Kitabı oku: «Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret», sayfa 2

Yazı tipi:

Bir hafta sonra beni pederime götürecek olan tren, son düdüğünü öttürdüğü zaman artık her türlü teselliden mahrum olan istikbalimin karanlık meçhuliyeti içinde ağlıyor, ağlıyordum. Pederimin nezdinde geçirdiğim evkati137 tasavvur edemem; bu cehennemi andıran bir hayattı.

Bütün gün meyus ve nevmit halde odamın sükûnuna çekilir, gözyaşlarımı gizlemek, teessürlerimi göstermemek için karanlıkları beklerdim. Artık geceler benim pek sevgili bir arkadaşım olmuştu. Bütün dertlerimi, bütün âlâmımı138 onun ketumluğuna tevdi ederdim. Bu aralık üvey validem beni başından defetmek istiyor, tebdilihava139 için tekrar İstanbul’a gitmemi musırrâne140 talep ediyordu. Bense kendisine kati cevaplar veriyordum. O benim ısrarımdaki sırrı keşfetmeye uğraşıyor gibi daima bu bahsi tazeliyor ve lakırdı devam ettiği müddetçe ta gözlerimin içine bakarak kalbimin derinliklerine vâkıf olmak istiyordu.

Bir gün pederimle aralarında bana dair izdivaç bahsi cereyan ediyorken üzerlerine gitmiştim. Artık anlamıştim ki mevcudiyetim bu kadını izaç ediyor141 ve o da benden kurtulmak için çareler aramaya mecbur kalıyordu. Bir gün yine odamın sükûnunda bedbahtlığımın tefekkürlerine dalmıştım. Üvey validem yavaşça kapıyı açarak içeri girmişti. Benimle hususi görüşmek istediğini hissettim.

“Rahatsız ettiğim için muazzep oluyorum.142 Lakin bugün bir valide ile bir evlat gibi görüşmek mecburiyetinde bulunuyoruz; kalbini, fikrini anlamak istiyorum. Kızım, bana her şeyi söyleyeceksin, değil mi?” dedi.

“Sizden saklı hiçbir şeyim olmadığına sizi defaatle temin etmiştim zannederim,” dedim.

“Evet, lakin genç kızlar bazen büyüklerine karşı pek ketum olurlar. Bahusus143 muktezâ-yı terbiye144 bunu icap ettirdiği için.”

“Sizi istediğiniz suretle temin edebilirim ki kalben hiçbir emel, hiçbir arzu beslemiyorum.”

“Yok, üzülmeyiniz, ısrar etmiyorum. Ben öyle zannetmiştim, olabilir ya!”

Bir dakika kadar sustu. Tekrar devam ederek, “Pek çok zamandan beri pederinizle istikbalinize dair uzun uzun müzakeratta145 bulunuyorduk,” dedi.

“Teşekkür ederim. Fakat rahatsız olduğumu gerek pederim ve gerekse siz görüyorsunuz; bu haldeyken istikbalden bahsetmek pek lüzumsuz olur, değil mi efendim?”

“Affedersiniz ama Fikret Hanım bu hususta pek yanlış düşünüyorsunuz; biz sizin saadet-i hayatınıza hizmet etmek istiyoruz! Rahatsızlık cihetine gelince, maaşallah sizin ufak bir asabiyetten başka bir şeyiniz olmadığını görüyoruz. İnsanın bu gibi ehemmiyetsiz mânilerle redd-i izdivaca bahaneler bulmaya çalışması bilmem bazı gizli sebeplere müstenit146 olabilmek zannını uyandırmaz mı.”

“Rica ederim, bunu bir daha tekrar etmeyiniz.”

“O halde pederiniz tarafından teklif edilecek bir şeyi kabule söz veriniz.”

“Anlıyorum, hayatın en mühim meseleleri hakkında reyimi almak istiyorsunuz. Bu ise benim için pek çok zaman düşünmeye mütevakkıftır; buna müsaade edersiniz zannederim, bu lütfu bilhassa sizden istirham ederim.”

“Düşünmek için bu kadar uzun zamana lüzum göremiyoruz.”

“Nasıl, bu kadar çabuk, öyle mi?”

“Evet, çünkü pederinizi şiddetle tazyik ediyorlar.”147

“Kim? Aman ya Rabbi! Söyledikleriniz hakikat mi?”

“Tamamıyla.”

“Lakin beni öldürüyorsunuz; şimdiye kadar niçin bana bir kere sormaya lüzum görmediniz, hiç düşünmediniz mi, hiç merhamet etmediniz mi?”

Artık bütün yeisim, bütün âlâmım içinde ağlıyor, inliyordum. Bu kadın benim gözyaşlarımı sakince seyrettikten sonra, “Geçer, hepsi geçer, bu her kız için tabii bir haldir. Ben de zaman-ı bekâretimde aynı bugün sizin yaptığınız gibi ağlamıştım,” dedi.

“Artık biraz efkârınıza sükûnet veriniz de görüşelim. Zira akşam pederiniz kati olarak sizden cevap bekliyor. Aksi takdirde kendisini gücendirmiş olacaksınız.”

“Efendim, Allah aşkına merhamet ediniz, bu derece süratli bir hareketle ölümüme yol açmayınız. Beni bırakınız, yalnız yaşamak istiyorum.”

“Olmayacak bir şeyden bahsetmenizi hayretle telakki ederim. Bir genç kızın yalnız yaşamak ve hele emr-i pedere itaatsizlik göstermek istemesi sizin gibi terbiyeli bir kızdan beklenmeyecek bir isyan değil midir?”

