Kitabı oku: «Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret», sayfa 3
Mediha Hanım yanıma doğru geldi. Onda dahi bir hayret eseri vardı. İhtimal, karşısında bu kadar genç bir kadın göreceğini ümit etmiyordu. Bir nezaket kaidesi olduğundan kendisini öptüm. Titriyordum. Düşmemek için kendimi zapt etmeye çalışırken gözlerine baktım.
Bir dakika evvel sapsarı kesilen Nejat’ın çehresi şimdi hücum eden kanla mosmor olmuştu. Bu tesadüfün verdiği heyecanın tesirinde olduğu halde karşımda kemali tazimle198 eğilerek verdiğim selama mukabele etti. Kalbim şiddetle çarpıyordu. Bir kanepeye oturdum. Çocuklar iki tarafıma yerleşmişlerdi. Mediha Hanım ise karşımdaki koltuğa oturmuştu. Nejat benden uzaktaydı. Salonun boş bir köşesinde piyanonun yanına çekilmiş; hayretini, teessürünü, heyecanını gizlemek için kendisini unutturmak istiyordu. Kendilerine hitaben, “Teşrifinizden son derece memnun oldum; şu sıhriyetin199 bahşettiği şerefle bugün ne derece mesut olduğumu tarif edemem,” dedim.
Mediha Hanım teşekkürlerle mukabele ettikten sonra dayısına doğru döndü:
“Efendim,” dedi, “saadetinizi tekrar tekrar tebrik etmeme müsaade ediniz. Zira hanımefendinin bu derece latif bir vücut olduğunu bilmiyordum.”
Zevcim en tatlı nazarlarıyla yüzüme baktı. Sonra, “O, benim sönmüş hayatımın şûle-i ümidi,200 şükûfe-i saadetidir201 Mediha,” cevabını verdi.
Genç kadın gayri ihtiyari kocasına doğru baktı, tekrar dayısına dönerek, “Takdir edilmek ve sevilmek,” dedi, “bir kadın için ne tatlı, ne temiz bir emeldir değil mi?”
Bu söze Nejat cevap verdi:
“Takdir edilmek için, bir kadının malik olduğu meziyetlerin cinsi tayin etmelidir zannederim. Güzellik! Evet, insan buna tutulur. Fakat ulviyet, işte bu değişmez bir özelliktir. Bazen öyle kadınlar vardır ki bu kelimenin delalet ettiği bir mevkide yaşarlar. İşte onlara takdirden öte yücelikte bir saygıyla muamele edilmelidir.”
Bu sözlerin manasını benden başka orada kimse anlayamamıştı. Bir anda gözlerimiz birbirine tesadüf etmişti. Ah, onlarda öyle bir şikâyet, bir ifade-i aşk vardı ki… Mediha Hanım dayısıyla görüşüyordu. Diyordu ki:
“Bütün kış İstanbul’a avdetinizi ümit ettim. Yenge hanımefendinin sizi teşvik edeceklerini umuyordum da.”
Zevcim gülerek, “Oo, Fikret mi,” dedi, “bilakis oraya gitmekten kaçınır. Birkaç defa teklif ettiğim halde reddetmişti. Kendisi sükûtu, tenhalığı sever. Ne yapayım? Onun arzusuna ters bir şey yapmak iktidarımın haricindedir,” dedi.
Mediha Hanım’a hitaben dedim ki:
“Mazeretimin ne kadar meşru olduğunu bilseydiniz, beyefendinin sözlerini haksız bulurdunuz. Kadınlığın bazı nazik zamanları vardır ki ufak bir arıza büyük tehlikeler tevlid ederek iki hayatı birden mahvedebilir. Siz daha iyi takdir edersiniz, değil mi efendim? Şubatta ise kızım henüz pek minimini idi.”
“Bu hususta hanımefendiyi haklı buluyorum bey dayı. ”
Zevcim Nejat’a doğru döndü.
“İşte oğlum, kadınlar daima böyledir. Hep bizi haksız çıkartmak isterler.”
Dudaklarının üzerinde hafif bir tebessüm beliren Nejat “Evet,” dedi, “bizim haksızlığımıza karşı daima birlik olurlar.”
“Nasıl, bizim haksız olduğumuzu teslim ediyorsunuz öyle mi?”
“Evet. Onlar bizden daha ziyade lütufkâr ve daha ziyade fedakâr oldukları için.”
Gözlerimi kendisine doğru kaldırdım:
“Teşekkürler ederim, umumiyet itibarıyla kadınları müdafaa ediyorsunuz. Fedakârlık cihetine gelince, her kadın kendi vicdanına düşen vazifeyi icra eder. Bu, büyük fedakârlık addedilmez zannederim.”
Nejat tireyen sedasıyla cevap verdi:
“İşte şimdi, şu sözlerinizle ulviyetinizi ispat etmiş oldunuz.”
“Aldanıyorsunuz efendim. Zevceniz hanımefendide gördüğünüz hasletleri başkalarında görmek istemeyiniz. Her kadın, zannettiğiniz gibi ulvi vicdanlı değildir.”
Mediha Hanım, “Teveccühünüze teşekkürler ederim,” dedi.
