Kitabı oku: «Beyaz Aslan», sayfa 5
6
Peter Hansson bir hırsızdı. Aslında pek başarılı bir suçlu değildi ama Malmö’de yaşayan Morell adındaki dolandırıcı patronunun verdiği görevleri genellikle başarıyla tamamlardı.
30 Nisan Walpurgis Gecesi’nin1 sabahında, Hansson’un başı Morell’le dertteydi. O da herkes gibi o gün tatil yapmak istemiş, günübirliğine Kopenhag’a gitmeyi planlamıştı. Ne var ki bir gece önce geç bir saatte Morell kendisini arayarak çok acil bir iş çıktığını söylemişti.
“Dört adet su tulumbası bulmalısın,” demişti Morell telefonda. “Şu eski moda olanlardan. Sayfiye yerlerindeki her evin dışında olanlardan.”
“Bunu tatilden sonra da yapabilirim,” dedi Peter Hansson ters bir sesle. Morell aradığında uyuyordu ve uyandırılmaktan da hiç hoşlanmazdı.
“Hayır,” diye ısrar etti Morell. “İspanyol yarın öğleden sonra burada olacak. Bu tulumbaları istiyor. İspanya’da yaşayan İsveçlilere satacak. Adamlar sıla hasreti çekiyorlarmış ve eski, modası geçmiş İsveç su tulumbalarına bir servet ödemeye razıymışlar.”
“Dört su tulumbasını ben nereden bulacağım ki?” diye sordu Peter Hansson. “Tatilde, her yerin kapalı olduğunu unuttun mu? Yarın tüm yazlık evler de dolacak, çalamam.”
“Bu senin sorunun,” diye karşılık verdi Morell. “Eğer işe erkenden başlarsan başarırsın.” Sonra da gözdağı vermeye başladı. “Eğer yapmazsan, evraklarımı karıştırır ve kardeşinin bana ne kadar borcu olduğunu görürüz.”
Peter Hansson ahizeyi hızla yerine koydu. Morell’in bunu olumlu bir yanıt olarak değerlendireceğini biliyordu. Uykusu iyice açıldığından ve bir daha asla uyuyamayacağını bildiğinden kalkıp giyindi ve Rosengård kasabasına gitti. Kasabada önüne ilk çıkan bara girerek bir bira istedi.
Peter Hansson’un kardeşinin adı Jan-Olof’tu. Jan-Olof, Peter Hansson’un hayattaki en büyük şansızlığıydı. Jan-Olof, Jägersro’da sürekli ganyan oynardı, ara sıra da ülkenin diğer kentlerinde düzenlenen yarışları yakından izlerdi. Kumarda şansı hiç yoktu. Kişisel olanaklarının dışına çıkınca da kendini birden Morell’in kucağında bulmuştu. Morell’e borcunu ödeyeceğine ilişkin herhangi bir garanti veremediği için de Peter Hansson, kardeşine kefil olmak zorunda kalmıştı.
Morell tam bir kaçakçıydı. Bununla birlikte son yıllarda pek çok iş adamı gibi o da faaliyetlerini nasıl geliştireceğine artık karar vermeliydi. Ya küçük bir alanda yoğunlaşıp burada uzmanlaşacak ya da geniş bir alana yayılacaktı. Sonuncusunu yeğledi.
Sipariş ettikleri mallara ilişkin açık seçik bilgi veren geniş bir müşteri portföyüne sahip olmakla birlikte tefecilik işine de girmeye karar verdi. Bu şekilde gelirini gözle görülür bir şekilde artıracağını biliyordu.
Morell elli yaşına yakınlarda basmıştı. Sahtekârlıkla geçen yirmi yıldan sonra yönünü değiştirmiş ve 1970’li yılların sonundan itibaren de Güney İsveç’te başarılı bir tefecilik imparatorluğu kurmuştu. Emrinde çalışan ve maaşlarını el altından alan yaklaşık otuz hırsızla şoför vardı. Ve her hafta kamyonlar dolusu çalıntı mal yabancı ithalatçılara ulaştırılmak üzere Malmö’deki serbest limanda bulunan depoya gönderilirdi. Småland’dan cep telefonları, televizyonlar ve stereolar getirtirdi. Çalıntı arabalar Polonyalı ve Doğu Alman alıcılarına gönderilirdi. Morell, Baltık devletlerinde yeni ve çok önemli bir pazarın oluştuğunu fark etmiş ve birkaç adet de son derece lüks arabayı Çekoslavakya’ya göndermişti. Peter Hansson, bu organizasyonun fazla önemli olmayan adamlarından biriydi. Morell onun ne derece iyi olduğundan hâlâ emin değildi ve onu genellikle önemsiz işlerde kullanmayı yeğlerdi. Dört su tulumbası işi de onun için çok uygundu.
İşte bu yüzden Peter Hansson, Walpurgis Gecesi’nin sabahında arabasında oturmuş küfrediyordu. Üstlendiği bu görev onu endişelendirmişti. Bu tatil gününde rahatsız edilmeden çalışabilmesi olanaksızdı.