Üvey validem sözünü tamama erdirmek üzereyken oda kapısı açılarak pederimin de içeri girdiğini gördüm; mevkiimin müşkülatı karşısında aciz ve nevmit bir halde kalmıştım. Yavaş yavaş bana doğru geldi ve “Fikret, kızım,” dedi. “Ağlıyor musun, niçin gözlerin kızarmış?”

Sükût ederek önüme baktım. Saçlarımı okşayarak alnımdan öptü. Sonra gizlice zevcesinin yüzüne doğru baktı.

Yanımdaki sandalyeye oturdu, ellerimi tuttu. Bugün her zamandan daha ziyade müşfik bir sesle:

“Bir tane kızım, beni dinle! Bugün karşında hem peder ve hem valide olarak ben varım. Saadet-i atiyeni148 temin etmek ve seni istediğim surette bahtiyar görmekse benim en birinci arzu ve emelimdir. Birkaç ay sonra memuriyetimin buradan başka bir yere alınacağını sen de biliyorsun. Gideceğim mahallin budiyeti,149 bahusus havasının vahameti sana iyi gelmeyebilir; bu ise benim için en ziyade düşünülecek bir meseledir yavrum. Bu sebepten İstanbul’a gitmeye mecbur olacaksın; bunu sen istemediğin gibi ben de istemem; zira büyük validen artık pek ihtiyar bir haldedir, zavallı kadının seninle meşgul olmaya vakti, takati yoktur.

Sense izdivaç edecek çağda bulunuyorsun, bu vazife tamamıyla pederine aittir kızım! Büyükannenin malul ve zayıf fikriyle tasvip edeceği genç, tecrübesiz ve aynı zamanda cahil bir zevç ile tevhid-i hayatın, istikbalin için beni endişeye gark eder; bunu hiçbir zaman arzu etmem. Şimdiye kadar en ziyade meşgul olduğum mesele buydu. Kendi elimle senin refahını temin etmek istiyorum. İşte bugün şu emelimin yerine gelmesinden mütevellit bir huzur içinde bulunuyorum.

Artık hayatın yeni bir devre-i inkılâba girmek üzeredir yavrum: Vakıa150 seni genç bir kocaya vermiyorum, bunu itiraf etmek lazım; çünkü benim tasvip edeceğim bir zevci senin reddetmeyeceğine emin bulunuyorum. Kendisi, senin istikbalini temin edecek ve sana mesut bir ömür geçirtecek kadar güvenilir ve faziletli bir zattır.”

Bu anda beynim bu felaketle sarsılmıştı. Gayri ihtiyari bir hareketle başım ellerimin arasına düştü. Şu çaresizlik içinde isyan etmek istiyordum, heyhat! Karşımda duran babamdı. Saadeti servetle satın almak fikrine mağlup olan şu zavallı adamdan merhamet beklemenin pek de uygun olmadığını teessüfle görüyordum. Artık göğsümü yırtan hıçkırıklar içinde gözyaşlarım kalbime damlıyordu.

Babam benim yeisli sükûtuma karşı derin derin yüzüme baktı. Fikrinin kati olduğunu ima eden metin bir sesle, “Fikret! Sükûtun bence bir tasdiktir. İnkıyadın151 beni son derece memnun etti, seni takdir ederim kızım,” dedi.

Bu sözleri söylerken ayağa kalktı; yavaş yavaş odadan çıkıyordu. Arkasından yürüdüm. Nutkum tutulmuştu; kalbimin bütün ümitsizliğiyle bir kere “Babacığım,” diye inledim.

Döndü baktı. Sonra, bu elemli sedayı işitmek istemiyormuş gibi yürüdü. Odadan çıktı. Ben bir sandalyenin üzerine yığıldım, kaldım. Artık esaret kararımı kendi elimle mühürlemiş oldum. Benim için başka bir çare var mıydı? Babam, ret cevabına meydan vermeden yanımdan kaçmıştı. Fikrinin nâ-kabil-i tağayyür152 olduğunu gösteriyordu. Onun hatrı için üvey validemin sitemkâr nazarları altında yaşamak, bu da ayrıca tahammül edilmesi müşkül bir azap değil midir? Ya Rabbim şu tehâcüm-i âlâm153 arasında biraz teselli olacak bir cihet var ise o da zevcim olacak vücudun ihtiyar bulunmasıdır. Mademki er geç şu felakete maruz kalmaya mahkûm bulunuyormuşum, bir genç erkeğin muhabbetlerine mukabeleye mecbur olmayarak sakin bir hayat içinde âlâmımla yalnız yaşamak benim için bir saadet demekti. Zaten pederimin şu teklifini kabul etmekten başka benim için bir yol da yoktu. Tekrar İstanbul’a gitmek, birtakım üzüntülü hallerin yeniden uyanmasına yol açacaktı; tekrar onu görmek yahut tesadüf etmek, ölüme mahkûm bir vücudun maddeten o talibe satılmasını iktiza ettiriyordu.154

Ertesi gün üvey validem tekrar odama geldi; elinde büyük bir mahfaza155 vardı. Yanımdaki masanın üzerine koyarak kapağını açtı ve “Zevciniz olacak Sait Bey tarafından nişan hediyesi,” dedi.

