Kitabı oku: «On İki Hikaye ve Bir Rüya», sayfa 3

Yazı tipi:

Örümcekler Vadisi

Gün ortasına doğru, iz süren üç kişi, sel yatağının etrafından dönüp kendilerini engin bir vadiye tepeden bakarken buldu. Kaçakları uzun süredir takip ettikleri zorlu ve dolambaçlı çakıl hendeği, yerini geniş bir yamaca bırakmıştı ve üç adam ortak bir dürtüyle patikadan ayrılarak zeytin ağaçlarıyla çevrili küçük bir tepeye doğru ilerlediler. Adamlardan ikisi, gümüş dizginli üçüncüsünün biraz arkasında durdu.

Bir yer bulmak için aşağıdaki geniş alanı hevesli gözlerle taradılar. Vadi göz alabildiğine uzanıyor, yer yer kuru dikenlere dönüşmüş çalılıklar ve ne olduğu anlaşılmayan kuru koyaklar ıssız, sarı çimleri bölüyordu. Vadinin mor uçları, üstleri muhtemelen daha yeşil olan uzak tepelerin mavimsi yamaçlarına karışıyor, vadinin iki tarafı birbirine yaklaştıkça gökyüzündeki maviliğin içinde kendiliğinden asılı kalmış gibi görünen karlı zirveler kuzeybatıya doğru daha da büyüyüp cüretkârlaşıyordu. Batı yönündeyse vadi uzaklara, ta gökyüzünün altındaki uzak bir karanlık ormanın nerede başladığını belirtene kadar genişliyordu. Ama üç adam ne doğuya ne de batıya baktılar, sadece kararlı bir şekilde vadinin karşısına baktılar.

İlk konuşan, dudağı yaralı sıska adam oldu. “Hiçbir yerde yoklar,” dedi sesinde bir hayal kırıklığı tınısıyla içini çekerek. “Ama sonuçta, bizden bir gün öndeler.”

Beyaz atlı, kısa boylu adam, “Onların peşinde olduğumuzu bilmiyorlar,” dedi.

Lider, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi acı acı, “O kız bilir,” dedi.

“O zaman bile hızlı gidemezler. Katırdan başka binekleri yok ve kızın ayağı bugün bütün gün kanadı…”

Gümüş dizginli adam ona öfke dolu bir bakış attı. “Görmedim mi sanıyorsun?” diye hırladı.

Kısa boylu adam kendi kendine, “Yine de işimize yarıyor,” diye fısıldadı.

Yaralı dudaklı zayıf adam kayıtsızca baktı. “Vadiyi geçmiş olamazlar,” dedi. “Eğer hızlı sürersek…”

Beyaz ata baktı ve durakladı.

“Bütün beyaz atlara lanet olsun!” dedi gümüş dizginli adam ve lanetini kapsayan atı da incelemek için yana döndü.

Kısa boylu adam, atının hüzünlü kulaklarının arasından aşağıya baktı.

“Ben elimden geleni yaptım,” dedi.

Diğer ikisi bir boşluk bulabilmek için tekrar vadiye baktılar. Sıska adam elinin tersini yaralı dudağına götürdü.

“Yürüyün!” dedi gümüş dizginli adam aniden. Kısa boylu adam irkildi, dizginlerini çekti. Atlarının toynakları patikaya geri dönerken kurumuş çimenlerin üzerinde belli belirsiz pıtırtılar çıkardı.

Önlerindeki uzun yokuştan temkinli bir şekilde indiler ve böylece kayaların arasında büyüyen dikenli, bükülmüş çalılar ve garip, kuru, azgın dallar arasından aşağıdaki seviyelere geldiler. Ve orada iz silikleşti, çünkü toprak yetersizdi ve tek ot, yerde duran bu kavrulmuş ölü samandı. Yine de sıkı bir tarama yaparak, atların boyunlarına yaslanarak ve sürekli durarak, bu beyaz adamlar bile avlarını takip etmeyi başarabilmişlerdi.

Ezilmiş yerler, kaba otların bükülmüş ve kırılmış yaprakları ve arada bir de yeterince ikna edici ayak izleri vardı. Ve bir keresinde de liderleri, melez bir kızın ayak basmış olabileceği yerde kahverengi bir kan lekesi gördü. Bunun üzerine fısıldayarak onu bir aptal olarak lanetledi.