Peter Hansson, Hörby’de doğmuştu ve Skåne’yi çok iyi bilirdi. Ülkenin bu bölümündeki tüm sokakları avucunun içi gibi tanırdı ve belleği de çok iyiydi. On dokuz yaşından beri, dört yıldır Morell’in yanında çalışıyordu. Bazen eski püskü kamyonuna doldurduğu eşyaları düşünürdü. Bir keresinde iki genç boğayı bile kamyonuyla taşımıştı. Noel zamanı domuz siparişleri çok yaygındı. Birkaç kez de mezar taşı çalmak zorunda kalmış ve bu tür siparişleri veren kişilerin gerçekten de hasta olduklarını düşünmüştü. Bir keresinde ev sahibi üst katta uyurken bir evin sokak kapısını çalmış, bir başka seferde ise vinç operatörünün yardımıyla kilisenin çan kulesini yerinden sökmüştü. Yani su tulumbası çalmak alışılmışın dışında bir şey değildi. Ne var ki işin yapılacağı günün seçimi yanlış olmuştu.
Sturup Havaalanı’nın doğu kesimindeki bölgeden işe başlamaya karar verdi. Österlen’e gitme düşüncesini kafasından attı. O gün her iki evden birinde mutlaka birileri olacaktı. Eğer bu işi yapacaksa Sturup, Hörby ve Ystad bölgelerinde gerçekleştirmesi gerekiyordu. Bu çevrede birkaç tane boş ev vardı ve şansı da yaver giderse işini buralarda halledebilirdi.
Krageholm’ün hemen arkasında, ormana doğru uzanıp sonra da Sövde ana yoluna çıkan bozuk yolda ilk tulumbayı buldu. Bakımsızlıktan neredeyse yıkılacakmış gibi duran ev, yoldan uzaktaydı. Tulumba paslanmıştı ama sağlamdı. Bir levyeyle tahta temelinden sökmeye girişti. Levyeyi bir kenara bırakıp kuvvetle çekmeye başladı, tulumbanın kuyunun içindeki diğer ucu gevşedi. Morell’in istediği dört tulumbayı bulmanın sandığından daha da kolay olacağını düşündü. Üç boş ev daha bulursa Malmö’ye tahmin ettiğinden çok erken, öğleden sonranın ilk saatlerinde dönmüş olurdu. Saat daha sekizi on geçiyordu. Hatta şansı yaver giderse akşamüstü Kopenhag’da bir şeyler atıştırıyor da olabilirdi.
Tulumbanın kuyunun içindeki ucu yerinden çıktı. Uzanıp kuyunun içine baktı.
Karanlığın içinde bir şey vardı. Açık sarı bir şeydi bu. Peter Hansson dehşetle bunun sarı saçlı bir insan kafası olduğunu gördü. Kuyunun dibinde bir kadın cesedi yatıyordu. Ceset ikiye katlanmış, bükülmüş ve deforme olmuştu.
Tulumbayı fırlatıp arabasına koştu. Terk edilmiş evden bir an önce uzaklaşmak için deliler gibi gaza basarak sürdü arabasını. Birkaç kilometre sonra, Sövde’ye gelmeden, frene bastı, arabanın kapısını açtı ve kusmaya başladı.
Sonra da sakin kafayla düşünmeye çalıştı. Hayal görmediğini biliyordu. Kuyunun dibinde bir kadın cesedi vardı. Kadın öldürülmüş olmalı, diye geçirdi içinden.
Sonra da birden kuyudan çekip çıkartmaya çalıştığı tulumbanın üstünde parmak izlerinin kaldığını düşündü. Parmak izleri zaten polis kayıtlarında vardı. Morell, diye geçirdi içinden, kafası iyice karışmış bir hâlde. Bu tür karışıklıkları ancak Morell çözebilirdi.
Arabasını çalıştırdı, Sövde’yi geçtikten sonra güneye, Ystad’a doğru kırdı direksiyonu. Aslında Malmö’ye gidebilir ve Morell’in her şeyi halletmesini bekleyebilirdi. İspanya’ya gidecek adamın bu kez tulumbasız yola çıkması gerekecekti.
Ystad çöplüğünün hemen yanındaki sapağa gelmeden yolculuğu sona erdi. Titreyen elleriyle sigarasını yakarken direksiyon hâkimiyetini yitirince araba kaydı ve bir dizi posta kutusuna çarptıktan sonra durdu. Peter Hansson’un emniyet kemeri bağlı olduğundan başını ön cama çarpmadı. Ama yine de geçirdiği bu kazanın şokuyla yerinden kalkamadı.
Çimlerini biçen adam olanları görmüştü. Önce yaralı olup olmadığını anlamak için telaşla sokağa koşmuş, sonra da eve dönerek polisi aramıştı. Polisle konuştuktan sonra direksiyondaki adamın kaçmasını engellemek amacıyla aracın yanına geri dönmüştü. Şoför sarhoş olmalı, diye geçirdi içinden. Aksi hâlde insan dümdüz ve boş bir yolda nasıl olup da direksiyon hâkimiyetini yitirir ki?