Nejat ciddiyetime ve kemali itina ile kendisine verdiğim cevaba karşı hayretini ima eden bir nazarla yüzüme baktı. Bu nazarlar, “Bunu sen mi söylüyorsun, lakin onun sana benzeme ihtimali var mı?” demek istiyordu.
Bu sırada zevcim, “Emrediniz de Nedret’i getirsinler,” diyordu.
Şu fırsattan istifade ederek derhal dışarı çıktım. Çocuğu dadısının kucağından aldım. Buselerime gark ederek bağrıma bastım. Dudaklarım şu tatsız hayatın zehirleriyle o gül rengi yanakları kirletecekmiş gibi korktum. Başımı çevirdim. Tekrar onu dadısının kolları arasına verdim.
Salona girdiğimiz zaman Mediha Hanım koşarak çocuğu aldı. Pencerenin önüne doğru götürdü.
“Ne kadar sevimli,” diyordu, “tıpkı size benziyor.” Nejat da o tarafa yürüdü ve kollarını uzatarak Nedret’i kucağına aldı.
Artık bu manzarayı görmemek için oradan kaçtım. Akşam taamı samimi olmayan bir neşeyle bitti. Mediha Hanım sağımda, Doktor sol tarafımdaydı. Onun asla yemek yemediğinin farkındaydım. Cebri olarak gülmeye, söylemeye gayret ediyordu. Çocukların tabaklarına yemek koyma hizmeti beni oyaladı. İştahsızlığımı zevcimin nazarlarından sakladı.
Yemekten sonra tekrar salona geldik, panjurlar açıktı. Serin ve tatlı bir rüzgâr sinirlerime biraz kuvvet vermişti. Terasın açık kapısından dağların garip suskunluğu üstünde mehtap berrak ve nurani bir lacivert içinde görünüyor; bülbüllerin nağmeleri, kurbağaların sedaları işitiliyordu. Nejat başını pencerenin önüne dayayarak gecenin ve bahusus mevkiin şu bunaltıcı ıssızlığına karşı sakin kaldı. Acaba neler düşünüyordu? Zevcimin ısrarı, Mediha Hanım’ın ricası üzerine piyanonun önüne oturdum. Nejat ağır ağır mevkiini terk ederek yanıma geldi. Zevcime hitaben, “Ne latif mevkii,” dedi, “bütün hayatımın şurada geçmesini isterdim.”
Zevcim cevaben, “Evet, hakikaten hoştur. Lakin şehirlileri sıkar zannederim,” dedi.
“Belki mamafih kalben yalnız yaşamayanlar için tenhalık, sükûnet pek kıymetdâr, pek ketum bir dert arkadaşıdır, değil mi efendim?”
Onun bu manidar sözlerini işitmemek için parmaklarımı piyanonun fildişi taşları üzerinde gezdirmeye başladım. Ne çalacağımı kendim de bilemiyordum.
Sait Bey, “Alafranga havalardan hoşlanır mısınız?” diye sordu.
Mediha Hanım, “Pek o kadar değil,” diye cevap verdi.
Nejat ise “Ne lütfederlerse kemali şükranla dinlemeye hazırım,” dedi.
Kendilerine Manon’dan bir parça çalmak istiyordum, kalbimin feveranı parmaklarıma sirayet etmişti. Artık ruhumun galeyan eden aşkıyla çalıyordum. Manon’dan Safo’ya geçtim. Bu gece sanki Manon’un ve Safo’nun sevdasını anlatmak istiyordum. Mediha Hanım sıkıldığını ima eden bir tavırla çocuklarıyla meşgul oluyordu. Zevcime baktım, bir koltuğun yumuşak yastıklarına gömülmüş sigarasını içiyordu.
Nejat başını bir eline dayamış, gözleri dalgın, rengi solgun, müteessir halde dinliyordu. Ona bu halde ruhumun bütün hasretiyle o kadar çok bakmak istiyordum ki… Fakat mümkün müydü? Derhal nazarlarımı notalara çevirdim ve onları kapadım, artık kalkıyordum.
Nejat’ın küçük kızı Nihal yavaş yavaş annesine sokuldu. Kulağına doğru eğilerek babasını gösterdi. Kadın dikkatli bir nazarla kocasına baktı.
“Nejat!” diye seslendi.
Derin bir uykudan uyanır gibi Nejat gözlerini kaldırdı.
“Bir şey mi söyleyecektiniz?” dedi.
“Hayır, yorgun gibi görünüyorsunuz da.”
“Bir şeyim yok.”
“Biraz istirahat etseniz, yarın dört beş saatlik bir mesafe katedeceksiniz.”
“Hayır, yarın gitmeyeceğim, bir gün sonra olsun, nasıl olsa bir hafta vakit verilmiştir. Bundan dört gün istifade edebilirim. Üç günü de vazifeye hasrederim. Ne olur ki?”
“Fakat iki gözüm.”
“Hiçbir şey düşünmek istemiyorum şimdi.”
Mediha Hanım yerinden kalktı. Kocasına doğru yürüdü, yanına oturdu. Bu adama bütün ruhunun mahremiyetiyle, bütün zevcelik hakkının verdiği tahakkümle sokularak bir şey söylemek, onu istirahate davet etmek istiyordu. İşte yalnız bu manzaranın yanında kalbimin öksüzlük hissiyle yandığını duydum.