Bu, iri inciyle karışık pırlanta bir gerdanlıktı. Ah! Zavallı adam şu parlak maden parçalarının tezyin edeceği156 mahallin altında nasıl kanlı bir ceriha bulunduğunu bilseydi! Bir ay sonra izdivacımız icra edildi. O günün safahatını iyice tahattur edemiyorum157 çünkü bir ölü gibi nereye götürülürsem oraya gidiyordum. Daha doğrusu sürükleniyordum. Yalnız üstümde beyaz bir gelin elbisesi vardı; zevcimin düğün hediyesi olarak gönderdiği gerdanlıkla birörnek pırlantalı başlığı saçlarımın arasına iliştirirlerken aşkımın bir darbe-i hicranla ezildiğini, ümidimin bütün bütün kaybolduğunu görüyordum. Karşımda ise Nejat’ın hayali vardı. Onun ağlayan bir nazarla yüzüme bakarak, “Fikret, senin için açılan kollarım, metruk halde göğsümde kaldı!” diyen sesini işitiyordum. Gözlerimden akan yaşlar şu beyaz gelin elbisesi üzerine katre-i zehr-âlûd158 gibi dökülüverdiler. Yirmi gün kadar pederimin yanında oturduktan sonra çiftliğe gittik. Zira zevcim, pek sevdiği için iki senedir burada yaşamaktaydı.

Kendisi hakikaten zarif, necip159 bir adamdı. Elli bir, elli iki yaşında görünüyordu. Sakalının beyazı siyaha galip gelmişti; müdevver160 siması, zekâya delalet eden geniş alnı, şefkat ve muhabbet gösteren siyah gözleri, uzun boyu, enli omuzları ona vakur ve necibane bir letafet bahşediyordu. Buraya akşam saat on bir civarında vasıl olmuştuk.161 O, arabada bulunduğumuz müddet zarfında çiftlik hayatının saflığından, letafetinden bahsediyordu. Beraber geçireceğimiz ömrün bahtiyarlığını tasvire çalışıyordu.

“Eğer sıkılırsanız İstanbul’a gideriz ve orada istediğiniz surette yaşarız. Nasıl emrederseniz,” diyordu.

Ah! Tekrar oraya gitmek, onun teneffüs ettiği havayı teneffüs etmek, ona yakın olmak, bu mümkün mü?

“Teşekkür ederim,” dedim. “Sizinle beraber olduktan sonra benim için her yer müsavi!162 Bahusus ben sükûneti, yalnızlığı severim.”

Ya Rabbim, ben daha o günden itibaren onu aldatıyordum! Zira hakkan ve vicdanen diğer birini sevmeye artık mezun163 değildim, işte bu esaret bana pek girân164 gelmişti.

Akşamın sükûn-ı garibânesi165 arasında koruların karanlığından ilerleyerek çiftliğin büyük kapısına vardık; köylü kadınlar koşarak bizi istikbal ettiler, hizmetçiler dışarı fırladılar, hepsi çiftliğin yeni hanımını görmek istiyorlardı. Cümlesine mütebessim166 bir çehreyle mukabele ediyordum. Zevcim ise pek mesut ve neşedâr bulunuyordu. Karşımda büyük panjurlu pencereli, teraslı ve dört tarafı ağaçlarla sarılı büyük bir bina vardı.

Enli bir mermer merdivenden çıktık ve gayet geniş bir salona dahil olduk. Buranın mefruşatı167 köyde yaşayan bir adamdan asla beklenmeyecek kadar mükemmeldi. Zevcim, “Yoruldunuz, sizi odanıza çıkarayım,” dedi.

Yukarı çıktık; camlı bir kapıyı açtı. Burada ufak bir koridor ile üç oda vardı; burası âdeta ayrı bir bölüktü. Karşıda bir camlı kapı daha görünüyordu. Zannedersem orası da ayrı bir daire olacaktı. Yanımda pederimin nezdinden getirdiğim hizmetçim vardı; zevcim sağ tarafta bir kapı açarak “Yürüyünüz ve biraz istirahat ediniz, soyununuz,” dedi ve çekildi gitti.

Ah! Şimdi bu yalnızlık benim için pek kıymetdâr idi. Etrafıma bakıyordum; her şey intizarım dahilindeydi. Bu adam son derece yüksek bir zevk ve iyi bir tabiata malik bulunuyordu. Bir genç kadına lazım olan her şeyi en ufak teferruata kadar düşünmüş; oraya koymuştu. Eşyalarda bir zarafet, bir incelik vardı.

Soyundum, elimi yüzümü yıkadım, sırtıma koyu renkli bir robdöşambr giydim. Saçlarımı sadece topladım, yataklığın arka ucunda aralık görünen bir kapıyı iterek içerisine doğru baktım; orası kalın perdelerle loş bir halde bulunan yazı odasıydı, kütüphane ciltlenmiş kitaplarla doluydu. Yazıhanenin üzerinde sarı abajurlu bir lamba duruyordu. Lacivert renkli atlas168 kanepe, sandalyeler ve duvarların koyu renkli kâğıtları buraya elemli bir manzara veriyordu. Bu odanın içinde bir kapı daha vardı; burasını da açtım. Aynı benim odamın büyüklüğündeydi; panjurlar tamamıyla kapalı, karşıda muzlim169 bir yataklık, mavi perdeleri enzarıma170 mâruzdu.171 Burası zevcimin odasıydı. Elim bir yalnızlığa düşenler gibi kalbimde bir gariplik, bir öksüzlük hissi vardı. Ya Rabbim, gönlümdeki zulmeti izale edecek172 olan o emelin ışığı şimdi nerelerdedir? Ben ondan ne kadar uzaktayım? Vücudum o kadar yorgun ve bitaptı ki gayri ihtiyari bir kanepeye oturdum; karşımda büyük bir ceviz ayna vardı; buradan çehremin fark edilecek kadar sarardığını görüyordum. Göğsümün sol tarafında ise hafif bir sancı hissediyordum. Hizmetçim bazı ufak tefek eşyaları dolaplara yerleştiriyor, ben bunlara lakayt bir nazarla bakıyordum. Bu aralık Sait Bey içeri girmişti. Benim mahzunca oturuşum dikkatini celp ettiği için midir nedir bilmem, derin derin yüzüme baktıktan sonra, “Rahatsız mısınız meleğim?” dedi. “Sizi biraz dalgın görüyorum.”

