Kitabı oku: «Tanrı İnsanlar», sayfa 3
4. BÖLÜM
Sabah, 10.30’da Bay Barnstaple, Slough’ya doğru yol alıyordu, şimdi ise -13.30’da- kendi dünyasını yarı yarıya unutmuş bir hâlde harikalar diyarına doğru süzülmekteydi. “Olağanüstü!” diye tekrarladı. “Olağanüstü! İyi bir tatil yapacağımı biliyordum ama bu… Bu…”
Işıl ışıl ve berrak bir rüyanın bahşettiği mükemmel bir mutlulukla kendinden geçmişti. Daha önce bilinmeyen topraklardaki bir kâşifin duyduğu hazzı hiç tatmamıştı, hatta bunu hayal bile etmemişti. Sadece birkaç hafta önce Liberal için yazdığı “Keşifler Çağının Sonu” adlı makalesi öylesine iç karartıcı ve moral bozucuydu ki Bay Peeve’i fazlasıyla memnun etmişti. Bu “başarı”sını içinde belli belirsiz bir pişmanlıkla hatırladı.
Dünyalılar dört küçük uçağa dağılmıştı. Bay Barnstaple, yol arkadaşı Peder Amerton ile beraber bindiği uçakta yavaşça yükselirlerken arkasına baktığında, araçlarının şaşırtıcı bir rahatlıkla kaldırılıp hafif kamyonlara yüklendiğini gördü. Kamyonlardan çıkan iki parlak metal kol, -bir bebeğin dadısı tarafından nazikçe kaldırılması gibi- arabaları nazikçe kaldırıyordu.
Bay Barnstaple’ın pilotu -dünyadaki uçuş standartlarına göre-tehlikeli derecede alçaktan uçuyordu. Ağaçların üzerinden değil de daha çok yanlarından geçtiği için -başta biraz korkutucu olsa da- onların etraflarını daha rahat bir şekilde inceleyebilmelerini sağlamıştı. Yolculuklarının ilk zamanlarında aşağılarındaki düzlüklerde daha çok, otlamakta olan bej renkli sığırları ve Bay Barnstaple’a tamamen yabancı, renkleri muhteşem, her tarafı kaplamış bahçe bitkilerini görebiliyorlardı. Bu bitki örtüsünün arasında patikalar uzanıyordu. Bazı yerlerde ise iki tarafında çiçek kümeleri ile meyve ağaçlarının gölgelediği daha geniş yollar vardı.
Bay Barnstaple sınırlı sayıda ev görmüştü, gözüne köy veya kasaba hiç çarpmamıştı. Evler büyüklükleri bakımından çeşit çeşitti; zarif yazlık evler veya tapınaklar olabileceğini düşündüğü ayrı duran küçük binalardan, çatıları ve kuleleri ile ona şatoları veya büyük çiftlikleri yahut mandıraları hatırlatan kümelere kadar. İnsanlar tarlada çalışıyor veya yürüyerek yahut kendi küçük araçlarıyla bir yerlere gidiyorlardı. Ama ne olursa olsun kesin bir şey vardı ki o da arazideki insan popülasyonunun çok az olduğuydu.
Bu sırada Dünyalılar, birdenbire ortaya çıkarak Windsor Kalesi’nin yerini alan karlı dağların ardına geçeceklerini anladılar.
Dağlara yaklaştıkça aşağılarındaki yeşillik, yerini altın sarısı mısır tarlalarına bıraktı ve bitki örtüsü değişmeye başladı. Bay Barnstaple, güneşli yamaçlarda üzüm bağları olduğunu fark etti, ayrıca çalışanların sayısı da artmış, yerleşim yerleri çoğalmıştı. Küçük bölükleri, dağların arasındaki bir geçide doğru geniş bir vadi boyunca uçtuğu için rahatlıkla etrafı inceleyebiliyordu. Önce kestane ağaçları ortaya çıktı ve sonra da çamlar. Dağ yamaçlarında çaprazlamasına yerleştirilmiş devasa türbinler ve endüstriyel amaçla kullanılıyor olabilecek alçak, çok pencereli binalar vardı. Ustalıkla kademelendirilmiş dik, aydınlık ve güzel bir viyadük, dağdaki geçide doğru yükseliyordu. Yüksek kesimlerde kesinlikle insan sayısı daha fazlaydı; ancak sayıları, dünyada benzer bir kırsal yerleşim alanında görülebilecek olandan yine de çok azdı.
