Kitabı oku: «Beyaz Aslan», sayfa 7
Kızımı görmek istiyorum, diye geçirdi içinden. Bazen onu o kadar çok özlüyorum ki bu, bana acı veriyor. Özellikle Louise Åkerblom’un katili olan bir parmağı kesik bir siyahiyi bulmalıyım. Ona bir soru soracağım: Neden Louise Åkerblom’u öldürdün?
Stig Gustafson’un peşini bırakmamalıyım, onun suçsuz olduğuna inandım ama yine de sahneden bu kadar çabuk çekilmesine izin vermemeliyim.
Arabasına geri döndü.
Korku ve nefretten arınamayacaktı. Kesik parmak hâlâ anlam veremediği bir şeyleri işaret ediyordu.
TRANSKEI’DEN GELEN ADAM
8
Enkaza dönmüş arabanın gölgesinde gizlenmiş adamı görmek neredeyse olanaksızdı. Kıpırdamıyordu ve esmer yüzü karanlıkta seçilmiyordu.
Gizlenecek yeri çok iyi seçmişti. Öğleden sonranın ilk saatlerinden beri bekliyordu ve güneş artık Soweto köyünün tozlu tepelerinde batmaya başlamıştı. Kuru ve kırmızı toprak batan güneşin altında parlıyordu. 8 Nisan 1992’ydi.
Buluşma yerine tam zamanında varabilmek için oldukça uzun bir yol katetmişti. Kendisini arayıp bulan beyaz adam yola erken çıkmasını söylemişti. Güvenlik sebebiyle, onu tam olarak kaçta alacaklarını söylememişlerdi. Güneş battıktan kısa süre sonra demişlerdi yalnızca.
Ntibane’deki evinin önünde adının Stewart olduğunu söyleyen adamı gördüğü andan bu yana yalnızca yirmi altı saat geçmişti. Evinin kapısı vurulduğunda Umtata polisinin geldiğini sanmıştı. Polisi görmeden geçirdiği tek ay yoktu. Bir banka soygunu ya da cinayet söz konusu olduğunda Umtata polisinden bir ekip kapısına dayanırdı. Bazen onu sorgulamak için kasabaya götürürlerdi ama genellikle söylediklerine inanırlardı.
Oluklu demir levhayla kaplı kulübeden dışarı çıktığında kızgın güneşin altında duran ve adının Stewart olduğunu söyleyen adamı önce fark edememişti.
Victor Mabasha adamın yalan söylediğini hemen anlamıştı. Adı Stewart dışında herhangi bir ad olabilirdi. İngilizce konuşmasına karşın Victor aksanından onun aslen Güney Afrikalı olduğunu düşünüyordu. Ve bir Boer’in2 adı kesinlikle Stewart olamazdı.
Adam ortaya çıktığında öğleden sonraydı. Kapı vurulduğunda Victor Mabasha uyuyordu. Telaşlanmadan yataktan kalkmış, pantolonunu giymiş ve gidip kapıyı açmıştı. Artık hiç kimsenin önemli bir şey için kapısına gelmeyeceğini biliyordu. Genellikle alacaklılar dayanırdı kapısına. Ya da ondan borç alabileceğine inanacak kadar aptal biri. Tabii polislerin dışında. Ne var ki polisler kapıyı vurmazdı. Ya tekmeler ya da kırarlardı.
Adının Stewart olduğunu söyleyen adam elli yaşlarındaydı. Takım elbise giydiği için ter içinde kalmıştı. Arabasını yolun diğer tarafındaki baobab ağacının altına park etmişti. Victor aracın Transvaal plakalı olduğunu fark etti. Kendisiyle buluşmak için onca yolu neden katettiğini bir an için merak etti.
Adam içeri girmek istemedi. Yalnızca bir zarf uzatarak ertesi gün Soweto’nun varoşlarında kendisini önemli bir konu görüşmek için birinin bekleyeceğini söylemekle yetindi.
“Bilmen gereken her şey bu zarfın içinde yazılı,” dedi.
Yarı çıplak birkaç çocuk kulübenin dışında, çamurların içinde oyun oynuyordu. Victor çocuklara bağırarak başka bir yerde oynamalarını söyledi. Çocuklar anında yok oldular.
“Kim?” diye sordu Victor.
Beyaz adamlara hiç güvenmezdi. Ama en çok da kötü yalan söyleyen beyaz adamlara güvenmezdi. Üstelik karşısındaki adam, eline tutuşturduğu zarfla yetinsin istiyordu.
“Bunu söyleyemem,” dedi Stewart.
“Her zaman beni birileri görmek ister,” dedi Victor. “Burada önemli olan acaba ben onları görmek istiyor muyum?”
“Her şey zarfın içinde yazılı,” diye yineledi Stewart.
Victor elini uzatarak kalın ve kahverengi zarfı aldı. Zarfın içinde bir tomar para olduğunu anlamıştı. Bu hem iyi hem de kötüydü. Paraya ihtiyacı vardı. Ama bu paranın neden verildiğini bilmiyordu ve bu da onu tedirgin ediyordu. Hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmediği bir işe karışmaya hiç niyeti yoktu.