Mütebessim bulunmaya gayret ederek “Yorgunluk efendim!” diye cevap verdim.

Aramızdaki sohbet devam ettiği müddetçe o kadar sıkıldım ki tarif edemem. Demek her gün kendisine teminat vereceğim, bütün elemlerimi riyakâr bir tebessümle gizleyeceğim. Ya Rabbi, bu ne müşkül bir vazifeydi! Akşam taamından173 sonra iki saat kadar beraber oturduk. Yorgunluğu bahane ederek müsaade istedim. Odama çekildim, soyundum; bu gece uyumak mümkün olamayacaktı; muhitimin ıssızlığı kalbimdeki üzüntüyü artırıyordu. Balkona çıktım. Sema bulutlu; mehtap yağmur bulutlarının arasından sönük bir ziya neşrediyorken dağlar ve vadiler sükût içinde uyuyordu. Kollarımı terasın soğuk demirlerine dayadım; beynim ateşler içinde yanıyordu. Serin ve hafif bir rüzgârın alnımı okşamasından hoşlanıyordum. Oh! Serinliğe ruhum ne kadar da muhtaçtı. Bütün etrafımız sık bir ormanla sarılıydı. Ayın gölgeli ve sönük ziyasıyla uzaktan hayvanata174 mahsus olan ahırların damları görünüyordu. Bunların yanındaki kulübelerin pencerelerinden intişar eden175 bir ziya, meyus kalplerdeki ümitler kadar batmaya meyyaldi.176

Çiftliğin büyük saati sabaha bir saat kaldığını ilan ederken, ben hâlâ mevkiimi terk etmemiştim. Seherin yakın olduğunu ilan eden horoz sesleri işitiliyordu. Ormanın kenarındaki dere sanki çağıldıyordu; bir çağıltı ile fecre177 hazır olduğunu söylüyordu. Artık bir saat sonra çiftlik hayatına mahsus meşgale başlayacak ve hayvanlar ahırlarından, koyunlar ağıllarından, işçiler kulübelerinden çıkacaklardı. Sabahleyin zevcimin sedasıyla uyandım, “Çok uyudunuz; rahatsız mısınız diye merak ettim,” dedi.

“Teşekkür ederim. Hiçbir şeyim yok, tembellik sadece,” dedim.

Zavallı adam beni derin ve müsterih bir uyku uyudu zannediyordu; fakat çehremin sarılığı dikkatini celp etmiş olmalı ki başımı iki eli arasında tutarak müşfik bir nazarla yüzüme baktı. İstirahat ettiğime dair bir emare göremediği için esefle başını salladı.

“Siz bu gece uyumamışsınız,” dedi.

Ne söyleyeceğimi şaşırdım.

“Emin olunuz, pek rahat bir gece geçirdim,” diye cevap verdim.

Onun derin nigâhı178 altında bütün vücudum titredi. Sanki ıstıraplarımı keşif için nazarlarıyla kalbime nüfuz etmek istiyordu.

25 Mayıs
Çiftlik

Bazı tesadüfler var ki insan hakikat olduğuna ihtimal veremiyor. Aniden beynini sarsıyor, müfekkireyi179 perişan ediyor. Acaba rüya mı görmüştüm, hâlâ mütereddid180 bir haldeyim; hayal ile hakikati ayırt edemeyecek kadar müfekkireden mahrum bulunuyorum. Dün akşamki posta ile zevcimin gazeteleri, mektupları gelmişti. İkimiz de aşağıdaki salonda oturuyorduk. Ben kendisine piyano çalıyordum. O ise neşeyle dinliyordu. Hizmetçi gazetelerle mektupları getirerek masanın üzerine koydu. Ben döndüm. Piyanonun önünden kalkıyordum. Zevcim niyazkâr bir surette, “Fikretciğim, bırakma. Saadetimin tatlılığıyla mest olmuştum. Vücudunun bana bahşeylediği mesudiyeti bilmiş olsan acaba derece-i muhabbetimi tayin edebilir miydin? Yemin ederim ki şimdiye kadar hayatın bu kadar tatlı anları olduğunu bilmiyordum,” dedi.

Bu sözler ruhuma bir inşirah181 vermişti. Tebessüm ederek dedim ki:

“Beni çok şımartıyorsunuz; şerik-i182 hayatınız olduğum için ben de bugün cidden bahtiyarım! Zaten bundan ziyade hayattan ne beklenir, değil mi?”

“Hayır, sizin için böyle değil; siz pek çok şey bekleyebilirdiniz; çünkü ihtiyar bir zevcin şerik-i hayatı olan genç bir kadın için saadette büyük bir noksanlık vardır. Bu hususta bahtiyarlığın daha çoğu bendedir.”

