Kitabı oku: «Tehlikeli Zümrütler», sayfa 2
Üçüncü Bölüm
Bir motorun kesik kesik sesini duyan Hawksley hemen kafasını çevirdi. Belli belirsiz bir şekilde dev bir köprü ve onun üzerinden geçen uzun, soluk renkli bir tren gördü. Yerdeki adamın şapkasını alıp kendi kafasına taktı. Pek de yakıştığı söylenemezdi ama işine yarardı. Güverte kamarasının çevresinden dolanarak sokağa doğru koşup iskeleye atladı. Sağ elinin çatlak eklemlerini emerken kendini bir buçuk saat sonra umutla ayrılacağı istasyona taşıyan bir vagon bağlantısında buldu.
Her durakta duran trenden Poughkeepsie’de inerek kendisine bir şapkayla sağlam bir baston satın aldı. Çenesi ve yanaklarındaki sakal onu iyice rahatsız etmeye başlamıştı ama berber koltuğunun tehlikeye davetiye çıkaracağı fikrinden de kurtulamıyordu. Artık bu kıtanın bir ucundan diğer ucuna kadar, onun varlığından haberdar kimse olmadığından emindi. Hem canının hem de servetinin peşindelerdi. Şimdi bile bu garip kasabada onu arayan birileri olabilirdi. O New York’a yaklaştıkça, daha aktif ve daha tetikte davranacaklardı.
Bakışlarıyla sürekli etrafı kolaçan ederek sokaklarda yürüdü. Görünüşe bakılırsa kimse ona en ufak bir ilgi göstermiyordu. Sonunda tren istasyonuna döndü, o akşam saat altıda Yüz Yirmi Beşinci Sokak istasyonundaki perondan ayrıldı ve sokakta onunla yürüyenleri gizlice inceledi. Hepsinin Amerikalı olduğundan emindi. Muhtemelen öyleydi ancak yine de büyük Amerikan doktrinini mevcut durumda olabilecek en makul yol olarak kabul edemeyen Amerika doğumlu bazı aptallar da vardı. Belki de bunlardan biri sokakta Hawksley’nin peşine düşmüştü. Peşindeki adam kim olursa olsun, o sabah yedide Quasimodo kemerinde gizlenmiş altınla ödemesini yaparak telgraf alarmı gönderdiğinden beri güneye giden her trene evrakla binilmeye başlanmıştı. Adam hızla karşıya geçip adımlarını eşleyerek Hawksley’yi takip etmeye başladı. Onun işi sadece diğerinin gittiği yönü öğrenmek ve ihbar etmekti.
Yeryüzünde bir fırtına kopmuştu ancak bunun sorumlusu Ariel değil Caliban’dı.5 Dehşet tırpanı hasadını topluyor, kurunun yanında yaş da yanıyordu.
Hawksley kendini aniden genç, hayata yeniden dönmüş ve özgür hissetti. Varmıştı. Tarif edilmesi imkânsız engelleri ve zorlukları aşarak New York’un kaldırımlarına ulaşmayı başarmıştı. Bir saat içinde büyük şehrin bataklıkları onu sonsuza dek yutacaktı. Özgürlük! Gezmek, mağazaların vitrinlerine bakmak, reklam panolarını izlemek, oyalanmak istiyordu ama daha başarması gereken çok şey vardı.
Gözü telefon edebileceği bir yer aradı. Hemen bir telefon bulması gerekiyordu. Bir defasında bu harikulade şehirde altı hafta kalmıştı ve mavi-beyaz emayeden telefon tabelaları olduğunu hayal meyal hatırlıyordu. Çok geçmeden bir telefon buldu. Gazete ve tütün satan bir büfenin arkasında kontörlü bir telefon vardı.
Bir kabine girdi ancak cüzdanında beş sent olmadığını fark etti. Tütün tezgâhındaki kıza koştu, kız üç adet seçtikten sonra parasını ödeyip uzaklaşan bir müşteriye puro kutularını göstermekle meşguldü. İşini bir an önce bitirmek için sabırsızlanan Hawksley, kıza bir tane gümüş para fırlattı.
“Beş sentlik boz!”
“Şimdi mi alacaksınız yoksa sonra mı göndereyim?” diye sordu tezgâhtar kız ciddiyetle.
“Anlayamadım?”
“Kutuyu bağlamamı istediğiniz özel bir kurdele çeşidi var mı?”
“Kusura bakmayın ama anlayamadım,” diye tekrarladı Hawksley canı sıkkın ve şaşırmış bir şekilde. “Acelem var.”
“Bir iyilik isteyecekken emirler yağdırmayı bırakamayacak kadar mı aceleniz var? Nezaket gereği paranızı bozuyorum, siz ise gelmiş burada ‘Beş sent! Beş sent!’ diye bağırıyorsunuz. Sanki para bozmak benim işimmiş gibi.”
“Çok özür dilerim!” dedi Hawksley pişmanlıkla.
“Sakın akşam yemeğinden sonra beni sinemaya davet ederek durumu daha da kötüleştirmeyin. Annem hava kararınca dışarı çıkmama asla izin vermez.”
