti. Yatıştırıcı, zararsız kompozisyonlar ki güftelerinin saçmalığı ve bestelerinin manasızlığı ile beraber ona karanlık odalarda gösterilen cazibeli hayaller nevinden geliyordu. Bazı arkadaşları dışarıdan aldıkları hediyelik resimli kitapları gizlice içeri getirirlerdi. Bunları saklamak bir mesele idi. Ancak yatak koğuşunda okuyabilirlerdi. İpekli güzel ciltleri itina ile evirip çevirirken Emma’nın kamaşan gözleri sık sık bunların, Vikont veya Vikontes diye imzalanan meçhul yazanları üzerinde dururdu.
Resimlerin üzerindeki ince ipek kâğıt, nefes alışı ile yarı bükülerek kalkıp sonra gene sayfanın üstüne düşerken o, içinde bir ürperme duyardı. Mesela resimde kısa ceketli bir delikanlı, balkonun parmaklığı arkasında beyaz roplar giyinmiş, belinde bir kese asılı genç bir kızı kucaklamış. Yahut bunlar, yuvarlak hasır şapkalarının altında kumral saçlarının büklümleriyle, isimleri meçhul İngiliz kadınlarıdır ki açık mavi iri gözleriyle size bakarlar. Onların içinde arabaya kurularak parkların içinden geçenler vardır. Beyaz külotlu iki küçük seyisin tırıs götürdüğü arabanın önü sıra bir tazı seğirtmektedir. Bazıları da açılmış bir mektup zarfının yanında, divana uzanmış, yarı inik siyah perdeli bir pencereden aya bakarak hayallere dalmışlardır. İçlerinde daha safları vardır ki yanaklarında gözyaşı, gotik bir kuş kafesinin telleri arasından içindeki kumru ile gagalaşır ya da başı bir omzuna doğru eğilmiş, gülümseyerek ucu yukarı kalkık ince parmaklarıyla bir papatyayı yolmakla meşguldür. Ve sizler… Ey güzel bakirelerin kollarıyla örülmüş çardaklar altında kendinden geçen uzun çubuklu sultanlar, ey Türk kılıçları, Rum fesleri, ey gâvurlar, hele sizler, ey gazeller diyarına ait, rengi uçmuş peyzajlar ki bize hurma ve çam ağaçlarını bir arada gösterirsiniz, sağ tarafta kaplanlar, solda bir aslan, ufukta Tatar ülkesinin minareleri, ilk planda Romalılar devrinden kalma harabeler, sonra çökmüş develer ve bunların hepsini çerçeveleyen iyice temizlenmiş bakir bir ormanla, tepeden inme bol bir güneşin hafifçe içinde titrediği bir su ve bu suyun gri çelik zemini üstünde uzaktan uzağa beyaz birer leke gibi beliren kuğular…
Emma’nın başı üstünde duvara asılı bir lamba ile aydınlanan bütün bu dünya tabloları, yatakhanenin sessizliği ve hâlâ bulvarlarda giden gecikmiş bir arabanın uzaktan uzağa gelen tekerlek sesleri içinde, birer birer gözünün önünden geçiyordu.
Annesi öldüğü vakit, ilk günler çok ağladı. Onun, saçlarından bir cenaze alayı tablosu yaptırdı ve Berto’ya gönderdiği bir mektupta hayatla ilgili acı şikâyetlerde bulunduktan sonra öldüğünde kendisinin de aynı mezara gömülmesini vasiyet etti. Zavallı adam onun hastalandığını zannederek ziyaretine geldi. Emma içinden memnundu; bayağı kalplerin hiçbir zaman varamayacağı ve soluk simaların da nadir olarak vasıl olabileceği ideal bir mertebeye hemen ermiş olduğunu hissediyordu. Bundan dolayı kendisini Lamartinvari, dolaşık nehir mecralarına koyuverdi. Laklar üstünde erguvanın seslerini dinledi. Büyük şairlerin son nefeslerinde yazdıkları bütün şiirler, bütün yaprak dökümleri, göklere süzülen tertemiz bakireler ve vadilerde uzanıp giden ebediyetin sesi onun ruhunda terennüm etti. Sonra bundan da bıktı. Maneviyat ile arası açıldı. Önce alışkanlıkla sonra gösteriş için buna devam etti. Nihayet kendisinin durgunlaştığına, sükûnet bulduğuna şaştı. Hem de kalbinde hiçbir elem, alnında bir çizgi olmadan…
Onda büyük bir yetenek gören iyi kalpli rahibeler şimdi Matmazel Ruolt’un ellerinden kayıp gitmekte olduğunu sezerek şaşıp kaldılar. Gerçekten ona o kadar bol ayin yaptırıp dua ettirmişler, inzivaya ve riyazete alıştırmışlar, Növen dedikleri dokuz günlük tövbe ve perhize sokmuşlar, vaaz dinletmişler, evliyaya ve din şehitlerine öyle derin bir saygı telkin ederek vücudun mahiyeti ve ruhun yükselmesi için öyle nasihatler vermişlerdi ki sonunda, yularından çekilip götürülen bir kısrak hâline gelmişti. Fakat o, birdenbire durunca gem ağzından fırladı. Dinî heyecanları arasında gene pozitif kalan kiliseyi çiçekleri için, musikiyi sözleri için, edebiyatı ve şarkıları hırs uyandırdı ğı için seven bu kafa, din ve imanın esrarı önünde isyan ediyor, hele mizacına uymayan manastır disiplinine bütün bütün tutuluyordu. Babası onu alıp götürdüğü vakit buna üzülen olmadı. Hatta başrahibe onu son zamanlarda, meslek ve cemaate karşı daha az saygılı bulmaya başlamıştı.