“Rica ederim efendim! Bana bundan bahsetmeyiniz, zira son derece meyus oluyorum; eğer ben istememiş olsaydım, hayatımızın birleşmesine muvafakat etmezdim. Bugün benim için en büyük zevk ve huzur, sizi mesut etmek için çalışmaktır.”

“Teşekkür ederim yavrum. Bu sözlerinle beni ne kadar memnun ettiğini bilsen.”

İkimiz de masanın başına gittik. O, mektupları gözden geçiriyor, ben de gazeteleri açıyordum.

Zevcim birdenbire, “Fikret!” dedi. “Saadet, insanı hakikaten gamsız ediyormuş. İki aydır sizinle o kadar meşgul olmuşum ki kendime yakın bulunan vücutları tamamıyla unutmuşum; ezcümle183 Mediha, hemşirezadem! Bakınız, bundan bir kere bile size bahsetmeye vakit bulamamıştım; çünkü siz beni o derece mutlu etmiştiniz ki mevcudiyetimden bihaber denecek bir mest hali içinde yaşamıştım!”

Elinde tuttuğu bir mektubu uzattı.

“Bakınız, şu mektup beni pek ziyade seven sevgili yeğenimdendir. Okuyunuz, size de selamları var.”

Mektubu aldım. Şöyle başlıyordu:

Muhterem bey dayıcığım!

Şimdiye kadar saadet-i izdivacınızı tebrik etmek hususunda gösterdiğim tembelliği af buyuracağınızdan ümitvarım.184

Zira zevcimin epeyce müddet devam eden hastalığı mazeretimin kabule şayan olduğunu ispat eder, hamt olsun ki şimdi biraz daha iyidir. Birkaç güne kadar seyahat icra edecek ve dört beş ay kadar Lozan’da kalacaktır. İnşallah oranın letafeti ruhundaki ekdarın185 silinmesine yardım eder. Nejat, bir hayli zamandan beri bir daimi bir hüzün içinde yaşıyor, esbabı anlaşılamıyor, şu hastalığa buhran diyorlar; bilmem, belki doğrudur. Elbet bir doktor kendi teşhisinde yanılmaz.

Eğer şimdiki halde çocukların tahsili mâni olmasaydı birkaç ay nezdinizde bulunmak isterdim. Öyle ümit ederim ki, yenge hanımla beraber ufak bir seyahat icra ederseniz, ben de muhterem ellerinizi öpmüş olurum.

Nihat ile Nihal eteklerinizden öperler…

Artık, mektubun alt tarafını okuyamadım, sesim kısılmıştı, çıldırıyordum. Bu mümkün müydü? Talih, tesadüf beni o kadının önüne sevk etmişti! Lakin bu, benim için ne büyük bir felaket, ne kuvvetli bir tehlikeydi!

Zevcim mütebessim bir çehreyle, “Mediha bizi İstanbul’a davet ediyor, ne dersin Fikret birkaç ay için gidelim mi? Zaten Ada’daki köşk boş duruyor. Sonbaharı orada geçirmiş oluruz. Mediha da yalnızdır. Onu da yanımıza alırız, kendisini senin gibi müstesna bir mahlûk değilse de yine sana bir refika olur,” dedi.

Tereddüt ve endişe içinde nutkum tutulmuştu. Dikkatli dikkatli yüzüme bakarak, “Ne oldun iki gözüm, cevap veremiyorsun? Rengin sarardı,” dedi.

Gücümün, takatimin fevkinde186 bir metanetle kendimi toplamaya çalışarak cevap verdim:

“Arzularınıza hizmet vazifemdir. Nasıl emrederseniz öyle yapalım. Şu köyde bulduğumuz huzur ve saadeti emin olunuz ki orada bu derece hissedemeyeceğiz. Eğer maksadımız ziyaret-i vatan ise, daha henüz kalbimde bir iştiyak hissetmiyorum. Beni oraya cezbeden vücutlardan birisi büyükannemdir, diğeri de Suat’tır. Ninem birkaç güne kadar buraya gelecek, kendisini göreceğim. Bizim şu münzevi hayatımız bana İstanbul’un dağdağalı187 hayatından daha tatlı geliyor. Mamafih, yine siz bilirsiniz.”

“Ben de sizin emrinize uyarım, maksadım sizi sıkmamak, size hoş bir vakit geçirtmekti. Mademki istemiyorsunuz, bilhassa teşekkürler ederim. Çünkü sizi başkalarıyla meşgul görmek bende bir nevi kıskançlık uyandıracak gibi geliyor,” dedi.

Tebessüm etmeye gayret ediyordum. Heyecandan boğulacak gibi oluyordum. Şu mektubu birkaç kere okumak istiyordum. Nejat birkaç güne kadar Lozan’a gidiyormuş. Daimi bir hüzne mahkûm olarak yaşıyormuş. Bunlar zehirli birer iğne gibi kalbimin en sızlayan noktasına saplanmıştı. Lakin yine, acaba diyorum, belki bir müşâbehet olabilir. Tesadüfün bu derece insafsız darbesine hedef olacağımı asla tahayyül edemiyordum. Kendisine dedim ki:

“Ne kadar zamandır hemşirezadeniz hanımefendiyi görmediniz?”

“Bir buçuk sene kadar oluyor.”

“Demek o zaman İstanbul’da bulunuyordunuz.”

