Kitabı oku: «Tehlikeli Zümrütler», sayfa 3
“Senin gibi sert bir adam mı söylüyor bunları?” dedi Burlingame umutsuz bir halde.
“Bu bana da komik geliyor ama yine de kendime engel olamıyorum. Bana taşları gösteren adam fahri muhafız diyebileceğiniz, dehasıyla ayrıcalık kazanmış bir karakterdi. Yanına gitmeden önce ona yeşil taşlarla ilgili monografimin bir kopyasını gönderdim. Onun da yeşil taşlara benim kadar düşkün olduğunu öğrendim. Bu ortak ilgi alanı bizi bir araya getirdi ve ağzından laf almaya çalışırken onu daha önce nerede görmüş olabileceğimi düşünüp durdum. Hem ismi hem de yüzü biraz tanıdık geliyordu. Hindistan’dan İran’a, oradan Rusya’ya taşlarla ilgili süregelmiş bir batıl inançtan bahsetti. Bu davulları görme şansına erişen genç bir kız evlenip mutlu olurmuş. Bu yaşlı adam, ara sıra köylü genç bir kızın bu taşları gizlice görmesine izin verdiğini itiraf etti. Ama saraydaki mahkûmların bunu öğrenmesini istememiş. Onları epey yakından tanıyormuş. Sağlam pabuç değillermiş.”
“Peki ya saraya ne oldu?” diye sordu Kitty.
“Taş üstünde taş kalmadı. İşçi sınıfı ayaklanıp sarayı bastı. Çeteler için güzel olan her şey saldırıya açıktır. Sarayları, bankaları, müzeleri ve evleri yağmaladılar. İçlerinden bazı cahiller, hükümdar asası sanıp el bombalarıyla bile oynadılar. Dünyanın tüm pisliği yüzeye çıkıyor. O kanlı günün ardından belli ki kanlı gece gelecek.”
“Onlara, küçük krallara, prenseslere ve düklere ne olacak?”
Sonuçta onlar da insan, diye düşündü Kitty. Asil bir aileden geliyorlar diye daha az acı çekecek halleri yoktu.
“Belki bir işe girerler,” dedi Cutty kayıtsızca. “Er ya da geç ekmeğini kazanmak isteyen tüm parazitler çalışmak zorunda kalacak. Yine de aralarında çetin çiftçiler ve profesörler olabilecek potansiyele sahip koca yürekli ve zeki adamlar var, bazılarıyla tanıştım. Anglosakson eğitimin güzel yanı her kesime eşit imkân tanımasıdır. Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da çok az kişi hile yapmadan iskambil oynayabilir. Ama o elmaslara, tehlike davullarına ne olduğunu öğrenmek için çok şey verirdim. Muhtemelen parçalanıp karatlar halinde satılacaklar. Bütün aile bir gecede yok oldu… Yarın benimle öğle yemeği yer misin?”
“Memnuniyetle.”
“Pekâlâ, on iki buçukta uğrarım. Planı değiştirecek bir şey olursa telefon numaram burada yazılı. Vaftiz babası olacaksam görevime hemen başlayabilirim.”
“Tehlike davulları, ne kadar da akıldan çıkmayan bir ifade!”
“Taşlar da öyle Kitty. Sırf onları elime aldım diye bacaklarım haşat olmuş halde uyudum. Bunu unutamam. Biz batılılar, doğululara ve onların batıl inançlarına gülüyoruz. Lanete inanmıyoruz. Ama yemin ederim ki o zümrütler lanetliydi!”
“Saçmalık!” diye mırıldandı Burlingame. “Zırvalama! Değerli taşları uğursuzlaştıran açgözlülükten başka bir şey değil, bu kadar basit. Yapay elmaslı bir toka kadar değersiz bir şeyi eline alsaydın da o at sana çarpacaktı. Paranın cazibesini ortadan kaldırsan, değerli taşlar cam kadar bile para etmez.”