“Anneniz oldukça haklı. Yine de kendi başınızın çaresine bakabiliyor gibi görünüyorsunuz. Önerim…”
“Bu mosmor gözünüzle mi bana öneride bulunacaksınız? Yok, almayayım. Eminim bir kadının kardeşi sizi bu hale getirmiştir.”
“Venüs o sırada yükselişte değildi. Para için teşekkürler.” Hawksley arkasına döndü ve yeniden telefona gitti.
O sırada kendini tamamen tükenmiş hissetti. Neredeyse karşı konulamaz bir istek geldi ve telefon kulübesinden çıkıp bağırdı: “İşte buradayım! Öldür beni! Yoruldum ve bittim!”
Çünkü az önce önünde puro alan kişiyi, Yüz Yirmi Beşinci Sokak istasyonundan onunla çıkan bir adamla karıştırmıştı. Bu adamın aceleci tavırlarını çok iyi hatırlıyordu. Belki de bu sersemletici olay onun hayal gücünün bir ürünüydü ve zararsız insanları düşmanı sanıyordu.
“Merhaba!” dedi telefonun diğer ucundan bir erkek sesi.
“Bay Rathbone orada mı?”
“Yüzbaşı Rathbone alayıyla birlikte Coblenz’de efendim.”
“Coblenz’de mi?”
“Evet efendim. Yaz ortasına kadar döneceğini sanmıyorum. Kim aramıştı?”
“Yokohama’dan bir telgraf aldınız mı?”
“Bay Hawksley! Sizsiniz!” Telefondaki adam heyecanlandı.
“Ah bayım! Hemen geleceksiniz, anlıyorum. Gördüğünüzde beni tanıyacaksınız. Yüzbaşının kâhyasıyım efendim, adım Jenkins. İstediğiniz sürece evinde kalabileceğinize dair size bir telgraf çekmişti. Bankacısına da sizin geleceğinizi söylediğini iletmemi istemişti. Valizinizi hemen gönderin efendim. Akşam yemeğini sizin isteğinize göre hazırlayacağım.”
Hawksley’nin bedeni rahatlamıştı. Boğazı düğümlendi. Ne olursa olsun burada, binlerce kilometre uzakta ona hizmet etmeye hazır bir arkadaşı vardı.
Kendini toplayıp yeniden konuşabilmesi biraz zaman aldı. “Üzgünüm, bu misafirperverliğinizi şu an kabul etmem mümkün değil ancak birkaç gün içinde kimliğimi doğrulatmak için tekrar arayacağım. Teşekkürler, iyi akşamlar.”
“Bir dakika efendim. Size iletmem gereken önemli bir telgraf olabilir. Adresinizi bıraksanız iyi olur, efendim.”
Hawksley bir an tereddüt etti. Sonuçta kendisinin de hatırladığı bu eski kâhyaya güvenebilirdi. Adresini verdi.
Kabinden çıkarken tezgâhtar kız kolundan tuttu. Adam durdu.
“Öyle şeyler söylediğim için üzgünüm,” dedi kız. “Ama çok yorgunum! Bütün gün ayaktaydım ve herkes bağırıp çağırıp duruyor. Ayrıca para bozduranlar kadar puro alan olsa patron zengin olurdu.”
“Bana şuradaki güllerden bir düzine verin.” Tezgâhtar kız aynı zamanda gül de satıyordu.
“Pembe olanlardan. Ne kadar?”
“İki buçuk.”
Parayı uzattı. “Sarmanıza gerek yok. Güller sizin için, iyi akşamlar.”
Ali Baba’nın yakutlarla dolu varillere baktığı gibi kız güllere bakakaldı.
“Benim için mi?” diye mırıldandı. “Neden ki?”
Bakışları bulanıklaştı. Hawksley gözden kayboldu ama bunun bir önemi yoktu. Onun nazik tavrını hatıralarında saklayacaktı.
Hawksley’nin gözü puroları satın alan adamdan başka bir şey görmez olmuştu. Her halükârda daha fazla kaçmak işe yaramayacaktı. Doğrudan varış noktasına gidecekti. İhtiyar Gregor ona daire anahtarının bir kopyasını göndermişti. Orada bir iki gün saklanabilir, sonra da Rathbone’un bankacısını bir akşam evinde ziyaret edip ona kimliğini doğrulatabilirdi. Cüzdanı ve keseyi bankaya götürmesi için Gregor’a güvenebilirdi. Bunlar güvenli bir yere gittiğinde savaşın yarısı bitmiş olacaktı. Sonrasında canından başka koruması gereken bir şey kalmayacaktı. Gülümsedi, üzerindekilerden başka giyecek kıyafeti yoktu. Arka taraftaki otelde bırakmak zorunda kaldığı eşyaları gidip alması söz konusu bile değildi. Ne de olsa sadık dostu, ihtiyar Gregor vardı. İnsan onu gördüğüne gerçekten memnun olurdu. Zavallı moruk! Şaşırtıcıydı ama son zamanlarda hep İngilizce düşünüyordu.