Stewart ıslak bir mendille yüzünü ve kel kafasını sildi. “Zarfın içinde bir harita var,” dedi. “Buluşma yeri haritada işaretli. Soweto’ya yakın. Biliyorsun, değil mi?”
“Her şey değişiyor,” dedi Victor. “Sekiz yıl önce Soweto’nun neye benzediğini biliyordum ama bugün ne hâlde olduğuna dair hiçbir fikrim yok.”
“Soweto’nun içinde değil,” dedi Stewart. “Buluşma noktası Johannesburg otoyoluna bağlı çevre yolunda. Orada değişen bir şey yok. Eğer oraya zamanında varmak istiyorsan yarın sabah erkenden yola koyulmalısın.”
“Beni kim görmek istiyor?” diye üsteledi Victor bir kez daha.
“Adını vermek istemiyor,” dedi Stewart. “Yarın onunla tanışacaksın.”
Victor yavaşça başını sallayıp zarfı geri uzattı.
“Adını öğrenmek istiyorum,” diye yineledi. “Eğer adını öğrenmezsem buluşma noktasında zamanında olmayacağım. Hatta oraya hiç gitmeyeceğim.”
Adam duraksadı. Victor sessizce bakışlarını adamın gözlerine dikti. Uzun bir duraksamadan sonra Stewart, Victor’un az önce söylediklerini yeni algılamışçasına başını salladı. Etrafına bakındı. Çocuklar gitmişlerdi. Victor’un en yakın komşusu yaklaşık elli metre ötedeki bir başka barakadaydı. Barakanın kapısı önünde bir kadın çamaşır asıyordu. Bir iki tane keçi, kırmızı kuru toprağın üstünde yiyecek bir şeyler aranıyordu.
“Jan Kleyn,” dedi alçak sesle. “Jan Kleyn seni görmek istiyor. Bunu sana ben söylemedim, tamam mı? Zamanında buluşma yerinde ol.”
Sonra da dönerek arabasına yürüdü. Victor toz bulutunun arasında uzaklaşan arabanın arkasından baktı. Stewart arabayı çok hızlı kullanıyordu. Siyahilerin bulunduğu yere giren beyaz adamların kendilerini güvensiz hissetmelerinin tipik tepkisi bu, diye geçirdi içinden Victor. Stewart için bu, düşman saflarına girmekle eşdeğerdeydi. Ve aslında haksız da sayılmazdı… Victor kendi düşüncesine gülümsedi. Beyaz adamlar korkak adamlardı. Sonra da Stewart gibi bir ulak kullanan Jan Kleyn’in nasıl biri olduğunu merak etti. Belki de bu Stewart’ın yalanlarından biriydi. Onu buraya gönderen Jan Kleyn değildi. Başka biriydi.
Oyun oynayan çocuklar geri dönmüşlerdi. Victor kulübesine gitti, gaz lambasını yakarak, yatağına oturdu ve yavaşça zarfı açtı. Zarfı alışkanlıktan altından açmıştı. Bombalı zarf gönderenler patlayıcı maddeyi her zaman zarfın üst tarafına yerleştirirlerdi. Postadan bombalı mektup alacaklarını düşünen çok az insan mektupları normal şekilde açardı.
Zarfın içinde siyah mürekkeple çizilmiş bir harita vardı. Buluşma yeri kırmızı kalemle işaretlenmişti. Gözünün önünde canlandırabiliyordu. Hata yapmak olanaksızdı. Haritanın yanı sıra zarfın içinde beş bin rand3 vardı. Victor parayı saymadan beş bin olduğunu biliyordu.
Hepsi bu kadardı. Jan Kleyn’in neden kendisini görmek istediğine ilişkin bir mesaj yoktu zarfın içinde.
Victor zarfı kirli zemine fırlatarak yatağına uzandı. Battaniye küf kokuyordu. Gözünün çevresinde bir sivrisinek vızıldayarak uçtu. Başını çevirerek gaz lambasına baktı.
Jan Kleyn, diye geçirdi içinden. Jan Kleyn beni görmek istiyor. Aradan iki yıl geçti. Ve bir daha bana işinin düşmeyeceğini söylemişti. Oysa şimdi beni görmek istiyor. Neden?
Yatağında doğrularak kolundaki saate baktı. Eğer ertesi gün Soweto’ya gidecekse bu akşamüstü Umtata’dan otobüse binmeliydi. Stewart yanılmıştı. Ertesi sabaha kadar bekleyemezdi. Buradan Johannesburg yaklaşık dokuz yüz kilometre ötedeydi.
Karar vermesini gerektiren bir şey yoktu. Parayı kabul ederek zaten kararını vermişti. Artık gitmek zorundaydı. Jan Klyen’e beş bin papel borçlanmaya niyeti yoktu. Bu, kendi ölüm fermanını imzalamak anlamına gelirdi. Hiç kimsenin Jan Kleyn’i üçkâğıda getiremeyeceğini bilir ve onu çok iyi tanırdı.