Sıska adam liderinin iz sürüşünü kontrol ediyor, beyaz atlı kısa adamsa bir rüyada kaybolmuş biri gibi geriden geliyordu. Gümüş dizginli adamın rehberliğinde, tek kelime etmeden arka arkaya atlarını sürdüler. Beyaz atlı kısa adam bir süre sonra etrafın çok hareketsiz olduğunu fark etti. İrkilerek kendini topladı. Atlarının ve teçhizatlarının çıkardığı küçük seslerin yanı sıra, bütün büyük vadi, manzara resmi kadar kasvetli bir sessizliğe bürünmüştü.

Efendisi ve arkadaşı önden gidiyordu, ikisi de sola doğru eğilerek izlere dikkat kesilmişti; ikisinin de bedenleri atlarının adımlarıyla sakince sarsılıyordu, gölgeleri önlerine düşmüştü: Hareketsiz, sessiz, uca doğru incelen yoldaşlar… En yakınındaki büzülmüş soğuk figürse kendi gölgesiydi. Etrafına baktı. Ne eksikti? Sonra vadinin kıyısından gelen yankıyı ve sürekli değişen, itişip kakışan çakıltaşlarının çıkardığı sesleri hatırladı. Ve dahası… Rüzgâr yoktu. Bu kadardı! Ne kadar geniş, sakin bir yerdi, monoton bir öğleden sonra uykusunu andırıyordu. Ve gökyüzü, yukarı vadide toplanan kasvetli bir pus perdesi dışında açık ve boştu.

Sırtını doğrulttu, dizginleriyle oynadı, ıslık çalmak için dudaklarını büzdü ama sadece iç çekti. Bir süre eyerinde döndü ve çıktıkları dağ geçidinin boğazına baktı. Boş! Her iki tarafta da boş yamaçlar vardı. İnsan bir yana, herhangi bir hayvandan, bir ağaçtan bile eser yoktu. Ne araziydi ama! Ne vahşi! Tekrar eski pozisyonuna döndü.

Mor-siyah bükülmüş bir çubuğun yılan şeklinde parıldadığını ve kahverenginin ortasında gözden kaybolduğunu görmek, içini bir anlık zevkle doldurdu. Her şeye rağmen, bu cehennem vadisi canlıydı. Sonra onu daha da keyiflendiren şeyler oldu: Yüzüne küçük bir esinti çarptı, gelip giden bir fısıltı duyuldu; bir tepeciğin üzerindeki dik, siyah boynuzlu bir çalı ufacık da olsa eğildi. Tüm bunlar, olası bir esintinin ilk habercileriydi. Tembel tembel parmağını yaladı ve havaya kaldırdı.

Patikada iz süren sıska adamla çarpışmamak için sertçe ayağa kalktı ve dizginlerine asıldı.

Tam o suç ânında, efendisinin kendisine baktığını gördü.

Bir süre takiple ilgilenmeye zorladı kendini. Sonra tekrar yola devam ederken, efendisinin gölgesini, şapkasını ve omzunu inceledi, zayıf adamın daha yakın hatlarının arkasında belirip kayboldu. Dört gün boyunca dünyanın sınırlarının ötesinde, bu ıssız yere, susuz, eyerlerinin altında bir parça kuru etten başka bir şey olmadan, kayaların ve dağların üzerinden, kesinlikle bu kaçaklardan başka hiç kimsenin gitmediği bu ıssız yere at sürmüşlerdi. Tüm bunlar ne içindi?

Bütün bunlar bir kız içindi, inatçı bir kız çocuğu! Ve adamın en aşağılık teklifini kabul edecek şehir dolusu insan vardı – kızlar, kadınlar! Kısa adam, kaşlarını çatarak dünyaya baktı, adamın kendini ne diye bu kıza bu kadar kaptırdığını merak etti. Kararmış diliyle kurumuş dudaklarını yaladı. Tek bildiği efendinin yolu buydu. Kız sırf ondan kaçmaya çalıştı diye…

Gözü, ahenk içinde bükülen bir dizi yüksek tüylü kamışa takıldı ve sonra boynunun önüne kadar gelip rüzgârda çırpınarak düştü. Rüzgâr giderek güçleniyordu. Her nasılsa rüzgâr, etrafın katı durgunluğunu ortadan kaldırdı ve bu iyi bir şeydi.