Gördüğü ilk boş taksiyi çevirip şehir merkezine gitti. Sürekli arkasına bakıyordu. Takip eden var mıydı? Bunun bir cevabı yoktu. Cadde, kuzey ve güney yönüne doğru ilerleyen araçlarla capcanlıydı ve trafik doğu-batı yönünden gelenlerin geçişine izin vermek için sık sık duruyordu. Hawksley’nin taksisi, Sekizinci Sokak’taki eski moda bir daireye doğru yol alıyordu. Gregor, Hawksley’nin epey acıktığını, önceki geceden beri ağzına bir lokma koymadığını fark edince yemeği hazırlayacaktı. Gregor bir otelde oda hizmetçiliği yapıyor, palto ve pantolonları ütülüyor, düğmeleri dikiyordu. Ah şu dünya düzeni! Yüksek zümredekilerin pantolonlarını ütüleyen Gregor! Stradivari’nin6 eski çalgısıyla New York’u delirten Gregor! Gregor akıllıydı. Onun için belirsizlik güvenlik demekti, bu dünyada kim bir otel hizmetçisinden daha az dikkat çekerdi ki?
Asansör aramakla uğraşmadan merdivenle binanın ilk katına çıktı. Sahanlığın birer ucunda iki kapı gördü. Birini incelemek için eğilip zilin üzerindeki yazıya baktı. Conover yazıyordu. Gregor’un dairesi diğeriydi. Anahtarı olduğu için zili çalmadı, kapıdan girip karanlık koridora adımını attı.
“Stefani Gregor?” diye bağırdı neşeyle. “Stefani! Eski dostum, ben geldim!”
Sessizlik. Ama anlaşılır bir sessizlik. Gregor ya işten dönmemişti ya da akşam yemeği için alışverişe gitmişti. Kalabalık mahalleden gelen kokulara bakılırsa, pek çok insan şu an yemek hazırlamakla meşguldü ve belli ki semtin en sevilen yiyeceği sarımsaktı. Zevkle havayı kokladı. Sarımsak kokusu açlığını artırmamış, sadece onu birkaç yıl öncesine götürmüştü. Stefani Gregor’un ve dağ kıyafetli küçük halinin engebeli tepelerin baş döndürücü patikalarında sağlam adımlarla yürüdüğünü gördü, ikisini kızıl yükseklikte oturmuş sarımsaklı esmer ekmeklerini yerken anımsadı. Leziz yemek! Onun nefesini koklayınca annesinin dehşete düşüşü! Sarımsak yemek onun doğal hakkı değilmiş gibi… Amcası sarımsaklı ekmeğin çocuklar için faydalı olduğunu söyleyerek kükremiş, tıka basa yemeye başlamıştı. Sarımsaklı ekmek ve Altın Çağ!
Işığı açtıktan sonra salonu incelemeye başladı. Oda son derece sade ve düzenliydi. Salonda, hatıralarında memleketini güzelliklerle anımsamasına sebep olan eşyalar vardı. En son yatak odasına gitti. Kapıyı açmakta biraz tereddüt etti. Işığı yakınca Gregor’un girişteki selamını neden almadığını anladı.
Başucundaki okuma lambası devrilmiş, sandalyesi kırılmış, mektuplar ve kâğıtlar yerlere saçılmıştı, çekmeceler yivlerle doluydu. Her şey yeterince açıktı. Gregor bu uçsuz bucaksız şehirde ya bir yerlerde tutsak düşmüş ya da ölmüştü.
Hawksley bir süre kımıldamadan durdu. En azından bu geceyi ve ertesi günü burada geçirmeliydi. Başka bir otele gitme riskini göze alamazdı. Elbette Rathbone’un şaşaalı evine gidebilirdi ancak bu trajediyi onun evine taşımak haksızlık olurdu.
Ayağının altında buruşturulup top haline getirilmiş bir kâğıt dikkatini çekti. Dalgın bir halde tekme attıktan sonra peşinden gidip kâğıdı aldı. Kafasında başka düşünceler vardı. İngilizce bir kelime gözüne takıldığında kâğıdı rasgele düzeltmekle meşguldü. İngilizce! Buruşuk kâğıdı iyice düzelttikten sonra okumaya başladı.
Bu mektubu bulman tamamen takdiri ilahi! Birkaç gündür takip ediliyorum, burada yaşadığımı çok uzun zamandır bildiklerinden eminim ancak henüz bilmediğim bir sebepten bana dokunmuyorlar. Bu mektubu buruşturup atacağım çünkü katlanmış halde göze çarpan bir yere bırakırsam beni almaya geldiklerinde dikkatlerini çeker. Ah, şimdi fark ediyorum. Zavallı dostum! Beni izliyorlar çünkü bu sayede sana ulaşabilmeyi umuyorlar. Seni buraya gelmemen için uyarmamın hiçbir yolu yok. Sana yedek anahtarı gönderdikten sonra bu gerçeğin farkına vardım. Tanrı seni korusun!