Eve geldiği vakit Emma, önce hizmetçileri komuta etmekten hoşlandı. Fakat çok geçmeden köy hayatından da bıkarak manastırı özledi. Charles’ın ilk gelişinde o, kendini emelleri kırık bir hâlde buluyordu. Artık ne öğreneceği bir şey ne de kalbine heyecan verebilecek bir duygusu olabilirdi.
Fakat yeni durumun sıkıntısı yahut belki de bu yeni adamın varlığından pirelenmesi kendisinde farklı bir inancın doğmasına kâfi geldi. Artık inanmıştı ki o zamana kadar, pembe tüylü büyük bir kuş gibi, şiir ve hayal dolu göklerin ihtişamı içinde kanat açıp duran o güzel, o hayranlık verici ihtirasa sahipti; buna inandığı için hayal ettiği mutluluğun, şimdi içinde bulunduğu şu durgun hayattan doğabileceğini aklına sığdıramıyordu.
7
Bununla beraber hayatın en güzel günlerinin, yani adı üstünde balayı, bugünler olduğunu düşündüğü olurdu. Bunun tadını çıkarmak için şüphesiz ad ve san almış ülkelere gitmek lazımdı. Oralarda düğün geceleri sabahlarının tatlı tembellikleri olacaktır! Posta arabasının peykleri üstünde ve mavi ipek storlar altında, keçilerin çıngırakları ve kaskadların boğuk sesleri arasında posta arabacısının şarkılarını dinleyerek ağır ağır dik yollara çıkılır. Güneş battığı vakit körfezlerin kıyısında limon ağaçlarının kokularıyla nefes alırsınız sonra ortalık kararmaya başlayınca villaların taraçası üzerinde parmaklarınızı birbirine kenetleyerek yıldızlara bakarken projeler tasarlarsınız. Emma’ya öyle geliyordu ki nasıl bir bitki bazı yerlerdeki toprağın özelliğinden orada iyi yetişir ve başka yerde yetişmezse öylece dünyada mutluluk yetiştiren yerler de vardır. Ah, ne olurdu, kendisi de mesela İsviçre’de bir köşkün balkonuna dirseklerini dayasa ya da İskoçya’nın bir kulübeyi andıran küçük bir sayfiyesinde dertlerini uyutsa ve yanında beyaz kollukları, sivri şapkası, yumuşak çizmeleriyle uzun etekli siyah kadife elbiseler giymiş bir kocası bulunsa!
Belki bir sırdaşa bütün bu hayallerini açıp dertleşmek isterdi. Fakat koyu ve büyük bulutlar gibi, manzarasını değiştiren rüzgâr gibi dönüp kasırgalanan bu kaleme gelmez üzüntüyü nasıl söyleyecekti? Bunun için sözleri ağzında kalıyor, muhtaç olduğu fırsat ve cesareti bulamıyordu.
Bununla beraber eğer Charles isteseydi, eğer bunun farkına varsaydı, yani hiç olmazsa bir kere onun gözü karısının düşüncesiyle karşılaşmış bulunsaydı ona öyle geliyordu ki el dokunur dokunmaz pıtrak gibi dökülen çardak yemişi gibi, içindeki emeller birden boşalacaktı. Ne çare ki mahrem hayatlarında onlar ne kadar kaynaşıyorlarsa, içinden gelen bir yabancılık hissi, genç kadını o nispette kocasından uzaklaştırıyordu.