Bir tarafında büyük bir buzulun karlı düzlüklerinin uzandığı sarp ve ıssız kayalıkların üzerinden on dakikalık bir uçuşun ardından konferans yerinin bulunduğu yüksek bir vadiye iniş yaptılar. Burası dağın içinde bir tür cep gibiydi; binalar öylesine cesurca ve ustalıkla inşa edilmişti ki dağın bir parçasıymış gibi görünüyorlardı. Bay Barnstaple, vadinin aşağılara uzanan kollarına kurulmuş muazzam bir barajla oluşturulmuş, büyük, yapay bir göle bakıyordu. Bu barajın kenarları boyunca aralıklarla yerleştirilmiş görkemli taş sütunlar, oturmuş insanları andırıyordu. Araç yere indiğinde baraj yüzünden daha ilerilerini göremediği önlerinde uzanan düzlük, Bay Barnstaple’a Po Vadisi’ni hatırlatıyordu.
Setlerin -özellikle de alçak olanların- üzerinde çiçek şeklinde evler vardı ve aralarında patikalar, basamaklar ve küçük havuzlar… Sanki burası büyük bir bahçeydi.
Uçaklar çimenlik bir alana kolayca iniş yaptılar. Yakınlardaki gölün kıyısında, suyun hemen yüzeyinde yükselen bir iskelede canlı renklerle boyanmış bir düzine tekne demir atmıştı…
Köylerin olmadığını Bay Barnstaple’a, Peder Amerton söylemişti. Şimdi de hiçbir yerde kilise görmediklerini ve etrafta hiç çan kulesi veya buna benzer bir yapı olmadığını belirtti. Bay Barnstaple, küçük binaların tapınak veya mabet olarak kullanılabileceğini düşündü. “Din, burada farklı bir karaktere sahip olabilir.” dedi.
“Ve bebeklerle küçük çocuklar ne kadar da az.” diye belirtti yine Peder Amerton. “Hiçbir yerde bir anne ve çocuğunu görmedim.”
“Dağın diğer yamacında bahçesi bir okulun oyun alanına benzeyen bir bina gördüm. Orada çocuklar vardı ve beyaz giysili birkaç yetişkin.”
“Onu gördüm ama benim düşündüğüm bebeklerdi. Burada gördüklerini İtalya’da görebileceklerinle kıyasla. En güzel, en cazibeli genç kadınlar…” diye ekledi saygın din adamı. “En cazibeli… Ama anneliğe dair yine de hiçbir işaret yok!”
Pilotları -bronz tenli, mavi gözlü ve sarışındı- araçtan inmeleri için onlara yardım etti. Sonra diğerlerinin de alana iniş yapmalarını izlediler. Bay Barnstaple, bu dünyanın renklerine ve uyumuna ne kadar da çabuk alıştığını fark ederek şaşırdı; şimdi etrafındaki en tuhaf şey, arkadaşlarının ve kendisinin kılıklarıydı. Bay Rupert Catskill’ın meşhur gri şapkası, Bay Mush’ın acayip gözlüğü, Bay Burleigh’nin kendine has ince yapısı ve şoförünün köşeli deri kıyafetleri ona Ütopyalıların zarif bedenlerinden çok daha şaşırtıcı geliyordu.
Pilotlarının eğleniyorlarmış gibi görünen ifadelerinden, Bay Barnstaple, arkadaşlarının tuhaflığını bir kez daha idrak etti ve ardından derin bir şüphe dalgası ile çarpıldı.
“Sanırım bu tümüyle gerçek!” dedi Peder Amerton’a.
“Tümüyle gerçek! Başka ne olabilir ki?”
“Sanırım tüm bunlar bir düş değil.”
“Sizin ve benim rüyalarımın aynı olması mümkün mü?”
“Evet ama bazı imkânsız şeyler var, kesinlikle imkânsız!”
“Örneğin?”
“Bu insanlar nasıl oluyor da bizimle İngilizce konuşabiliyorlar? Bugünkü İngilizce?”
