Kitabı oku: «Tanrı İnsanlar», sayfa 4
BEŞİNCİ KISIM
ÜTOPYA YÖNETİMİ VE TARİHİ
1. BÖLÜM
Önce bir sessizlik oldu. Dünyalıların bakışları birbirlerinin üzerinde gezindikten sonra Bay Cecil Burleigh’de birleşti. Politikacı bu beklentilerinden habersizmiş gibi davranıyordu. “Rupert!” dedi. “Sen yapmaz mısın?”
“Ben yorumlarımı kendime saklıyorum.” dedi Bay Catskill.
“Peder Amerton, siz farklı dünyalar üzerine konuşmaya alışkınsınız?”
“Siz varken bu bana düşmez, Bay Cecil. Hayır.”
“Peki ama ben onlara ne söylemeliyim?”
“Ne düşünüyorsanız onu.” dedi Bay Barnstaple.
“Çok doğru!” dedi Bay Catskill. “Bu konu hakkında ne düşünüyorsanız onlara bunu söyleyin.”
Başka hiç kimse bu görev için uygun değildi. Bay Burleigh yavaşça ayağa kalkarak düşünceli bir şekilde yarım daire şeklindeki platformun ortasına doğru yürüdü. Ceketinin yakalarını tutarak bir süre başı önüne eğik bir şekilde, biraz sonra söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyormuş gibi bekledi. “Bay Serpentine!” dedi sonunda. Güçlü ve içten bir ses tonuyla konuşuyordu, başını gölün üzerinde uzanan mavi göğe doğru kaldırmıştı, “Bayanlar ve baylar!”
Bir konuşma yapmak üzereydi! Tıpkı Primrose Ligi’nde bir bahçe partisindeymiş gibi veya Cenevre’de! Bu akılalmaz bir şeydi ama başka ne yapılabilirdi ki?
“İtiraf etmeliyim ki kalabalıklar karşısında konuşmaya alışkın olmama rağmen şu durumda kendimi oldukça yetersiz hissediyorum. Sizin hayranlık uyandırıcı konuşmanız; sade, doğrudan, canlı, yoğun ve zaman zaman etkileyici pasajlara dönüşen konuşmanız benim için memnuniyetle izlediğim bir örnek oluşturdu. Ayrıca karşısında kaçınılmaz olarak cesaretimi yitiriyorum. Mümkün olduğu kadar basit ve açık olarak, önceden hiçbir şekilde tasavvur etmediğimiz bir şekilde ait olduğumuz dünya hakkındaki genel gerçekleri anlatmamı istiyorsunuz. Benim bu karmaşık olayları anlamaktaki ve tartışmaktaki zayıf bilgimin elverdiği ölçüde düşünecek olursam durumun matematiksel boyutuna dair olağanüstü açıklamalarınızı düzeltecek veya bunlara ekleyecek bir şey bulamıyorum. Bize anlattıklarınız dünya standartlarındaki en ileri ve akılcı bilimin özünü içeriyor ve bizim şimdiki düşüncelerimizin çok ötesine geçiyor. Belli durumlarda, örneğin zaman ve çekim arasındaki ilişki söz konusu olduğunda itiraf etmek zorundayım ki size katılmıyorum ancak bu bir fikir ayrılığından çok kavrama güçlüğünden kaynaklanıyor. Olaya daha geniş çerçevede baktığımızda anlaşamamamız için hiçbir neden göremiyorum. Temel önermelerinizi şüphesiz kabul ediyoruz; yani sizinkine paralel bir evrende, burada görebileceğimiz tüm karşıtlıklara rağmen sizinkine kardeş bir gezegende yaşadığımızı doğruluyoruz. Kabul etmeye hazır olduğumuz bir başka gerçek de sizinkinden daha genç, dolayısıyla biraz daha az gelişmiş bir dünyada yaşıyor olduğumuz; sizin deneyimlerinizden belki birkaç yüz veya birkaç bin yıl gerideyiz. Bunu dikkate aldığımızda, size karşı tavırlarımızda biraz tevazu göstermemiz kaçınılmaz. Sizin astlarınız olarak bize düşen bilgi vermek değil öğrenmek. ‘Ne yaptınız?’ diye sormalıyız. Öğrenmemiz gereken daha çok şey varken görgüsüzce bir kendini beğenmişlik sergilemek yerine, ‘Şu anda olduğunuz konuma gelmek için ne yaptınız?’ diye sormalıyız…”
“Hayır!” dedi Bay Barnstaple, kendi kendine ama yarı duyulur bir sesle. “Bu bir rüya… Eğer başka biri olsaydı…”
Gözlerini ovuşturup tekrar açtı, işte yine buradaydı; Bay Mush’ın yanında ve Ütopyalı ilahların arasında sessizce oturuyordu ve Bay Burleigh, gerçek bir şüpheci olan, hiçbir şeye inanmayan, hiçbir şey karşısında şaşırmayan Bay Burleigh, binlerce konuşma yapmış bir adamın öz güveni ile parmak uçlarında yükselerek konuşmasını sürdürüyordu. Londra’da, Guildhall’da bile kendinden ve dinleyicilerinden daha emin olamazdı. Üstelik buradaki dinleyicileri de onu anlıyordu! Bu çok saçmaydı!