On beş dakika sonra Ystad polis merkezinin bir aracı olay yerine geldi. Bölgenin en deneyimli iki polisi Peters ve Norén aracın içindeydi. Kazada yaralanan olmadığını saptadıktan sonra Peters kaza yerinden geçen trafiği düzene sokmayı üstlendi. Norén ise polis arabasının arka koltuğunda Peter Hansson’dan olanları öğrenmeye çalışıyordu. Norén alkol kontrolü için adama balonu üflettirdi ama sonuç negatif çıktı. Yine de normal gözükmüyordu. Adamın kafası iyice karışmıştı, aslında kazanın nasıl olduğu onu pek ilgilendirmiyordu. Su tulumbalarından, Malmö’deki sahtekârdan ve kuyusu olan bir evden kesik kesik söz edip duruyordu. Norén adamın zihinsel sorunları olduğunu düşünmeye başlamıştı.
“Kuyunun içinde bir kadın var,” dedi bir ara.
“Ah, evet,” diye karşılık verdi Norén. “Kuyudaki kadın, ha?”
“Kadın ölmüştü,” diye mırıldandı Hansson.
Norén birden kendini tedirgin hissetmeye başladı. Bu adam ne söylemeye çalışıyordu? Boş bir evin kuyusunun dibinde bir kadın cesedi mi bulmuştu? Norén adama arabada beklemesini söyledikten sonra koşarak Peters’in trafiği yönettiği noktaya gitti.
“Kuyunun içinde bir kadın cesedi gördüğünü söylüyor,” dedi Norén. “Kadın sarışınmış.”
Peters’in kolları yanına düştü. “Louise Åkerblom mu?”
“Bilmiyorum. Adamın doğru söyleyip söylemediğini bile bilmiyorum.”
“Wallander’i ara,” dedi Peters. “Hemen şimdi.”
Ystad emniyetindeki polisler Walpurgis Gecesi’nin sabahında saat sekizde toplantı odasında günlük toplantılarına başlamışlardı. Björk hiç zaman yitirmeden yapılacakları özetlemişti. Böylesi bir günde kayıp bir kadını düşünmenin yanı sıra düşünecek başka önemli işleri de vardı. Bu, yılın en özgür günlerinden biriydi ve akşam oynanacak oyunların hazırlığıyla da ilgilenmeleri gerekiyordu.
Tüm toplantı Stig Gustafson’a ayrılmıştı. Wallander ekibini, perşembe öğle sonrasında ve bütün bir akşam, eski vapur makinistini bulmaya sevk etmişti. Papaz Tureson’la yaptığı konuşmayı anlattığında odadakiler artık gerçeğin eşiğinde durduklarını düşünmüştü. Hepsi de kesik parmakla havaya uçurulan evin bir süre daha beklemesi gerektiğinde görüş birliğine varmışlardı. Martinson da bu olayların Louise Åkerblom’la bir ilgisi bulunmadığını, yalnızca zamanlama açısından bir rastlantı olduğunu ileri sürdü.
“Bu tür şeyler hep olur,” dedi. “Yolu sormak için girdiğimiz evde yasa dışı bir şeyler bulduğumuz çok olmuştur.”
Cuma sabahı Stig Gustafson’un nerede oturduğunu henüz bulamamışlardı.
“Bunu bugün bir sonuca ulaştırmalıyız,” dedi Wallander. “Belki onu bulamayacağız. Ama adresini bulabilirsek hiç olmazsa onun telaşla oradan ayrılıp ayrılmadığını öğrenmiş oluruz.”
Tam o sırada telefon çaldı. Björk telefonu açtı, dinledikten sonra ahizeyi Wallander’e uzattı.
“Norén,” dedi. “Kentin dışında bir yerde trafik kazası olmuş, oradan arıyor.”
“Başka biri ilgilensin,” dedi Wallander sinirli bir sesle.
Ama yine de uzatılan ahizeyi aldı, Norén’in söylediklerini dinledi. Wallander’in tepkilerine alışık olan Martinson’la Svedberg, komiserin konuşmasından çok önemli bir şey olduğunu anlamışlardı.
Wallander ahizeyi yavaşça yerine koydu ve meslektaşlarına baktı. “Norén, çöplüğe giden yolun köşesinde,” dedi. “Önemsiz bir kaza olmuş ancak kazayı yapan adam bir kuyunun dibinde kadın cesedi gördüğünü söylemiş.”
Toplantı odasındakiler soluklarını tutmuş Wallander’in bundan sonra söyleyeceklerini bekliyorlardı.
“Eğer doğru anlamışsam,” dedi Wallander. “Bu kuyu Louise Åkerblom’un görmeye gideceği evden beş kilometre ötede. Ve onun arabasını bulduğumuz göle çok yakın.”
Odada kısa bir sessizlik oldu. Sonra da sanki sözleşmişçesine hepsi birden ayağa fırladı.
“Hemen bir arama ekibi oluşturmamı ister misin?” diye sordu Björk.
“Hayır,” dedi Wallander. “Öncelikle emin olmamız gerek. Norén aşırı heyecan yaratmamızı istemiyor. Kazayı yapan adamın kafasının iyice karışık olduğunu söyledi.”