Salondan dışarı fırladım. Hizmetçileri çağırdım. Misafirlerin her şeylerinin hazır olup olmadığını bir kere daha sordum. Tekrar odaya girdiğim zaman Mediha Hanım’a hitaben, “Daireniz hazırdır. Gerek çocuklar, gerek beyefendi istirahat etmek isterlerse emrediniz,” dedim.
“Teşekkür ederim,” diyerek ayağa kalktı. Kocasına doğru baktı. Gidelim demek istiyordu. Nejat bunu anlamamazlıktan geldi. Kadın bundan fena halde sıkıldı. Dayısıyla bana döndü:
“Şu hareketimi affediniz. Kendisiyle bu kadar meşgul oluşum sıhhatinin muhafazası içindir. Geceleri uykusuz kalmak asabını bozuyor. Geçen sene çektiği rahatsızlığı görmüş olsaydınız, şimdi siz de hakkımı teslim ederdiniz.”
Nejat güldü. Sonra içini çekerek başını salladı.
“Peki, üzülme. Uyumaya gayret ederim,” dedi.
Genç kadın çocuklarıyla beraber salondan çıktı. Kendilerini odalarına kadar götürdüm. Çocukların soyunmalarına yardım ettim. Geceliklerini giydirdim. Onların ikisini de gözlerinden, yanaklarından öptüm. Bu ilgi kendilerini pek memnun etmişti. Yarım saat kadar Mediha Hanım’la oturdum. Daha sonra veda ederek çıktım.
Bu gece kalbimde fevkalade bir rahatsızlık hissediyordum. Ara sıra teneffüs etmek için kendimi zorlamaktan damarlarım patlayacak gibi oluyor, onun verdiği tazyikle başım dönüyordu. Aşağı kata indim. Sabah için bazı siparişlerimi hizmetçilere söyledim. Salona girdim. Burada büyük asma lamba söndürülmüş, piyano üzerinde iki mum yanıyordu. Zevcime baktım, yoktu, gitmişti. Bu büyük oda aydınlıktı; terasının açık kalmış kapısından mehtabın nuru yerdeki halının üzerine doğru süzülmüştü. O tarafa doğru yürümek istedim. Göğsümü gecenin bu soğuk, bu rutubetli rüzgârına arz etmek ihtiyacını duyuyordum. Zira orada bir şey oluyor, orada bir şey parçalanıyordu. Bir rüya denecek kadar kısa bir saadet serabıyla hayatımı tenvir eden202 emelin böyle sırf tahayyülden ibaret kaldığını, sonra birdenbire muhitimi boğan siyah dumanların içinde ümitlerimin ebediyen söndüklerini görmek, bu gece bütün mevcudiyetimi rencide ediyordu. Birdenbire helecandan ne yapacağımı şaşırdım. Nejat oradaydı. Odanın boş bir köşesinde pencerenin önünde oturuyordu.
Oradan ayrılmamak istedim. Ne yapacağımı bilmiyordum. İnler gibi bir sesle “Fikret,” diyordu, “akşamdan beri gördüklerim rüya mıdır söyle, çıldırıyorum.”
“Hal ve mevkiimi dikkate alınız,” dedim. Gözlerim kararıyor, başım dönüyordu.
“Evet, hakkınız var. Bir şey düşünemeyecek kadar şuurum kuvvetini kaybetti. Beni mazur görünüz. Zira size bu kadar yakın olmak bütün metanetimi yok ediyor.”
“Rica ederim gidiniz. Buradan, benden uzaklaşınız. Çünkü korkuyorum. Beni bu sakin, bu münzevi hayatıma terk ediniz.”
“Sizden uzaklaşmamı emrediyorsunuz, öyle mi? Bana şurada iki günlük bir saadeti çok görüyorsunuz. Peki, emrinize itaat edeceğim. Lakin siz, bana o kadar büyük bir fedakârlık teklif ediyorsunuz ki icrası pek müşkül. Pek ağır. Of, Fikret artık hakkımda bu derece merhametsiz olmayınız.”
“Başka türlüsünü yapmaya muktedir değilim. Düşününüz halimi, mevkiimi, sonra da vazifemi… Bana acıyınız, Allah aşkına Nejat!”
Nejat derin bir ah çekti ve sonra dudakları arasından mırıldandı:
“Biçare Fikret, fedakâr kadın!”
Oradan ne suretle ayrıldığımı bilmiyordum. Sendeleye sendeleye oda kapısına doğru yürüdüm. Onun bütün çaresizlikler içinde perişan halde arkamdan baktığını hissetmek, beni o dakika en kahredici üzüntüler altında inletiyordu. Odama geldim, bir kanepenin üzerine düştüm. Nefes almak kabil değildi. Bütün elbisemin göğsünü parçaladım. Hiç kimseyi çağırmak, bu halimi göstermek istemiyordum. Burada yalnızca ölmek, ne bir ıstırap feryadı ne bir şikâyet sedası çıkararak ölmek istiyordum. Bu anda, yatağın ayakucundaki kapı açıldı. Zevcim beyaz sakalı, uzun boyu, beyaz geceliği ile göründü. Ağır ağır geldi yanıma oturdu. Odayı bir gece kandilinin ziyası aydınlatıyordu.
Dikkatli dikkatli yüzüme bakarak:
“Yavrum, seni mustarip görüyorum, ne oldun? Söyle bana! Çok mu rahatsızsın?”