“Bunu hiç düşünmemiştim. Bu oldukça inanılmaz. Birbirleriyle İngilizce konuşmuyorlar.”
Bay Barnstaple, gözleri şaşkınlıkla açılarak Peder Amerton’a döndü; çok daha inanılmaz bir gerçek ilk kez dikkatini çekiyordu, “Birbirleriyle hiçbir dilde konuşmuyorlar!” dedi. “Ve biz bunu şu ana kadar fark etmedik!”
DÖRDÜNCÜ KISIM
EINSTEIN’IN GÖLGESİ HİKÂYENİN ÜZERİNE DÜŞÜYOR AMA NAZİKÇE YOK OLUYOR
1. BÖLÜM
Bu kafa karıştırıcı gerçeğin -Ütopyalıların, İngilizceye tamamıyla hâkim oldukları gerçeğinin- haricinde, Bay Barnstaple, bu yeni dünyanın bugüne kadar rüyasında bile görmediği bir uyum içinde olduğunu düşünmeye başlamıştı. Öylesine bir uyumluluk ve düzen içindeydi ki gözünde tuhaflığı giderek azalıyor ve buranın yabancı ama uygarlık seviyesi son derece yüksek bir ülke olduğuna dair hissi giderek güçleniyordu.
Kahverengi gözlü, kırmızı şeritli beyaz elbise içindeki kadının idaresinde Dünyalılar, Konferans Merkezi’nin yakınındaki konaklama yerlerine mümkün olabilecek en büyük misafirperverlikle yerleştirildiler. Beş altı genç erkek ve kız, onlara, Ütopyalıların ev hayatının ayrıntıları konusunda bilgi vermek üzere görevlendirilmişti. Yerleştikleri binalarda, makul ölçülerde birer soyunma odası vardı; açık bir sundurmaya, çarşafları en kaliteli ketenden, örtüleri yumuşacık yataklar konulmuştu. Bayan Stella’ya göre bu sundurmalar fazla açıktı ama sonuçta kendisinin de söylediği gibi “insan kendini burada çok güvende hissediyor”du. Eşyaları geldiğinde her birinin valizleri -tıpkı dünyadaki bir konakta olacağı gibi- odalarına dağıtıldı.
Ancak yemekten önce valizlerini açan Bayan Stella, biraz fazla dost canlısı olan iki genç Ütopyalıyı odasından çıkarmak zorunda kaldı.
Kısa bir süre sonra, Bayan Stella’nın odasından yükselen çılgın bir kahkaha ve kadının sevimli ama isterik cebelleşmesinin neden olduğu bir heyecan yaşandı. Genç bir kız, giysilerine özel bir ilgi göstermişti; içlerinde son derece cezbedici ve şeffaf bir geceliğe rastlamıştı. Nedense bu zarif gecelik, Ütopyalıyı çok eğlendirmişti. Bayan Stella, kız, üzerine bu geceliği geçirip dans ederek dışarı çıkmadan önce giysiyi elinden almayı zorlukla başarabilmişti.
“O zaman siz giyin!” diye ısrar etti kız.
“Ama beni anlamıyorsun!” diye karşı çıktı Bayan Stella. “Bu neredeyse kutsal. Hiç kimsenin görmemesi için… Asla!”
“Peki ama neden?” diye sordu Ütopyalı, son derece şaşırmıştı.
Bayan Stella bir cevap veremedi.
Daha sonra onlara sunulan hafif yemek, dünya standartlarına göre, son derece tatmin ediciydi. Bay Freddy Mush’ın endişeleri tamamen giderilmişti; masada soğuk tavuk, jambon ve tabak içinde çok lezzetli bir et vardı. Ayrıca biraz sert ama fazlasıyla lezzetli ekmek, taze tereyağı, nefis bir salata, meyveler, gravyer peyniri ve Bay Burleigh’den “Moselle bile bundan iyisini yapamamıştır.” şeklinde övgüler alan hafif bir beyaz şarap vardı.
“Yemeklerimiz sizinkilere çok benziyor mu?” diye sordu kırmızı şeritli elbiseli kadın.
“Olağanüstü bir kalite!” dedi Bay Mush, ağzı dolu bir şekilde.