“Onun yerinde olsaydım benim de kafam karışırdı,” dedi Svedberg. “Eğer kuyuda bir ceset bulduktan sonra araba kullanmak zorunda kalsaydım ben de bu kazayı yapardım.”
“Ben de aynı şeyi düşünüyorum,” dedi Wallander.
Polis araçlarına binerek Ystad’dan ayrıldılar. Svedberg’le Wallander aynı arabada, Martinson da başka bir arabada gidiyorlardı. Otoyolun kuzey çıkışına geldiklerinde Wallander sireni açtı.
Svedberg şaşkınlıkla baktı.
“Trafik yok ki,” dedi.
“Olsun,” diye karşılık verdi Wallander.
Çöplüğe giden köşede durdular, yüzü kireç gibi olmuş Peter Hansson’u arabaya alarak kuyunun bulunduğu eve doğru gittiler.
“Ben yapmadım,” dedi Peter Hansson defalarca.
“Neyi sen yapmadın?” diye sordu Wallander.
“Onu ben öldürmedim,” dedi.
“Peki, orada ne arıyordun?” diye sordu Wallander.
“Ben yalnızca su tulumbasını çalacaktım.”
Wallander ile Svedberg bakıştılar.
“Dün gece Morell telefon edip dört tulumba istedi,” diye mırıldandı Hansson. “Ama onu ben öldürmedim.”
Wallander adamın söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu. Birden Svedberg’in jetonu düştü ve durumu açıklamaya koyuldu. “Ben galiba ne demek istediğini anladım,” dedi. “Malmö de herkesin tanıdığı Morell adında bir sahtekâr var. Bizim çocuklar onu bir türlü iş üstünde yakalayamadılar.”
“Peki ama neden tulumba?” diye sordu Wallander.
“Antika değerleri var da onun için,” diye cevap verdi Svedberg.
Arabayı terk edilmiş evin bahçesinde durdurdu Wallander. Havanın tatilde iyi olacağı görülüyordu. Gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Rüzgâr da durmuştu. Saat henüz dokuz olmasına karşın sıcaklık yirmi dereceyi bulmuş olmalıydı.
Kuyuya ve yanı başında duran kırık tulumbaya baktı. Sonra da derin bir soluk alarak kuyuya yaklaşıp içine baktı.
Martinson’la Svedberg, Peter Hansson’la birlikte bir kenarda durmuş bekliyorlardı.
Wallander cesedin Louise Åkerblom’a ait olduğunu hemen anladı. Cesedin yüzünde donup kalmış bir gülümseme vardı. Birden kendini çok kötü hissetti. Midesi bulanmaya başlamıştı. Kuyudan hızla uzaklaştı ve yere çömeldi.
Martinson ve Svedberg kuyuya yaklaştılar. Aşağı bakar bakmaz da dehşetle geri çekildiler.
“Lanet olsun,” dedi Martinson.
Wallander yutkundu ve derin soluklar almaya çalıştı. Louise Åkerblom’un kızlarını düşündü. Ve Robert Åkerblom’u. Genç kadının öldürülüp bir kuyuya atıldığını öğrendiklerinde mutlak güce sahip Tanrı’ya yine eskisi gibi inanıp inanmayacaklarını merak etti.
Yerinde doğrularak yeniden kuyuya yaklaştı.
“Bu o,” dedi. “Hiç kuşkum yok.”
Martinson arabasına koşup Björk’ü arayarak tam teçhizatlı acil yardım ekibinin derhâl gönderilmesini istedi. Louise Åkerblom’un cesedinin kuyunun dibinden çıkarılması için itfaiye gerekiyordu. Wallander kırık dökük verandada Peter Hansson’la oturdu, anlattıklarını dinledi. Ara sıra soru sordu ve Peter Hansson bu soruları yanıtladığında da başını onaylarcasına salladı. Hansson’un yalan söylemediğinden emindi. Aslında polisin, Peter Hansson’a eski tulumbaları çalmak için o sabah işe koyulmasına teşekkür etmesi gerekiyordu. Eğer işe koyulmasaydı Louise Åkerblom’un cesedini bulmaları çok daha uzun sürebilirdi.
Wallander, Peter Hansson’la konuşması bittiğinde Svedberg’e, “Adresini al,” dedi. “Sonra da gitmesine izin ver. Ama Morell de aynı şeyleri söylerse tabii.”
Svedberg başını evet dercesine salladı.
“Nöbetçi savcı kim?” diye sordu Wallander.
“Björk galiba Per Åkeson’un olduğunu söylemişti,” diye yanıtladı Svedberg.
“Onu ara,” dedi Wallander. “Kadınının cesedini bulduğumuzu söyle. Bugün öğleden sonra raporumu yazıp ona göndereceğim.”
“Stig Gustafson konusunda ne yapacağız?” diye sordu Svedberg.
“Şimdilik onu sen tek başına aramak zorundasın,” dedi Wallander. “Cesedi kuyudan çıkardığımızda ve ilk inceleme yapıldığında Martinson’un burada olmasını istiyorum.”