“Öyle mi? Peki bana ne diyorsun? Taşı istememe sebep olan şey onun değerli olması değil. Onu saf güzelliği, zihnimde canlandırdığı muazzam manzara için istiyorum. Taşın çıkarıldığı andan benim elime gelene kadar geçen süreçte neler olduğunu hayal ediyorum. Benim için, tüm gerçek koleksiyoncular için bu taşların dünyevi değeri sıfırdır. Görmüyor musun? Eğer sen de paraya, aşka, trajediye ve ölüme ilk kez rastlamış olsaydın Balzac’ın Tılsımlı Derisi senin için ne anlam ifade ederdi? İşte taşların da benim için anlamı büyük.”
Bürodaki çalışanlardan biri bu sohbeti böldü. Şef telefondaydı ve hemen Cutty’yle konuşmak istiyordu.
“On iki buçukta görüşürüz Kitty. Ah, bu arada,” dedi Cutty sandalyesinden kalkarken, “Davullar hakkında söylenen bir diğer şey de güzel bir kadının tehlikelere bağışıklığı olduğu.”
“Şanslısın Kitty,” dedi Burlingame.
“Ne yani, ben güzel miyim?” diye sordu Kitty çekingen bir şekilde.
“Tanrı hafifmeşrep kızları seviyor!” diye haykırdı Cutty. “Mouquin’s olur mu?”
“Olur.”
“Tanıdığım en büyüleyici adam. Herkesi ve her şeyi bilen bir adamla dünyayı dolaşmak ne keyifli olurdu. Küçükken ona feci halde âşıktım; aman ha sakın sırrımı ele vereyim deme,” dedi Kitty, Cutty ofisten çıktıktan sonra.
“Muhtemelen bu gece kâbus göreceksin. Dürüst olmam gerekirse bence o delikte tek başına yaşamamalısın. Cutty birçok şey görmüş,” dedi Burlingame ve konuşmaya devam etti: “Beyaz bir adamın görmemesi gereken şeyler… Vurulmuş, hayvanların saldırısına uğramış, mahsur kalmış, denizde mayın saldırısına uğramış, Fuzzy-Wuzzy7 tarafından esir alınmış. Sıradan bir insan yorgunluktan ölürdü. Cutty bir goril kadar sert ve güçlü, bir kedi kadar aktif bir adamdır. Ancak bu mücevherler konusundaki batıl inancı tamamen saçmalık. Tuhaf ama yine de bir yakut veya zümrüt görme umuduyla dünyanın yarısını dolaşacak. Gerçek bir koleksiyoncunun pırlantaya bir kuruş bile değer vermediğini, adi olduğunu söylüyor.”
“Bir hanımefendinin sol elinin yüzük parmağındaki halini saymazsak tabii… Çünkü orada son derece görkemli görünüyorlar.”
“Oho! Şey, umarım senin tektaşın Koh-i-noor8 kadar büyük olur.”
“Teşekkür ederim! Uygun bir eş de dilersen iyi olur.”
Kitty altıya çeyrek kala ofisten ayrıldı. “Tehlike davulları” tabiri zihnini kurcalayıp duruyordu. Sırtında bir ürperti hissetti. Para, aşk, trajedi, ölüm! Şehrin sokaklarından başka hiçbir şey görmediği bu korkunç ve muhteşem koca dünya, birden ona bambaşka bir bakış açısı kazandırmıştı. Artık neden para biriktirip durduğunu anlamıştı, seyahat edecekti. Bine ulaşır ulaşmaz bambaşka bir yere gidecekti. Geceleri yerlilerin davullarını duymak için can atıyordu.
Bu arzu aklına düştüğü anda kulağına yeni bir ses geldi. Trenin tekerlekleri çarpmaya başlamıştı, Tumpi-tum-tump! Tumpi-tumtump! Saçmalık! Akşam gazetesini açıp moda, tiyatro ve karikatür sayfalarına göz attı. Bir kadın olduğundan, dünyadan haberler kısmı en son dikkatini çeken bölüm oluyordu. Ön sayfada Albany’de meydana gelen tuhaf bir olaydan bahsediyordu, bir oteldeki gizemli müşteriler kavga edip sabahın erken saatlerinde otelden kaçmıştı. Birkaç bin dolar değerinde mücevherlerle dolu bir kutu ve madalyalar odada unutulmuştu. Polis, müşterilerin Bolşevik olduğunu söylemişti; tıpkı araba haydutlarının birkaç yıl önce anlayamadıkları bir şeyle karşılaştıklarında açıkladıkları gibi. Hepsi kraliyete veya yarı kraliyete ait olduğu anlaşılan madalyalar, federal yetkililere teslim edilmişti. Öğle saatlerine kadar misafirlerin ikisi de otele geri dönmemiş, hatta bir tanesi şapkası ve paltosunu bırakarak kaçmıştı. Ama eşyalar arasında kimliklerini ele veren hiçbir şey yoktu.