“Hayır, bir iki ay kadar gitmiştim. Lakin bu müddet zarfında şiddetli bir zatürre hayatımı tehlikeye koymuştu. Gerek Nejat Bey’e ve gerekse Mediha’ya bu hususta teşekkür borçluyum. Hakikaten Nejat’ın hazâkati,188 Mediha’nın ihtimamı sayesinde kesin bir ölümden kurtulmuştum. Ali Nejat, bugün refikleri arasında hazâkati ile öne çıkmış zeki bir doktordur. Mediha ise kocasına bütün mevcudiyetiyle meftun189 bir zevcedir. Onun en ufak bir arzusuna karşı hayatını feda edebilir.”

Az kalsın zevcime karşı “Artık susunuz, zira ölüyorum, görmüyor musunuz?” diye bağıracaktım. Beynim dönüyor, gözlerimin önüne siyah bir duman çekiliyor, kulaklarım uğulduyor, kalbimin şiddetli çarpışları nefesimi tıkamak üzere bulunuyordu.

Ya Rabbim, ondan kaçmak, uzaklaşmak için yaptığım bunca fedakârlığa mukabil mükâfatım böyle mi olacaktı? Şimdi bu derece yakınlaşmanın doğuracağı sakıncalar fikrimi tırmalıyordu. Mevkiimin bu elemli hali karşısında bütün kanım dimağıma hücum ediyordu. Bir gün onunla karşı karşıya gelme ihtimali artık beni her zaman tehdit edecekti. Acaba bu cazip kuvvetin davetkâr tesirine mağlup olmayacak kadar metin olabilecek miydim?

Düşünemiyordum. Zevcimin söylediği sözleri bile anlayamıyordum. Yalnızlığa o kadar ihtiyacım vardı ki doya doya ağlamak, hayatın hüsranları içinde inlemek istiyordum. O, mütemadiyen piyano çalmamı rica ediyordu. Of! Çıldırıyordum!

“Emredersiniz,” dedim. “Fakat bilmem neden, birdenbire kalbimde ufak bir rahatsızlık hissettim. Müsaade ederseniz biraz istiharat edeyim.”

“Peki. Lakin yarım saat olsun daha beraber oturmaz mısınız? Bahusus rahatsız olduğunuzu söylüyorsunuz. Yanınızda bulunmazsam ben rahat edebilir miyim meleğim?”

Allahım bu esaret ne kadar korkunçmuş! Ben hiç böyle düşünmemiştim. Ne kadar aldanmışım! Hakikaten bu gece kalbim yerinden çıkacaktı sanki. Oysa ben onun ebediyen durmasını bekliyorum.

8 Şubat

Hayatımın tatsız safahatını ihtiva eden şu deftere on aydır bir satır bile yazmadığım halde şimdi oraya kaydedilecek yeni bir inkılâp var hayatımda. Artık valide oldum. Zulme dönen hayatımda bir nur belirdi. İstikbalimde bir ümit ışığı parladı.

Artık kızımı sevmek, onu büyütmek için yaşamak istiyorum; her türlü âlâma tahammül edecek kadar kendimde kuvvet hissediyorum; onun minimini hizmetleri beni meşgul ediyor, eğlendiriyor, o kadar eğlendiriyor ki…

Meğer şefkat-ı maderâne,190 saf ve masum bir aşk kadar tatlı imiş. Onunla bir odaya kapanıyorum. Kendimi dünyadan uzaklaşmış zannediyorum. Zevcim çocukla meşgul olmamdan dolayı şikâyet ediyor. Bunun için gizli bir iğbirar191 bile gösteriyor; anlıyorum, o beni minimini “Nedret”çiğimden kıskanıyor; bütün bütün kendine hasretmek, kalbimi ruhumu zapt eylemek istiyor. Genç biri gibi aşk bekliyor. Zavallı adam!

Hürmet ve hukuka riayet vazifem! Lakin muhabbet… Maneviyata karşı cebrin ne zayıf bir tesiri olduğunu bilmiş olsaydı, ihtimal o da beyhude yere rahatsız etmekten vazgeçer, Nedret’i bütün bütün benim kucağıma terk ederek benimle meşgul olmaktan feragat eylerdi.

4 Mart

Artık anlıyorum ki bu aşk, benim için bir felaketle neticelenecek. O kadınla olan karabeti192 düşündükçe, hâlâ rüya gördüğüme hükmedeceğim geliyor. Bunun hakikat olduğuna inanamıyorum. Zevcimin bütün ısrarına rağmen İstanbul’a gitmemekte sebat ediyorum. Lakin bu inadım onda bir şüphe uyandırıyor. Birkaç defa sordu:

“Niçin oraya gitmek sizi ürkütüyor bilmem. Öyle zannediyorum ki sizi kendinden nefret ettiren bir şahıstan uzaklaşmak için buraya gizlenmek istiyorsunuz.”

Bu adam bende gizli bir kederin mevcut olduğunu anlıyor, müteezzi oluyor,193 bazen merhamete benzer bir nazarla yüzüme bakıyordu. Bazen ruhumun derinliğinde saklanan aşkı keşfetmek için gözlerini gözlerime dikiyor, onlardan bir şeyler okumaya çalışıyor, sonra mustarip ve mütefekkir bir halde yanımdan uzaklaşıyordu. Ona verdiğim azabın derecesini hissediyordum. Ah! İşte bu hal beni öldürüyordu. Bunun telafisi için neşeler, tebessümler sunuyordum. O, bunların zoraki olduğunun farkına varıyor, nefsime karşı hissettiğim cebrin ne kadar acı, ne derece müellim olduğunu hissediyordu.