“İyi ki bu işlem sırasında burada olmayacağım,” dedi Svedberg.
Sonra da polis araçlarından birine binerek oradan uzaklaştı.
Wallander kuyuya yeniden yaklaşmadan önce birkaç kez derin derin soluk aldı. Robert Åkerblom’a karısını nerede bulduklarını söylediğinde yalnız olmak istemiyordu.
Louise Åkerblom’un cesedinin kuyudan çıkarılması iki saat sürdü. Bu işlemi de iki gün önce gölde arabayı çıkaran iki genç itfaiyeci gerçekleştiriyordu. Cesedi kuyudan çıkardıktan sonra kuyunun hemen yanında kurdukları çadıra götürdüler. Ceset kuyudan çıkarılırken Wallander genç kadının nasıl öldürüldüğünü fark etti. Alnından vurulmuştu. Bir kez daha bu araştırmada hiçbir şeyin açık seçik olmadığını düşündü. Eğer genç kadının katili gerçekten de Stig Gustafson’sa, onu hâlâ bulamamışlardı. Ama neden kadını alnından vurmuştu? Bu işte eksik olan bir şeyler vardı.
Martinson’a ne düşündüğünü sordu.
“Alnına sıkılmış bir kurşun,” dedi Martinson. “Kontrolsüz öfke ve mutsuz bir aşkın eseriymiş gibi gelmedi bana. Bana kalırsa bu, soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayet.”
“Ben de aynı şeyi düşünüyorum,” dedi Wallander.
İtfaiyeciler kuyunun suyunu boşalttılar. Sonra da yeniden aşağıya inip Louise Åkerblom’un cüzdanını, evrak çantasını ve ayakkabılarından birini aldılar. Diğer teki hâlâ ayağındaydı. Su plastik havuza boşaltılıp incelendi ama Martinson suda ilginç bir şey bulamadı.
İtfaiye erleri bir kez daha kuyuya indiler. Projektörler içeriyi aydınlatıyordu ama kuyuda bir kedi iskeletinden başka bir şey bulamadılar.
Çadırdan çıkan doktorun yüzü kireç gibiydi.
“Korkunç,” dedi Wallander’e.
“Evet,” diye onayladı Wallander. “En önemli şeyi, yani kadının tabancayla öldürüldüğünü öğrendik. Malmö’deki patalogların derhâl iki şeyi öğrenmelerini istiyorum: birincisi kurşun, ikincisi de kadının öldürülmeden önce dövülüp dövülmediğinin ya da bir odada kapalı kalıp kalmadığının anlaşılmasını sağlayacak yaraların olup olmadığı. Bulabilecekleri her şeyi öğrenmek istiyorum. Ayrıca cinsel tacize uğrayıp uğramadığı da çok önemli.”
“Kurşun hâlâ kafasında,” dedi doktor. “Çıkış deliğini bulamadım.”
“Bir şey daha var,” dedi Wallander. “El ve ayak bileklerinin incelenmesini istiyorum. Kelepçe takılıp takılmadığını bilmek istiyorum.”
“Kelepçe mi?”
“Evet,” dedi Wallander. “Kelepçe.”
Ceset kuyudan çıkarılırken Björk bir kenarda durmuş onları izliyordu. Ceset sedyeyle ambulansa konarak adli tıbba gönderildikten sonra Wallander’in yanına yaklaştı.
“Kocasına haber vermek zorundayız,” dedi.
Zorundayız, diye geçirdi içinden Wallander. Yani, zorundasın demek istiyorsun.
“Papaz Tureson’la birlikte giderim,” dedi.
“Bütün akrabalarını haberdar etmesinin ne kadar zaman alacağını öğrenmeye çalış,” dedi Björk. “Bunu uzun bir süre gizli tutabileceğimizi sanmıyorum. Ayrıca, o hırsızı nasıl olup da serbest bıraktığınızı anlayamadım doğrusu. Akşam gazetelerinden birine gidip bu durumu anlatabilir.”
Wallander, Björk’ün azarlayıcı ses tonuna sinirlenmişti. Ama öte yandan da, böylesi bir tehlikenin söz konusu olduğunu kabul ediyordu.
“Evet,” dedi. “Aptallık ettim. Hatalıyım.”
“Adamın gitmesine Svedberg’in izin verdiğini sanıyordum,” dedi Björk.
“Svedberg izin verdi,” dedi Wallander. “Ama sorumlu ben olduğuma göre, benim hatam sayılır.”
“Bu şekilde konuştuğum için lütfen bana kızma,” dedi Björk.
Wallander omuz silkti.
“Bunu Louise Åkerblom’a, kızlarına ve kocasına kim yaptıysa, tüm kızgınlığım ona,” dedi.
Evi kordon altına aldılar, araştırma sürdü. Wallander arabasına giderek Papaz Tureson’u aradı. Tureson telefona hemen yanıt verdi. Wallander ona olanları anlattı. Papaz Tureson karşılık vermeden önce bir süre sustu. Sonra da Wallander’i kilisenin önünde bekleyeceğine söz verdi.
“Kendini kaybeder mi?” diye sordu Wallander.