STEFANI
Hawksley mektubu yırttı. Yemek ve uyku. Düşüncelere dalmış halde mutfağa doğru yürüdü. Ne tuhaf bir karışıma sahipti! Dışarıdan bakıldığında İngilize benziyordu ama kanında kıpır kıpır gezinen Latin genleri vardı ve Slavların soğuk ve sakin yaradılışlarından da bir parça almıştı. Başa çıkması zor iki öğrenciyle uğraşan okul müdürü gibiydi. Ya Latin geni Slavı zapt ediyor ya Slav geni Latini yerinden ediyordu. Bir daha Stefani Gregor’un nazik yüzüne kanlı canlı bakamayacağına dair kaderci bir düşünceyle yiyecek bir şeyler aramaya gitti.
Mutfak bomboştu, buzdolabında sadece ekşimiş bir şişe süt vardı. Aç olduğunu söylemek hafif kalırdı. Yiyecek bir şeyler almak için dışarı çıkmaya cesaret edemedi. Daireye girdiğini kimse görmemişti ama böyle bir şansı ikinci kez yakalaması pek mümkün değildi.
Yatak odasına döndü. Işığı açmadı çünkü aklına aniden bir fikir gelmişti, Latinlerin akıl edeceği türden bir fikirdi bu. Bazı pencere kenarlarında yiyecek bir şeyler olabilirdi. Elbette ücretini bırakacaktı. Pencereye doğru ilerledi, camı ve perdeyi kaldırıp dışarı baktı. Müthiş! Binada yangın merdiveni vardı.
Bacağının birini pervazın üzerinden atar atmaz karşı tarafta altın gibi parıldayan bir şey gördü. Yiyecek arama içgüdüsü kaybolmuştu. O an tamamen Latin damarı baskın geldi, güzelliğin büyüleyiciliğine kapılmaya her zaman meyilliydi.
Avludaki mesafe on iki metreden azdı. Akşam yemeğini hazırlamakla meşgul kadını gayet net bir şekilde görebiliyordu. İçinde bulunduğu tehlikeyi, açlığını, camdan genç kadını izlemesine olanak sağlamayan mesleki ahlak kurallarını unutmuştu.
Tek başınaydı. O da, kadın da yalnızdı. Aklına alışılmışın dışında bir fikir geldi. Kıkırdadı; kulağına gelen kıkırdama sesi bir şekilde devam etme, dışarı çıkma ve gerekirse savaşma kararlılığını geri getirdi. Şuradaki pencereyi tıklatıp bu güzel kadından biraz yemek isteyecekti!
Dördüncü Bölüm
Kitty Conover’ın tek mirası güzelliği, zekâsı, bir de evindeki mobilyalardı. Babası, New York’tan San Francisco’ya kadar herkesin gönlünü fetheden ünlü bir muhabirdi; yakışıklı, gamsız, cömert hatta müsrif ve oldukça sevimli bir adamdı. Annesi ise güzelliği, zekâsı ve savurganlığıyla bilinen bir komedyendi. Hal böyleyken Kitty’ye mobilyaların miras kalması bile büyük şanstı.
Kitty yirmi dört yaşındaydı. Beden yaş aldıkça büyüyüp değişse de beyin sahip olduğu bilgilerle büyür, gelişirdi. Kitty, beynini otuzlu yaşlarda sayabilecek kadar bilgiyi özümsemiş bir genç kızdı.
Conover öleli yirmi yıl olmuştu ve Kitty’nin hatırında onunla ilgili neredeyse hiçbir şey yoktu. Pek çok gazete yazarı gibi tedbirsiz olan Conover, ailesine karşı tek bir yükümlülüğünü yerine getirmiş; hayat sigortası yaptırmıştı ve bu sigorta, on sekiz yıl boyunca ayak bileğini sakatladığı için pek çok başarıya imza attığı sahnelere bir daha geri dönemeyen annesi ve Kitty’nin geçimlerini sağlamasına yardımcı olmuştu. Kitty’nin taparcasına sevdiği annesi 1915’te vefat etmişti.
Geriye sadece cenaze masrafları ve faturaları ödemeye yetecek bir meblağ kalmış; sigorta ödemesi, Bayan Conover’ın vefatıyla sonlanmıştı. Kitty, kimsenin ilgi göstermediği öyküler yazmayı bırakıp bir işe girmesi gerektiğini fark edince, babasının hâlâ efsane olarak anıldığı gazeteye giderek iş başvurusunda bulunmuştu. Doğrusu başvurduğu pozisyon bir hayır işiydi ancak Kitty bunu bilmiyordu ve gazetenin tuzağına düşmüştü. Gazete onun çok fazla ünlü oyuncu tanıdığı olduğunu keşfedince, Kitty’yi öykücü olarak şaşırtıcı başarılara imza atacağı tiyatro bölümüne almıştı. Böylece Kitty, orada pazar sayısının tiyatro bölümünde editör yardımcılığı yaparak her pazartesi on dolarlık ödemesini bir zarfın içinde almaya başlamıştı.
Hâlâ ailesiyle oturduğu evdeydi, ne de olsa yaşanmışlıklar vardı. O evde doğmuştu ve en mutlu günleri orada geçmişti. Yalnızlığın pasına dayanıklı o eşsiz kadınlardan biri olarak, tek başına, kimseden yardım almadan yaşıyordu. Günlük aktiviteleri başkalarıyla beraber olmaktan keyif alan yanını tatmin ediyor, evdeki sessizlik onu çoğunlukla rahatlatıyordu.