Bu büyük saçmalığa boyun eğmekten, oturup dinlemekten başka çaresi yoktu. Düşünceleri, Bay Burleigh’nin konuşmasından bazen tamamen kopuyordu. Ardından tekrar kendini toparlıyor ve çaresizce konuşmaya odaklanmaya çalışıyordu. Bay Burleigh, tecrübeli bir konuşmacının tavırlarıyla, ara sıra duraklayarak, elleri gözlüklerinde veya ceketinin yakalarında, mümkün olduğunca açık ve makul olmaya çalışarak Ütopya’ya dünyamız hakkında bilgi veriyordu; onlara devletleri ve imparatorlukları, savaşları ve Büyük Savaş’ı, ekonomik düzeni ve düzensizlikleri, devrimleri ve Bolşevizmi, Rusya’da başlamakta olan korkunç kıtlığı, dürüst devlet adamları bulmanın ne kadar zor olduğunu, gazetelerin bu konuda hiç yardımcı olmadığını, kısaca insan hayatının tüm karanlık ve kasvetli yanlarını anlatıyordu. Serpentine, “Son Karmaşa Çağı” terimini kullanmıştı ve Bay Burleigh de bu terimden bol bol yararlanıyordu…
Çok etkileyici bir doğaçlamaydı. Neredeyse bir saat sürmüştü ve Ütopyalılar sonuna kadar ilgili ve meraklı bakışlarla, ara sıra başlarını sallayıp anladıklarını belirterek dinlemeyi sürdürmüşlerdi. “Çok benziyor…” diye bir ses çınlıyordu Bay Barnstaple’ın kafasının içinde. “Burada da… Karmaşa Çağı’nda…”
Sonunda Bay Burleigh sakin bir ihtiyatkârlıkla konuşmasını tamamladı. Ardından türlü türlü övgüler aldı.
Eğilerek selam verdi. Bitirmişti. Bay Mush, başka kimsenin katılmadığı coşkulu bir alkışla herkesi şaşırttı.
Bay Barnstaple’ın zihnindeki baskı artık dayanılmaz bir hâl almıştı. Birden ayağa fırladı.
2. BÖLÜM
Tecrübesiz bir konuşmacıdan bekleneceği gibi ellerini ve kollarını sallayarak konuştu, “Bayanlar, baylar!” dedi, “Ütopyalılar, Bay Burleigh! Sizden bir dakikanızı rica ediyorum. Küçük bir mesele var. Acil!”
Kısa bir an için söyleyecek bir şey bulamadı.
Sonra Urthred’in gözlerindeki ilgiyi gördü ve devam etmek için cesaret buldu.
“Anlamadığım bir şey var. İnanılmaz bir şey… Demek istediğim, uyumsuz bir şey. Küçük bir çatlak. Her şeyi fantastik bir gösteriye dönüştürüyor.”
Urthred’in anlayışlı bakışı, fazlasıyla cesaretlendiriciydi. Bay Barnstaple, herkese hitap etmekten vazgeçerek, doğrudan onunla konuşarak devam etti.
“Ütopya’da yaşıyorsunuz, bizden binlerce yıl ileride. Peki ama nasıl oluyor da günümüz İngilizcesini konuşabiliyorsunuz? Bizim kullandığımız dilin tamamen aynısını? Size soruyorum, bu nasıl mümkün olabilir? Bu inanılmaz. Her şeyi parçalıyor. Sizi bir hayale dönüştürüyor ama buna rağmen bir hayal değilsiniz. Kendimi, neredeyse çıldırmış gibi hissediyorum.”