“Yağma!” diye mırıldandı Kitty. “Dünyanın tüm pisliği yüzeye çıkıyor,” dedi Cutty’nin sözüne atıfta bulunarak. Odalarında ve bodrum katlarda korkunç bir şekilde ölen genç kızları düşündü, “Zavallılar!”
Kitty daha cana yakın mahalleler aramaya başlamıştı. Dairelerde çok fazla yabancı yaşıyordu ve hiçbiri iyi bir komşu değildi. Son zamanlarda sürekli askıda çamaşırlar vardı, sürekli sarımsak kokuyordu ve koridorlarda sürekli koşuşturan çocuklar oluyordu. Onun ve annesinin tanıdığı ailelerin hepsi taşınmıştı ve Kitty belki de bu mahallenin en eski sakiniydi.
Oturma odası Sekseninci Cadde’ye; yatak odaları, yemek odası ve mutfak ise avluya bakıyordu. Mutfaktan avlunun üç tarafını da çevreleyen yangın merdivenine çıkış vardı.
Binadaki kiracılardan sadece bir kişiyi, karşı dairesinde oturan Gregory adındaki yaşlı adamı tanıyordu. Bu tanışıklık hiçbir zaman arkadaşlığa dönüşmemişti ama bazen Kitty ondan bir yumurta istiyor, komşusu da ondan şeker alıyordu. Yaz aylarında gece pencereleri açıkken sık sık avluda süzülen bir kemanın sesi duyulurdu. Polonya, Rus ve Macar ezgilerinin hep trajik bir tınısı olurdu; bunlar konserlerde rastlamadığı melodiler değildi ancak bir keresinde komşusunun Tayland taraflarına ait bir şeyler çaldığına ve yarıda kestiğine kulak misafiri olmuştu. İşte o gün adamın bu işte usta olduğuna inanmıştı. İyi müziğe bayılırdı. Bir gün Gregory’ye otelde hizmetçilik yapmak yerine neden müzik öğretmeni olmadığını sormuştu. Verdiği cevap aydınlatıcıydı, giysileri ütülemek bedenini yoran bir işti ama her gün acemi birinin yayından dökülen ıstıraplı melodiyi dinlemek zorunda kalmak ruhunu yıpratırdı. Kitty’nin yalnızlığının bir sebebi de gururuydu. Söz konusu arkadaşsa bir sürü arkadaşı vardı ancak karşılığını veremeyeceğini fark ettiğinden onların misafirperverliğini nadiren kabul ediyordu. Evine hiçbir erkek uğramazdı çünkü kimseyi davet etmezdi. Ancak bütün bunlar buradan taşındığında değişecekti. Işığı yaktığında yerde bir zarf gördü. Pulsuzdu, belli ki kapının altından atılmıştı. Zarfı açarak monotonluktan karmaşaya adım atmış oldu.
Sevgili Bayan Conover;
Eğer başıma bir şey gelirse, dairemde ne var ne yoksa hepsini size bırakıyorum.
STEPHEN GREGORY
Tam olarak ne yazdığından iyice emin olabilmek için mektubu onlarca kez okudu. Hasta olabilirdi. Akşam yemeğini pişirdikten sonra uğrayıp kontrol ederdi. Zavallı yapayalnız ihtiyar!