“Tanrı’ya inanır,” diye karşılık verdi Papaz Tureson.
Göreceğiz bakalım, diye geçirdi içinden Wallander. Tanrı’ya inanmanın yeterli olup olmadığını göreceğiz.
Ama Papaz Tureson’a düşündüklerini söylemedi.
* * *
Papaz Tureson başı eğik, kilisenin önünde bekliyordu.
Wallander kasabaya giderken yolda düşüncelerini toplamakta zorlandı. Bildiği en ağır şey, aniden ölen birinin yakınlarını haberdar etmekti. Söz konusu kişinin kazada ölmesinin, intihar etmesinin ya da korkunç bir cinayete kurban gitmesinin bir önemi yoktu. Sözcükler ne denli özenle ve düşünceli bir tavırla seçilirse seçilsin yine de acımasız olurdu. Bu korkunç trajedinin habercisi olduğunu fark etti. Hem arkadaşı hem de meslektaşı olan Rydberg’in, ölümünden birkaç ay önce söyledikleri aklına geldi. “Bir polis için birinin ölümünü haber vermenin uygun bir yolu asla yoktur. Bu yüzden de bu işi bizzat kendimiz yapmalıyız, başkasına vermemeliyiz. Bizler başkalarına oranla görülmemesi gereken hemen her şeyi gördüğümüzden büyük olasılıkla bu görevi başkalarından daha iyi yerine getirebiliriz.”
Kasabaya yaklaşırken bir şeylerin doğru olmadığı, anlaşılmaz bir boyuta yöneldiği duygusuna kapıldı; içinden bir ses tüm araştırmanın yanlış yolda olduğunu ve er ya da geç bunun bir açıklamasının ortaya çıkacağını söylüyordu. Martinson’la Svedberg’e de bu şekilde hissedip hissetmediklerini soracaktı. Kesik parmakla Louise Åkerblom’un kayboluşu ve sonra da öldürülüşü arasında bir bağlantı var mıydı? Yoksa bunlar rastlantı mıydı sadece?
Birden bir başka olasılık yani birinin bu karışıklığı kasıtlı olarak yaratabileceği aklına geldi.
Ama neden bu cinayet işlendi, diye sordu kendi kendine. Şu âna dek elimizdeki somut tek sebep karşılıksız aşk. Tamam ama, bu, cinayet nedeni olabilir miydi? Katilin soğukkanlılıkla arabayı gölün altına ve kadının cesedini de kuyunun dibine atmasına neden olabilir miydi aşk?
Kim bilir, belki de; daha tek bir delil bile bulamadık, diye düşündü. Ya Stig Gustafson izlenmeye değer biri değilse, o zaman ne yapacağız?
Birden aklına kelepçeler geldi. Louise Åkerblom’un sürekli gülümsemesini hatırladı. Bu mutlu aile artık paramparça olmuştu. Paramparça olan sadece imajları mıydı? Yoksa gerçekten mi paramparça olmuştu bu mutlu aile? Papaz Tureson arabaya bindi. Gözleri yaşlıydı. Wallander birden boğazına bir yumru tıkandığını hissetti.
“Louise Åkerblom öldü,” dedi Wallander. “Cesedini Ystad’ın dışındaki boş bir evde bulduk. Bu konuda şimdilik daha fazla bir şey söyleyemem.”
“Nasıl ölmüş?”
Wallander yanıt vermeden bir süre düşündü.
“Vurulmuş,” dedi.
“Bu cinayeti kimin işlediğini öğrenmek istemem dışında bir sorum daha var,” dedi Papaz Tureson. “Ölmeden önce çok acı çekmiş mi?”
“Bunu henüz bilmiyorum,” diye cevap verdi Wallander. “Ama acı çektiğini bilsem bile kocasına hiçbir şey hissetmeden, hemen öldüğünü söyleyeceğim.”
Evin önünde durdular. Metodist kilisesinin önünde papazla buluşmaya giderken Wallander merkeze uğrayıp kendi arabasını almıştı. Åkerblom’ların evine polis aracıyla gitmek istememişti.
Robert Åkerblom kapıyı hemen açtı. Bizi görmüş olmalı, diye geçirdi içinden Wallander. Gerçekten de sokakta duran her arabayı görmek için hemen en yakındaki pencereye koşuyordu son zamanlarda Robert Åkerblom.
Konuklarını oturma odasına aldı. Wallander çocukların evde olup olmadıklarını anlamak istercesine kulak kabarttı. Ama evde olmadıkları anlaşılıyordu.
“Karınızın öldüğünü söylemek zorundayım,” diye söze başladı Wallander. “Kasabanın dışında terk edilmiş bir evde bulduk onu. Öldürülmüş.”
Robert Åkerblom ifadesiz bir yüzle ona baktı. Başka şeyler söylemesini bekler gibiydi.
“Çok üzgünüm,” diye devam etti Wallander. “Ama bunu size söylemek zorundaydım. Cesedi teşhis etmeniz gerekecek. Bugün yapılması şart değil. Papaz Tureson da bunu yapabilir.”
Åkerblom ifadesizce bakmaya devam etti.