Bunların yanı sıra öngörü sahibi olan Kitty, insanın kenarda bir miktar parası olmasının dünyadaki en tatmin edici şey olduğunu da öğrenmişti. Ofislerinde homurdanan fatura tahsildarlarına sigorta kontrolü yaptırmak için annesiyle o kadar uğraşmıştı ki, fakir olmaması gerektiğine karar vermişti. Annesinden süslü giyinme, babasından eğlenme aşkı miras kalmıştı; Kitty sürekli bunlarla mücadele halindeydi. O güne kadar çek bile yazmazken kendine bir banka hesabı açtı. Bu, onun iradesini oldukça iyi kullanabildiğini gösteriyordu; üstelik ailesinden miras kalan değil, kendi kendine geliştirdiği bir nitelikti.
Kitty göze bir meyve sepeti kadar hoş görünüyordu. Güzelliği hayat doluydu. Gözlerinde ve dudaklarında her zaman heyecanla gülümseyen bir ifade vardı. Bu tebessüm arzusu, her zaman gülümsemeye çıkacak bir yol arama arzusu kıskanılacak bir mirastı; paranın satın alamayacağı, sonradan geliştirilemeyecek bir şeydi bu. Tanrı’nın gerçek bir hediyesiydi. Bu arzu her zaman narin ve cesur insanlarda bulunurdu, Kitty bu iki özelliğe de sahipti. Her zaman ışık saçan, ara ara altın sarısı tonları olan kahverengi saçları; kâküllerinin altında parlayan arduvaz mavisi gözleri; açık renkli teni ve sağlıklı, düzgün fizikli vücudu… Parıldayan bir zekâyla süslenmiş bu güzellik Kitty’yi erkekler için çekici hale getiriyordu.
Sevgilisi yoktu. Ergenlik günlerinden sonra erkeklerle ilgilenmeyi bırakmıştı. Buradan, artık onlarla olmamaya karar verdiği anlaşılabilirdi ancak bu doğru değildi. Son derece romantik bir kadındı, ya büyük bir tutkuyla bağlanacağı kişiyle olmayı bekleyecekti ya da bu yolu yalnız yürüyecekti. Deneme yanılma yöntemi onun için uygun değildi. Tanıştığı her yeni erkeği ölçüp biçiyor, onda evlilik için bir aday olmasını engelleyen bir kusur mutlaka buluyordu. Ayrıca erkekleri inceleme ve onlarla ilgili bir kanaate varma konusunda olağanüstü yeteneği, sıradan bir kadının ancak nikâh masasına oturduktan sonra keşfedebileceği eril safhaları çoktan keşfetmesine yardımcı olmuştu. Romantikliğinden şüphe duymuyor, ihtiyatlı davranmasını sağduyulu oluşuna bağlıyordu.
Genç ve güzel bir kadının kendisine gelen ateşli yakınlaşma tekliflerini etrafına havadan bir duvar örmek zorunda kalmadan başından atarak çalışabileceği bir yer varsa, o da bir metropolün yazı işleri odasıydı.
Âşık olmak için boş zaman gerekirdi ve sadece ofis elemanlarının boş zaman denebilecek kadar serbest zamanı vardı.
Kitty’nin masası, tiyatro bölümünün editörü, son derece bilgili ve beyefendi bir adam olan Burlingame’in masasıyla karşı karşıyaydı. Burlingame onu dinlemeyi seviyor, konuşması için sık sık tuzağa düşürüyordu. Bu sayede geniş bilgi yelpazesinin dışında kalan tiyatrocular hakkında bilgi sahibi oluyordu.
Sabahtan beri New York’un üzerinde dağınık bir sis vardı. Kitty pazar ekini bitirmekle meşguldü, Burlingame düzeltmeleri okuyordu. Gün boyunca tiyatrocular bu küçücük odaya girip çıkmıştı ve nihayet ortam sakinleşmişti. Ama beklenmedik bir şey oldu. Kapı açıldı ve demir grisi saçlarıyla bir adam içeri girdi.
“Kalabalık etmiş olur muyum?”
“Tanrım hayır!” diye bağırdı Burlingame elindeki kâğıtları bir kenara koyarken. “Gel Cutty.”