Mutfağa girdi ve dolaptakilere baktı. Pastırma, yumurta ve kahveden başka hiçbir şey yoktu. Sabah sipariş vermeyi unutmuştu. Gazlı ocağı yaktı ve yemeğini hazırlamaya başladı. Tavanın bir kenarında yumurtayı kırarken yakınlardaki yükseltilmiş demiryolunda bir tren tehlike davullarını çalarak geçti. Tumpi-tum-tump! Tumpi-tum-tump! Güldü ancak bu içten bir kahkaha değildi. Güldü çünkü bir şeyden korktuğunun farkındaydı. Bir şey onu pencereye doğru yöneltti. Bir muhabir olarak yaşadığı olağandışı deneyimler ve erkeklerle irtibatı doğal korkusuzluğunu saldırgan olabileceği bir noktaya kadar ilerletmişti. Burnunun ucunu cama dayadığında kendini bir çift aşırı parlak, simsiyah gözle karşı karşıya buldu, vücudundaki tüm kan boğazına doğru fışkırıyor gibi hissetti.
Ne manzara ama!
Beşinci Bölüm
Kitty nefesini tuttu ama çığlık atmadı. Beş günlük kirli sakalı, göz bebeği bile parıl parıl, morarmış gözleri ve şahine benzer burnuyla karşısında duran bu adam ona hayatında karşılaştığı ilk büyük tehlikenin heyecanını yaşattı.
Yavaşça pencereden uzaklaştı. Dışarıdaki adam bir çocuğun bile anlayacağı bir hareketle hemen ellerini uzattı. Yalvarıyordu. Kitty haliyle duraksadı. Adam gerçekten yardım mı istiyordu? Pencereyi açmaya ikna etmek için numara yapıyor olabilir miydi? Ayrıca orada ne işi vardı? Onunla göz göze gelmenin verdiği ilk hipnozdan kurtulan zihni hızla çalışmaya başladı. Yardım çağırmak için dışarı koşsa kaçabilir, yalnız kaldığında yeniden gelebilirdi.
Adam avuçlarını yukarı kaldırarak aynı hareketi bir kez daha yaptı. Latinlere özgü jest ve mimikler kullanıyordu, anlamıştı çünkü bunlar koridorlarda sürekli gördüğü şeylerdi. Başka bir el kol hareketi daha. Onu da anladı. Parmak uçlarını büküp dudaklarına değdiriyordu. İtalyan çocukların bu hareketi yapıp “Ho fame!” diye ağladığını daha önce görmüştü. Açtı. Ama mutfağa girmesine izin veremezdi. Yine de gerçekten açsa… Aklına bir şey geldi!
Mutfak masasının çekmecesinde yazın kendisine hediye edilen taklit bir tabanca vardı, tetiğe basınca yivli bir pervane ortaya çıkıyordu. Tabancayı çekmeceden çıkardı ve cesurca pencereye doğru yürüyerek tabancayı pencereye doğrulttu.
“Ne istiyorsun? Yangın merdiveninde ne işin var?” hemen yanıt almak istiyordu.
“Tanrım, açım! Pencereden avluya bakıyordum ve yemek hazırladığını gördüm. Bir sakıncası yoksa bana biraz ekmek ve biraz süt verebilir misin?”
“O zaman neden kapıyı çalmadın? Hangi pencereden bakıyordun?” Kitty başından beri kararlıydı.
“Şundan.”
“Bay Gregory nerede?” Kitty’nin aklına o tuhaf mektup geldi.
“Gregory mi? Keşke nerede olduğunu bilsem. Onu görmek için kilometrelerce yol geldim. Bana bir yedek anahtar göndermişti. Mutfakta bir ekmek kırıntısı bile yok.”
Gregory gitmiş miydi? O mektup! O zavallı, kibar yaşlı adama bir şey olmuştu. “Neden bir restorana gitmedin? Paran mı yok?”
“Param var ancak eve geri dönemeyebileceğimden korktum. Buraların yabancısıyım. Hareketlerim şüphe uyandırabilir.”
“Aynen öyle! Bay Gregory nasıl biri tarif et.”
Belli ki her bulduğuna yapışan bir kadın değil, diye düşündü. Olağanüstü bir güzellik!
“Onu görmeyeli dört yıl oldu. O zamanlar kır saçlı, şık ve dimdik duran bir adamdı. Çenesinde konuşurken sürekli oynayıp durduğu bir et beni vardı. Revaçta otellerden birinde hizmetçi olarak çalışıyor. New York’taki tek gerçek dostum, belki de dostumdu demeliyim.”
“Dostumdu mu? Ne demek istiyorsun?”
“Korkarım başına bir şey geldi. Yatak odasını darmadağın halde buldum.”