“Hayır, merak etmeyiniz, bir şeyim yok. Merdivenleri biraz hızlı çıktım, sizi salonda zannetmiştim de.”
“Evet.”
“Yalnız biraz çarpıntım var, şimdi geçer. Rahat etmek lazım.”
Zevcim benim şu halime karşı teessüfle içini çekti. Sonra saçlarımı derin bir şefkat-ı muhabbetle okşayarak alnımdan öptü.
“Vücuda, sıhhatine ihtimamsızlık ediyorsun,” dedi, “bu hallerinle beni ne kadar üzüyorsun bilsen. Seni böyle mustarip görmek ciğerlerimi parçalıyor. Ne türlü bir rahatsızlık hissediyorsan söyle, çaresine bakalım. Çünkü bilirsin ki dünyada her şeyim, her emelim sensin. Hayatım, servetim, saadetim, hatta evladım bile senin yanında ikinci derecede kalır. Sen benim için pek muazzez, pek sevgili bir vücutsun Fikret. Bunu bilirsin. Bildiğin için beni böyle üzmek istersin, değil mi?”
“Hayır, emin olunuz ben yalnız sizin saadetinizi uzatmak için yaşamak isterim. Eğer kendimde mühim bir hastalık hissedersem, derhal size söylerim.”
“Peki öyleyse. Yatınız, ben sizi bekleyeyim.”
“Teşekkür ederim fakat…”
“Demek beni istemiyorsun.”
“Ah… Hayır, siz de rahat ediniz diyorum, yarın misafirlerimiz var. Erken kalkmaya mecburuz.”
Tekrar alnımdan öptü.
“Peki, üzülme, gidiyorum işte, rahatsız olursan beni uyandırmak şartıyla.”
Yavaşça kapıyı kapayarak çekildi. Ah biçare adam! Kalbinde meşru olmayan bir muhabbet gizleyen bu kadın, senin huzurunda nasıl bir azapla titriyordu! Seni aldatmaktan mütevellit manevi işkenceler içinde, en taşkın ıstırablarla kıvranıyordu! Yavaş yavaş kalktım. Korsemi, elbisemi çıkardım. Nedret minimini beşiği içinde mışıl mışıl uyuyordu. Onu öpmek için eğildim. Gözlerimden damlayan gözyaşları, o pembe yanakları ıslattı. Uyandırmamak için çekildim. Ah… Beni hayata rabteden203 yavru! Acaba bir gün bana lanet edecek misin? Ya Rabbim, şu düşünce şimdi bütün tüylerimi ürpertiyor. Hayır, hayır. Ben onun lanet ve iğbirarına layık olmamak için aşkın bütün kuvvetlerine karşı metin olacağım.
Artık uyumak bence mümkün olamayacaktı. Onun bu kadar yakında olmasına bir türlü ihtimal veremiyordum.
Onunla salonda bir an yalnız kalmıştık. O heyecanlı aşk… Fikret diye titrerken, ben nasıl olmuş da onun tesiri altında oraya düşüp rezil olmadan odama gelebilmiştim! Ne kadar mühlik204 bir mevkide bulunuyordum. Ufak bir hata, hafif bir zaaf, müthiş felaketlere sebep olacak, kaç vücudun birden huzur ve refahını perişan edecekti! O zavallı kadın, o iki yavru! Bunların babalarına, Mediha’nın kocasına ne derin rabıtaları205 vardı. Bütün hayati hazları, saf ve meşru aşkları, yalnız Nejat’tan ibaret! Zevcim belki Mediha’dan ziyade, merhamete şayan dördüncü bir vücut olarak bana sarılmıştır. Ne affolunmaz bir suç işlemiştim. Şimdi bunların içinde feda edilecek bir vücut vardı ki, o da bendim. Of, artık başım ateşler içinde yanıyor, gözlerimden akan yaşlar çehremi yakıyordu. Kalktım, terasın kapısını açtım. Biraz saf ve serin hava almak istiyordum. Mehtap artık geceyi yine zulmetlerine terk ederek, esmerleşen gölgeleriyle yamaçları örterek batmaya hazır bulunuyordu.
Başımı ellerimin arasına aldım. İnce bir rüzgâr gecenin kokularını burnuma dolduruyor; bülbüllerin nağmeleri, kurbağaların vaveylaları206 işitiliyordu. Korunun içinde cereyan eden dere, sanki bütün beşerin gizli derdinden, kanlar fışkıran yaralardan yükselen ümitsiz bir inlemeyle inliyordu. Gözlerim o pür-esrâr-ı aşk207 gecenin letafetine dalmıştı. Şu dakika her türlü endişelerden uzak gibiydim. Fikrimi darmadağın eden kederlerim ve elemlerim benden uzaklaşmış; gecenin zulmetleri içinde gizlenmişti. Ben şimdi, yalnız aşkımla, onun zevk ve huzuruyla yaşıyordum. Artık zulmet koyulaşıyordu. Kamer karşıdaki yüksek dağların arkasında gurup ediyordu.208
Bu anda bir pencerenin açılmasına, bir panjurun gıcırtısına benzer bir sesle titredim. Beni tatlı bir hayalden acı bir hakikate davet eden bir şamata bir daha tekrar etti. O zaman uzandım, yan taraf pencerelerine doğru baktım. Buradan beyaz bir cisim harice doğru sarkmış, başını ellerine dayamış, sakin bir halde kalmıştı. Odadan kaçmak için davrandım. Bir kuvvet beni kendine çekiyordu, hareketsizce ona bakıyordum. Bu gece beni uyutmayan dert, onun da istirahatini imkânsız kılmıştı. Biz ikimiz de bir emeli takip ediyorduk. Fakat birbirimizden ayrı, birbirimizden uzak, saadet için yanıp tutuşarak inliyorduk.