Urthred gülümsedi. “İngilizce konuşmuyoruz.”
Bay Barnstaple, yerin ayaklarının altından çekildiğini hissetti. “Ama İngilizce konuştuğunuzu duyuyorum.” dedi.
“Yine de İngilizce konuşmuyoruz.” diye cevap verdi Urthred. Gülümsemesi genişledi. “Hiçbir dili, sıradan nedenler için konuşmuyoruz.”
Aklı her zamanki fonksiyonlarını yerine getirmekte zorlanan Bay Barnstaple, olduğu yerde kalarak saygıyla dinlemeyi sürdürdü.
“Yıllar önce…” diye devam etti, Urthred, “şüphesiz, dilleri kullanıyorduk. Sesler çıkarıyor ve sesleri duyuyorduk. İnsanlar düşünüyor, ardından kullanacakları kelimeleri düzenleyip seçerek dile getiriyordu. Duyan kişi bu kelimeleri algılıyor, anlıyor ve kendi kafasının içinde fikirlere çeviriyordu. Sonra, bizim de henüz tam olarak anlayamadığımız bir şekilde, insanlar, daha kelimelerle giydirilmeden ve seslerle dile getirilmeden fikirleri algılamaya başladı. Konuşmacı kendi aklında söyleyeceklerini düzenler düzenlemez henüz kendi aklında bile seslerle ifade etmeden önce kafalarının içinde duymaya başladılar. Daha karşılarındaki söylemeden ne söyleyeceğini biliyorlardı. Bu doğrudan iletişim günümüzde yaygınlaştı; bir dereceye kadar, insanların birbirlerini bu yolla anlayabildikleri ortaya çıktı ve bu yeni iletişim yöntemi sistematik olarak geliştirildi.
Bugün bizim dünyamızda uyguladığımız yöntem bu. Birbirimize doğrudan düşünerek hitap ediyoruz. Fikirlerimizi iletmeyi istediğimiz için fikirler iletiliyor, aradaki mesafe çok olmadığı sürece. Artık sesleri sadece şiir veya eğlence için kullanıyoruz veya yoğun duygu yüklü anlarda, uzak mesafeye bağırmak ve elbette hayvanlara seslenmek için, birbirimizle fikirlerimizi paylaşmak için değil. Size hitaben düşündüğümde fikirler, kendilerine karşılık gelen kavramlar ve uygun kelimeler bulabildikleri sürece doğrudan aklınızda beliriyorlar. Benim düşüncelerim sizin aklınızın içinde kendini duyduğunuzu sandığınız kelimelere dönüştürüyor ve doğal olarak bu kelimeler kendi dilinizdeki kelimeler olarak açığa çıkıyor. Muhtemelen arkadaşlarınız söylediklerimi, her biri kendine kelime dağarcıklarına dayanarak bazı farklılıklarla duyuyorlar.”
Bay Barnstaple, tüm bunları anladığını belirtir şekilde kafasını sallayarak ve zaman zaman araya girme ihtiyacı hissederek dinliyordu. Bu noktada dayanamayarak atıldı: “O hâlde bu yüzden, ara sıra, örneğin Bay Serpentine, olağanüstü konuşmasını yaparken, bizim en ufak bir şekilde haberdar olmadığımız fikirlerden bahsedildiğinde hiçbir şey duymuyoruz.”
“Böyle boşluklar var mı?” diye sordu Urthred.
“Pek çok, korkarım hepimizde.” dedi Bay Burleigh.
“Sanki belli başlı bölümlerde sağır olmak gibi bir şey.” dedi, Bayan Stella, “Pek çok bölümde!”
Peder Amerton, başıyla onayladı.
“Ve bu yüzden adınız Urthred mi yoksa Adam mı emin olamıyoruz ve ayrıca bu yüzden Arden, Greentrees ve Forest konusunda da kafam karmakarışık.”
“Umarım şimdi biraz rahatlamışsınızdır?” diye sordu Urthred.