“Hop!” dedi sıska adam.

Üçü de aniden durdu.

“Ne?” diye sordu efendi. “Ne?”

“Orada,” dedi sıska adam vadiyi göstererek.

“Ne?”

“Bir şey bize doğru geliyor.”

O konuşurken, sarı bir hayvan bir tepeye tırmandı ve onlara doğru geldi. Rüzgârın önünden gelen, dilini dışarı çıkarmış, sabit bir hızla ve yoğun bir amaçla koşan öyle büyük ve vahşi bir köpekti ki bu, yaklaştığı atlıları görmüyor gibiydi. Burnunu yukarı kaldırarak koşmasından belliydi, bir koku ya da avın peşinde değildi. Yaklaştıkça kısa adam kılıcına dokundu. “Çıldırmış,” dedi sıska binici.

“Bağırın!” dedi kısa adam ve kendisi de bağırdı.

Köpek üstlerine gelmeye devam etti. Kısa adamın kılıcı tam çekilmişti ki köpek yana saptı ve nefes nefese onların yanından geçip gitti. Küçük adamın gözleri hayvanın koşuşunu izledi. “Ağzında köpük yoktu,” dedi. Gümüş dizginli adam bir süre vadiye baktı. “Ah, hadi ama!” diye bağırdı sonunda. “Ne önemi var?” Atını tekrar harekete geçirdi.

Kısa adam, rüzgârdan başka hiçbir şeyden kaçmayan ve insan karakteri üzerine derin düşüncelere dalan bir köpeğin çözülmez gizemini geride bıraktı. “Hadi amaymış!” diye fısıldadı kendi kendine. “Neden böyle şiddetli ve tesirli bir biçimde ‘Hadi ama!’ deme hakkı tek bir adama verilir ki?” Gümüş dizginli adam hayatı boyunca hep bu lafı söylemişti. “Eğer ben söyleseydim…” diye düşündü kısa adam. Ama insanlar, en uçuk şeylerde bile efendisine itaatsizlik ettiğinde hayrete düşerlerdi. Bu melez kız ona ve herkese deli, neredeyse günahkâr gibi görünüyordu. Kısa adam, karşılaştırmalı olarak, yaralanmış dudaklı sıska biniciyi efendisi kadar cesur, hatta belki de daha cesur olarak düşündü. Ama yine de efendiye boyun eğmek zorundaydı. Usulünce ve azimle itaat etmekten başka bir şey yapmıyordu.

Elleri ve dizlerinde hissettiği bir şey, kısa adamı düşüncelerinden çıkarıp şimdiki âna getirdi. Bir şeyin farkına vardı. Atını sıska arkadaşının yanına sürdü. “Atları fark ettin mi?” dedi alçak sesle.

Adamın sıska yüzünde sorgulayıcı bir ifade belirdi.

“Bu rüzgârı sevmiyorlar,” dedi kısa adam ve gümüş dizginli adam ona bakınca arkadaki yerine geri döndü.

“Sorun değil,” dedi sıska yüzlü adam.

Sessizlik içinde tekrar yola koyuldular. En öndeki iki atlı patikadan aşağı indi, en arkadaki adam, vadinin uçsuz bucaksızlığından aşağı süzülen sisi izledi ve rüzgârın anbean nasıl kuvvetlendiğini fark etti. Uzakta solda, bir sıra karanlık yığın gördü; bunlar vadide dörtnala koşan yabandomuzlarıydı belki ama bununla ilgili hiçbir şey söylemedi, atların huzursuzluğu konusuna da bir daha değinmedi.

Sonra rüzgârda yola savrulan, devasa bir karahindiba başını andıran parlak, beyaz toplardan önce ilkini, sonra ikincisini gördü. Bu toplar havada yükselip alçalıyor, bir süre asılı kaldıktan sonra hızla yollarına devam ediyordu. Onları gören atların huzuru iyice kaçtı.