Yatağın altından bir çanta aldı. Evinden ne kadar uzak kalacağını ya da Jan Kleyn’in kendisinden ne istediğini bilmediğinden birkaç gömlek, iç çamaşırı ve bir çift ayakkabıyı çantanın içine attı. Eğer iş düşündüğünden daha uzun sürecek olursa o zaman ihtiyacı olan eşyaları satın almak zorunda kalacaktı. Sonra da dikkatle yatağın kasasını araladı. Plastik torbanın içindeki iki bıçağı aldı. Bıçakları gömleğinin ucuyla sildikten sonra gömleğini çıkardı. Tavana asılı özel kemerini alıp beline bağladı, aynı deliği kullandığını fark edince kilo almadığına sevindi. Parası tükeninceye değin akşamları bol bol bira içmesine karşın kilo almamıştı. Yakında otuz bir yaşına basacaktı ama yine de formdaydı.
Bıçakların uçlarını kontrol ettikten sonra kınlarına koydu. Karşısındakinin kanını akıtmak için bıçağı hafifçe saplaması yetecekti. Sonra da yatak kasasının bir başka bölümünü çıkararak tabancasını aldı, bunu da hindistancevizi yağıyla yağlamış ve plastik bir torbanın içine koymuştu. Yatağın kenarına oturarak tabancayı temizlemeye koyuldu. Bu 9mm’lik Parabellum’du. Silahı Ravenmore’daki ruhsatsız tabanca satan birinden aldığı özel mermiyle doldurdu. Bir gömleğe ekstra iki şarjör sarıp çantasına koydu. Koltuk altı kılıfının kayışını ayarladı, silahını kılıfa soktu. Jan Kleyn’le buluşmaya hazırdı artık.
Kısa süre sonra da kulübeden çıktı. Paslı kilidi kilitledi ve birkaç kilometre ötedeki Umtata yolundaki otobüs durağına doğru yürümeye başladı.
Soweto’nun tepelerinde batan kıpkırmızı güneşe bakarken sekiz yıl öncesini hatırladı. Yerel bir iş adamı rakibini öldürmesi için Victor’a beş yüz rand vermişti. Her zamanki gibi tüm önlemleri almış ve ayrıntılı bir plan yapmıştı. Ne var ki her şey ters gitmişti. Tam o sırada bir polis arabası geçmişti. Victor da elinden geldiğince olay yerinden hızla uzaklaşmış ve Soweto’ya bir daha asla geri dönmemişti.
Afrika alaca karanlığı kısa sürerdi. Birden gece olmuş, her yer kararmıştı. Cape Town ile Elizabeth Limanı yönlerinden gelen trafiğin uğultusu duyuluyordu. Uzaklardan bir polis arabasının sireni duyuldu. Birden Jan Kleyn’in kendisiyle yeniden bağlantı kurmasının çok özel bir nedeni olması gerektiği geldi aklına. Bin randa adam öldürecek birçok kiralık katil vardı. Ama Jan Kleyn ona önceden beş bin rand vermişti, bu da yalnızca onun Güney Afrika’nın en iyi ve soğukkanlı katili olmasından kaynaklanıyordu.
Otoyoldan hızla çıkan arabanın sesiyle irkildi. Kısa süre sonra kendisine yaklaşan farları görecekti. Gölgelerin arasında yavaşça ilerledi ve tabancasını sıkıca kavradı.
Araba yolun kenarında durdu. Farlar çalılarla araba enkazını aydınlatıyordu. Victor Mabasha gölgelerin arasında bir süre bekledi. Sabırsız ve endişeliydi.
Arabadan bir adam indi. Victor onun Jan Kleyn olmadığını fark etti. Aslında onu görmeyi beklemiyordu zaten. Jan Kleyn konuşmak istediği kişileri yanına aldırtmak için daima başkalarını kullanırdı. Victor arabanın yanından yavaşça ortaya çıkarak adamın arkasına doğru yaklaştı. Araba tahmin ettiği yerde durmuştu.
Adamın hemen arkasında durdu ve tabancanın namlusunu adamın şakağına dayadı. Adam şaşkınlıkla irkildi.
“Jan Kleyn nerede?” diye sordu Victor Mabasha.
Adam başını yavaşça çevirdi. “Seni ona ben götüreceğim,” diye karşılık verdi. Victor Mabasha adamın korktuğunu fark etmişti.
“Nerede?” diye yineledi sorusunu bir kez daha.
“Pretoria yakınlarındaki bir çiftlikte. Hammanskraal’da.”
Victor bunun bir tuzak olmadığını hemen anlamıştı. Daha önce de Hammanskraal’da Jan Kleyn’le iş yapmıştı. Tabancasını yerine koydu.
“O zaman oraya gidelim,” dedi. “Hammanskraal buradan yüz kilometre ötede.”
Victor arabada arka koltuğa oturdu. Direksiyondaki adam sessizdi. Kentin kuzeyindeki otoyolda ilerlerken Johannesburg’un ışıkları göründü. Johannesburg’a ne zaman gelse içindeki nefret duygusunun arttığını hissederdi. Johannesburg onu yakalamak için peşinden koşan vahşi bir hayvan gibiydi. Bu kentle ilgili anılarını unutmaya çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu.