“Ah, oldukça!” diye cevap verdi Bay Barnstaple. “Oldukça. Üstelik detaylı düşünülecek olursa böyle bir iletişim yönteminizin olması hayli elverişli. Aksi takdirde, dillerimizin temel prensipleri, mantığı, belirgin özellikleri ve diğer sıkıcı şeylerle dolu, haftalar süren bir süreci atlatıp şu andaki gibi rahatlıkla iletişim kurabileceğimiz bir seviyeye nasıl ulaşabileceğimizi düşünemiyorum bile.”
“Çok önemli bir nokta, gerçekten de!” dedi, Bay Burleigh, dostça bir tavırla Bay Barnstaple’a dönerek. “Gerçekten çok önemli bir nokta. Eğer siz bunu belirtmeseydiniz bunu asla fark etmeyecektim. Oldukça sıra dışı, kesinlikle hiç dikkatimi çekmedi bu ayrıntı. İtiraf etmeliyim, kendi düşüncelerime dalmıştım. Onların İngilizce konuştuğunu düşünüyordum. Bunu öylece kabul ettim.”
3. BÖLÜM
Bu muhteşem deneyim artık öylesine şüpheden arınmış görünüyordu ki Bay Barnstaple için mutlak güvenilirliğinden başka merak edilecek hiçbir yanı kalmamıştı. Bu güzel küçük binada, dışarıdaki muhteşem çiçeklere, uzakta ışıldayan gölün güzelliğine ve etrafındaki hafta sonu kıyafetleri içindeki İngilizlerle artık onu şaşırtmayan, neredeyse Olimposlular kadar çıplak Ütopyalılara bakarak oturuyor, ilk konuşmaların ardından gelişen gayriresmî sohbeti dinliyor, ara sıra kendi de bu sohbete katılıyordu. Bu iki dünya arasındaki temel ahlaki ve sosyal farklılıkları ortaya koyan bir sohbetti; ancak artık her şey kesin bir gerçeklik kazandığından doğal olarak eve gittiğinde bu yaşadıklarını Liberal’de yazacağını ve bugüne kadar bilinmeyen bu dünyadaki davranışları ve kıyafetleri, -şartların elverdiği ölçüde- karısına anlatacağını düşünüyordu. Uzaklık konusunda hiçbir şüphesi yoktu. Sydenham hemen şuracıkta olabilirdi.
İki genç kız, binanın dışında çay hazırlamış, herkese ikram ediyordu. Çay! Çin çayı olarak adlandırılabilecek bir çaydı, son derece lezzetliydi ve kulpsuz fincanlarda servis ediliyordu, Çin usulüydü ama gerçekti ve oldukça da tazeleyiciydi.
Dünyalıların merakları devlet sistemine yönelmişti. Bay Burleigh ve Bay Catskill gibi iki siyasetçinin bulunduğu bir ortamda bu kaçınılmazdı elbette.
“Nasıl bir yönetim biçimine sahipsiniz?” diye sordu Bay Burleigh. “Monarşi mi yoksa otokrasi mi? Veya demokrasi? Yasama ve yürütme organlarını ayırıyor musunuz? Ve tüm gezegeniniz için tek bir merkezî yönetim mi var, yoksa ayrı ayrı farklı devletler mi?”
Bay Burleigh ve diğerleri için kabul etmesi biraz zor olsa da Ütopya’da hiçbir merkezî yönetim yoktu.
“Ama mutlaka…” dedi Bay Burleigh, “bir yerde, ortak çıkarların korunması gereken durumlarda karar alacak, biri veya bir şey, belki bir konsey, büro veya herhangi başka bir organ, nihai bir merci olmalı. Bana göre, mutlaka olmalı…”
“Hayır!” dedi Ütopyalılar; onların dünyasında böyle bir otorite yoktu. Geçmişte vardı ve toplumun geneli üzerinde hâkimdi; ancak bu, uzun zaman önceydi. Belli bir konu hakkındaki kararlar, o konu üzerinde en çok bilgi sahibi kişilerce veriliyordu.
“Peki ama genel olarak üzerinde durulması gereken bir konu olduğunu varsayalım… Toplumun sağlığını etkileyecek bir durum örneğin… Kararları uygulanmasını kim mecbur kılacak?”
“Mecbur kılınmasına gerek olmayacaktır. Neden olsun ki?”
“Birinin kurallarınıza uymayı reddettiğini düşünün.”
“Neden itiraz ettiğini araştırırız. İstisnai durumlar olabilir.”
“Bunda başarısız olursanız?”