Kısa süre sonra bu sürüklenen kürelerden daha fazlasının –ve sonra çok daha fazlasının – vadiden aşağı, ona doğru hızla geldiğini gördü.

Tiz bir çığlık duydular. Hemen önlerindeki yoldan hızla bir yabandomuzu koştu, başını bir anlığına onlara bakmak için çevirdi ve sonra tekrar vadiden aşağı koştu. Bunun üzerine üçü de durup eyerlerinde oturdular, üzerlerine gelmekte olan ve gitgide koyulaşan sise doğru baktılar.

“Şu karahindibalar yüzünden…” diye lafa başladı liderleri.

O sırada, birkaç metre yakınlarından büyük bir küre süzülerek geçti. Aslında hiç de düz bir küre değildi. Geniş, yumuşak, yırtık pırtık, incecik bir şeydi, oradan buradan toplanmış bir çarşaf, havadan gelen bir denizanası gibiydi ama ilerledikçe tekrar tekrar yuvarlanıyordu ve uzun bir süre arkadan sürüklenirken arkasında bıraktığı uzun, örümcek ağını andıran iplikler ve şeritler süzülerek peşinden gidiyordu.

Kısa adam, “Bu karahindiba değil,” dedi.

“Bu hoşuma gitmedi,” dedi sıska adam.

Birbirlerine baktılar.

“Lanet olsun!” diye bağırdı lider. “Yukarısı onlarla dolu. Bu hızda devam ederse, bizi tamamen durduracaktır.”

Belirsiz bir şeyin yaklaşması üzerine geyik sürülerinin bir araya gelmesi gibi içgüdüsel bir his, onları atlarını rüzgâra çevirmeye, birkaç adım ileri atmaya ve bu havada yüzen yığına bakmaya sevk etti. Rüzgârla birlikte sakin bir hızla, sessizce yükselip alçalarak, toprağa kadar inip tekrar uçarak yaklaşıyor; tüm bunları kusursuz bir birlikle, değişmeyen, incelikli bir eminlikle yapıyorlardı.

Bu garip ordunun öncüleri, atlıların sağından solundan geçtiler. İçlerinden biri yerde yuvarlanarak şekilsizce, ağır ağır, uzun düğümlü kurdele ve şeritlere ayrılıp gözden kaybolunca atların üçü de ürküp sıçramaya başladı. Efendi aniden fena halde sabırsız bir hal aldı. Sürüklenen yuvarlak küreleri lanetledi. “İlerleyin!” diye bağırdı. “İlerleyin! Bu şeylerin ne önemi var? Nasıl önemli olabilirler? İz sürmeye devam edin!” Küfrederek atından indi ve atın ağzındaki gemi sağa sola oynattı.

Öfkeyle, yüksek sesle “O izi takip edeceğim, size söylüyorum!” diye bağırdı. “İz nerede?”

Sıçrayan atının dizginlerini kavradı ve çimenlerin arasında izi aradı. Yüzüne uzun ve yapışkan bir iplik düştü, dizgin kolunun etrafına gri bir şerit düştü, birçok bacaklı büyük, hareketli bir şey başının arkasından aşağı indi. Yukarı baktığında bu gri kütlelerden birinin sanki yukarıdaki şeylere demir atmış gibi göründüğünü, uçlarının yön değiştiren tekne yelkenleri gibi dalgalandığını ama ses çıkarmadığını gördü.

Çok gözlü, tıknaz vücutlu, uzun ve çok eklemli uzuvları olan kalabalık bir mürettebatın demirleme halatını çekerek o şeyi üstüne düşürmeye çalıştığı izlenimine kapıldı. Yıllarca süren binicilikten doğan içgüdüyle, şahlanan atını dizginleyerek bir süre yukarı baktı. O sırada bir kılıcın keskin olmayan tarafı sırtına çarptı ve başının üstünden geçen bir bıçak, sürüklenen örümcek ağından oluşan balonu kesti ve tüm kütle yavaşça yükselip uzaklaştı.

“Örümcekler!” diye bağırdı sıska adam. “Bu şey büyük örümceklerle dolu! Bakın lordum!”