Victor Mabasha, Johannesburg’da doğmuştu. Babası madenciydi ve eve çok ender gelirdi. Uzunca bir süre Kimberley’deki elmas madeninde çalışmış, daha sonra da Johannesburg’un kuzeydoğusundaki Verwoerdburg’daki madenlerde çalışmıştı. Kırk iki yaşında ciğerleri iflas etmişti. Victor Mabasha babasının son yıllarında nefes almaya çalışırken çıkardığı o korkunç sesleri ve bakışlarındaki korku dolu ifadeyi hâlâ hatırlıyordu. O yıllar boyunca annesi dokuz çocuğun sorumluluğunu üstlenip evi geçindirmeye çalışmıştı. Gecekonduda yaşıyorlardı ve Victor’un çocukluğu sürekli olarak aşağılanıp hor görülmeyle geçmişti. Küçük yaşlarda içinde bulundukları yoksulluğa başkaldırmış ama onun bu isyanı hedefini bulamamıştı. Bir çeteye katılmış, tutuklanmış ve beyaz polisler kendisini yakalayarak içeri atmışlardı. Burada yediği dayaklar ve aşağılanmalar, içindeki yoğun acıyı daha da artırmıştı. Hapisten çıkınca sokaklara ve suç dünyasına geri dönmüştü. Yaşıtlarının tersine hor görülmekten kurtulabilmek için kendi yöntemlerine başvurmuştu. Yeni yeni oluşan siyahilerin hareketine katılacağına tam tersini yapmıştı. Beyazların baskısı yüzünden yaşamının mahvolmasına karşın bundan kendini kurtarmanın tek yolunun beyazlarla iyi geçinmek olduğuna karar vermişti. Beyazların kendisini korumaları karşılığında onlar adına hırsızlıklar yaparak işe başlamıştı. Sonra bir gün, yirmisine bastıktan kısa bir süre sonra beyaz bir dükkân sahibine hakaret eden siyahi bir politikacıyı öldürmesi için kendisine bin iki yüz rand teklif edildi. Victor bir an için bile duraksamamıştı. Bu, onun beyazların tarafına geçtiğinin son kanıtıydı. Onlara belli etmeden onları sürekli olarak hor gördüğünü düşünerek beyazlardan intikam aldığını varsayıyordu. Beyazlar onun hakkında, Güney Afrika’da zencilerin nasıl davranması gerektiğini bilen biri diye düşünüyorlardı. Ama Victor yüreğinin derinliklerinde beyazlardan nefret ediyordu.
Zaman zaman gazetelerde arkadaşlarından birinin idam haberini ya da ömür boyu hapse mahkûm olduğunu okuyordu. Arkadaşlarının başlarına gelenlere üzülüyordu ama hayatta kalabilmek için doğru yolu seçtiğine ilişkin bir an için bile kuşkuya kapılmıyor ve belki de bu yolun sonunda gecekondu mahallelerinin dışında bir yaşam kurabileceğini düşlüyordu.
Yirmi iki yaşındayken Jan Kleyn’le tanıştı. Aynı yaşta olmalarına karşın Jan Kleyn ona hep tepeden baktı ve onu sürekli hor gördü.
Jan Kleyn bir fanatikti. Victor Mabasha onun siyahilerden nefret ettiğini, siyahilerin beyazlar tarafından kontrol altında tutulan hayvanlar olduğunu düşündüğünü biliyordu. Kleyn küçük yaşlarda faşist Afrika Direniş Hareketi’ne katılmış ve birkaç yıl içersinde de liderlik konumuna yükselmişti. Ama siyaset adamı değildi ve Güney Afrika Milli İstihbarat Teşkilatı’nda çalışıyordu. En önemli özelliği acımasızlığıydı. Ona göre bir siyahiyi öldürmekle bir fareyi öldürmenin arasında hiçbir fark yoktu.
Victor Mabasha, Jan Kleyn’den hem nefret eder hem de ona tapardı. Kleyn’in Güney Afrikalı beyazların seçilmiş kişiler olduklarına ilişkin ödün vermez inancı ve acımasız davranışları Victor ’u çok etkiliyordu. Jan Kleyn düşünceleri ve duygularını her zaman kontrol altına alabilen ender insanlardan biriydi. Victor Mabasha, Jan Kleyn’in zayıf bir yanını bulup çıkarmaya çok çalışmıştı ama öyle bir şey söz konusu bile değildi.
Jan Kleyn için iki kez cinayet işlemişti. Bu iki görevi de başarıyla yerine getirmişti. Jan Kleyn ondan çok memnundu. O günden beri sürekli olarak karşılaşmalarına karşın Jan Kleyn, Victor Mabasha’nın elini hiç sıkmamıştı.
Johannesburg’un ışıkları artık arkada kalmıştı. Pretoria otoyolunda trafik yoğun değildi. Victor Mabasha arkasına yaslanarak gözlerini kapadı. Bir daha görüşmeme kararı alan Jan Kleyn’in neden fikir değiştirdiğini az sonra öğrenecekti. İstememesine karşın yine de heyecanlandığını hissetti. Çok önemli bir şey olmadıkça Jan Kleyn onu yanına çağırtmazdı.