“Bay Gregory gibi zararsız, yaşlı bir adamın başına ne gelebilir ki?”
“Pardon ama yumurta yanıyor!”
Kitty arkasına dönerek tavayı ocaktan aldı, duman boğazına kaçmıştı. Ve oldukça hızlı bir şekilde tekrar adamın karşısına dikildi. Adam yerinden kımıldamamıştı, Kitty sonunda kararını verdi.
“İçeri gel. Sana yiyecek bir şeyler vereceğim. Pencerenin yanındaki sandalyeye otur ve kımıldama. İyi bir nişancıyım,” diyerek yalan söyledi Kitty insafsızca. “Açıkçası böyle görünmekten hoşlanmıyorum.”
“Hırsıza benzer bir halim mi var?” Usulca sandalyeye oturdu. Yemek ve iki çift laf edecek bir insan! Kendine güvenen, sevimli ve başının çaresine bakabilen bir Amerikalı kadın. Arduvaz mavisi muhteşem gözler ve yoğun, kadifemsi simsiyah kirpikler. İrlandalı.
Kitty çabucak bir tavaya üç yumurta kırdı ve bir düzine domuz pastırması kızarttı. Şaşı kalma riskini göze almış olacaktı ki, bir gözünü tavadan diğer gözünü ise davetsiz misafirinden ayırmıyordu. Sonunda tavadakileri bir tabağa koydu, dolaba uzanıp bir şişe süt aldı. Yemeği masanın en uç kısmına koyup birkaç adım geriledi. Tabancayı göstermeye devam ederek kollarını kavuşturdu.
“Lütfen benden korkma.”
“Korktuğumu da nereden çıkardın?”
“Senin yerinde hangi kadın olsa korkardı.”
Kitty onun gerçekten aç olduğunu gördü ve şüpheleri azalmaya başladı.
Bu konuda yalan söylememişti. Efendice yemeğini yedi. Gençti, otuzdan fazla göstermiyordu, muhtemelen daha küçüktü. Ama o korkunç sakalları ve mosmor gözleri! Üzerindeki kıyafetler popüler bir golf sahası için yeterli olacak türdendi. Yoksa bir kaçak mıydı? Kimden kaçıyordu?
“Teşekkür ederim,” dedi boş süt şişesini masaya bırakırken.
“Aksanın İngiliz.”
“Ne demek istediğini anlayamadım?”
“Jestlerin İtalyan.”
“Annem İtalyandı. Sana İngiliz olmadığımı düşündüren ne?”
“Cebinde parası olan bir İngiliz veya Amerikalı, bir restoran bulmak için sokakları gezerdi.”
“Haklısın. Damarlarında akan kan mutlaka kendini belli eder. Beynini eğitebilirsin ama kanını asla. İngiliz değilim, sadece Oxford’da okudum.”
“Kimin kanından olursa olsun, sadece bir kaçak yemek istemek için pencereye gelir.”
“Evet, kaçağım. Peşimde ironi tanrısı var. Ve ironi asla belirli bir şeyin peşinde değildir, amacı sadece kovalamaktır. Avının koyun mu kurt mu olduğunun ne önemi var?”
Kitty sesindeki keskinlikten etkilenmişti. “Adın ne?”
“John Hawksley.”
“Ama bu İngiliz ismi!”
“Kendime kelimesi kelimesine Two-Hawks demeyi tercih etmiyorum. Utandırıyor, bu yüzden Hawksley diyorum.”
Bir sessizlik oldu. Kitty, güvensizliğine rağmen ona ilginç gelen bu konuşmayı nasıl devam ettireceğini düşündü.
“Gözün nasıl öyle mosmor oldu?” diye sordu utangaç bir ifadeyle ama doğrudan.
Hawksley güzel, bembeyaz dişlerini ortaya çıkararak gülümsedi. “Biraz tuhaf, değil mi?” diye sordu, gözlerinde bir pırıltı belirmişti. “Can çekişen bir zihniyetten hatıra kaldı.”
“Can çekişen zihniyet,” diye tekrarladı Kitty. Kafasında bu tabire eşdeğer bir cümle arıyordu.