Charles’ın sözleri sokağın yaya kaldırımı gibi dümdüzdü. Herkesin ağzında çiğnenen fikirler ne bir düşünce ne bir gülüş ne de bir heyecan doğurmaksızın adi kostümleriyle geçit yapardı. Dediğine göre Paris’ten gelen aktörleri görmek için bir kere olsun merak edip Ruan’a tiyatroya gitmemişti. Ne yüzmeyi ne eskrimi öğrenmiş ne de ömründe bir tabanca atmıştı. Bir gün karısının bir romanda görüp anlamadığı binicilik terimini bir türlü ona izah edememişti.
Hâlbuki bir erkek her şeyi bilmeli değil miydi? Birçok işte kendini göstermek, emel ve ihtiras enerjisini size vermek, hayatın inceliklerini bütün esrarını size anlatmak ona düşen bir vazife değil miydi? Bu adam hiçbir şey bilmiyor, bir şey öğretmiyor, bir şey istemiyor ve karısını mesut farz ediyordu. Karısı ise onun bu genişliğine, bu oturaklı rahatına, bu okkalı durgunluğuna içerliyor, hatta ona verdiği haz ve zevkleri çok görerek kızıyordu.
Emma ara sıra resim yapardı. O zaman Charles için onun baş ucunda ayakta durup resim yaptığını seyretmek, genç kadının işini daha iyi görmek için gözlerini kısarak kartonuna doğru eğildiğini ya da bir şeyi silmek istediği zaman ekmek içini başparmağıyla ezip yuvarladığını görmek ona büyük bir zevk verirdi. Piyanoda Emma’nın parmakları ne kadar hızlı uçarsa öteki o kadar şaşıp kalırdı.
Genç kadın piyanonun dişlerine yukarıdan aşağı birden indikten sonra klavyede boydan boya durmadan gezinirdi. Bu suretle bir sarsıntı geçiren ihtiyar aletin didinen tellerinden çıkan ses, pencere açıksa köyün ta öbür ucundan duyulur ve çok kere mahkeme yazıcısı, başı açık, ayağında şosonlar, büyük caddeden geçerken elinde bir mühürlü kâğıt, durur onu dinlerdi.
Emma, bir taraftan evin idaresini de eline almıştı. Vizitelerinin hesabını hastalara, fatura kokusu vermeyen ustalıklı mektuplarla bildirirdi. Pazar günü yemeğe gelen komşu bir misafir olduğu zaman sofraya gösterişli bir yemek koymanın yolunu bulur, asma yaprakları üstüne en makbul frenk eriklerinden piramit yapmayı bilir, kalıpları tabağa ters çevrilerek kondurulmuş kompostolar hazırlar, hatta yemekten sonra misafirlerin ağızlarını çalkalamaları için kokulu su dolu zarif kupalar alacağını söylerdi. Bütün bunlar Bovary’nin üzerinde saygı telkin eden bir iz bırakıyordu.
Charles, böyle bir karısı olduğu için kendisine daha fazla kıymet vermekte karar kıldı. Onun salonda duvar kâğıtları üzerinde yeşil uzun kordonlarla asılı ve geniş birer çerçeve içine koydurduğu o kurşun kalem ile yapılmış iki küçük krokisini herkese iftihar ile gösterirdi. Litorya ayininden çıkınca, bu çalımlı kocanın ayağındaki kanaviçe şık terliklerin, kapısının önünde durduğu görülürdü.
Geceleri eve geç gelirdi; saat onda, bazı kere de gece yarısı gelir yemek isterdi. O zamana kadar hizmetçi kadın yatmış olduğu için yemeği ona Emma hazırlardı. Yemeğini daha rahat yemek için de redingotunu çıkarır, ondan sonra o gün kimleri gördü ise birer birer anlatırdı; gittiği köyleri, yazdığı reçeteleri söylerken, hâlinden memnun, soğanlı kebaptan kalanı yiyip bitirir, peynirin kaşarını ayırır, bir elma yer, sürahisini boşaltır, sonra gider sırtüstü karyolasına uzanır ve çok geçmeden horlamaya başlardı.
Uzun zaman pamuk takke giymeye alışmış olduğu için ipekli fuları şimdi kulaklarında durmuyordu. Bunun için sabahleyin saçları karmakarışık ve gece, bağları çözülen yastığının ince kuş tüyleriyle ağarmış bir hâlde, yüzüne iniyordu. Hep sağlam çizme giyme âdetiydi. Alttan topuklara doğru iki kalın katmer yapan bu çizmelerin içinde birer tahta ayak varmış gibi, üstü gergin ve dümdüz uzanı yordu. Kendisi bunlar için, “Adam.” derdi. “Ne olacak burada böyle gider.”