Gümüş dizginli adam, uzaklaşan kitleyi hâlâ takip ediyordu.

“Bakın, lordum!”

Efendi kendini, hâlâ boşta kalan bacaklarını kıpırdatabilen, yerdeki kırmızı ve parçalanmış bir şeye bakarken buldu. Sonra sıska adam onlara doğru gelen başka bir kütleyi işaret edince aceleyle kılıcını çekti. Vadinin yukarısı şimdi parçalara ayrılmış bir sis kümesi gibiydi. Durumu kavramaya çalıştı.

“Kaçalım!” diye bağırıyordu kısa adam. “Vadiden aşağı kaçalım.”

Daha sonra meydana gelenler bir savaşın karmaşası gibiydi. Gümüş dizginli adam, kısa adamın hayali örümcek ağlarını öfkeyle keserek yanından geçtiğini gördü, onun zayıf adamın atına top attığını, onu ve binicisini yere fırlattığını gördü. Kendi atı onu dizginleyemeden bir düzine adım attı. Sonra hayali tehlikelerden kaçınmak için başını kaldırdı ve yerde yuvarlanan atı gördü. Sıska adam ayaktaydı, atının ve kendisinin etrafını saran titrek gri kütlede gördüğü bir yarığı kesiyordu. Temmuz ayının rüzgârlı bir gününde çorak arazideki karahindiba tohumları gibi kalın ve hızlı örümcek ağı kütleleri onlara yaklaşıyordu.

Kısa adam atından inmişti ama atını serbest bırakmaya cesaret edemedi. Bir koluyla çırpınan hayvanı geri çekmeye çalışıyor, diğer koluyla ise kılıcını rasgele sallıyordu. İkinci bir gri kütlenin dokunaçları mücadeleye karışmıştı. Bu ikinci gri kütle, demir yerini bulup yavaşça battı.

Efendi dişlerini gıcırdattı, dizginini tuttu, başını eğdi ve atını mahmuzladı. Yerdeki at yuvarlandı, böğründe kan ve hareket eden şekiller vardı ve sıska adam aniden onu terk ederek efendisine doğru belki on adım koştu. Bacaklarını saran gri şeyler hareketine engel oluyordu. Kılıcıyla etkisiz hareketler yaptı. Bedeninden gri şeritler dalgalanmaya başladı. Yüzüne gri, ince bir perde indi. Sol eliyle vücudundaki bir şeye vurdu ve aniden tökezleyip yere düştü. Ayağa kalkmak için çabaladı ve tekrar düştü ve aniden, korkunç bir şekilde bağırmaya başladı: “Oh-ohoo, ohooh!”

Efendi, adamın üzerindeki büyük örümcekleri ve yerdeki diğerlerini görebiliyordu.

Atını, el kol hareketi yapan, çığlık atan gri nesneye yaklaştırmaya çalışırken, bir toynak sesi duyuldu ve kılıcını kaybetmiş, atına binmeye çalışan ama beceremeyen kısa adam, beyaz atın üstüne çaprazlama yatmış ve yelesine tutunmuş halde hızla efendinin yanından geçti. Efendinin yüzüne yine yapışkan, gri bir tüy gibi bir iplik dolaştı. Bu sürüklenen, gürültüsüz örümcek ağı etrafında ve üzerinde daire çiziyor ve ona yaklaşıyor gibiydi.

Öldüğü güne kadar o şeyin nasıl gerçekleştiğini asla öğrenemedi. Atını gerçekten o mu çevirmişti, yoksa atı arkadaşının peşine mi düşmüştü? Tek bildiği, bir saniye sonra, kılıcı tam tepede savurarak vadiden aşağı dörtnala aşağı iniyordu. Hızlanan esintiyle her tarafını saran örümceklerin hava gemilerinin, hava bağlarının, hava ıskotalarının onu hızla ve bilinçle takip ettiği izlenimine kapılmıştı.

Dıgıdık dıgıdık… Gümüş dizginli adam, yönüne aldırmadan, korkuyla sağa sola bakarak ve kılıç tutan kolu kesmeye hazır bir şekilde at sürdü. Birkaç yüz metre ileride, arkasında yırtık örümcek ağlarından bir kuyruk oluşmuş kısa adam beyaz atını sürüyordu ama hâlâ eyere tam oturamamıştı. Sazlar önlerinde eğildi, rüzgâr taze ve güçlü esti, efendi omzunun üzerinden ağların ona yetişmek için acele ettiğini görebiliyordu.