Ne oldu bilmem, birdenbire başını çevirdi, nazarlarımız gecenin sükûneti içinde birleşti. Titriyordum. Zevcimin odasına doğru baktım. Bir kandilin hafif ziyası panjurun aralarından aksediyordu. Zavallı adam uykudaydı. Vicdanım şiddetli bir azabın altında ezildi. Bulunduğum mevkii terk ederek yatağımın soğuk yastıkları arasına saklandım. Aşkımın çaresizliği içinde sabaha kadar ağladım, ağladım.
Gözlerimi açtığım zaman güneş etrafa yayılmıştı. Vücudum bitap, asabım son derece rahatsızdı. Kalp hastalığım bütün hayatımı eziyordu. Gözlerimin etrafı siyah halkalarla sarılmıştı. Bir gece içinde husule gelen şu hale kendim de hayrette kaldım. Kalktım, yüzümü yıkadım, saçlarımı taradım, gardırobu açtım. Burada rengimin uçukluğunu gizleyecek koyu renkli bir elbise aradım. Birini seçtim. Evet, talihimle aynı renk olan bu siyah elbise, bugün bana pek yaraşıyordu. Muhitim siyah! Ümidim siyah! İstikbalim siyah!
Aşağıya indim. Salonda kimseler yoktu. Misafirler bahçede olduklarını söylediler. Bir kanepeye oturdum. Dizlerimde bir hasta dermansızlığı vardı, hizmetçi sütümü getirdi. Birkaç yudum içerek iade ettim. Gözlerimi kapayarak başımı kanepenin arkasına dayadım. Göğsümün sol tarafını sızlatan bir ağrı kolumu uyuşturmuştu. Bilmem bu halde ne kadar kalmışım. Yanıma yavaşça birinin oturduğunu hissettim. Gözlerimi açtığım zaman Nihat’ı gördüm. Çocuk merakla yüzüme bakıyordu.
“Ne oldunuz efendim?” dedi.
“Bir şey yok oğlum, şimdi yanınıza gelecektim.”
“Evet, sizi bahçede bekliyorlar.”
“Bu geceyi rahat geçirdiniz mi yavrum?”
“Pek ziyade efendim.”
“Memnun oldum. Buradan sıkılmadınız, değil mi?”
“Katiyen. Büyük bahçeler, akan sular, bahusus birçok hayvanlar, bunlarla insan geçen vakte doyamaz ki.”
“Tabii, hele sizin gibi minimini beyler bunları daha çok severler.”
“Siz ne kadar naziksiniz yenge hanımefendi.”
“Siz de öyle görünüyorsunuz. Terbiyenizi tahsin ederim209 yavrum. Bu hususta validenizi, pederinizi tebrik etmek isterim.”
“İltifat buyuruyorsunuz.”
On bir, on iki yaşında kadar görünen bir çocuğun ağzından çıkan sözler, zekâsına delildi. Hem onda tıpkı babasına benzer bir hal vardı. Hele nazarlarındaki cazibe, etvarındaki letafet, aynı Nejat’ı andırıyordu. Ayağa kalktım. Gidelim dedim. Bornozumu giydim, bahçeye indik. Nihat, sevgili çocuk yanımdaydı.
“Kolunuza girmeme müsaade eder misiniz efendim?” diyordu. “Zira sizin rahatsız olduğunuzu anlıyorum.”
“Memnun olurum oğlum,” diye cevap verdim.
Konuşa konuşa ince bir yoldan yürümeye başladık. Hangi mektepte tahsil ettiğini sordum. Şimdilik rüştiyelerin birinde olduğunu, sonra pederinin onu Robert Kolej’e vereceğini, buradan ise bir seneye kadar şehadetnâme alacağını latif bir ifadeyle beyan ediyordu. Bu masum çocuğun verdiği ruhani neşeyle bir ara kendimi toplamıştım. Bu muazzez çocuk, bu sabah hasta kalbime teselli vermişti. Aheste aheste leylakların aralarından yürüyorduk. Baharın en güzel mevsimi olan nisan, bütün letafetiyle dağları, sahraları ve manzarayı yeşiller içinde bırakmıştı. Nihat etrafın şu güzelliklerine bakarak “Ne kadar güzel,” dedi. “Lakin kışta kimbilir şu güzel yerler ne kadar korkunç olur, değil mi yenge hanımefendi?”
“Tabii! Karlı, ıssız günlerin vahşeti, insanın melalini210 artırır oğlum!”
“Niçin burada oturuyorsunuz? Kışın bizim tarafa, Şişli’ye gelseniz iyi olur. Annem orasını pek sever.”
“Sen anneni çok sever misin?”
“Pek çok, bütün ruhumla.”