“Zihinsel ve ahlaki sağlığını değerlendiririz.”
“Akıl doktoru polisin yerini alıyor.”
“Ben polisi tercih ederdim!” dedi Bay Rupert Catskill.
“Evet, Rupert…” diye cevap verdi Bay Burleigh, “Haklısın.” demesi gerekirken. “O hâlde…” diye devam etti büyük bir ilgiyle Ütopyalılara bakarak, “tüm ilişkileriniz özel topluluklar ve organizasyonlar tarafından yönetiliyor, onları nasıl nitelendireceğimi bilmiyorum faaliyetleri arasında herhangi bir koordinasyon olmadan?”
“Bizim dünyamızdaki faaliyetlerin tümü…” dedi Urthred, “genel özgürlüğü sağlamak için eş güdümlü çalışır. Irkımızın genel psikolojisine yönelik pek çok birimimiz vardır ve bunlar ortak fonksiyonların her birinin birbiri ile ilişkilerini düzenler.”
“Bu birim, bir yönetici sınıfı değil mi peki?” dedi Bay Burleigh.
“Keyfî bir iradenin uygulamaları söz konusu değil.” dedi Urthred. “Sadece genel ilişkileri düzenliyorlar, hepsi bu. Daha yüksek bir sınıfı temsil etmiyorlar veya bir filozofun bir bilim adamına karşı sahip olduğu öncelikten daha fazlasına sahip değiller.”
“Bu bir cumhuriyet!” dedi Bay Burleigh. “Ancak nasıl işlediğini ve nasıl ortaya çıktığını hayal edemiyorum. Devletiniz son derece sosyalist olmalı.”
“Siz hava dışında hemen her şeyin, yolların, denizlerin ve doğanın sahiplenildiği bir dünyada yaşıyorsunuz.”
“Evet!” dedi Bay Catskill. “Mücadele edilerek sahiplenildiği!”
“Biz de bu aşamadan geçtik. Çok kişisel eşyalar hariç, özel mülkiyetin insanoğlu için sadece gereksiz bir dert olduğuna karar verdik. Böylece bundan kurtulduk. Bir sanatçı veya bir bilim adamı ihtiyacı olan tüm araçlar üzerinde mutlak bir kontrole sahiptir, hepimizin kendi araçları, evleri ve ihtiyaç duyduğu diğer gereksinimleri var ancak mülkiyet yok. Tüm bu saldırgan sahiplenme hareketinden tamamen kurtulduk ancak bunu nasıl başardığımız uzun bir hikâye. Birkaç yıl içinde olmadı tabii. Özel mülkiyet kavramının tamamen ortadan kaldırılması insan doğasının gelişimi için son derece doğal ve gerekli bir süreçti. Korkunç sonuçlara yol açtı ancak sadece bu korkunç sonuçlar ve felaketler sayesinde özel mülkiyetin sınırlanmasının önemi anlaşılmış oldu.”
Bay Burleigh onun için alışkanlık hâline geldiği belli olan bir tavır takınmıştı. Uzun bacaklarını önünde çaprazlayarak sandalyesinde iyice aşağı kaymıştı ve bir elinin parmaklarını diğerininkilerin üzerine büyük bir titizlikle yerleştirmişti.
“İtiraf etmeliyim, burada hüküm sürdüğünü gördüğüm anarşizmin bu özel formu beni fazlasıyla meraklandırdı.” dedi. “Eğer sizi tamamen yanlış anlamadıysam herkes toplumun bir parçası olarak görevlerini yerine getiriyor. Sanıyorum -eğer yanılıyorsam lütfen beni düzeltin- yiyeceklerin üretilmesi, dağıtılması ve hazırlanması için pek çok çalışanınız var, hepsi de dünyanızın ihtiyaçları doğrultusunda çalışıyor ve yaptıkları iş konusunda kendi kendilerinin kanunlarını koyuyorlar. Bazılarınız araştırma ve deneyler yapıyor. Hiç kimse onları zorlamıyor, mecbur kılmıyor veya engellemiyor.”
“İnsanlar bu konuda onlarla konuşuyor.” diyerek hafifçe gülümsedi Urthred.