Ünlü savaş muhabiri içeri girdi ve minnetle iç çekerek oturdu. Cutty takma adıydı, Hıristiyan âleminin en kötü görünen ve en kötü kokan piposunu her yere taşıyıp kendisine izin verilen her yerde tüttürdüğünden ona bu piponun adını takmışlardı. Fark etmemiş olabilirsiniz ama birine takma ad takmak, dostuna onu sevdiğini söylemenin Anglosaksonlara özgü bir yoluydu. Takma adı Cutty’ydi ancak sadece yakın çevresi bunu böyle biliyordu; tüm dünya, başkanlar, krallar, büyükelçiler, generaller ve sermayeciler onu başka bir isimle tanıyordu. Onu Kraliyet Coğrafya Topluluğu’nun bir üyesi olarak; seyahatten mücevhere, mücevherden davullara pek çok farklı konudaki eşsiz kitabın baş sayfasında; dergilerde, gazetelerde ve Londra’nın ünlü kulübü Savage ile New York’un ünlü kulübü Lambs’in üye listelerinde görebilirdiniz. Ancak bu hikâyede asla öğrenemeyeceksiniz çünkü onun adını, boynuna tütün kesesi asan genç bir adamla hayatının kesiştiği bu olağandışı maceraya yazmak haksızlık olurdu. Cutty, dirseklerini belirginleştiren sandalyede oturduğu zamanlar dışında yeterince zarif, uzun ve sıska bir adamdı; hava koşulları nedeniyle yıpranmış, denizcileri andıran kızarıklıkta bir ten rengi vardı; gözleri masmaviydi, alnı bir düşünürü, ağzı ise mizah yazarlarını aratmayacak türdendi. Bir kadın, bir erkek başka bir erkeği yakışıklı olarak tanımladığında aslında onun mertliğinden bahsetmek istediğini bilirdi. Cutty de erkekler arasında yakışıklı olarak biliniyordu. Kitty düşünceli davranarak ayağa kalktı ve taslağını topladı.
“Hayır, otur Kitty! Burly’dense seninle konuşmayı tercih ederim. Bana hep babanı hatırlatıyorsun. En iyi dostumdu. Tıpkı onun gibi gülüyorsun. Annen sana bu yaşlı Cutty’nin vaftiz baban olduğunu söylemiş miydi?”
“Vay be!”
“Gerçekten. Babana sana göz kulak olacağımı söyledim.”
“Şimdiye kadar epey göz kulak olmuşsun,” diye alay etti Burlingame.
“Elimde değildi. Yine de Balkanlar’a dönene kadar onunla ilgilenebilirim.”
Kitty sevinçle gülümsedi ve yerine oturdu, belki biraz da heyecanlanmıştı. Cutty’ye her zaman uzaktan, utangaç bir hayranlık beslemişti. Eskiden ayda yılda bir onlara çay içmeye gelir, o ve annesi öğleden sonranın geri kalanını Tommy Conover’ın sevilen özelliklerinden bahsederek geçirirlerdi.
Savaş boyunca Kitty onu yalnızca iki kez görmüştü.
“Arada sırada beni dinleyecek birilerini bulmak zorunda kalıyorum,” diyerek söze girdi. “Ciddiyim. Kalabalıktan, dinleyicilerden nefret ederdim; her yerden binlerce kilometre uzakta, açık bir teknede geçen on gün beni sosyalleştirdi. Her zaman yanımda biri olsun istiyorum ve yatağa girip uyumaktan nefret ediyorum, ki bu elli beş yaşındaki bir adam için bir sorun.” Cutty’nin gemisi mayın saldırısına uğramıştı.
Yorgun gözleri, havanın soğuğundan kıpkırmızı olmuş yüzü, uzun ve zayıf vücuduyla, Kitty onun tembel bir adam gibi göründüğünü düşünüyordu. Aslında onun muazzam derecede zinde ve dayanıklı bir adam olduğunu biliyordu. Hem kartallar da tünediklerinde hantal ve neredeyse gözleri kapalı gibi görünmez miydi? Bu adamın dünya üzerinde gidip incelemediği bir köşe olup olmadığını merak etti.
Kırk yıldır taptığı iki şey vardı, söylentiler ve savaşlar. Otuz yıl boyunca telgrafların kölesi olmuştu. Şimdi bile büyük bir yangının patlak verdiği ve hâlâ incelenmesi gereken tehdit edici korların olduğu Balkanlar’a dönmeye hazırlanıyordu.
Cutty’yi Amerika’da pek bilen yoktu, onun ünü Avrupa’daydı. Dünyevi mallarla donatılmayı sevdiği için bu topa girmişti. Güneydoğu Avrupa’nın dilleri üzerinde uzmanlaşmış, nadir başarılara imza atmış bir dilbilimciydi. Bir oradaydı, bir burada. Öngörüsü o kadar güçlüydü ki nadiren ona bir yere gitmesi emredilirdi, emir geldiğinde genellikle olay yerine çok önceden intikal etmiş olurdu.
Sosyalizm ve onun şaşırtıcı sonuçlarıyla ilgiliydi ancak bu analitik bir öğrenci olmanın ötesine geçmezdi. Herhangi bir ortama kolaylıkla uyum sağlayabilir, öğleden sonra bir başbakanla röportaj yapıp aynı akşam başbakanı havaya uçurma planları yapan bir anarşistle ekmeğini bölüşebilirdi.
Burlingame, Kitty’nin hoşuna gitmesi için üstü kapalı bir biçimde sık sık Cutty’nin parlak zekâsının şaşırtıcı ve renkli yönlerini ortaya çıkarırdı. Cutty değerli taşlar ve topladığı davullar konusunda yetkiliydi ve yazılar yazardı.