“Pederini?”
“Onu belki annemden ziyade! Yok, yok ikisinin de muhabbetleri kalbimde eşittir. Birinden ayrılsam, mutlak ölürüm zannederim. Onları beraber görürsem, huzur ve bahtiyarlık içinde yaşarım. Geçen sene babam İsviçre’ye gittiği zaman, annemi yalnız görmek beni ağlattı. Her akşam gelecekmiş gibi pencerede kendisini bekledim. Nihal de benimle beklerdi.”
Nihat’ın sözlerini derin bir teessürle dinlerken ziyan olan şu hayatın bütün yeislerine karşı vicdanımda “oh!” diyen bir seda vardı. Artık sükût etmiş yürüyorduk. Çocuk elini uzatarak ağaçların arasındaki yolu gösterdi.
“Beybabam bize doğru geliyor,” dedi.
Vücudum birdenbire titredi. Nihat hayretle sordu:
“Titriyorsunuz, ne oldunuz efendim?”
Bu sualden duyduğum azabı tarif edemem.
“Asabım çok rahatsız oğlum.”
“Beybabama söyleseniz olmaz mı?”
“Teşekkür ederim yavrum. Zahmete ne lüzum var? Geçer, ben her zaman böyle olurum.”
Nejat yanımıza gelmişti. Pek tatlı bir seda ile “Ne şairane bir levha,” dedi, “sizi bahar perisi diye tavsif edeceğim.211 Sizi uzaktan seyrediyordum. Siz beni görmediniz. Bahar sizi meşgul etmişti,” dedi.
“Evet, konuşuyorduk. Müftehir212 bir pedersiniz. Tebrik ederim.”
“Teşekkürler ederim. Oğlumun teveccühünüze mazhar olması bence pek büyük bir şereftir. Müsaade ederseniz ben de kendisini tebrik edeyim.”
“Estağfurullah.”
Nejat bu dakikada pek mesut görünüyordu. Çocuk sordu:
“Annem ile beydayım nerededirler beybaba?”
“Onlar hayvanat-ı vahşiye213 ahırlarına gittiler. Kışın ayağından vurulan bir kurt varmış, validen onu görmeyi arzu ettiği için, dayı beyi de beraber götürdü.”
Bana dönerek, “Bendeniz bu gibi hayvanat temaşasından nefret ettiğim için gitmekten çekindim,” dedi.
Nihat müteessif bir halde “Beybaba,” dedi. “Ben de görmek isterdim. Ne tarafa doğru gittiler?”
Nejat elini karşıya doğru uzatarak ufak tepe üzerinde görünen damı işaret etti.
“Oraya doğru gittiler,” dedi, “henüz varmamışlardır. Hızlı gidersen yetişirsin. Haydi, koş bakalım.”
Acı bir heyecan içinde titrerken “Nihat Bey durunuz, beraber gidelim,” diyerek onun yanından uzaklaşmak istedim. Fakat çocuk yüzüme bakarak “Siz hastasınız hanım yenge. Oraya kadar nasıl yürürsünüz? Ben koşacağım. Siz beybabamla kalınız. Ben şimdi onlarla gelirim,” dedi.
Bir ağaca dayandım. Artık tesadüfün bu insafsız müsaadesine karşı isyan etmek istiyordum. Tekrar eve dönmeyi düşündüm. Fakat bu zevcimle Mediha’ya karşı pek çirkin bir hareket olacaktı. Kendisine doğru döndüm. Niyazkâr bir tavırla “Allah aşkına biz de gidelim,” dedim.
Nazarlarında tarif edemeyeceğim bir rica vardı. Ağlayan bir sedayla “Fikret, artık merhamet et. Yarım saatlik bir birleşmeyi benden esirgeme. Mevkiinin nezaketini teslim ediyorum. Fakat şimdi korkacak, çekinecek bir şey yok. Gel şu leylakların sayelerine sığınalım,” dedi.
“Benim için,” dedim, “vicdanımın sedasından gayri çekinecek bir kuvvet yoktur. Ben ona karşı bir mücrim214 sıfatıyla yaşadıktan sonra o biçare adamı, o masum zevci iğfal etmek215 pek kolaydır değil mi?”
“Fikret, Fikret bana bunlardan bahsetmeyiniz, aşkımız sizi bir mücrim sıfatıyla yaşatacak kadar kirli değildir.”
“Evet doğru! Fakat birbirimizi bir dost, bir akraba gibi tanısak da vicdanımız bu ufak şaibeden dahi uzak kalsa.”
“Ne söylüyorsunuz? Teklifinizin bir insanın kudreti haricinde olduğunu düşünmüyor musunuz? Bu sizin için bu kadar kolay mı? Soruyorum size? Niçin cevap vermiyorsunuz?”
“Çalışacağım, bütün hislerimi öldürmeye gayret edeceğim”
“Peki, çalışmadınız mı? Uğraşmadınız mı? Niçin kendinizi aldatmak istiyorsunuz? Benden uzaklaşmak, beni görmemek için azmettiniz. İzdivacı aşkınıza bir mani, bir siper olarak kabul ettiniz ve hayatınızı diğer bir hayatla birleştirerek gençliğinizi öldürmek istediniz. Fakat ne oldu? Bu tedbirlerinizle bana daha yakın oldunuz. Talih, tesadüf sizi zevcemin dayısına zevce eyledi. Bundan ne sizin ne de benim haberimiz vardı; tesadüf, kader, işte şurada. Asla ümit etmediğim bu hal, dağlar arasında bizi yine birleştirdi. Bunda bir günah, bir cürüm tasavvur ediyor musunuz, söyleyiniz Fikret.”