Wallander dikkatli bir sesle, “Kızlarınız evde mi?” diye sordu. “Bu durum onlar için çok zor olacak.”
Yardım etmesini beklercesine Papaz Tureson’a döndü.
“Elimizden geleni yapacağız,” dedi Tureson.
Robert Åkerblom birden, “Haber verdiğiniz için teşekkür ederim,” dedi. “Tüm bu belirsizliklere dayanmak çok güçtü.”
“Olayların bu şekilde gelişmesine çok üzüldüm,” dedi Wallander. “Hepimiz karınızın kaybolmasının basit bir açıklaması olmasını ümit ediyorduk.”
“Kim öldürdü?” diye sordu Åkerblom.
“Bilmiyoruz,” diye yanıtladı Wallander. “Ama inanın, öğrenmeden asla peşini bırakmayacağız.”
“Öğrenemeyeceksiniz,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander şaşkınlıkla baktı.
“Neden böyle düşünüyorsunuz?”
“Kimse Louise’i öldürmek istememiştir de ondan,” dedi Åkerblom. “Onun için de suçluyu bulmanız olanaksız!”
Wallander ne diyeceğini kestiremedi. Robert Åkerblom en büyük soruna parmak basmıştı.
Birkaç dakika sonra ayağa kalktı. Papaz Tureson da onunla birlikte hole gitti.
“Birkaç saat içinde tüm yakın akrabalarıyla bağlantı kurmanızı istiyorum,” dedi Wallander. “Onları bulamazsanız bana haber verin. Bu sırrı sonsuza dek saklayamayız.”
“Anlıyorum,” diyerek başını salladı Tureson.
Sonra da sesini alçalttı. “Stig Gustafson’u buldunuz mu?”
“Hayır, arıyoruz,” dedi Wallander. “Yine de katilin o olduğundan emin değiliz.”
“Başkası olabilir mi?”
“Olabilir,” diye cevap verdi Wallander. “Ama ne yazık ki bu sorunuzu yanıtlayamam.”
“Teknik nedenlerden ötürü mü?”
“Evet.”
Wallander, Tureson’un bir soru daha sormak istediğini görüyordu. “Evet,” dedi. “Sorun.”
Papaz Tureson, Wallander’in bile güçlükle duyabileceği kadar alçalttı sesini. “Tecavüze uğramış mı?”
“Henüz bunu da bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Ama elbette bu da olanak dışı bir şey değil.”
Wallander, Åkerblom’ların evinden ayrıldığında içinde açlık ve tedirginlik karışımı garip bir eziklik hissetti. Österleden karayolunun üstündeki hamburgercide durarak bir şeyler yemek için kendini zorladı. En son ne zaman yemek yediğini hatırlamıyordu bile. Sonra da hiç zaman kaybetmeden merkeze geri döndü. Kapıda kendisini karşılayan Svedberg, Björk’ün basın toplantısı yapmak zorunda kaldığını haber verdi. Wallander ’in Louise Åkerblom’un kocasına acı haberi verdiğini bildiğinden ve onu rahatsız etmek istemediğinden Martinson’dan kendisine yardım etmesini istemişti.
“Haberi kimin sızdırdığını tahmin edebilir misin?” diye sordu.
“Evet,” diye yanıtladı Wallander. “Peter Hansson?”
“Hayır! Bir kez daha dene.”
“Bizden biri mi?”
“Bu kez değil. Morell’miş. Eğer sızdırırsa akşam gazetelerinden para alabileceğini fark edince haber vermiş. Gerçek bir baş belası o adam. Malmö’deki çocukların hiç olmazsa artık onu izleyebilecek bir nedenleri var şimdi. Tulumba çalması için birini görevlendirmek bir suçtur.”
“Bir süreliğine gözaltına alınır, o kadar,” dedi Wallander.
Kantine giderek birer fincan kahve aldılar.
“Haberi Robert Åkerblom nasıl karşıladı?” diye sordu Svedberg.
“Bilmem ki,” diye cevap verdi Wallander. “İnsana yaşamının yarısı elinden alınmış gibi gelir, herhâlde. Kimse böylesi bir şeyi yaşamadıkça nasıl bir duygu olduğunu bilemez. Ben tahmin bile edemiyorum. Basın toplantısı biter bitmez toplantı yapmamız gerektiğini düşünüyorum. O vakte kadar da odamda olup çalışacağım.”
“Cuma günü Louise Åkerblom’u Stig Gustafson’la birlikte gören birileri vardır belki,” dedi Svedberg. “Elimizdeki ipuçlarını yeniden gözden geçirmek istiyorum.”
“Tamam,” dedi Wallander. “Adam hakkında bildiklerini toplantıda en ince ayrıntısına dek dinlemek istiyorum.”
Basın toplantısı bir buçuk saat sonra bitti. O vakte kadar Wallander düşüncelerini farklı başlıklar altında toplamış ve araştırmanın bundan sonra nasıl yürütülmesi gerektiğine ilişkin bir plan çizmişti.
Björk ile Martinson, Björk’ün odasındaki toplantıya geldiklerinde çok yorgundular.