Tepedeki ev, Hammanskraal’ın yaklaşık on kilometre dışındaydı. Tel örgülerle çevriliydi. Alman çoban köpekleri eve yabancıların yaklaşmasına izin vermiyordu.
O akşamüstü iki adam avcılıkla ilgili kupalarla dolu bir odada oturmuş Victor Mabasha’nın gelmesini bekliyordu. Perdeleri çekilmiş ve hizmetkârlar evlerine gönderilmişti. Yeşil örtülü masanın iki başında oturuyorlardı. Viski içiyor ve alınmış tüm önlemlere karşın sanki birilerinin kendilerini duymasından korkarcasına alçak sesle konuşuyorlardı.
Adamlardan biri Jan Kleyn’di. Çok ciddi bir hastalıktan yeni kalkmışçasına zayıftı. Yüzü sivri ve köşeliydi. Gri gözleri, ince sarı saçları vardı. Koyu renk bir takım elbise, beyaz gömlek giymiş ve bir kravat takmıştı. Sesi boğuk çıkıyordu.
Diğer adamsa onun tam tersiydi. Franz Malan uzun boylu ve şişmandı. Göbeği kemerinden fırlamıştı, yüzü kırmızı, lekeliydi ve sürekli olarak terliyordu. Görünüşe göre, 1992 Nisan gecesi, Victor Mabasha’nın gelmesini uyumsuz bir çift bekliyordu.
Jan Kleyn saatine baktı.
“Yarım saat sonra burada olur,” dedi.
“Umarım haklısındır,” diye karşılık verdi Franz Malan.
Jan Kleyn biri sanki tabancasını ona doğrultmuş gibi aniden döndü. “Hiç yanıldım mı?” diye sordu. Hâlâ alçak sesle konuşuyordu ama sesindeki tehdit edici ton son derece belirgindi.
Franz Malan düşünceli bir ifadeyle baktı.
“Hayır,” dedi. “Henüz değil.”
“Yanlış şeyler düşünüyorsun,” diye âdeta tısladı Jan Kleyn. “Gereksiz yere endişelenerek zamanını boşa harcıyorsun. Her şey planlandığı gibi gerçekleşecek.”
“Umarım,” diye karşılık verdi Franz Malan. “Eğer ters bir şey olursa patronlarım başıma bir fiyat biçerler.”
Jan Kleyn gülümsedi. “Ben intihar ederdim,” dedi. “Ama ölmeye hiç niyetim yok. Zamanı gelince çekileceğim ama şimdi değil.”
Jan Kleyn mesleğinden hoşnuttu. Güney Afrika’daki ırkçı politikalara bir son vermek isteyen herkesten nefret ettiğini bilmeyen yoktu. Birçok kişi onu Güney Afrika Direniş Hareketi’nin en çılgın üyesi olarak görüyordu. Ama onu iyi tanıyanlar nasıl iyi bir hesap adamı, asla aceleyle karar vermeyen soğukkanlı biri olduğunu çok iyi bilirlerdi. Kendisini “siyasi bir cerrah” olarak görür ve görevinin Güney Afrika’nın sağlıklı bedenini tehdit eden tümörleri ameliyatla almak olduğunu ileri sürerdi. Çok az kişi onun istihbaratın en etkili elemanlarından biri olduğunu bilirdi.
Franz Malan ise on yıldan fazla Güney Afrika ordusunun istihbarat bölümünde çalışmıştı. Daha önce bu alanda görev yapan bir subay olarak Güney Rodezya ve Mozambik’te gizli operasyonlar gerçekleştirmişti. Kırk dört yaşında geçirdiği bir kalp krizinden sonra ordudaki görevinden ayrılmıştı. Ama görüşleri ve yetenekleri sayesinde güvenlik hizmetinde hemen işe başlamıştı. Yaptığı işler, arabalara bomba koymak ya da Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) toplantılarına terör saldırıları düzenlemek gibi farklı farklıydı. O da Güney Afrika Direniş Hareketi’nin bir üyesiydi. Ama Jan Kleyn’in tersine onun üstlendiği rol sahne arkasındaydı. Victor Mabasha’nın gelmesiyle birlikte o akşam gerçekleştirilecek planın üzerinde Jan Kleyn’le birlikte çalışmıştı. Günler ve geceler boyunca ne yapmaları gerektiği konusunda tartışmışlar, sonunda da bir karara varmışlardı. Planlarını, Komite olarak bilinen ve hakkında bundan başka hiçbir şey bilinmeyen gizli örgüte sunmuşlardı.
Onlara bu son görevlerini veren de Komite’ydi.
Her şey Robben Adası’nda otuz yıldan beri tutuklu bulunan Nelson Mandela’nın serbest bırakılmasıyla başlamıştı. Jan Kleyn, Franz Malan ve diğer tüm sağcı Güney Afrikalıların düşündüğü gibi bu bir savaş ilanıydı. Başkan de Klerk kendi halkına, Güney Afrikalı beyazlara ihanet etmişti. Çok ciddi önlemler alınmazsa ırkçı sistem iflas edecekti. Aralarında Jan Kleyn ve Franz Malan’ın da bulunduğu birçok kişi serbest seçimlerin siyahi çoğunluğu iktidara taşımasının kaçınılmaz olduğunu görüyordu. Bu da Güney Afrika’yı yöneten seçilmiş insanların hakkına bir tecavüzdü. Ne yapılması gerektiğine karar verinceye kadar birçok olasılığı gözden geçirmişlerdi.