Annesi onun bu ekonomisini beğenirdi; çünkü evinde fırtınayı andıran şiddetli kavgalar, sinirlenmeler olduğu zamanlardaki gibi şimdi de ara sıra oğlunu görmeye geliyordu. Aynı zamanda bu anne Madam Bovary’nin, gelinine karşı zaten içine doğmuş hınçları, hicranları vardı. Onu, kendi iktisadi durumlarına göre üstün bir tip olarak görüyordu: Odun, şeker, mum koca bir konakta olduğu kadar çabuk eriyip gidiyordu. Mutfakta yanan ateş ise yirmi beş kişinin yemeğini pişirmeye yeterdi! Onun çamaşırlarını dolaba yerleştirir ve kasap et getirdiğinde bakmayı ona öğretir, Emma da bu dersleri kabul ederdi. Kaynanası ise, bol bol ders verirdi. Her gün akşama kadar aralarında kızım ve anneciğimle konuşurlardı. Fakat söylenen tatlı sözlerin asıl manasını, her ikisinin de öfkeden hafifçe titreyen dudakları açığa vururdu.
Eskiden Madam Dübük zamanında ihtiyar kadın kendisinin daha üstün tutulduğunu anlardı. Fakat şimdi Charles’ın Emma’ya karşı tutkunluğunda, kendisine karşı olan sevgisinin azalması ve kendi öz malının bir başkası tarafından kapılması manasını sezer ve oğlunun mesut oluşuna, hazin bir sessizlik içinde; tıpkı servetini kaybetmiş bir kimsenin, eski debdebeli konağında başkalarının oturduğunu pencereden görmesi kabilinden bakardı. Geçmiş günlerin hatıralarını anarken, oğluna emeklerini ve onun yüzünden çektiklerini hatırlatır ve bunları Emma’nın kayıtsızlıklarıyla karşılaştırarak şimdi ona tapıp tapıp kendisini bu kadar yukarıdan atmanın doğru olmayacağı neticesine varırdı.
Charles ne söyleyeceğini bilemezdi. Onun anasına saygısı ve karısına sonsuz bir sevgisi vardı. Birinin söylediklerini pek yerinde bulur; fakat ötekinde de hiçbir kusur göremezdi. Anası evde yokken onun sözlerinin çerçevesi içinde karısına en yumuşak ihtarlardan bir ikisini sıkılarak söylemeyi dener; fakat Emma bir sözle kocasının yanıldığını ispat ederek onu hastalarına yollardı.
Bununla beraber doğru bulduğu teorilerden ilham alarak genç kadın, kendi içinde bir aşk yaratmayı isterdi. Mehtaplı gecelerde bahçeye çıktıkları vakit ona ezberinde kalan bütün sevda şiirlerini okur, içini çekerek melankolik besteler söylerdi. Fakat ondan sonra kendini gene eskisi gibi heyecansız bulur, Charles da eskisinden ne fazla âşık ne de fazla duygulu olurdu. Böylece kocasının kalbinde yakmak istediği sevda çakmağından hiçbir kıvılcım çıkmadığını görünce zaten kendisinin duymadığını onun duymaya yeteneği olmadığını anlayarak belirli biçimlerde ortaya çıkmayan bütün şeylere inanmak nevinden, Charles’ın kendisine düşkünlüğünde hiçbir aşırılık olmadığına kolayca inandı. Üstüne düşmeleri âdeta düzenli bir hâl almıştı. Vakti, saati gelince kalkar karısını öperdi. Birçokları arasında bu da bir âdet sırasına geçmişti. Sıkıcı bir ziyafetten sonra geleceği herkesçe bilinen yemişliğin sofraya gelmesi kabilinden bir şey. Uğradığı akciğer iltihabından Mösyö’nün tedavisiyle iyileşen bir av ormanı bekçisi Madam’a küçük bir İtalyan tazısı hediye etmişti. Emma, yalnızca başını dinlemek ve evin ebedî bahçesiyle tozlu yolunu biraz olsun görmemek için bu köpeği alır gezmeye çıkardı.
Banvil’e kadar uzanır, orada tarla tarafında, duvarın köşesindeki ıssız pavyona yakın, kayın ağaçları altında, otların ve keskin yapraklı uzun sazların arasında gezinirdi.