“Son üç bin yılda yemekler çok az değişiklik gösterdi. İnsanlar Karmaşa Çağı’ndan çok önce en kaliteli yemekleri bulmuşlardı.”
“Gerçek olmak için çok gerçek!” diye tekrarlıyordu Bay Barnstaple. “Gerçek olmak için çok gerçek!”
Arkadaşlarına baktı; hepsi de yemeklerini memnun bir şekilde, ilgiyle ve minnettarlıkla yiyorlardı.
Eğer Ütopyalıların İngilizcesinin berraklığı bir çekiç gibi kafasının içini dövmese Bay Barnstaple, tüm bunların gerçek olup olmadığını sorgulamayacaktı.
Örtüsüz, taştan masanın başında hiçbir uşak beklemiyordu; beyaz elbiseli kadın ve iki pilot, yanlarında oturuyordu; konuklar ihtiyaçlarını gidermede birbirlerine yardımcı oluyordu. Bay Burleigh’nin şoförü çekingen bir tavırla farklı bir masaya geçmek üzereydi ki deneyimli politikacı onu rahatlattı: “Buraya otur Penk, Bay Mush’ın yanına.” Dostça ama keskin gözlerle onları inceleyen başka Ütopyalılar da yemeğin hazırlandığı, büyük sütunlu, yuvarlak verandaya geldiler; bazıları gülümseyerek ayakta dikildiler, bazıları oturdular. Kimse kimseyle tanıştırılmadı; sadece birkaç sosyal formalite…
“Tüm bunlar çok güven verici.” dedi Bay Burleigh. “Son derece güven verici. Ah, söylemek zorundayım ki bunlar, Chatsworth şeftalilerinden çok daha iyi. O krema mı sevgili Rupert, şu önündeki kahverengi kavanozda duran? Doğru tahmin etmişim. Eğer sakıncası yoksa Rupert? Teşekkür ederim.”
2. BÖLÜM
Ütopyalıların bazıları Dünyalılara kendilerini isimleriyle tanıttılar. Bay Barnstaple, ses tonlarının birbirine çok benzediğini düşünüyordu; kullandıkları kelimeler sanki bir kâğıda basılmış gibi kesin ve belirgindi. Kahverengi gözlü kadının adı Lychnis idi. Bay Barnstaple’ın, kırklarında olabileceğini düşündüğü sakallı bir adamın adı ya Urthred ya Adam ya da Edom’du; adını söylerkenki keskin tonlama yüzünden tam olarak anlaşılmıyordu. Sanki büyük harfli basım duraksamıştı. Urthred, bir etnolog ve tarihçi olduğunu ve bizim dünyamız hakkındaki her şeyi öğrenmek istediğini söylemişti. Bizim dünyamızda sıradan bir eğitimden geçmiş birinden bekleneceği gibi, çekingen değildi; bir finansçıyı veya büyük bir gazetenin sahibini andıran kendinden emin tavrıyla Bay Barnstaple’ı etkilemişti. Ev sahiplerinden, neredeyse hükmedici bir tavra sahip Serpentine de yine bir bilim adamıydı; Bay Barnstaple bu duruma çok şaşırmıştı. Kendini tam olarak anlayamadığı bir şekilde tanıtmıştı. Sözleri ilk seferinde kulağa “atom teknisyeni” gibi gelmişti, sonra oldukça tuhaf bir şekilde “moleküler kimyacı” olarak duyuldu. Bay Barnstaple, daha sonra Bay Burleigh’nin, Bay Mush’a, “Fizyo-kimyager, dedi, öyle değil mi?” diye sorduğunu işitti.
“Bence sadece bir materyalist olduğunu söyledi.” diye cevap verdi Bay Mush.
“Ben de eşyaların ağırlıklarını ölçtüğünü sandım.” dedi Bayan Stella.
“Tonlamaları çok değişik.” dedi Bay Burleigh. “Bazen rahatsız edecek kadar yüksek sesle konuşuyorlar ve sonra birden sesler arasında boşluklar oluşuyor.”