“Genç ve sağlıklıyım, hayatta kalmak istedim,” dedi ciddi bir şekilde. “Yarın ve yarından sonraki günlerde neler olacak görmek istiyorum.”
Yakınlarda şiddetli bir kapı çarpma sesi duyuldu. Kitty’nin tüm vücudu gerildi, sarsılarak yerinden sıçradı ve bunun sonucunda yanlışlıkla silahın tetiğini çekti. Pervane neşeli bir şekilde tabancanın ucundan fırladı.
Hawksley, Kitty kadar şaşkın bir halde tabancaya baktıktan sonra alçak sesle bir kahkaha patlattı, İrlandalı damarı kabaran Kitty de ona katılmak zorunda kaldı. Attığı kahkahaya rağmen öfkeli ve tetikte bir halde geri çekildi.
“Hay aksi! Bu elindekiyle benim gibi bir alçakla yüzleşmek için fazla cesur olmalısın.”
“Neyin peşinde olduğunu anlayamadım,” dedi Kitty tabancayı bir köşeye fırlatırken.
“Tanrı’ya dair düşüncelerimde bir kıvılcım yaktın, sayende insanlara olan inancım geri geldi. Yalvarırım benden korkma. Gayet zararsızım. Yemek için de minnettarım. Haftalardır bir tek senden iyilik gördüm. Hemen Gregor’un dairesine döneceğim. Ama gitmeden önce lütfen bunu kabul et. Yalnız yaşadığını düşünürsek, bu pervane seni korumak için yeterli olmayabilir.” Ayağa kalktı ve ciddi bir ifadeyle masaya koyu mavi-siyah renkteki büyük savaş tabancası koydu.
Kitty bu nazik davranışın ne anlama geldiğini anlamıştı, ona güven vermek için kendini silahsızlandırıyordu.
“Otur,” dedi Kitty. Zararsızdı ya da değildi, bilmiyordu. Zararlıysa da Kitty tamamen onun insafına kalmıştı. O korkunç görünen cinayet, savaş ve ani ölüm silahını iki eliyle kaldırıp ona nişan alarak ateşleyebilirdi. Hayatta olmaz!
“Bu akşam eve geldiğimde yerde bir mektup buldum, Bay Gregory’dendi. Gidip getireceğim. Sen ona Gregor mu diyorsun?”
“Adı Stefani Gregor, yıllar yıllar önce beni dizlerinde sallamıştı. Sen dönene kadar kıpırdamayacağıma söz veriyorum.”
Kitty hâlâ şüpheliydi ama korkmuyordu, mutfaktan çıktı. Telefona gitmek için Gregory’nin mektubunu bahane etmişti ama telefonun yanına gittiğinde ahizeyi kaldırmadı. Onun yerine kapıcıya ıslık çaldı.
“Ben Bayan Conover, on dakika sonra daireme gelin. Hayır mevzu su boruları değil. On dakika içinde gelin.”
On dakika içinde çok ciddi bir şey olamaz, diye düşündü. Hem kapıcı güvenilirdi, çizgi romanlara konu olan türden değildi. Yakınlarda bir arkadaşının olduğunu bilmenin verdiği güvenle mektubu mutfağa götürdü. Anlaşılan davetsiz misafiri yerinden kımıldamamıştı. Tabanca da koyduğu yerdeydi.
“Oku,” dedi.
Misafir mektuba şöyle bir göz attı. “Bu Gregor’un el yazısı. Zavallı ihtiyar! Kendimi asla affetmeyeceğim!”
“Neden affetmeyecekmişsin?”
“Onu bu işe sürüklediğim için. Telgraflarımdan birini ele geçirmiş olmalılar.” Kederli bir şekilde kuzinenin önündeki muşambalara baktı.
“Amerikalı mısın?”
“Evet.”
“Tanrı ülkenize son derece nazik davranıyor. Ne kadar nazik olduğunun farkına vardığından şüpheliyim. Ben artık gideyim, aynı fikirde olmamızın bir manası yok.” Katlanmış bir mendili kafasına taktığı şapkanın içine koydu.
“Bununla ilgili bilgin var mı?” diye sordu tabancayı göstererek.
“Pek sayılmaz.”