Dünyanın en iyi krisopraz koleksiyonlarından birine sahipti. Tıpkı bir üzüm posası kadar yeşil rengi ve emsalsiz oluşu, ona bu yarı değerli taşları sevdirmişti. Kitty, kadınlara karşı genellikle kayıtsız davranan Cutty’nin, ünlü güzellerin büyük boyutlardaki fotoğraflarının ve cilalanmış krisoprazın bulunduğu bir kutuyu yanında taşıdığını Burlingame’den öğrenmişti. Ne zaman beyni karmaşık bir siyasi bulmacayı çözmeye çalışsa, Cutty masanın üzerine bir fotoğraf koyar, sonra da fotoğraftaki kadının boynunu dudak uçuklatan kolyelerle, başını ise muhteşem taçlarla süslerdi.
Ayrıca davul koleksiyoncusuydu. Şehrin göbeğinde, bir ofis binasındaki dairesinin duvarları davul çeşitleriyle doluydu; savaş davulları, dans davulları, şölen tapınaklarındaki davullar, eski ve yeni hatta Kitty’nin de anımsadığı, bazıları korkunç görünen nesneler vardı.
Cutty onun anne ve babasını yakından tanısa da Kitty onun için nispeten yabancıydı. Onu belki on-on iki kez gördüğünü hatırlıyordu. Utangaç bir çocuktu ve misafirlerin üzerine atlamazdı, sıradan bir tiyatrocu annenin büyümüş de küçülmüş çocuklarına benzemiyordu. Yani Cutty, geçmişte ona pek aldırış etmemişti. Sonra bir gün ofise Burlingame’i görmek için uğramıştı ancak onun yerine Kitty’yle karşılaşmıştı. Bugün de bu yüzden ofisteydi. Ne Kitty ne Burlingame onun çekim gücünden şüphelenmiş; tiyatro birimi editörü, onun gelişini kendine özel bir iltifat olarak kabul etmişti. Zaten Cutty’nin bu küçücük odanın içinde manyetik bir kutup olduğunu fark edip etmediği bile şüpheliydi.
Bununla birlikte Kitty, onunla ilgili daha kuvvetli anılara sahipti. Tanıştığı ilk garip adam oydu. Ancak ufak tefek anlar dışında radarına girmediği için onunla ilgili sadece okuduğu ve Burlingame’in konuşmaları sırasında gelişigüzel anlattığı kadarıyla bilgisi vardı.
“Her neyse,” dedi Burlingame dedi kayıtsızca. “Savaş bitti.”
Cutty hoşgörülü bir şekilde gülümsedi. “Bizim gibi haber almak için dünyayı dolaşan adamların sorunu bu işte. Siz evde kalanlar gibi kendimizi kandıramıyoruz. Savaş sadece ilk aşamaydı. Orada bir karmaşa var; bir şey istiyorlar ama ne istediklerini tam olarak bilmiyorlar, o kadar fazlalar ki. Ne kulübeleri ne de meraları varken başıboş gezen sığırlar gibiler. İşlerin ne zaman aydınlığa kavuşacağını bir tek Tanrı bilir. Pipo içmemin bir sakıncası var mı?”
“Vay be!” diye bağırdı Burlingame.
“Hiçbir sakıncası yok,” diye yanıtladı Kitty. “Bay Burlingame’inkinden daha kötü bir pipo olabileceğini zannetmiyorum.”
“Özür dilerim,” dedi editör alçakgönüllülükle.
“Özre gerek yok,” dedi kadın. Savaş muhabirine döndü.
“Yeni davul var mı?”
“O günü hatırlıyorum. Duvarlarımı görünce ödün kopmuştu.”
“Pek tabii. Daha on iki yaşındaydım, yamyamlar haftalarca rüyalarıma girdi.”
“Davullar! Şu an dünya üzerindeki herhangi biri benden daha fazla çeşide sahip bir koleksiyoncu biliyor mudur? O kadar çok var ki! Sudan’da cihat için çalındıklarını duydum. Tumpi-tum-tump! Tumpi-tum-tump! Geceleyin beyaz bir adam bu sesi duysa tüyleri diken diken olur. Ne olduğu hakkında bir fikrim yok ama doğuluları deliye döndürüyor. Ve bütün gün kulaklarımda çınlayan bu ses bana tehlike davullarını anımsatıyor!”
“Ne tuhaf bir cümle! Tehlike davulları ne oluyor?” diye sordu Kitty kolunu masaya dayarken. Tuhaftı ama birden binlerce kilometre uzakta bir yere gitme isteği duydu. Chicago’nun batısına veya Boston’ın doğusuna hiç gitmemişti. O âna kadar babasının çağrısını, kan çekmesini hissetmemişti. Hindistancevizi ağaçları ve cennetkuşları! “Tumpi-tum-tump! Tumpi-tum-tump!” diye çalan gece davulları.