“Başkaları üretiyor, imal ediyor, metaller üzerinde çalışıyor ve her biri de kendi kendilerinin kanunlarına uyuyorlar. Diğerleri dünyanızın yaşam alanlarını düzenliyor, bunları kimin ve nasıl kullanılacağını söylüyor. Kimisi saf bilimi icra ediyor. Diğerleri hassas ihtimaller üzerinde çalışıyor ve bazıları da sanatla uğraşıyor. Ve kimileri de bunlarla ilgili bilgileri öğretiyor.”
“Onlar çok önemli!” dedi Lychnis.
“Ve hepsi de bunu bir uyum içinde gerçekleştiriyor; kendi sınırlarını belirleyerek. Merkezî bir yasama veya yürütme olmadan. İtiraf ediyorum tüm bunlar hayranlık uyandırıcı, aynı zamanda da imkânsız. Bizim geldiğimiz dünyada böylesine bir şey daha önce önerilmedi bile.”
“Böyle bir düşünce daha önce Sosyalist Birlik tarafından dile getirilmişti.” diye belirtti Bay Barnstaple.
“Yüce Tanrı’m!” dedi Bay Burleigh. “Sosyalist Birlik hakkında çok az şey biliyorum. Kim onlar? Lütfen söyleyin.”
Bay Barnstaple bu isteği nazikçe geri çevirdi. “Bu fikir gençler arasında epey yaygın.” dedi. “Laski bunu çoğul devlet olarak adlandırıyor, hâkimiyetin tek merkezde toplandığı tekil devletin tam tersi. Çinlilerde dahi var. Pekinli bir profesör, Bay S. C. Chang ‘profesyonalizm’ olarak tanımladığı konu hakkında bir bildiri bile yayımladı. Bunu sadece birkaç hafta önce okudum. Liberal’in ofisine göndermişti. Çin’in de Batılı demokrasi modelinden geçmek zorunda olmasının ne kadar gereksiz ve istenmeyen bir şey olduğunun altını çiziyordu. Çin’in doğrudan fonksiyonel sınıflarının, yani yüksek memurların, işçilerin ve çiftçilerin -tıpkı burada gördüğümüz gibi- ortak bağımsızlık düzeyine geçmesini istiyor. Bu elbette eğitimde bir devrim demek. Sonuç olarak anarşizm dediğiniz şeyin tohumları bizim dünyamızda da atılmış durumda.”
“Yüce Tanrı’m!” dedi Bay Burleigh her zamankinden daha ilgili ve minnettar görünerek. “Demek öyle! Bunu hiç bilmiyordum!”
4. BÖLÜM
Sohbet düzensiz bir şekilde devam etti ancak hızlı ve etkili bir fikir alışverişi oldu. Bay Barnstaple, kısa bir süre içinde, Ütopya’nın Son Karmaşa Çağı’ndan bugüne uzanan tarihi hakkında genel bir bilgiye sahip olduğu kanaatine vardı.
Son Karmaşa Çağı hakkında daha çok şey öğrendikçe bu dönemin, dünyanın şu anki hâline oldukça benzediğini fark etti. O dönemde Ütopyalılar kat kat giyiniyor ve dünyadakine benzer şehirlerde yaşıyorlardı. Tasarlanmış olaylardan çok beklenmedik tesadüfler sayesinde önlerine, kendilerine yüzyıllar kazandıracak gelişme ve büyüme fırsatları çıkmıştı. Uzun süre art arda gelen kıtlığın, vebanın ve savaşların ardından iklim şartları ve politik fırsatlar yüzlerine gülmüştü. Ütopyalılar bunlardan sonra ilk defa olarak, üzerinde yaşadıkları gezegeni keşfetme fırsatına sahip oldular ve bu keşifler sırasında muazzam derecede bakir alanlarla karşılaştılar. Gerçek zenginlikte, eğlencede ve özgürlükte büyük bir artış yaşandı. Binlerce sıradan insan, içinde bulundukları sefaletten kurtulup, isterlerse sınırsız bir özgürlükle düşünüp hareket edebilecekleri bir seviyeye yükseldi. Birkaçı bunu gerçekten de başardı; nitelikli bir azınlık… Bilimsel araştırmalarda hızlı bir gelişme baş gösterdi, bunu takiben meydana çıkan çok sayıdaki kullanışlı icat, pratik insan gücünde büyük bir artış doğurdu.