“Bilemiyorum ne söyleyeyim Nejat. Yalnız bildiğim bir şey var ise, felaketimin başlangıcı sizi ilk gördüğüm gündür. Hayatımın on dokuzuncu baharında ümitsiz, emelsiz, perişan kalmıştım.”
“Burada mesuliyet sizdedir. Çünkü önünüzde açılmış olan mutluluk yolundan uzaklaştınız. Benden kaçtınız. Beni de kendinizi de bedbaht ve perişan ettiniz, bıraktınız.”
“Vicdani muhakemenize müracaat etmeden söz söylüyorsunuz. Başkalarının bedbahtlığıyla kendi saadetimi temin etmek, beni şimdikinden beter bir mesuliyet yükü altında yaşatacaktı. Yakın olduğum bütün vücutların nazarında alçak, sefile bir kadın sıfatıyla kalacaktım. Sonra size bağlı o üç hayatı düşününüz. Bahusus iki evladınız var.”
“Aldanıyorsunuz; ben öyle hissediyorum ki sizi asla şiddeti eksilmeyecek sonsuz bir aşkla sevecektim. Belki bazı teessürler olabilirdi. Fakat sizin mevcudiyetiniz onu pek çabuk izale edebilirdi.”
“Hakikati inkâr ediyorsunuz. Neyse, bunların şimdi hepsi geçti. Aramızdaki uçurumlar daha ziyade derinleşti. Bizim için hiçbir şeyin kabil olamayacağını görüyoruz. Ne bekleyeceğiz? Daimi bir boşluk içindeyiz. Her gün şu mahrum, şu nasipsiz hayali avutmak yerine onu ezmek, her şeyden kurtulmak, yok olmak lazım gelirken, kızım için, bedbaht hayatımın yegâne mahsulü olan o çocuk için böyle sürüklenmeye, inlemeye katlanıyorum.”
“Fikret. Beni hiç düşünmüyorsun, öyle mi?”
“Sizi mi Nejat? Ah! Halbuki siz de benim gibi yaşamaya mecbursunuz.”
Nejat teessüfle başını salladı.
“Böyle bin türlü mâni karşısında doğrusu şu üç günlük hayata değmez bir fedakârlığa katlanmak bana pek müşkül geliyor. Of… Keşke sizi bu defa hiç görmeseydim. Zira kalbimi yavaş yavaş mahrumiyet ve ümitsizliğe alıştırmıştım. Bir şey duymuyor, bir şey anlamıyordum. Bütün insanlardan uzak, yalnız hayalinizle yaşıyordum ve bu bana yetiyordu. Bir gün olup da sizi tekrar göreceğimi asla düşünmüyordum. Zira son mülakatımızdaki kati tavrınız sizi ebediyen kaybettiğimi bana temin etmişti. Sizi haklı buluyordum. Size kendimden ziyade acıyordum. Nazarımda bütün insanların fevkinde biriydiniz. Fakat şu muhabbetin bütün acılarına katlanarak sükûnet içinde bu hale tahammül ediyordum. Dört ay kadar İstanbul’dan uzaklaştım. Bu benim için yegâne çareydi. Her ne kadar zevcemi, çocuklarımı tatyib etmeye216 gayret ediyorsam da yine âlâmımı onlardan saklayamıyordum. Yalnız yaşamaya ihtiyacım vardı. Hiçbir kayıt altında bulunmayarak aşkımla tenha kalmak istiyordum.”
Nejat başını bir ağaca dayadı. Çehresi kızarmıştı. Şiddetli bir buhran içinde bulunuyordu. Gözlerim ona dalmıştı. Bütün ruhumun tahassürüyle bakıyordum. Şimdi onu her zamandan daha ziyade sevdiğimi hissediyordum. O, bir eliyle alnını tutmuştu. Sanki oraya hücum eden âlâm ve ıstırabları dağıtmak istiyor gibi bir iki dakika kadar suskun kaldı. Sonra tekrar ağlayan bir seda ile “Şimdi,” dedi, “aşkımda isyan etmek isteyen bir şiddet var. Artık evvelki tahammülümün bittiğini hissediyorum. Sizi tekrar görmek, hem bu kadar yakından görmek beni çıldırttı. Evvelce beni mahrum ettiğiniz bütün letafetiniz şimdi gözlerimin önüne serildi. Ben sizi hiç böyle görmemiştim ve göreceğimi de tahayyül etmemiştim. Sonra tasavvur ediniz Fikret, muhteşem bir salonun loşluğunda, uzun etekli kadife libasınızın217 içinde, narin ve latif endamınız, parlak ve kumral saçlarınız, beni harap eden o siyah füsûnkâr gözleriniz, o vakarlı etvarınızla belirivermiştiniz. Söyleyiniz Allah aşkına. Uzun müddet mahrum edilip de sonra birdenbire kavuşulan bu saadet karşısında seven, çıldıran bir kalp nasıl tahammül edebilir? Bana sükûn ve itidal tavsiye etmeyiniz. Zira huzurunuz bunları tahrip ediyor. Artık ağlamak, inlemek istemiyorum. Beni yaşatınız.”