“Yeşil şeyler sinirimi zıplatıyor,” diyerek söze girdi Cutty. “İlkbaharda bir buğday tarlası, yaprak döken akçaağaçlar. Doğanın seçimi ve benimki. Zümrütler benim tutkum ancak hiç zümrüdüm yok çünkü istediklerime ulaşmak mümkün değil. Avrupa ve Asya’nın görkemli hanelerindeler, krallara yaraşır mücevher kutularındalar ya da kutularındaydılar. Bir madene girip yumruk büyüklüğünde bir zümrüt bulabilseydim ve tesadüfen güzel bir rengi olsaydı ancak kısmen mutlu olurdum. Kısa bir süre sonra ona karşı ilgim kaybolurdu. Ne demek istediğimi anlasan, şu an o taş hayatta olmazdı. Tıpkı bir erkeğin hayranlık duyacağı bir vitrin mankeni yerine konuşabilen sade bir kadını tercih etmesi gibi. İlgimi çekecek taşın bir hikâyesi olmalı; güzel kadınları ve sarayları, cinayeti veya yağmayı içinde barındıran bir hikâye.”
“Br-r-r!” diye bağırdı Burlingame.
“Fırsatını bulsam çalacağım zümrütler gördüm. Elimde değil. Gerçek bu,” dedi Cutty ciddiyetle. “Romanov Sarayı’ndaki ganimetleri bir düşün! Tüm o muhteşem taşlara ne oldu? Bazıları kısa bir süre sonra parçalanmak üzere Amsterdam’da ortaya çıkacak. Belki de Bay Bolşevik’in sevgilisi onları boynuna takacak. Yağma!”
“Peki ya tehlike davulları?” dedi Kitty.
“Zümrütlerden, bir mayıs yağmuru sonrası İngiliz çimleri kadar yeşil zümrütlerden bahsediyorum Kitty. Bu arada sana Kitty dememin bir sakıncası var mı? Eskiden öyle derdim.”
“Benim dilim de Cutty’ye alışmış, ödeştik diyelim.”
“İyi pazarlıktı. Pekâlâ, bana göre davullar dünyadaki zümrüt yeşilinin en güzel örneklerinden. Cilalı, tıpkı zümrütlerin de daima olması gerektiği gibi. Şuradaki naneli çikolata parçaları büyüklüğünde olduklarını söyleyebilirim.”
“Yemek ister misin?”
“Hayır, piponun tadını bozuyor.”
“Arada bir o tadı bozsan fena olmaz,” diyerek fikrini belirtti Burlingame. “Ama neyse, devam et.”
“Başlangıçta tek bir taş olduğunu düşünüyorum, bu taş sonradan ikiye bölünmüş olmalı çünkü birbirlerini mükemmel şekilde tamamlıyorlar. Davullar, çömelmiş Hindu veya Müslüman davulcuların dizleri arasında altın sarısı tabanlarının ve zümrüt yeşili derilerinin zarifçe oyulduğu fildişi heykeller gibidir. Tanrım! Beni sinir ediyor. Onları alıp kaçmak istemiştim. Tanık oldukları cinayetleri ve yağmaları düşünsenize! Önceleri Delhi’deki Hint imparatorlarının elindelerdi. Sonra Nadir Şah, meşhur tavus kuşu tahtıyla birlikte onları İran’a götürdü. Onlara 1912 yılında Hazar’da bir sarayda rastladım. Rusya bir zamanlar İran’da büyük güç sahibiydi. Bu zümrütler belki hediye olarak verilmişti, belki de çalınmıştı. Her neyse, o güne kadar onlardan haberim yoktu. Mümkün olur da onlara bir göz atabilirim diye İstanbul’dan onca yol gittim. Biraz entrika çevirmek zorunda kaldım. O taşlardan birini alabilmek için elimdeki tüm taşların yarısını verirdim. Onları başka bir adamın himayesinde görmek, ahlaki değerlerimin en büyük sınavı olurdu.”
“Seni ihtiyar korsan!” dedi Burlingame.
“Ama neden tehlike kelimesini kullanıyorsun?” diyerek ısrarını sürdürdü Kitty, bu ifade ilgisini çekmişti.
“Muhtemelen bir Hindu hilesi. Karmaşık metaforlarla dolu bir dil. Sanırım davullara dokunduğunuzda ısırdığı anlamına geliyor. Anladığım kadarıyla davullar denen bu taşlar, geçtikleri yerlere talihsizlik getiriyor. Sadece bir tesadüf elbette ama bunu insanlara anlatamazsın. İşte değerli taşların incelenmesini bu kadar önemli kılan da bu. Taşların ardında her zaman büyüleyici bir şey, kara bir büyü vardır. Davulları ele almak, küçük bir kazaya davetiye çıkarmaktır. Saçmalık diye düşünebilirsiniz, muhtemelen öyle, ancak yine de bu batıl inançların doğruluğuna inanacak nedenlerim var.”
Burlingame burun kıvırdı.
“Kanıtlayabilirim,” dedi Cutty. Bir gün o davulları elime aldım. Daha iyi inceleyebilmek için pencerenin kenarına gittim. Otele döndüğümde bir at beni yere serdi ve bir hafta yataktan kalkamadım. Aynı gece biri bana zümrütleri gösteren adamı öldürmeye çalıştı. Tesadüf olabilir mi? Belki. Ama son zamanlarda on üç sayısından, merdiven altlarından, sokağın yanlış tarafında yürümekten ve beddualardan ürküyorum.”