Bir gün kızımı kucağımda tutuyordum. Bilmem ki nasıl tatlı ve müşfik bir nazarla Nedret’in güzel çehresini seyre dalmıştım.

Zevcim birdenbire:

“Fikret,” dedi. Başımı kaldırdım. O devam etti:

“Şu izdivacın size bahşettiği bir saadet varsa, o da yalnız Nedret’tir, değil mi?”

Bu cümledeki serzenişi anlamamış gibi bulunarak, “Bu hususta Nedret ikinci kalır. Vakıa kızımı çılgın bir aşk ile severim, bunu inkâr edemem. Lakin evvelce saadet-i hayatımı temin eden sizsiniz,” dedim.

Zevcim müteessir olmuştu, kalktı, çocuğu kucağımdan aldı. Gözlerinden, yanaklarından öptü. Gözleri yaşla dolmuştu.

“Ah bilseniz, muhabbetiniz bana ne acı bir kıskançlıkla azap veriyor. Sizi daima bir doyamamazlık içinde genç bir kalple seven bu gamlı zevcinizi affedeceksiniz, değil mi?”

5 Nisan

Ölüm kadar acı bir haber bütün mevcudiyetimi sarstı. Artık mukavemet edemeyeceğim bir kuvvet karşısında çırpınıyordum.

Bu sabah zevcim beni çağırmış; kendisini bahçede bana muntazır bulmuştum. Mütebessim bir çehreyle elinde tuttuğu bir mektubu uzatarak, “Okuyunuz,” dedi.

Râşedar ellerimle kâğıdı açtım. Kulaklarımın uğultuları arasında okuduğumu anlayamıyordum. Dizlerim titriyor, sallanıyordum. Mektubun içeriği şöyleydi: “Bir köyde çıkan maden suyunun tahliline Nejat’ı tayin ettiler. Bu vesileyle ellerinizi öpmeye geliyoruz.”

Yakınımda bulunan bir çam ağacına dayandım. Yoksa zevcimin ayakları ucuna düşecektim. Korunun içinde cereyan eden ırmağın iniltisi kulaklarıma bir enin gibi geliyordu. Bu dakikada ani bir fikir beynimi tırmaladı. Onun telaşlı cereyanına vücudumu teslim ederek meçhule doğru sürüklenip parçalanmak! Şu arzu, tatlı bir emel gibi beni ele geçirmişti. Başımı korunun sayeler oluşturan ağaçlarına doğru çevirdim. Ölüm siyah kollarını açmış beni bekliyor. Irmağın çağıltısı, sanki davetkâr bir lisanla bana “Gel, seni uyutayım,” diyordu. Vücudum birdenbire aciz düşüp hareketsiz kalıyordu. Vicdanım bana “Sefile,”194 dedi. “Düşünmüyor musun ki aşkına feda edeceğin şu zavallı masumu, müşfik bir kucaktan mahrum olarak yaşatacaksın.”

Zevcimin sedası beni ikaz etmişti: “Cevap vermiyorsunuz. Gözleriniz ne kadar dalgın bakıyor.”

“Bilmem. Mektuptan bir şey anlayamadım.”

“Nasıl anlayamadınız? Bize misafir geleceklerini yazıyorlar. Belki yarın, belki öbür gün buradadırlar. Fakat ne oluyorsunuz? Renginiz ne kadar sarardı.”

“Hiçbir şeyim yok. Her zamanki çarpıntı! Geçer, bir şey değil!”

“Öyleyse istirahat ediniz. Yalnız sizden istirham edeceğim bir şey var, hizmetçilere emrediniz, bizim bölüğün yanındakini misafirlerimiz için hazır etsinler. Bunlara nezaret edebilirsiniz ama ben yorulmanızı istemiyorum.”

“Ne beis var? Vazifem değil mi?”

Bütün gün odaların tanzimiyle uğraştım. Onlara tertip ettiğimiz daire bizim bölüğün aynısıydı. Zaten yukarı kat dokuz odalı üç daireye ayrılmıştı. Her biri camlı kapılarla bölünmüş, ortada gayet güzel bir salon bırakılmıştı. Aşağıda ise bir büyük, bir ufak oda, bir de yemek salonu ile geniş bir mermer taşlık vardı. Hizmetçiler için iki oda ayrılmıştı. O gün Nejat’ın ve zevcesinin karyolalarını ellerimle düzelttim. Çocuklar için de ortadaki küçük odayı hazır ettim. Onların misafirlik müddetleri esnasında istirahatlarını temin edecek ne varsa yaptım. Zevcim uzun uzun teşekkürler etti. Zavallı adam!

Şimdi fikrimi en ziyade korkutan cihet, Nejat’ın beni ilk gördüğü zaman metanetini muhafaza edip etmemesiydi. Yoksa buraya bile bile mi geliyordu? Buna da hükmedemiyorum. Nejat’ın, zevcesinin ailesindeki bir evlilikle meşgul olacak zamanı yoktu. Hem Sait Bey’in izdivacının onun için en ehemmiyetsiz vakalardan biri olacağına emindim. Zira bir erkeğin ikinci defa evlenmesi, pek de mühim bir haber değildi.