Yemek bittiğinde herkes yeni bir binaya geçti, bu küçük bina mimari yapısından anlaşıldığı kadarıyla dersler ve tartışmalar için inşa edilmişti. Ortasında yarım daire şeklinde bir platform vardı ve bu platformun üzerinde de ders veren kişi için kara tahta görevini yerine getirdiği anlaşılan beyaz tabletler. Tabletlerin iki yanında duran münasip bir yükseklikteki mermer çıkıntılara renkli kalemler ve yazılanları silmek için de bezler konulmuştu. Ders veren kişi bu yarım daire şeklindeki platformun üzerinde dolaşabilirdi. Lychnis, Urthred, Serpentine ve Dünyalılar bu platformun önündeki, yine yarım daire biçimindeki sıraya oturdular; önlerindeki koltuklarda seksen veya yüz kişilik yer vardı. Koltukların hepsi de doluydu ve arkalarında görkemli Ütopyalılardan oluşan birkaç küçük grup ayakta duruyordu. Bay Barnstaple’ın gözüne onların da arkasındaki gölün ışıltılı sularına kadar uzanan çimenlik bir alan ilişti.
Dünyalarına sıra dışı girişleri hakkında konuşacaklardı. Bundan daha makul bir şey olabilir miydi? Başka bir seçenek önermekten daha imkânsız bir şey bulunabilir miydi?
“Hiç kırlangıç olmaması çok tuhaf!” diye fısıldadı aniden Bay Mush, Bay Barnstaple’ın kulağına. “Neden etrafta hiç kırlangıç olmadığını merak ediyorum.”
Bay Barnstaple’ın dikkati boş gökyüzüne kaydı. “Belki de tatarcık veya sinekler olmadığı içindir.” diye cevap verdi. Daha önce kırlangıçlara dikkat etmemiş olması garipti.
“Şşşşş!” diye uyardı Bayan Stella. “Başlıyorlar.”
3. BÖLÜM
Bu inanılmaz konferans böylece başladı. Açılışı Serpentine adındaki adam yaptı. Seyircilerin önünde ayakta durarak bir konuşma yapıyor gibi görünüyordu. Dudakları kımıldanıyor, elleri söylediklerini güçlendirmek için hareket ediyordu; yüzündeki ifade sözlerini kuvvetlendiriyordu. Buna rağmen Bay Barnstaple -açıklayamadığı bir nedenden ötürü- onun gerçekten konuştuğundan şüphe ediyordu. Çok garip bir konferanstı. Bazen adamın sözleri kafasının içinde alışılmadık bir şekilde yankılanıyordu, kelimeler belirsiz ve anlaşılmazdı, tıpkı bulanık camın ardından görülen nesneler gibi. Bazen de Serpentine, dudaklarını kımıldatmaya devam etse ve düzgün ellerini hareket ettirse bile mutlak sessizliğin doldurduğu boşluklar oluşuyordu; sanki Bay Barnstaple, kısa aralıklarla sağır biri hâline geliyordu. Yine de bir konuşmaydı, bir bütünlüğü vardı ve Bay Barnstaple’ın tüm dikkatini çekmeyi başarmıştı.
Serpentine, çok karmaşık bir soruyu olabildiğince basit bir şekilde anlatmaya çalışan biri gibi zorlanmaktaydı. Her savının ardından duraksayarak konuşuyordu. “Uzun zamandır…” diye başladı, “mümkün boyutların sayısının, numaralandırılabilecek diğer her şeyin mümkün olan sayısı gibi sınırsız olduğu biliniyor.”
Evet, Bay Barnstaple anlamıştı; ancak bunun Bay Mush için çok karmaşık olduğu ortaya çıktı.
“Ah! Yüce Tanrı’m!” diye söylendi. “Boyutlar!” Bu sırada gözlüğünü düşürdü ve konuşmaya olan ilgisini kaybetti.
“En temel yaklaşımlardan dolayı, bizim de içinde bulunduğumuz ve bir parçasını oluşturduğumuz evrenin kendisinin veya bu olaylar sisteminin kendisinin, üç boyutlu bir uzayda oluştuğu kabul edilebilir ve bu sistem dördüncü bir boyutun, yani zamanın aracılığıyla bir çevrimin etkisi altındadır; bu çevrim sürekliliktir. Böylesi bir olaylar sisteminin mutlaka bir çekime maruz kalması beklenir.”
“Şeyy!” dedi Bay Burleigh yüksek sesle. “Özür dilerim! Ama bunu anlamıyorum!”