Örümcek ağlarından kaçmaya o kadar niyetliydi ki, ancak atı bir sıçrama için gücünü topladığında önündeki vadiyi fark edebildi. Fark ettiğinde atını yanlış anlamış ve engellemişti. Atının boynuna yaslanmıştı ve doğrulup kendini geriye verdiğindeyse artık çok geçti.

Heyecanı yüzünden sıçramayı unutsa da attan nasıl düşüldüğünü unuttuğu söylenemezdi. Yine havada at biniyordu. Kazadan omzundaki bir çürükle kurtuldu, atıysa yuvarlandı, kasılan bacakları tekmeler attı ve sonra kıpırdamayı kesti. Sanki artık onun şövalyesi olmasını istemiyor gibiydi. Efendinin kılıcı sert toprağa saplanıp çat diye kırıldı. Kopan parçanın keskin ucu az kalsın yüzüne geliyordu.

Bir anda ayağa kalktı, hızla ilerleyen örümcek ağlarını nefes nefese taradı. Bir an için koşmaya karar verdi, sonra vadiyi düşündü ve geri döndü. Sürüklenen ağlardan biri yakınına gelince ondan kaçınmak için yana eğildi; sonra sarp kenarlardan aşağıya, bu dehşet fırtınasından uzağa kaçtı.

Orada, kuru dağ kanalının dik kenarlarının altındaki kuytularda çömelip rüzgâr duruncaya kadar bu tuhaf gri kütlenin geçişini izleyebilir, bu şekilde onlardan kurtulabilirdi. Ve orada uzun bir süre çömeldi, daralmış gökyüzünde tuhaf, gri, düzensiz yığınların şeritlerin sürüklenişini izledi.

Bir ara, başıboş bir örümcek, yanındaki vadiye düştü. Bacak boyu otuz santim vardı, vücuduysa bir elin yarısı kadardı. Bir süre onun canavarca bir hevesle aranıp kaçışını izledikten sonra yarım kılıcını dikkatini çekmek için yem olarak kullanıp yaklaştığında demir topuklu botuyla örümceği ezip suyunu çıkardı. Bunu yaparken küfredip etrafında başka örümcek var mı diye sağa sola baktı.

Daha sonra, bu örümcek sürülerinin vadiye düşmeyeceğinden emin olunca, oturabileceği bir yer buldu ve oturup derin düşüncelere daldı. Kendi tarzında parmaklarını kemirmeye ve tırnaklarını yemeye başladı. Daha sonra beyaz atlı adamın gelmesi onu duygulandırdı.

Onu görmeden çok önce, toynakların takırtısı, tökezleyen ayak sesleri ve güven veren bir insan sesi duydu. Sonra kısa adam belirdi, acınacak haldeydi, arkasında hâlâ beyaz bir örümcek ağı kuyruğu vardı. Konuşmadan, selam vermeden birbirlerine yaklaştılar. Kısa adam yorgundu, kendinden utanıyordu ve sonunda oturan efendisiyle yüz yüze geldi. Efendisinin bakışlarından biraz ürktü. “Ee?” dedi sonunda, otoriter olmayan bir ses tonuyla.

“Onu terk mi ettin?”

“Atım kaçtı.”

“Biliyorum. Benimki de öyle.”

Efendisine neşesizce güldü.

Bir zamanlar gümüş işlemeli bir dizgini olan adam, “Atım kaçtı diyorum,” dedi.

“İkimiz de korkağız,” dedi kısa adam.

Efendi düşüncelere dalarak parmaklarını kemirdi, gözü astının üzerindeydi.

“Bana korkak deme,” dedi en sonunda.

“Sen de benim gibi bir korkaksın.”

“Belki de öyleyim. Her insanın korkması gereken bir sınır vardır. Bunu en sonunda öğrendim. Ama bu korku seninki gibi değil. İşte aramızdaki fark burada ortaya çıkıyor.”