Her şeyden evvel etrafına bir göz gezdirir ve son gelişinden beri orada bir değişiklik olup olmadığını araştırırdı. Yüksek otlarını, ravanelleri, ısırgan demetlerini ve yosunları, iri çakıl taşları saran yosunları, hiç açılmayan kanatları çürüyerek paslı demir parmaklıklarına dökülen üç pencerenin boydan boya hizasındaki yosunları, hep yerli yerinde ve aynı hâlde bulurdu. Önce zihni sebepsiz, tıpkı tazısı gibi rastgele, şuraya buraya takılırdı. Gerçek tazısı da kırda rastgele dolaşır, sarı kelebeklere havlar ve buğday ekili bir tarlanın kenarındaki gelincikleri ısırarak sivri burunlu fareleri avlardı. Sonra genç kadın yavaş yavaş kendini toplar, çimenlere oturur ve şemsiyesinin ucuyla küçük vuruşlar yaparak o çimenleri kazırken içinden şunu tekrar ederdi:
“Ben ne diye evlendim ya Rabbi?”
Kaderin bazı kombinasyonlarıyla önceden başka bir adama varmış olmasını ve tanımadığı o kocanın, o değişik hayatın, şimdi meydana gelmeyen olayların nasıl olabileceğini zihninde tasarlardı. Gerçekte kocalar hep birbirine benzemiyorlardı. Kendi meçhul kocası da pekâlâ güzel, zeki, yüksek ve alımlı olabilirdi. Mutlaka eski manastır arkadaşlarının kocaları da böyle olacaktı. Onlar şimdi acaba ne yapıyorlardı? Şehirde, sokakların gürültüsü, tiyatroların uğultusu, baloların pırıltısı içinde kalbi ferahlatan, duyguları coşturan bir ömür sürdüklerine şüphe yoktu. Hâlbuki kendisi ne soğuk bir hayat geçiriyordu! Penceresi poyraza açılan bir zahire ambarı kadar, soğuktu bu hayat. Ve can sıkıntısı… O sessiz örümcek, karanlıkta kalbinin her bucağına kuvvetli ağını örüyordu. Okulda ödül dağıtma merasimini, o merasimde küçücük ödüllerini almak için kürsüye çıkışını hatırlıyordu. Örgülü saçları, beyaz robu ve saten kumaşlı açık iskarpinleriyle sevimli bir hâli vardı ve yerine gelip oturduğu vakit delikanlılar gelip kendisine komplimanlar yaparlardı. Avlu, üstü açık arabalarla dolar ve herkes arabaların kapısından bakıp ona aşnalık ederdi. Müzik öğretmeni, keman kutusuyla geçerken onu selamlardı. Bütün bunlar ne kadar uzak, ne kadar uzakta kalmıştı!
Bu düşünceler arasında köpeği Cali’yi çağırır, onu bacaklarının arasına alır ve ince uzun başını parmaklarıyla okşayarak:
“Haydi bakalım…” derdi. “Hanımını öp! Siz ki dert nedir bilmezsiniz.”
Sonra ağır ağır esneyen narin hayvanın melankolik yüzüne dikkatle bakarak içlenir ve onu kendisinin yerine koyarak dertli birini avutur gibi sesli sesli konuşurdu.
Bazı zamanlar apansız çıkan sert bir rüzgâr, denizden gelen bir meltem, bir hamlede memleketin bütün yaylaları üzerinde yuvarlanarak ta uzaklardaki tarlalara kadar tuzlu bir serinlik getirirdi. Ağaç gövdelerinden yerlere sürünerek geçen ıslıklar çıkar, kayın ağaçlarının yaprakları, hızlı bir titreyişle gürültü çıkarırken tepeleri durmadan sallanarak sürekli hışırtılar yapardı. O zaman Emma, atkısına sıkı sıkı bürünerek kalkardı.
Ağaçlı yolda yapraklardan süzülen yeşil bir gün, yerlere serpilirken ayağının altında yumuşak yumuşak gıcırdayan tek tük yosunları aydınlatıyordu. Güneş batmak üzeredir. Dalların arasından gökyüzü kıpkızıl görünür ve sıra sıra dikilmiş ağaç gövdeleri, yaldızlı bir zemin üstünde kendini iyi gösteren koyu renkli sütunları andırırdı. O zaman onu bir korku alır, Cali’yi çağırır, doğru yoldan acele eve döner, bir koltuğa yığılır ve o gece hiç lakırtı etmezdi.
Fakat eylülün sonlarına doğru onun hayatına olmadık bir hadise karıştı. Vobiyesar’da Marki-Ander Viliyeler tarafından davet olunmuştu.