Karar dört ay önce verilmişti. Güney Afrika ordusuna ait olan, gizlilik gerektiren toplantı ve konferanslar için kullanılan bu evde toplanmışlardı yine. Yasal olarak ne istihbarat teşkilatının ne de ordunun gizli örgütlerle bir ilişkisi vardı. Görünüşte mevcut hükümete ve Güney Afrika anayasasına yürekten bağlıydılar. Ama gerçek bundan tamamıyla farklıydı. Broederbond4 en iyi günlerini yaşarken, Jan Kleyn ve Franz Malan’ın Güney Afrika toplumu içersinde yoğun ilişkileri söz konusuydu. Operasyonu Komite adına planlamışlardı ve Güney Afrika ordusu, ANC’nin muhalifi Inkatha hareketi ve iş adamlarıyla bankacıların da aralarında bulunduğu bir hareketi başlatmaya hazırlanıyorlardı.
Şimdi de olduğu gibi yeşil örtülü masanın başında oturmuşlardı. Jan Kleyn birdenbire, “Günümüzde Güney Afrika’daki tek önemli insan kim?” diye sordu.
Franz Malan’ın, Jan Kleyn’in kimden söz ettiğini anlaması uzun sürmedi.
“Kafanı zorla biraz,” diye sürdürdü konuşmasını Jan Kleyn. “Öldüğünü varsay onun. Eceliyle değil ama. Bu onun halkın gözünde kahraman olması anlamına gelir. Öldürüldüğünü düşün.”
“Düşünebileceğimizden de çok daha büyük bir isyan çıkar siyahi köylerinde. Grevler olur. Gerçek bir kaosla karşı karşıya kalırız. Dünya bizi daha da dışlar.”
“Şimdi bir de şöyle düşün. Diyelim ki bir siyahi tarafından öldürüldüğü ortaya çıktı.”
“Bu, karmaşayı daha da artırır. Inkatha ve ANC birbirine girer. Baltalar, palalar ve mızraklarla birbirlerini öldürürken bizler de oturup olanları izleriz.”
“Tamam ama bir aşama sonrasını da düşünmelisin. Yani katilin ANC üyesi olduğunu.”
“Bu hareket o zaman bir kaosun içinde yok olur. Birbirlerini boğazlamaya başlarlar.”
Jan Kleyn neşeyle başını salladı. “Doğru. Sonra ne olacak dersin?”
Franz Malan yanıt vermeden önce bir an düşündü. “Sonunda siyahilerin beyaz düşmanı olması kaçınılmaz. Ve siyahilerin politik hareketi bu noktada anarşi ve karmaşayı da beraberinde getireceğinden ordu ile polisi harekete geçirmek zorunda kalacağız. Sonuçta da bir iç savaş çıkacak. Biraz dikkat eder ve planımızı bu doğrultuda yaparsak, önemli her siyahiyi ortadan kaldırabiliriz. Dünya ister beğensin ister beğenmesin ama sonunda savaşı başlatanın siyahiler olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır.”
Jan Kleyn başını onaylarcasına salladı.
Franz Malan karşısında oturan adama ümitle baktı. “Ciddi misin?” diye sordu yavaşça.
Jan Kleyn ona şaşkınlıkla baktı.
“Ciddi mi?”
“Onu gerçekten öldürme konusunda?”
“Elbette ciddiyim. Adamın gelecek yazdan önce ortadan kaldırılması gerek. Bunu Springbok yani Keseli Ceylan Operasyonu olarak adlandırmayı düşünüyorum.”
“Neden?”
“Her şeyin bir adı var. Hiç ceylan vurdun mu? Eğer doğru yerden vurursan hayvan ölmeden önce havaya sıçrar. Ben de en büyük düşmanımızın havaya sıçramasını istiyorum.”
Şafak sökünceye değin oturmuşlardı. Franz Malan, Jan Kleyn’in bu çok titiz ve dikkatli planına hayran olmuştu. Bu plan sayesinde gereksiz tehlikelerle karşı karşıya kalmayacaklardı. Uyuşan ayaklarını açmak için verandada volta atarlarken Franz Malan son endişesinden söz etti.
“Planın harika,” dedi. “Ancak beni endişelendiren bir mesele var. Victor Mabasha’nın bizi yarı yolda bırakmayacağına güvenmen. Ama onun Zulu kabilesinden geldiğini unutuyorsun. Onlar bana bazı konularda Boer’leri hatırlatır. Kendilerine ve taptıkları atalarına sadıktırlar. Bu da bir siyahiye gerektiğinden fazla güveniyorsun anlamını taşır. Sadakat duygularının bizlerinki gibi olmadığını sen benden daha iyi bilirsin. Ama yine de senin haklı olduğunu varsayalım. Bir süre sonra çok zengin biri olacak. Hem de düşündüğünden çok daha zengin. Ama yine de bu plan, bizim siyahi bir adama bel bağladığımız anlamını taşıyor.”