“Şimdi senin nasıl hissettiğini çok daha iyi anlıyorum,” dedi Martinson, bir sandalyeye çökercesine otururken. “Gazetecilerin sormadığı kadının iç çamaşırının rengi kaldı.”
Wallander hemen tepkisini gösterdi. “Zaten bu toplantıya hiç gerek yoktu,” dedi.
Martinson özür dilercesine kollarını iki yana açtı.
“Sana olanları kısaca anlatacağım,” dedi Wallander. “Olayın nasıl başladığını hepimiz biliyoruz, onun için biraz kısa geçeceğim. Her neyse, Louise Åkerblom’u buldum. Öldürülmüş, alnından vurulmuş. Benim tahminim, kadına yakından ateş edildiği doğrultusunda. Bu, daha sonra kesinlik kazanacak. Cinsel saldırıya uğrayıp uğramadığını bilmiyoruz. İşkence yapılıp yapılmadığını, bir odaya hapsedilip edilmediğini de. Nerede, ne zaman öldürüldüğünü de bilmiyoruz. Ama kuyuya öldükten sonra atıldığını biliyoruz. Arabasını da bulduk. Hastanenin bir an önce otopsi raporunu göndermesi çok önemli. Hiç olmazsa tecavüze uğrayıp uğramadığını öğrenmiş oluruz. Böylece bu konudaki sabıkalıları araştırmaya başlarız.”
Wallander sözlerine devam etmeden önce uzanıp kahvesinden bir yudum aldı.
“Katile gelince, şimdilik elimizde yalnızca bir aday var,” diye sürdürdü konuşmasını. “Uzunca bir zamandan beri genç kadının peşine düşen, ona umutsuzca âşık olan mühendis Stig Gustafson. Henüz onu bulamadık. Svedberg, sen bu konuda bazı şeyler öğrendin. Bize ayrıca elimizdeki ipuçlarına ilişkin bilgi de verebilirsin. Bu araştırmadaki diğer bilgiler kesik parmakla bir evin havaya uçurulması. Nyberg küllerin arasında gelişmiş bir telsiz cihazının bazı parçalarıyla, daha çok Güney Afrika’da kullanılan bir tabancanın kabzasını buldu. Bir bağlamda kesik parmakla tabanca arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyorum ama bunun da araştırmamıza bir yararı olacağını sanmıyorum. İki olayın birbiriyle ilişkisi olup olmadığını da hâlâ bilmiyoruz.”
Wallander sözlerini tamamlamıştı, önündeki kâğıt yığınını karıştıran Svedberg’e baktı. “İpuçlarıyla başlayacağım,” dedi. “Polise Yardım Etmek İsteyen İnsanlar başlıklı bir kitap yazmayı düşünüyorum bugünlerde. Bu kitap sayesinde çok zengin olabilirim. Her zamanki gibi elimizde karmaşık duygular, hayaller, itiraflar, teşekkürler ve küfürler var. Şimdilik ilginç olan tek bir şeye rastladık. O da Rydsgård arazisinin bekçisi cuma günü öğleden sonra Louise Åkerblom’u gördüğünden emin. Verdiği zaman da elimizdekilere uyuyor. Böylelikle kadının hangi yoldan gittiğini artık biliyoruz. Bunun dışında elimizde fazla bir şey yok. En iyi ipuçlarının bir ya da iki gün sonra geldiğini artık hepimiz biliyoruz. Bu ipuçları polisi arama konusunda önce kararsız olan duyarlı kişilerden gelir. Stig Gustafson’un ise nereye taşındığını hâlâ bulamadık. Ama Malmö’de bekâr bir kadın akrabası olduğunu öğrendik. Ne yazık ki kadının ilk adını bilmiyoruz. Malmö telefon rehberi Gustafson’larla dolu. Yüzlerce Gustafson var. Kadını bulmak için listeyi paylaşmak zorundayız. Söyleyeceklerim bu kadar.”
Wallander bir süre konuşmadı. Björk devam etmesini beklercesine ona baktı. “Neler yapabileceğimizin üstünde yoğunlaşalım,” dedi Wallander sonunda. “Öncelikle Stig Gustafson’u bulmak zorundayız. Eğer onunla aramızdaki tek bağ Malmö’deki akrabasıysa o zaman biz de o akrabayı bulmak zorundayız. Bu merkezde telefon edebilecek herkesin bize yardım etmesi gerekiyor. Hastaneyle görüşür görüşmez ben de telefon etmeye başlayacağım.” Başını çevirip Björk’e baktı. “Bu akşam çalışmak zorundayız,” dedi. “Bu gerekli.”
Björk onaylarcasına başını salladı. “Peki,” dedi. “Önemli bir şey bulursanız bana da haber verin, buralarda olacağım.”
Svedberg, Stig Gustafson’un Malmö’deki akrabasını arama hazırlıklarına başlarken Wallander de kendi odasına gitti. Hastaneyi aramadan önce babasına telefon etti. Telefon uzun zaman sonra açıldı. Babasının stüdyosunda resim yaptığını düşündü. Yaşlı adamın sesini duyar duymaz canının bir şeye sıkıldığını anladı.