“Nejat! Buhran içindesiniz. Biraz olsun efkârınıza sükûnet vermeye çalışınız. Bakınız beni görüyor musunuz? Belki çektiklerim sizden daha elimdir. Lakin vicdanımdan kulaklarıma akseden bir seda daima bana “vazife ve insaniyet” diyor. Beni bütün arzularıma, en tatlı emellerime karşı gayri muktedir bir halde bırakıyor. Nejat, Allah aşkına gidiniz. Buradan kaçınız, bunu aşkımızın selameti namına rica ederim. Bu geçirdiğimiz saatler, hayatımızın aşk dolu bir rüyası olsun. Bunun leziz hatıralarıyla yaşayalım. Yoksa emin olunuz ki ben öleceğim. Zira kalbimin bu türlü hicranlarla çırpınmaya takati olmadığını siz herkesten iyi takdir edersiniz. Ben hastayım Nejat!”
“Siz mi, ya Rabbim! Beni affediniz. Lakin beni böyle eden yine sizsiniz: Söyleyiniz Fikret! Istırabınız yine oradan, öyle mi?”
“Heyhat!”
Nejat’ın nazarlarından bir keder gölgesi geçti. Birdenbire beynini yakan bir felaket yıldırımıyla sallandı. Endişesini bastırmak isteyen bir sedayla “Evvelce sizde bir rahatsızlık vardı. Bunun tamamıyla zail olup218 olmadığını anlamak için bir kere kalbinizi dinleyeyim, müsaade edeceksiniz değil mi?” dedi.
Güldüm ve “Ben sizden şifa istemedim,” dedim.
“Niçin, meleğim?”
“Siz bu teselliyi başka hastalara veriniz. Ben ne türlü bir illetle boğuştuğumu iyi bilirim. Bundan şikâyetçi değilim. Yalnız sizden istirham ettiğim cihet, şu hastayı heyecanlar ve korkularla hırpalamamanızdı.”
“Bu sözlerinizle beni öldürmek istiyorsunuz. Peki, ben hepsine razıyım. Lakin bana mevkiimizin müşküliyetini unutturacak, beni ayaklarınızın altına düşürerek hüngür hüngür ağlatacaksınız,” dedi.
Uzaktan Nihat’la Nihal’in sesleri işitiliyordu. Geliyorlardı. Nejat derin derin içini çekti, “Eyvah!” dedi, “Şiir gibi bir rüyadan tekrar acı bir hakikate dönüyoruz.”
Ağır ağır yürümeye başladı. Beyaz güllerden müteşekkil bir hıyâbandan219 geçiyorduk. Burası o kadar loş ve güzel kokuluydu ki, Nejat gayri ihtiyari durdu. Bizden ürken kuşlar daldan dala kaçtılar.
Şu yeşil yuvada, şu serin gölgeler altında bir an olsun yalnız bulunmaktan mütevellit derin bir saadetle mest olmuştuk. Her tarafta sükût! Bazen uzaktan inek sesleri, kuzuların melemeleri işitiliyordu. Nejat bu dakikaların saadetini ihlal etmekten korkan yavaş bir seda ile “Bilir misiniz şimdi neler hissediyorum, neler düşünüyorum? Fikret, şurası saadetimizin gelin odası, bu yeşil yapraklar gelin süsleriniz, bu beyaz güller gelin tacınız olsa, bizi unutsalar, bizi müebbeden birbirimize terk etseler, sen benim olsan, tabiatın kucağında hayattan uzak yaşasak!” dedi.
Asabi bir tebessümle devam etti:
“Lakin ne garip! Bir dakika olsun insan kendini aldatmakla gayri kabili husul220 bir saadetin lezzetlerini duyuyor gibi oluyor. Öyle zannediyorum ki şu anda bütün elemlerim, hüzünlerim benden uzaklaşıyor. Sen de böyle misin Fikret?”
“Ah! Evet Nejat! İşte bu kısa saadet serabı, mahrum ve nasipsiz hayatlara ihsan edilmiş bir sadakadır. Biz bununla kanaat etmeye mahkûm edilmiş biçarelerdeniz!”
Nejat derin bir teessüfle başını salladı. Sonra iki tane gül kopararak bana uzattı.
“Rica ederim. Şunları göğsünüze takınız; kalp atışlarınızın hararetiyle solmaya başladıkları zaman salondaki piyanonun üzerine bırakınız, ben oradan alırım. Şu ânın bahtiyarlığının bir yadigârı olsun.”
Gülleri kalbimin üzerine taktım. Yürümeye başladık. Tarlaları takip ediyorduk. Düz bir yoldan onları istikbal için sağa doğru saptık. Ağaçların arasından zevcimle Mediha göründü. Genç kadın bu bahar güneşinin hararetli sıcağında kızarmış, terlemiş, başörtüsünün altından sarı saçları dağılmış; iri vücudu, al yanakları, ufak mavi gözleri ile dinç ve güzel bir köylü kadınına benzemişti. Gülerek “Of! Yoruldum, bittim. Aman Nejat! Dur, biraz koluna gireyim,” dedi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.