“Onu bırakacağını asla hayal edemezdim. İki dakika önce senin hayatını kurtardı. Neden bizim efendimizsin?”

Efendi tekrar parmaklarını kemirdi ve suratında karanlık bir ifade vardı.

“Hiç kimse bana korkak diyemez,” dedi. “Hayır. Kırık bir kılıç, hiç yoktan iyidir. Yaramaz bir beyaz atın dört günlük bir yolculukta iki adamı taşıması beklenemez. Beyaz atlardan nefret ederim ama bu sefer elimde değil. Anlamaya başladın mı? Gördüklerin ve hayal ettiklerinle itibarımı lekelemek için kafa yorduğunu anlıyorum. Kralları tahttan indirenler sizin gibi adamlardır. Ayrıca, senden hiç hoşlanmadım.”

“Lordum!” dedi kısa adam.

“Hayır,” dedi efendi. “HAYIR!”

Kısa adam hareket ederken sertçe ayağa kalktı. Belki bir dakikalığına karşı karşıya geldiler. Örümceklerin topları yukarıdan geçiyordu. Çakıl taşları arasında seri bir hareketlenme oldu; koşuşturma sesleri, bir umutsuzluk çığlığı, bir iç çekiş ve bir darbe…

Akşama doğru rüzgâr esti. Güneş sakin bir dinginlik içinde battı ve bir zamanlar gümüş bir dizgini olan adam sonunda çok dikkatli bir şekilde ve hafif bir yokuşla vadiden tekrar çıktı ama şimdi bir zamanlar kısa adama ait olan beyaz atı yönetiyordu. Gümüş işlemeli dizginini geri almak için atına geri dönecekti, ama karanlıktan ve yeniden esen hızlı bir rüzgârın onu vadide bulabileceğinden korkuyordu. Ayrıca atını tamamen örümcek ağları içinde veya daha da tatsızı, yarısı yenmiş olarak bulmaktan korkuyordu.

Ve o örümcek ağlarını, başından geçen tüm tehlikeleri ve o gün nasıl korunduğunu düşünürken, eli boynunda asılı duran küçük bir kutsal emaneti aradı ve bir an için onu şükranla kavradı. Bunu yaparken gözleri vadide gezindi.

“Tutku başımı döndürdü,” dedi. “Sonunda o kız da hak ettiğini buldu. Onlar da şüphesiz…”

Ve işte! Vadi boyunca uzanan ormanlık yamaçların çok uzağında, günbatımının belirgin ve kusursuz berraklığında küçük bir duman bulutu gördü.

Bunun üzerine sakin yüz ifadesi şaşkın bir öfkeye dönüştü. Duman mı? Beyaz atın başını çevirdi ve tereddüt etti. Ve bunu yaparken, etrafındaki çimenlerin arasından küçük bir rüzgâr hışırtısı geçti. Uzakta, bazı sazlıkların üzerinde yırtık pırtık bir gri tabaka sallanıyordu. Örümcek ağlarına, sonra da dumana baktı.

“Belki de, bu sefer onlar değildir,” dedi sonunda.

Ama öyle olmadığını biliyordu.

Bir süre dumana baktıktan sonra beyaz ata bindi.

Atı sürerken, karaya oturmuş ağ yığınları arasından geçti. Her nedense yerde birçok ölü örümcek vardı ve yaşayanlar suçluluk duygusuyla arkadaşlarının bedenleriyle ziyafet çekiyorlardı. Atın toynaklarının sesini duyunca kaçtılar.

Onların zamanı geçmişti. Onları taşıyacak bir rüzgâr ya da hazır bir ıskota olmadan bu şeyler, ne kadar zehirli olsalar da ona çok zarar veremezlerdi. Çok yaklaştığını düşündüklerine kemeriyle hafifçe vurdu. Bir keresinde, birkaçının birlikte koştuğu yerde, atından inip onları çizmeleriyle çiğnemeye karar verdi, ama bu dürtünün üstesinden geldi. Defalarca eyerinde dönüp dumana baktı.

“Örümcekler,” diye mırıldandı tekrar tekrar. “Örümcekler! Pekâlâ, peki… Bir dahaki sefere bir ağ örmem gerekecek.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.