Demek, her ne pahasına olursa olsun, o da dinliyordu.
“Var olan her evrenin mutlaka çekim kanunlarına uyması gerekir!” diye tekrarladı Serpentine, zaten ortada olan bir gerçeği açıklamak zorunda kalan birinin tavrıyla.
“Tanrı aşkına bunu anlayamıyorum!” dedi Bay Burleigh, kısa bir duraksamanın ardından.
Serpentine, bir süre bunu düşündü. “Bu böyle!” dedi ve konuşmasını sürdürdü: “Zihinlerimiz, nesnelerin varlığını bu düşünce altında algılar çünkü bu yönde gelişmiştir, bunu gerçek olarak kabul eder. Ancak aralıksız analizler sonucu içinde bulunduğumuz evrenin düz bir çizgiden ibaret olmadığını, aynı uzayın içinde var olan ve varlığından uzun süredir şüphelenilmeyen başka boyutlar oluşturacak şekilde hafifçe eğrilmiş ve çarpılmış olduğunu öğrenebildik. Bilinen üç boyutunun haricinde başka boyutlara da açılıyordu, tıpkı gerçekte iki boyutluymuş gibi görünen ancak sadece kalınlığı değil, kırışıklık ve buruşuklukları ile üçüncü bir boyuta da sahip olan bir kâğıt gibi.”
“Sağır mı oldum?” diye fısıldadı Bayan Stella. “Hiçbir şey duyamıyorum?”
“Ben de.” dedi Peder Amerton.
Bay Burleigh, gözlerini Serpentine’in yüzünden ayırmadan eliyle bu ikisini sakinleştirecek bir hareket yaptı. Bay Barnstaple, kaşlarını çattı, dizlerini birleştirdi ve parmaklarını birbirine kenetleyerek çaresizce katlanmaya çalıştı.
Duyuyor olmalıydı, evet, elbette duyuyordu!
Serpentine açıklamasını sürdürdü: “Tıpkı üç boyutlu bir evrenin içinde, herhangi sayıdaki iki boyutlu evrenlerin yan yana bulunmasının mümkün olması gibi; yetersiz zihinlerimizin, hakkında yavaş ve zahmetli bir şekilde daha fazla bilgi edinmeye çalıştığı çok boyutlu uzayda da sınırsız sayıdaki üç boyutlu uzaylar yan yana var olabilir ve zaman içinde kabaca paralel kabul edilebilecek ortak bir harekete maruz kalabilirler. Lonestone ve Cephalus’un teorik çalışmaları gerçekte buna benzer, birbirine paralel ve tıpkı bir kitabın sayfaları gibi birbirini andıran, sayısız uzay-zaman evreninin var olduğuna dair sağlam temeller oluşturmuştur. Hepsinin de sürekliliği olacaktır ve hepsi de çekim yasalarına uyacaklardır.”
Bay Burleigh, hâlâ anlamadığını belli etmek için kafasını salladı.
“Ve birbirine en yakın olanlar elbette birbirine en çok benzeyenler olacaktır. Öyle yakın ki şimdi karşılarında bir öğrenme fırsatı var. Büyük dâhiler, Arden ve Greenlake’in, atomun (bu kısım duyulmuyor) itme kuvvetini kullanmaktaki cesur denemeleri sonucunda, Ütopya’daki bir maddeyi, bu boyuttaki yani bir süredir belki de bir kol boyu uzağımızda olduğu bilinen F boyutundaki evrene doğru, tıpkı bir kapının menteşeleri üzerinde sallanması gibi ötelemeyi amaçlayan deneyleri açıkça görülüyor ki başarılı olmuştur. Kapı tekrar geriye doğru salındığında beraberinde bir temiz hava akımı, tozlu bir fırtına ve Ütopya’yı büyük bir şaşkınlığa sürükleyen, bilinmeyen bir dünyadan üç grup ziyaretçi getirmiştir.”
“Üç mü?” diye fısıldadı Bay Barnstaple şüpheyle. “Üç mü dedi?”
Serpentine, onu duymazlıktan geldi.