“Bu konuda ne düşündüğümü hemen söyleyeyim,” dedi Jan Kleyn. “Ben hiç kimseye güvenmem. Ya da en azından tam olarak güvenmem. Sana güveniyorum. Ama herkesin şöyle ya da böyle zayıf bir noktası olduğunu biliyorum. Bu güven sorununu aşırı dikkatli hareket ederek kapatıyorum. Bu doğal olarak Victor Mabasha için de geçerli.”
“Sen yalnızca kendine güveniyorsun,” dedi Franz Malan.
“Evet,” diye onayladı Jan Kleyn. “Zayıf noktamı kesinlikle bulamazsın. Victor Mabasha elbette sürekli olarak gözlem altında tutulacak. Bunu ona da söyleyeceğim. Cinayet konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biri tarafından özel olarak eğitilecek. Eğer bizi yarı yolda bırakırsa, dünyaya geldiğine pişman olacak denli yavaş ve acı dolu bir ölümün kendisini beklediğini öğrenecek. Victor Mabasha işkencenin ne anlama geldiğini çok iyi bilir. Doğduğuna bin pişman olur.”
Birkaç saat sonra her biri kendi arabasına binerek oradan ayrılmıştı.
Dört ay sonra sessiz kalma yemini eden bir grup suikastçı planlarına son noktayı koymuşlardı. Planları artık gerçekleşmek üzereydi.
Araba tepedeki evin önünde durduğunda Franz Malan köpekleri saldı. Alman çoban köpeklerinden çok korkan Victor Mabasha, köpeklerin kendisine saldırmayacağından emin oluncaya değin arabadan inmedi. Jan Kleyn konuğunu verandada bekliyordu. Victor Mabasha onun elini sıkmak için can atıyordu ama Jan Kleyn kendisine uzatılan eli görmezden gelerek yolculuğunun nasıl geçtiğini sordu.
“Tüm gece boyunca insan otobüste oturunca aklına birçok soru takılıyor,” diye karşılık verdi Victor Mabasha.
“Harika,” dedi Jan Kleyn. “Gerekli tüm yanıtları alacaksın.”
“Buna kim karar veriyor?” diye sordu Mabasha. “Benim neye ihtiyacım olduğuna ya da neleri bilmemem gerektiğine kim karar veriyor?”
Jan Kleyn yanıt vermeden Franz Malan yanlarına yaklaştı. O da elini uzatmadı.
“İçeri girelim,” dedi Jan Kleyn. “Konuşacak çok şeyimiz var ama fazla zamanımız yok.”
“Benim adım Franz,” dedi Franz Malan. “Ellerini başının üstüne koy.”
Victor karşı çıkmadı. Konuşmalar başlamadan önce silahların bırakılması yazılı olmayan kurallardan biriydi. Franz Malan tabancasını aldı, sonra da bıçakları inceledi.
“Afrikalı silah imalatçıları tarafından yapıldı,” dedi Victor Mabasha. “Yakın dövüş ve atışlarda harika iş çıkarır.”
İçeri girdiler ve yeşil örtülü masanın başına geçip oturdular. Şoför kahve yapmak için mutfağa gitmişti.
Victor Mabasha sessizce bekledi. Karşısındaki bu iki adamın ne denli gergin olduğunu anlamamaları için dua etti içinden.
“Bir milyon rand,” dedi Jan Kleyn. “Konuya bu noktadan başlayalım. Bizim için gerçekleştirmeni istediğimiz bu görev için, görev süresince sana ne kadar para vereceğimizi aklından hiç çıkarmamanı istiyorum.”
“Bir milyon hem çok hem de az bir miktar olabilir,” dedi Victor Mabasha. “Bu, koşullara bağlı bir şey. Ve ‘biz’ler de kim?”
“Sorularını sonra sorarsın,” dedi Jan Kleyn. “Beni tanıyorsun, bana güvenebileceğini biliyorsun. Karşında oturan Franz’ı da benim üçüncü kolum olarak değerlendirebilirsin. Bana güvendiğin gibi ona da güvenmelisin.”
Victor Mabasha başını evet dercesine salladı. Anlıyordu. Oyun başlamıştı. Herkes birbirine ne denli güvenilir olduğunu söylüyordu. Aslında kimsenin kimseye güvendiği yoktu.
“Bizim için bir şey yapmanı istiyoruz,” dedi bir kez daha Jan Kleyn, sanki bir bardak su getirmesini söylercesine sıradan bir tavırla. “Bu işte ‘biz’lerin kim olduğu seni hiç ilgilendirmez.”
“Bir milyon rand,” dedi Victor Mabasha. “Bunun çok büyük bir para olduğunu varsayalım. Birini öldürmemi istediğinizi düşünüyorum. Böylesi bir iş için bir milyon çok fazla. Şimdi bunun çok az olduğunu varsayalım, kim öldürülecek?”
“Bir milyon nasıl az olabilir?” diye sordu Franz Malan şaşkınlıkla.