“Göstermeme izin ver. İçi dolu, şarjörde beş mermi var. Şu mandalı görüyor musun, böyleyken kapalı ve zararsız. Böyleyken de karşındakini öldürebilirsin.”
“Korkunç!” diye bağırdı Kitty. “Lütfen bunu da götür. Ateş etmek için tetikte olamam.”
“Sıkıntılı günlerden geçiyoruz. Bütün kadınlar bu küçük silahları nasıl kullanacağını bilmeli. Tekrar teşekkür ederim. Senin iyiliğin için bir daha görüşmeyeceğimizi umuyorum. Hoşça kal.” Pencereden çıktı ve gözden kayboldu.
Kitty zihinsel bir kördüğümün içindeydi, yalnızca pencerenin arkasından karanlığı seyredebiliyordu. Bu büyüleyici durum bir dakika kadar sürdü, ardından yumuşak ve aralıksız gelen bir ses büyüyü bozdu. Yağmur yağıyordu. Tavada yanan yumurtaya yan bir bakış attı. Az önce olanlar gerçekten yaşanmıştı, rüya görmemişti.
Beyni canlandı. Bir düşünce diğerini beraberinde getirdi, biri tam şekillenmeden bir diğeri ortaya çıkıyordu ve hepsi bir örsün kıvılcımları kadar anlamsızdı. Varsayımlar çığı oluşmuştu ve sonunda tek bir gerçek ortaya çıktı. Adam dürüsttü. Açım derken samimiydi, gülüşü samimiydi. Kimdi, neydi? Konuşmalarına bakıldığında İngiliz olduğu söylenemezdi, jestleriyse İtalyan değildi. Can çekişen zihniyet. O gün bir yerlerde hayatta kalabilmek için savaşmıştı. John Two-Hawks.
Bir de adı aslında Stefani Gregor olan ihtiyar Gregory’nin gizemli bir şekilde ortadan kayboluşu vardı. Hem de bu kadar sıradan ve alelade eski bir apartmanda!
Kitty’nin riskli işlerle ilgili az çok bilgisi vardı, bu da ona ailesinden miras kalan bir şeydi ancak bunun farkında değildi. Başta gizem olmak üzere belirli bileşenler olması gerekiyordu. İğrenç bir şeyin araya girmesine izin verilmemeliydi. Bir muhabir olarak sık sık yarı tehlikeli işlere girişmişti, suçların işlendiği uğursuz evlere girip çıkmıştı ancak hep o olayın konu edileceği bir köşe yazısının sekiz dolardan kaç kopya çıkaracağını hesaplamakla meşguldü. Ama bu, her seferinde kafasında harika ve son derece netken, iş kâğıda dökmeye gelince biraz anlaşılmaz hale gelen hikâyelere benzer bir şeyden fazlasını vaat etmiyordu. Gizli bir topluluk mu? Veya intikam? Savaşın yankısı olabilir mi?
“Johnny Two-Hawks,” diye mırıldandı yüksek bir sesle. “Üstelik bir daha asla görüşmeyeceğimizi umuyor!”
Lavabonun üzerinde bir ayna vardı, Kitty aynaya bir bakış attı. Böyle düşünüyorsa onun da işine gelirdi.
O anda zil çaldı. Sözüne sadık kapıcı gelmiş olmalıydı. Kapıya koştu.
“Beni niçün çağarmıştınız Bağyan Conover?”9
“Bay Gregory’ye ne oldu?”
“Ona mı? Ambülans bu akşamüstü onu alup götürdü. Binada onlarla karşılaşşana kadar bi sıkıntısı olduunu bilmiyodum.”
“Yaralı mıydı?”
“Bilmem. Gördüümde sedyedeydi. Çarşafın altında.”
“Ölmüş olmasın?”
“Yok. Sordum, şok gibü bi şey dediler.”
“Hangi hastaneye götürmüşler?”
“Tüh ya! Onu sormayı unuddum.”
“Ben öğrenirim. İyi geceler.”
Kitty onu hangi hastaneye götürdüklerini öğrenemedi. Tüm özel hastaneleri ve devlet hastanelerini aradı ancak o akşam ne Gregor ne de Gregory diye bir hasta girişi yapılmıştı. Tarife uyan biri de yoktu. Sis, Stefani Gregor’u yutmuştu.