Ütopya’da daha önce de bilimde ileri gidildiği dönemler olmuştu ama hiçbiri bu kadar olumlu şartlar altında meydana gelmemiş ve toplum için büyük faydaları haiz meyveler verecek kadar uzun süreli olmamıştı. Şimdi ise o güne kadar gezegenlerinin üzerinde karıncalar gibi dolaşan veya parazitler gibi daha büyük ve daha güçlü hayvanların üzerinde yolculuk eden Ütopyalılar, bir yerden bir yere hızla uçabiliyorlar, gezegenin herhangi bir yeri ile anında iletişim kurabiliyorlardı. Ayrıca daha önceki deneyimlerinin çok ötesinde mekanik bir güce sahip olduklarını gördüler; sadece mekanik de değil, fizik ve kimya alanındaki ilerlemeler sayesinde kısa sürede fizyolojik ve psikolojik gelişmeler de bunu takip etti. Ütopyalılar kendi bedenleri ve sosyal yaşamları üzerinde kontrol sağlayabilecekleri olağanüstü ihtimaller olduğunu fark ediyorlardı ancak bu ihtimaller öylesine büyük bir hızla ve karmaşık bir şekilde meydana çıkmıştı ki sadece küçük bir azınlık gerçek değerlerini anlayabildi ve bu muazzam bilgi kaynaklarını kullanarak kayda değer, sağlam başarılara imza attılar. Diğerleri bu yeni buluşları gelişigüzel bir şekilde kullandı, yeniliklerin gerektirdiği şekilde düşüncelerini veya yaşamlarını değiştirmeye gerek duymadılar.
Ütopyalıların bu güç, eğlence ve özgürlükler çağına ilk tepkisi, çoğalmak oldu. Bunu bir hayvan veya bitki türünün yapacağı gibi duyarsızca ve düşünmeden yaptılar. Karşılarına çıkan fırsatları tamamen heba edene kadar bu şekilde devam ettiler. Bilimin kendilerine sunduğu büyük armağanları günlük hayatlarının her alanında hesapsızca kullanarak düşüncesizce ziyan ettiler. Son Karmaşa Çağı’nın bir döneminde Ütopya nüfusu iki milyara ulaştı…
“Peki şimdi ne kadar?” diye sordu Bay Burleigh.
“Yaklaşık iki yüz elli milyon.” diye cevapladı Ütopyalılar. Bu sayı, Ütopya üzerinde refah içinde, gelişmiş bir hayat sürebilmeye imkân tanıyacak maksimum nüfus olarak belirlenmişti. Ancak şimdi artan kaynaklar sayesinde nüfus da arttırılıyordu.
Peder Amerton dehşet dolu bir ses çıkardı. Bir süredir böyle bir şeyden korkuyordu. Bu, onun ahlaki değerlerine tamamen aykırıydı. “Ve artışı sınırlamaya cüret ediyorsunuz! Kontrol altına alıyorsunuz! Kadınlarınız, buna ihtiyaç duyulduğunda kendi rızalarına göre çocuk doğurabiliyorlar veya bundan kaçınabiliyorlar.”
“Elbette!” dedi Urthred. “Neden olmasın?”
“Ben de bundan korkuyordum!” dedi Peder Amerton ve öne doğru eğilerek yüzünü ellerine gömdü, bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu: “Bunu hissetmiştim. Damızlık insan çiftliği! Hayata yeni ruhlar getirmeyi reddediyorlar! Bunun şeytaniliği!.. Ah, yüce Tanrı’m!”
Bay Burleigh din adamının tavırlarını şaşkın bir ifadeyle karşıladı. Bu tür kalıplaşmış düşüncelerden nefret ederdi; ancak Peder Amerton toplum içinde oldukça değerli ve güçlü muhafazakâr kesimleri temsil ediyordu. Bay Burleigh tekrar Ütopyalıya döndü. “Bu son derece ilginç!” dedi. “Şu anda bile bizim dünyamız bunun hemen hemen beş katı bir nüfusu barındırıyor.”
“Ancak bunun neredeyse yirmi milyonu bu kış açlık çekecek; bize kısa bir süre önce anlattınız, Rusya dediğiniz bir yerde. Geri kalanların da çok azı sizin zengin ve müreffeh bir yaşam olarak tanımlayabileceğiniz bir hayat sürüyor.”
“Buna rağmen aradaki fark çok çarpıcı!” dedi Bay Burleigh.
Peder Amerton “Bu dehşet verici!” diye belirtti.