“Kardeşlerimiz beklenmedik bir gücün salıverilmesi sonucunda hayatlarını kaybettiler ancak deneyleri artık hiçbir zaman kapanmaması gereken bir yolu açtı, Ütopya’nın tekdüze sınırlarının ötesinde, bugüne kadar hayal bile edilmemiş dünyalara doğru. Bize dokunan bir el kadar yakın, Lonestone’un yıllar önce tahmin ettiği gibi; onun deyimiyle, bize kalbimizdeki kandan daha yakın.”
“Bize bir nefesten ve ellerimizle ayaklarımızdan daha yakın.” diye hatalı bir şekilde tekrarladı Peder Amerton aniden kendine gelerek, “Peki ama neden bahsediyor? Bir türlü anlayamıyorum.”
“Yeni bir gezegen keşfediyoruz, sakinlerinin ölçülerine bakacak olursak neredeyse bizim gezegenimizle aynı ebatta; tıpkı bizim göğümüzdeki güneş gibi bir yıldızın etrafında dolanan, hayat dolu ve tıpkı bizim gezegenimizde olduğu gibi yavaş yavaş ehlileştirilen bir dünyaları var. Bunu yapan gelişmiş zekâ belli ki bizim evrimimize hemen hemen paralel koşullar altında gelişimini sürdürüyor. Bu kardeş gezegen sakinlerinin görünüşlerini ele alacak olursak bizden biraz daha az gelişmiş gibi görünüyorlar. Ziyaretçilerimiz Son Karmaşa Çağı sırasında atalarımızın giydiklerine benzer kıyafetler giyiniyor ve onları andıran fiziksel özellikler sergiliyorlar.
Tarihlerinin bizimkine birebir paralel olduğunu varsayamayız elbette. Hiçbir şey aynı değildir; birbirinden ayrı iki farklı parçacık hiçbir zaman eş değildir. Varlıkların boyutlarında, Tanrı’nın evrenlerinde, hiçbir zaman mutlak tekrarlama olmamıştır ve olmayacaktır da. Şu anda farkına vardığımız tamamen imkânsız bir gerçeklik. Buna rağmen açıkça bizim dünyamıza çok yakın ve benzer…
Sizden bir şeyler öğrenmek adına hâlâ bilinmeyen pek çok yönü olan tarihimizi kontrol edip, deneyimlerinizden yararlanıp size bildiklerimizi sunmak ve aradaki ilişkide neye ihtiyaç olduğunu ve neyin mümkün olduğunu bularak sizin ve bizim dünyamıza yardım etmek için hazırız Dünyalılar. Burada biz, öğrenmenin henüz başındayız, hâlâ öğrenmemiz gereken şeylerin çokluğu karşısında şu anda bildiklerimiz çok az. Milyonlarca benzer konu üzerinden belki de birbirimize yardım edebiliriz.
Sizin dünyanızda var olan ancak bizim dünyamızda gelişimini gerçekleştirememiş veya zamanla yok olmuş soy çizgilerine rastlanabilir. Bir dünyada var olup diğerinde çok nadir görülen veya yok olmuş elementler ve minerallerin varlığı da mümkün… Atomlarınızın yapısı… Dünyalarımız birleşebilir… Ortak bir canlanma için.”
Tam da Bay Barnstaple’ın en çok duymak istediği ve en hevesli şekilde dinlediği kısımda işitilmeyen bir sesle devam etti. Sağır bir adam, onun hareketlerine bakıp onun konuşmasını sürdürdüğünü söyleyebilirdi.
Bay Barnstaple, Bay Rupert Catskill’ın en az kendisininkiler kadar sıkıntılı ve şaşkın bakışlarını yakaladı. Peder Amerton, yüzünü ellerine gömmüştü. Bayan Stella ve Bay Mush, aralarında fısıldaşıyorlardı; dinliyormuş gibi yapmaktan vazgeçmişlerdi.
“Böylece…” Serpentine’in sesi aniden tekrar duyulur oldu, “dünyamızda ortaya çıkmanızın doğuracağı ihtimallerin ve sonuçların kısaca bir tahminini yapmış olduk. Fikirlerimizi mümkün olduğunca açık bir şekilde size anlatmaya çalıştım. Şimdi de sizden birinin, dünyalarımız arasındaki bağın ne olabileceğine dair fikirlerini sunmasını öneriyorum.”