Jan Kleyn küçümser bir tavırla baktı. “Yoğun ama kısa sürecek bir görev için çok iyi bir para olduğunu söyleyebilirim,” dedi.
“Birini öldürmemi istiyorsunuz,” dedi Victor Mabasha bir kez daha.
Jan Kleyn yanıt vermeden önce ona uzun uzun baktı. Victor Mabasha birden odada soğuk bir rüzgâr esmişcesine ürperdiğini hissetti.
“Evet,” dedi Jan Kleyn yavaşça. “Birini öldürmeni istiyoruz.”
“Kimi?”
“Zamanı geldiğinde öğreneceksin,” dedi Jan Kleyn.
Victor Mabasha birden tedirgin oldu. Bilginin bu en önemli bölümünün kendisine verilmesi gerekiyordu. Tabancasını kime doğrultacaktı?
“Bu çok özel ve önemli bir görev,” diye sürdürdü konuşmasını Jan Kleyn. “Bu görev gereği yolculuk etmen gerekecek, hazırlıklar ve planlamalar belki bir ay sürecek, son derece dikkatli davranman gerek. Ortadan kaldırmak istediğimiz bir adam var. Çok önemli biri.”
“Güney Afrikalı mı?” diye sordu Victor Mabasha.
Jan Kleyn karşılık vermeden bir an duraksadı. “Evet,” dedi. “Güney Afrikalı.”
Victor Mabasha söz konusu adamın kim olabileceğini düşündü bir an. Ama bu konuda bilmediği o kadar çok şey vardı ki. Ve masanın diğer ucunda sesini çıkarmadan oturan bu şişman ve sürekli terleyen adam da kimin nesiydi? Victor Mabasha onu bir yerlerden tanıyor gibiydi. Acaba daha önce karşılaşmışlar mıydı? Eğer öyleyse nerede ve nasıl? Adamın resmini gazetede mi görmüştü? Belleğini zorladı ama hatırlayamadı.
Şoför yeşil örtülü masanın üstüne fincanlarla kahve demliğini koydu. Odadan çıkıp kapıyı arkasından kapatıncaya değin kimse konuşmadı.
“On gün içersinde Güney Afrika’dan ayrılmanı istiyoruz,” dedi Jan Kleyn. “Doğruca Ntibane’ye gideceksin. Herkese Gaborone’de hırdavat dükkânı olan amcanın yanında çalışmak üzere Botsvana’ya gideceğini söyle. Üzerinde Botsvana pulu olan ve sana iş teklifinde bulunan bir mektup alacaksın. Bu mektubu mümkün olduğunca çok kişiye göster. Bir hafta içinde, yani 15 Nisan’da Johannesburg otobüsüne bineceksin. Otobüs garajında karşılanacaksın ve o geceyi son talimatları almak üzere benimle buluşacağın bir evde geçireceksin. Ertesi gün Avrupa’ya uçacak ve sonra da St. Petersburg’a gideceksin. Pasaportunda yeni bir adın olacak ve kayıtlarda Zimbabveli olduğun belirtilecek. Adını kendin seçebilirsin. St. Petersburg’a gittiğinde havaalanında seni karşılayacaklar. Trenle Finlandiya’ya, oradan da gemiyle İsveç’e gideceksin. İsveç’te birkaç hafta kalacaksın. Sana önemli talimatlar verecek kişiyle orada buluşacaksın. Daha sonra da henüz belirlenmeyen bir günde Güney Afrika’ya geri döneceksin. Buraya döndüğünde de işin son bölümünü ben üstleneceğim. Her şey en geç haziran sonunda bitmiş olacak. Paranı istediğin ülkeden, istediğin kentten alabileceksin. Sana verdiğimiz bu küçük görevi kabul eder etmez avans olarak 100.000 rand alacaksın.”
Jan Kleyn dikkatle ona baktı. Victor Mabasha doğru duyup duymadığından emin değildi. St. Petersburg? Finlandiya? İsveç? Avrupa haritasını gözünün önünde canlandırmaya çalıştı ama başaramadı.
“Bir şey sormak istiyorum,” dedi kısa bir süre sonra. “Tüm bunlar ne anlama geliyor?”
“Bunlar bizlerin çok dikkatli ve titiz olduğunu gösteriyor,” dedi Jan Kleyn. “Bu, senin kendi güvenliğinin bir garantisi niteliğinde olduğundan bu önlemlerden hoşnut olmalısın.”
“Ben kendi başımın çaresine bakarım,” dedi Victor Mabasha. “Şimdi en başından başlayalım. St. Petersburg’da beni kim karşılayacak?”
“Senin de bildiğin gibi son birkaç yıldan bu yana Sovyetler Birliği’nde çok önemli değişiklikler oldu,” dedi Jan Kleyn. “Bizleri mutlu kılan değişiklikler. Ama öte yandan, bu, birçok etkili kişinin işsiz olduğu anlamına da geliyor. KGB’deki subaylar da bu işsiz kişilerin arasında. Becerileri ve deneyimleriyle ilgilenmemiz için bu kişiler hakkında bizlere sürekli bilgi gelir. Birçoğunun ülkemizde oturma izni alabilmek için yapabileceklerinin inan bana sınırı yok.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.