“Yine de Son Karmaşa Çağı’nda, ırkın düşüşüne yol açan diğer tüm nedenler arasında en kötüsü nüfus artışıydı.” diye ısrar etti Ütopyalılar.
Urthred “Çünkü yeni gelenler, üretken ve kendini geliştirmiş küçük bir azınlığın hızla değişen dünya şartlarına ve ihtiyaçlarına göre eğitemeyeceği kadar çoktu.” dedi. “Üstelik bu azınlık tek başlarına ırkın kaderini kontrol etme gücüne sahip değildi. Bu büyük nüfus patlaması sırasında, kitleler bozulmuş ve yozlaştırılmış gelenekler yüzünden bocalayarak kendilerinden daha zeki ve daha acımasız bir üst tabakanın altında ezildiler. Ekonomik sistem etkili bir şekilde kendini yenileyerek, giderek daha güçlü ve açgözlü olanların sıradan insanlar üzerinde kullanacakları mekanik bir üretim ve dağıtım sürecine dönüştü. Sıradan insan doğumundan ölümüne kadar sefalet içinde yaşıyor ve boyun eğmeye zorlanıyordu; kandırılıyor ve aldatılıyordu; daha cesur ve daha enerjik ama kesinlikle daha zeki olmayan azınlık tarafından satın alınıyor, satılıyor ve hâkimiyet altında tutuluyordu. Günümüzde bir Ütopyalı için Son Karmaşa Çağı’nda yaşamış bu zengin ve güçlü adamların korkunç aptallığını, müsrifliğini ve vahşiliğini anlatabilmek çok güç.”
“Buna gerek yok.” dedi Bay Burleigh. “Ne yazık ki bunu biliyoruz… Hem de fazlasıyla iyi biliyoruz.”
“Bu kokuşmuş nüfusun üzerine en sonunda felaketler çöreklendi, tıpkı çürümekte olan bir meyvenin üzerine üşüşen yaban arıları gibi. Bu, ırkımızın kaçınılmaz, doğal kaderiydi. Tüm gezegeni etkileyen bir savaş, hassas finansal ve ekonomik sistemimizi bir daha onarılmayacak şekilde hasara uğrattı. İç savaşlar ve sosyal devrim denemeleri karmaşayı daha da arttırdı. Birkaç yıl süren kötü iklim koşulları, kaynakları kıtlaştırdı. Açgözlü maceracılar etraflarında olanları fark etmeyerek dürüst insanları kandırmaya, dolandırmaya ve kendi çıkarlarını gözetmeye devam ettiler, tıpkı bedenleri kesilse bile yemeye devam eden yaban arıları gibi. Ütopya hayatında üretmek için ortaya konan çaba, yerini elde etmek için ortaya konan çabaya bıraktı. Üretim sıfır noktasına kadar geriledi. Var olan kaynaklar tükendi. Başa çıkılamayacak bir borçlar sistemi, alacaklılardan oluşmuş bir güruh ve ahlaken cesaret kırıcı bir atmosfer tüm yeni girişimcilerin önünü kesiyordu.
Ütopya’da büyük buluşlarla gelen yükseliş dönemi şimdi yerini gerilemeye bırakıyordu. Finansçıların hepsinin açgözlü ve hilekâr olduğu bu ortamda zenginlik ve refah nasıl mümkün olabilirdi! Organize bilim de bozulmuş, kârlı patentler elde etmek ve gelecekte doğabilecek zorunlu ihtiyaçların önceden belirlenip stoklanması için kullanılmaya başlanmıştı. İhmal edilen bilimin ışığı zayıflamıştı ve Ütopyalıları keşifler çağından önceki karanlık çağlara sürüklemesi, kısa sürede tamamen sönmesi işten bile değildi…”
“Bu gerçekten de kendi sistemimizin karamsar bir yorumu gibi.” dedi Bay Burleigh. “Fazlasıyla benziyor. Dekan Inge tüm bunlardan nasıl da keyif alırdı.”
“Onun gibi bir kâfir için şüphesiz, keyif verici görünürdü!” dedi Peder Amerton tutarsız bir tavırla.
Bu yorumlar, daha fazlasını dinlemek isteyen Bay Burleigh’yi rahatsız etti.
“Peki sonra?” diye sordu Urthred’e. “Sonra ne oldu?”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.