Hissimi öldürmek, aşkımı gömmek istediğim şu dağların sükûnu içinde bir gün onunla karşı karşıya geleceğimi hiç aklıma getirmemiştim. Artık anlıyordum ki talih benimle mücadele etmek istiyordu. Ona karşı müdafaa silahım azim, metanet ve sebat idi.

11 Nisan
Çiftlik

Bundan dört gün evvel akşamüzeri saat onda çiftliğin büyük kapısı önünde iki araba durmuştu. Zevcim onları istikbal için büyük bir istekle aşağıya indi. Ben ne yapacağımı bilmez halde panjurun arkasından bakıyordum. Arabadan siyah çarşaflı, orta boylu, şişmanca bir kadın indi. Koşarak zevcime doğru yürüdü ve eteğine doğru eğildi. Zevcim de onun alnından ve yanaklarından öptü. Kalbim birdenbire acı bir heyecanla sarsıldı. Boğazım kurudu, dişlerim birbirine çarpıyordu. Ya Rabbim, acaba rüya mı görüyorum! Ne kadar elemli olursa olsun artık bu rüyadan uyanmak istemiyorum.

Zira o, bütün gençliğimi tarumar eden Nejat! İşte orada, karşımda. Bana pek yakın duruyordu. Kendisini meftun, bitap bir nazarla seyreden bu zavallı Fikret’in şuradaki mevcudiyetinden bihaber olarak zevcime gülerek bir şeyler anlatıyordu. Diğer arabadan çocuklarla iki kadın daha indi. İhtimal bunlar hizmetçilerdi. Genç kadın beşuş195 bir çehreyle dayısının suallerine cevap veriyor, bir sevinçle gülüyordu. Yukarıda ise bir kadın, ruhunun ıstırabları içinde inliyordu. Ne garip bir tezat!

Kuvvet-i beşerin fevkinde bir gayretle gözyaşlarımı kurutmaya, metanet etmeye çalışarak onları istikbal etmek, bir ev sahibesine uygun düşen vazifeyi icra eylemek lazımdı. Aynanın karşısında biraz saçlarımı düzelttim. Üstümde lacivert bir kadife elbise vardı. Ağır ağır merdivenleri indim. Bayılmaktan korkuyordum. Zira başım şiddetle dönüyor, göğsüm her zamandan ziyade ağrıyordu. Anlayamadığım garip bir uyuşukluk bütün asabıma hâkim oluyordu. Aşağı salonda onların konuştuklarını işitiyordum. Zevcim beni taşlıkta karşıladı. Sizi takdim edeyim diyordu. Onun kollarına dayandım.

“Ne oldunuz?” dedi.

“Garip bir helecan, daha doğrusu bir hicap!” diye cevap verdim. Zevcim gülerek saçlarımdan öptü. O dakika ona her şeyi itiraf ederek başımı göğsüne dayayıp hıçkıra hıçkıra ağlamak ihtiyacını hissediyordum. O her şeyden bihaber! Biçare, beni ellerimden tutarak salona doğru sürükledi, götürdü. Bu ne tahammülfersa196 bir dakikaydı.

Kapıdan içeri girdiğim zaman cümlesi ayağa kalktılar. O anda metanetimi nasıl muhafaza ettiğime hâlâ hayretteyim. Gözlerim gayri ihtiyari Nejat’a doğru dönmüştü. Onun bütün bütün hareketsiz kaldığını; nazarlarında anlatamayacağım bir şaşkınlık, vechinde197 bir hayret, dudaklarında ümitsiz bir tebessümle bana baktığını gördüm.

137.Vakitler.
138.Elemler.
139.Hava değişikliği.
140.Israrla.
141.Bunaltmak, canını sıkmak.
142.Acı çekmek.
143.Özellikle.
144.Terbiye gereği.
145.Müzakereler, konuşmalar.
146.Dayanan.
147.Baskı yapmak.
148.Gelecekteki mutluluk.
149.Uzaklık.
150.Gerçi.
151.İtaat.
152.Değiştirilemez.
153.Elemler hücumu.
154.Gerekmek.
155.İçinde bir şey saklanan kap, koruncak.
156.Süslemek.
157.Anımsamak.
158.Zehirli gözyaşı.
159.Soylu.
160.Yuvarlak.
161.Ulaşmak.
162.Eşit.
163.İzinli.
164.Fena, usandırıcı.
165.Garip sessizlik.
166.Gülümseyen.
167.Ev döşemek için gerekli eşya, döşeme.
168.Yüzü parlak, sık dokunmuş bir tür ipekli kumaş.
169.(Mec.) Gizli.
170.Bakışlar.
171.Sunulmuş.
172.İzâle etmek: Gidermek.
173.Yemek.
174.Hayvanlar.
175.Yayılmak.
176.Eğilimli.
177.Tan vakti.
178.Bakış.
179.Düşünme gücü.
180.Tereddütlü.
181.Gönül ferahlığı.
182.Ortak.
183.Başlıca, esas olarak.
184.Ümitli.
185.Kederler.
186.Üst.
187.Gürültülü.
188.Ustalık, maharet. (Özellikle de hekimlik konusunda kullanılır.)
189.Tutkun.
190.Anne şefkati.
191.Gücenme.
192.Yakınlık.
193.İncinmek.
194.Aşağılık kadın.
195.Gülümseyen.
196.Dayanılmaz.
197.Yüz.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
17 mayıs 2024
Hacim:
310 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
9786057605689
Telif hakkı:
Maya Kitap
İndirme biçimi: