Kitabı oku: «Kuzin Bette», sayfa 5
Bu dişi irade ile Polonya’da çoğu zaman rastlandığı söylenen bir nevi garibe olan bu zayıf erkeği birleştirmiş olan hadise de şudur:
1833’te, çok işi olduğu zamanlar, bazen geceleyin de çalışan Matmazel Fischer sabahın saat birine doğru kuvvetli bir karbon gazı kokusu duydu. Can çekişen bir insanın iniltilerini işitti. Kömür kokusu, hırıltı, kendi apartmanını teşkil eden iki odanın üstündeki çatı arası odasından geliyordu; eve yakınlarda gelmiş, üç yıldır boş duran o çatı arası odasına yerleşmiş delikanlının intihar etmekte olduğunu düşündü. Süratle yukarı çıktı, Lorenli kuvvetiyle bir yüklenişte kapıyı devirdi, kiracıyı can çekişme ihtilaçları içinde seyyar bir karyolaya serili buldu. Mangalı söndürdü. Açık kapıdan hava girdi, sürgün kurtuldu. Sonra, Lisbeth onu bir hasta gibi yatırıp o da uyuyunca ihtiyar kız kötü bir masadan, seyyar bir karyoladan, iki sandalyeden başka bir şeyi bulunmayan bu iki çatı arası odasının mutlak yoksulluğunu görünce intiharın sebeplerini anladı.
Masa üzerinde ihtiyar kızın okuduğu şu pusula vardı:
Ben Brelie, Livonya’da doğmuş, Kont Wenceslas Steinbock’ım.
Ölümümden kimse töhmet altında bırakılmasın, intiharımın sebepleri Kosciuszko’nun şu sözleri içindedir: Finis Poloniaei!9
XII. Charles’ın değerli bir generalinin küçük yeğeni dilenmek istemedi. Zayıf bünyem beni askerlik hizmetinden alıkoymuştu, Dresden’den Paris’e gelirken yanımda getirdiğim yüz talerin dün tükendiğini gördüm. Bu masanın çekmecesine ev sahibine borçlu olduğum taksitin ödenmesi için yirmi beş frank bırakıyorum.
Akrabam da olmadığından, ölümüm hiç kimseyi alakadar etmez. Hemşehrilerimden Fransız hükûmetini töhmetlendirmemelerini rica ederim. Kendimi bir mülteci olarak tanıtmadım, hiçbir şey istemedim, hiçbir sürgünle buluşmadım. Paris’te hiç kimsenin varlığımdan haberi yok.
Dindar olarak öleceğim. Tanrı Steinbockların sonuncusunu affetsin!
Wenceslas
Aylığını da ödeyen bu can çekişme hâlindeki adamın doğruluğundan pek müteessir olan Matmazel Fischer çekmeceyi açtı, gerçekten yüz meteliklik beş madeni parayı gördü.
“Zavallı delikanlı!” diye bağırdı. “Dünyada kendisiyle ilgilenecek kimsesi yok.”
Evine indi, işini aldı, bu çatı arasında Livonyalı beyzadenin başucunda bekleyerek çalışmaya geldi. Uyandığı zaman başucunda bir kadın görünce sürgünün duyduğu hayret tahmin edilebilir; bir rüya devam ediyor sandı. Bir üniformanın sırma kordonunu yaparken ihtiyar kız, uyuduğu sırada hayranlıkla seyrettiği bu çocukcağızı himaye edeceğine kendi kendine söz vermişti. Genç Kont büsbütün uyanınca Lisbeth ona cesaret verdi; hayatını nasıl kazandırabilir, öğrenmek için onu sorguya çekti. Wenceslas, hikâyesini anlattıktan sonra mevkisini sanatlara karşı malum istidadına borçlu olduğunu ilave etti; kendinde her zaman heykeltıraşlığa karşı bir temayül duymuştu lakin etütler için lüzumlu zaman, onun gözüne parasız bir adam için dayanılmayacak kadar uzun görünmüştü. Şu anda kendini el işçiliğine veremeyecek veya büyük heykeltıraşlığa girişemeyecek kadar zayıf hissediyordu. Bu sözler Lisbeth Fischer’e Yunanca imiş gibi geldi. Bu bahtsıza Paris’in, orada yaşayacak hüsnüniyet sahibi bir adam için nice kaynaklar sunduğu karşılığını verdi. Cesaretli adamlar biraz sabırlı davranınca hiçbir zaman bu şehirde mahvolmamışlardır.
“Ben ancak zavallı bir kızım, bir köylü kızıyım, öyleyken burada kendim için müstakil bir mevki yaratmayı bildim.” diye sözlerini bitirirken ilave etti: “Beni dinleyiniz. Eğer gerçekten çalışmak isterseniz benim birikmiş biraz param var, yaşamanız için lüzumlu parayı aybeay size ödünç olarak veririm ama kıt kanaat yaşamak için, yoksa boş şeylerle vakit geçirmek, kadınlar peşinde koşmak için değil! Paris’te günde yirmi beş metelikle akşam yemeği yenebilir, öğle yemeğinizi de sabah benimkiyle birlikte yapacağım. Nihayet odanızı dayayıp döşeyeceğim, zaruri görünecek çıraklık masraflarınızı da ödeyeceğim. Sizin için harcadığım paraya karşılık, bana usulü dairesinde tanzim edilmiş makbuzlar verirsiniz; zengin olunca da bütün parayı bana geri vereceksiniz. Ama şayet çalışmazsanız, hiçbir şeyi üstüme almamış gibi hareket eder, sizi de yüzüstü bırakırım.”
Ölümle ilk kucaklaşmanın acısını hâlâ duyan bahtsız adam, “Ah!” diye bağırdı. “Araf’taki ruhların yüzlerini cennete döndürmeleri gibi, bütün memleketlerin sürgünleri de gözlerini Fransa’ya döndürmekte pek haklı imişler. Her yerde, hatta şunun gibi bir çatı arasında bile yardımın, cömert kalplerin bulunduğu böyle bir millet! Benim her şeyim olacaksınız, aziz velinimetim, size kul köle olacağım! Polonyalılara has, onları haksız olarak tabasbusa meyil ile töhmetlendiren gönül alıcı gösterişlerle benim dostum olunuz.” dedi.
“Yo! Hayır, ben kıskancımdır, sizi bahtsız ederim ama memnuniyetle arkadaşınız gibi bir şey olurum.” diye Lisbeth karşılık verdi.
“Oh! Paris ortasında çırpındığım bir zamanda beni benimseyecek bir mahluku, bir müstebit bile olsa nasıl hararetle imdadıma çağırdığımı bir bilseydiniz!” diye Wenceslas devam etti. “Memleketime dönmüş olsam imparator’un beni yollayacağı Sibirya’yı bile özleyecek hâldeydim!.. Mukadderatım olunuz. Çalışacağım, kötü bir genç olmamakla beraber bugünkünden daha da iyi olacağım.”
“Söyleyeceğim her şeyi yapacak mısınız?” diye ihtiyar kız sordu.
“Evet!”
“Pekâlâ, öyle ise sizi kendime evlat ediniyorum.” dedi neşe ile. “İşte, mezardan kalkan bir evladım var. Haydi! Başlıyoruz! Ben nevale almak için ineceğim, giyininiz, ben süpürgenin sapı ile tavana vurunca öğle yemeğimi paylaşmaya gelirsiniz.”
Ertesi gün, Matmazel Fischer işini götürdüğü fabrikacılardan heykeltıraşlığın vaziyeti hakkında izahat aldı. Sora sora zengin bronzların eritildiği, lüks gümüş takımlarının işlendiği bir müesseseyi, Florent ve Chanor Atölyesi’ni keşfetmeye muvaffak oldu. Steinbock’ı oraya heykeltıraş çırağı olarak götürdü, teklif pek acayip göründü. Bu atölyede en tanınmış sanatkârların eserleri dökülüyordu lakin heykeltıraşlık öğretilmiyordu. İhtiyar kızın ısrarı ve inadı, himaye ettiği genci tezyinat desinatörü olarak oraya yerleştirmekle neticelendi. Steinbock tezyinat şekillendirmeyi çabucak öğrendi, birtakım yenilerini keşfetti, kabiliyeti vardı. Oymacı çıraklığını bitirdikten beş ay sonra Florent Müessesesinin belli başlı heykeltıraşı meşhur Stidmann’la tanıştı. Yirmi ay içinde Wenceslas üstadından daha fazla şeyler biliyordu; otuz ayda, ihtiyar kızın on altı yıldan beridir bir bir biriktirdiği paracıklar büsbütün tükenmişti. İki bin beş yüz altın frank! Oysaki o bu parayı, faizi her ay ödenen devlet tahvillerine yatıracaktı; şimdi bu paranın karşılığı ne idi? Bir Polonyalının senedi. Livonyalının masraflarını karşılamak için o zamanlar Lisbeth gençliğindeki gibi çalışıyordu. Altın paralar yerine elinde bir kâğıt parçası görünce aklı başından gitti, on beş yıldan beridir işlerinin en ustası ve başişçisinin dostu, akıl hocası olan Mösyö Rivet’ye danışmaya gitti. Bu macerayı öğrenince Mösyö ve Madam Rivet, Lisbeth’e çıkıştılar, ona “Sen deli misin?” dediler. Tekrar, bir millet olmak için çevirdikleri dolaplarla ticaretin abadanlığını, pahalıya mal olmuş sulhu tehlikeye düşüren mültecileri lanetlediler. İhtiyar kızı, tüccar ağzıyla, işini sağlam kazığa bağlamaya kışkırttılar.
O zaman Mösyö Rivet, “Bu delikanlının bize verebileceği biricik teminat, hürriyetidir.” dedi.
Mösyö Achille Rivet, ticaret mahkemesinde hâkimdi.
“Yabancılar için bu şaka bir iş değildir.” diye devam etti. “Bir Fransız beş yıl hapiste yatar, sonra da borçlarını ödemeden çıkar, bu doğrudur çünkü bundan sonra onu ancak vicdanı tazyik edebilir, oysaki vicdanı onu hiçbir zaman rahat bırakmaz. Ama bir yabancı hiçbir zaman hapisten çıkamaz. Senedinizi bana veriniz, bunu kâtibim namına ciro ediniz. Senedi o protesto edecek, ikiniz aleyhine dava açacak, hapisle tazyiki emreden şifahi bir ilam alacak. Her şey yoluna girdiği zaman da o size mukabil bir makbuz imzalayacak. Böyle hareket etmekle faiz yürüyecek, elinizde de Polonyalınıza karşı her zaman dolu bir tabanca bulunacak!”
İhtiyar kız işleri yoluna koymaya girişti, himaye ettiği delikanlıya da kendilerine bir miktar para vermeye razı bir tefeciye sadece teminat vermek için yapılmış bu muameleden kuşkulanmamasını söyledi. Bu bahane ticaret mahkemesi reisinin icatçı dehasının eseri idi. Velinimetine körü körüne emniyet besleyen masum sanatkâr, resmî evrakla piposunu yaktı çünkü sigarayı ya uyutulacak dertleri olunca yahut da enerjisi olan kimseler gibi içerdi.
Günün birinde Mösyö Rivet, Matmazel Fischer’e bir dosya gösterdi. Dedi ki “Wenceslas Steinbock elleri ayakları bağlanmış olarak elinizdedir, hem öylesine ki yirmi dört saat zarfında onu ömrünün sonuna kadar Clichy’de ikamet ettirebilirsiniz.”
Ticaret mahkemesinin bu hem ağırbaşlı hem namuslu hâkimi o gün, kötü bir iyi iş işlemiş olmasının sebep olduğu bir hoşnutluk duydu. Paris’te iyiliğin bunca şekilleri vardır ki bu garip ifade o tenevvürlerden birine karşılık düşer. Livonyalı, ticaret mahkemesi ağlarına bir kere sarılmaya görsün, iş parayı ödemeye kalırdı. Çünkü bu mühim tacir, Wenceslas Steinbock’a bir dolandırıcı gözüyle bakıyordu. Hissiyat, doğruluk, şiir; iş hayatında onun gözünde uğursuz şeylerdi. Rivet, kendi sözünce bir Polonyalı tarafından kaz gibi yolunmuş olan sırf bu zavallı Matmazel Fischer’in menfaati için Steinbock’ın yanlarından ayrıldığı zengin fabrikacıları görmeye gitti. Paris kuyumculuğunun belli başlı sanatkârlarının yardımıyla Fransa sanatını şimdiki gelişmiş hâline ulaştıran, Floransalılarla, Rönesans’la boy ölçüştüren Stidmann, Rivet; Steinbock adlı Polonyalı bir mülteci hakkında izahat almaya geldiği sırada Chanor’un odasında bulunuyordu.
Stidmann alaycı bir eda ile “Steinbock adlı biri mi dediniz?” diye bağırdı. “Sakın bu bir vakitler talebem olan genç bir Livonyalı olmasın? Biliniz ki mösyö, o büyük bir sanatkârdır. Benim kendimi pek yüksekte gördüğümü söylerler, neyse, bu zavallı oğlan bilmiyor ki bir tanrı olabilir.”
“Ah! Gerçekten, Seine Mahkemesi hâkimi olmakla müşerref bir adam karşısında pek pervasız konuşuyorsanız da…”
Stidmann, elinin tersiyle alnına vurarak “Affedersiniz, konsül!..” diye karşılık verdi.
“Söylediklerinizden pek memnun oldum. Demek ki bu delikanlı para kazanabilecek…”
“Elbette.” dedi ihtiyar Chanor. “Ama çalışması lazım, bizim yanımızda kalmış olsaydı şimdiden epey parası olurdu. Ne edersiniz! Sanatkârlar boyunduruk altında yaşamaktan nefret duyarlar.”
“Kıymet ve liyakatlerini pek iyi biliyorlar da ondan.” diye Stidmann karşılık verdi. “Wenceslas’ı tek başına gittiği, kendi kendine bir isim yapmaya, büyük bir adam olmaya kalkıştığı için gıybet etmem, bu onun hakkıdır! Ama beni bırakıp gidince ben çok şey kaybettim!”
“İşte!” diye Rivet bağırdı. “İşte, delikanlıların üniversiteden çıkar çıkmazki iddiaları!.. Ama önce kendinize gelir yapmakla işe başlayınız, şan ve şöhreti sonra arayınız!”
“Altın toplamakla el hırpalanmış olur!” diye Stidmann karşılık verdi. “Bize servet getirmek şan ve şöhrete düşer.”
Chanor, Rivet’ye “Ne diyelim?” dedi. “İnsan onları bağlayamaz ki.”
“Yularlarını koparırlardı!” diye Stidmann mukabele etti.
Chanor, Stidmann’a bakarak “Bu mösyölerin…” dedi. “Kabiliyetleri kadar da fantezileri vardır. Parayı avuç dolusu harcarlar, birtakım aşüfteleri vardır, saymadan israf ederler, işlerini yapmaya artık vakit bulamazlar. O zaman ısmarlamaları yüzüstü bırakırlar; biz de onlar değerinde olmayan işçilere başvururuz, bu adamları zengin ederiz. Sonra da zamanın haşinliğinden şikâyet eder dururlar. Oysaki kendilerini işe vermiş olsalar altından nice dağları olurdu.”
“Bana ihtiyar Lumignon Baba’yı hatırlatıyorsunuz.” dedi Stidmann. “O ihtilal öncesi kitapçısı dermiş ki: ‘Ah! Montesquieu’yu, Voltaire’i, Rousseau’yu, evimde tavan arasında tutabilmiş, pantolonlarını bir dolapta saklayabilmiş olsaydım bana küçücük kitaplar yazarlardı. Ben de bu kitaplar sayesinde servet sahibi olurdum!’ Güzel eserler çivi gibi dökülebilmiş olsaydı komisyoncular bunlardan pek çok yaparlardı. Bana bin frank veriniz, susunuz.”
Temiz yürekli Rivet, her pazartesi evine akşam yemeğine gelen zavallı Matmazel Fischer hesabına memnun olarak onu evde bulacaktı.
“Eğer onu çalıştırabilirseniz…” dedi. “Akıllı uslu olduğunuz kadar mesut da olacaksınız. Paranızı faizleriyle, masraflarıyla, sermayesiyle geri almış olacaksınız. Bu Polonyalının istidadı var. Hayatını kazanabilir ama pantolonlarını, pabuçlarını kilit altında tutunuz. Onu Chaumiere’e, Notre-Dame-de-Lorette Mahallesi’ne gitmekten menediniz. Dizginleri sıkı tutun. Bu tedbirler alınmadıkça heykeltıraşınız ötede beride sürtecek. Sanatkârların ötede beride sürtmek dedikleri şey nedir bir bilseniz! Tüyler ürpertici şeyler, ya! Biraz önce öğrendik ki bin franklık kaime bir günde ezilip gidiyor.”
Bu vakanın Wenceslas’ın ve Lisbeth’in özel hayatı üzerinde müthiş bir tesiri oldu. Bu velinimet kadın paralarını tehlikede, çoğu zaman da kaybolmuş sandıkça zehirli azarlamalarıyla sürgünün ekmeğini boğazına dizdi. İyi anneyken, bir üvey ana oldu. Bu çocukcağızı azarladı; süratle çalışmadığından, zor bir meslek aldığından dolayı kafasını şişirdi, ayıpladı. Kırmızı mumdan modellerin, küçük figürlerin, tezyinat taslaklarının, denemelerin bir değeri olacağına inanamıyordu. Hemen haşinliklerine kendisi de kızarak birtakım ihtimamlarla, tatlı sözlerle, üstüne düşmelerle bunların izlerini silmeye yeltenirdi. Zavallı delikanlı bu kadının boyunduruğu altında, Vosgeslu bir köylü kadının hâkimiyeti altında bir müddet inledikten sonra; bu okşamalardan, sadece hayatın fiziğine, maddiliğine meftun bu annelik ilgisinden pek hoşlanmıştı. Bir haftalık kötü muameleleri, kısa süren bir barış okşamaları yüzünden affedilen bir kadına benzedi. Böylelikle Matmazel Fischer bu ruh üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurdu. Bu ihtiyar kızın kalbinde tohum hâlinde kalmış tahakküm aşkı çarçabuk inkişaf etti. Lisbeth gururunu, faaliyet ihtiyacını tatmin edebildi. Onun hiçbir rekabetten korkmaksızın çıkışacağı, idare edeceği, okşayacağı, mesut edeceği bir insan yok muydu? Karakterinin iyisi de kötüsü de tesirlerini gösterdi. Bazen zavallı sanatkâra işkence etse bile buna karşılık kır çiçeklerinin zarifliğine benzer zariflikleri vardı; onun hiçbir şeyinin eksik olmadığını görmekten sevinç duyardı, hayatını bile ona vermeye hazırdı. Wenceslas bundan emindi. Bütün temiz ruhlu insanlar gibi, zavallı çocuk, zaten vahşiliğinin bir mazereti olarak hayatını kendisine anlatmış olan bu kızın kötülüğünü, kusurlarını unutur, hiçbir zaman iyiliklerden başkasını hatırlamazdı.
Bir gün, Wenceslas’ın çalışacak yerde ötede beride sürtmeye gitmiş olmasına köpüren ihtiyar kız ona çattı.
“Siz benim malımsınız!” dedi ona. “Eğer namuslu bir adam olsaydınız bana olan borcunuzu en kısa zamanda geri vermeye çalışırdınız.”
İçinde Steinbockların kanı kaynayan beyzade sarardı. Lisbeth devamla “Ya Rabbim!” dedi. “Neredeyse geçinmek için elimizde avucumuzda benim, şu zavallı kızın kazandığım otuz metelikten başka bir şeyimiz kalmayacak.”
Söz cenginden sinirlenen iki fukara birbirlerine köpürdüler; o zaman zavallı sanatkâr, ölümden kurtararak kendisine, insanı hiç olmazsa rahata kavuşturan âdemden daha beter bir kürek mahkûmu hayatı yarattığı için ilk defa olarak velinimetini azarladı, kaçmak sözünü etti.
“Kaçmak mı?” diye ihtiyar kız bağırdı. “Ah! Meğer Mösyö Rivet’nin hakkı varmış!”
Polonyalıya, onu yirmi dört saat içinde nasıl yakalayıp ömrünün sonuna kadar hapse atacaklarını kati bir dille izah etti. Bu, kafaya vurulan bir topuz tesiri yaptı. Steinbock karanlık bir melankoliye, mutlak bir sessizliğe gömüldü. Ertesi gün, Lisbeth intihar hazırlıkları işitince pansiyonerinin odasına çıktı, usulü dairesinde yazdığı makbuzu ona uzattı.
“Alınız oğlum, beni affediniz!” dedi nemli gözlerle. “Mesut olunuz, beni bırakıp gidiniz. Sizi pek fazla üzüyorum ama sizi kazanacak hâle getiren zavallı kızı ara sıra düşüneceğinizi söyleyiniz bana. Ne diyelim? Huysuzluklarımın sebebi sizsiniz! Ben ölebilirim ama bensiz hâliniz nice olurdu? İşte, sizi satılabilir şeyler yapar hâlde görmek için sabırsızlanışımın sebebi. Sizden paramı geri istemem, gidiniz. Hülya kurmak dediğiniz tembelliğinizden, saatlerce sizi göklere baktırarak bunca saatlerinizi harcayan fikirlerinizden korkuyorum. İstiyorum ki çalışma alışkanlığı kazanasınız.”
Bu sözler sanatkâra dokunan bir edayla, bir bakışla, gözyaşlarıyla, bir tavırla söylenmişti. Wenceslas velinimetini tuttu, onu bağrına bastı, alnından öptü. Bir nevi neşe ile “Bu evrak sizde kalsın.” diye karşılık verdi. “Beni niçin Clichy’ye attıracaksınız? Minnettarlık beni buraya bağlamış değil mi?”
Müşterek gizli hayatlarının altı ay önce vuku bulmuş bu vakası Wenceslas’a üç şey kazandırmıştı: Hortense’ın sakladığı mühür, antikacıdaki heykel, şu anda bitirdiği harikulade duvar saati çünkü kalıbın son vidalarını takıyordu.
Bu duvar saatinin on iki saatini, harikulade yapılmış on iki kadın figürü temsil ediyordu; bu on iki kadın kendilerini öyle çılgın, süratli bir dansa kapıp koyvermişlerdi ki bir çiçek ve meyve yığını üzerine tırmanmış olan üç sevda tanrısı onları ancak gece yarısını gösteren saati, o da yırtık harmanisi en cesurunun elinde kalarak durdurabiliyorlardı. Bu mevzu, fantastik hayvanları da olan harikulade tezyinatlı yuvarlak bir kaideye oturtulmuştu. Vakit, bir esneme ile açılmış korkunç bir ağız içinde gösterilmişti. Her saatin, o saatteki işleri güçleri vasıflandıran iyi tasavvur edilmiş sembolleri vardı.
Matmazel Fischer’in Livonyalısı için duyduğu harikulade bağlılığın ne olduğunu anlamak şimdi kolaydır; onun bahtiyarlığını istiyordu, çatı arasındaki odasında onun sararıp solduğunu görmüştü. Bu korkunç vaziyetin sebebi anlaşılıyor. Lorenli kadın bu Kuzey çocuğunun üstüne bir ana şefkati ile, bir kadın kıskançlığı ile, bir ejderha zihniyetiyle titredi; onu daima parasız bırakarak böylelikle çılgınlık etmesi, sefahate dalması imkânlarını ortadan kaldırdı. Kurbanını ve dostunu, zorla -ne kadar akıllı uslu olsa da- kendine hasretmek arzusundaydı. Bu manasız arzunun barbarlığını anlamazdı çünkü kendisi bütün mahrumiyetlere alışıktı. Steinbock’ı onunla evlenmeyi düşünemeyecek derecede severdi, onu bir başka kadına bırakmayacak kadar aşırılıkla severdi. Ona yalnız analık etmeye katlanmasını bilmez, öteki rolü düşündüğü zaman da kendine deli gözüyle bakardı. Bu tezatlar, bu yırtıcı kıskançlık, bu bir adama sahip olmak saadeti, hepsi bu kızın kalbini fevkalade heyecana getirirdi. Gerçekten ona gönül verdiği dört yıldan beridir, çocuğum dediği adamın mahvına sebep olacak bu neticesiz ve maksatsız hayatı devam ettirmek çılgınca umudunu beslerdi. İnsiyaklarıyla aklının bu mücadelesi onu haksız, müstebit yapmıştı. Ne zengin ne de güzel oluşunun hıncını bu delikanlıdan alıyor; her intikamdan sonra, haksızlığını kendi de anlayınca zilletle, sonu gelmez bir şefkat gösteriyordu. Sevgilisine yapacağı fedakârlığı ancak kudretini balta darbesiyle yazdıktan sonra düşünürdü. Bu, Shakespeare’in tersine çevrilmiş Fırtına’sı idi; Ariel’le Prospero’nun efendisi Caliban. Yüksek düşünceli, hülyasever, tembelliğe düşkün bu bahtsız delikanlıya gelince, tıpkı nebatat bahçesinin kafes içindeki arslanları gibi, gözlerinde kendisini himaye eden kadının yarattığı ıssızlık vardı. Lisbeth’in mecbur ettiği zoraki çalışma, kalbinin ihtiyaçlarını tatmin edemezdi. Can sıkıntısı bedenî bir hastalık olur; çoğu zaman lüzumlu bir çılgınlık yapmaya yetecek parayı isteyemediği, bulamadığı için kudururdu. Bahtsızlık duygusuyla öfkesinin arttırdığı ve kendinde daha fazla enerji hissettiği bazı günlerde, Lisbeth’e çorak bir sahili geçerken tuzlu suya bakan susamış bir yolcu gibi bakardı. Fakirliğin, Paris’teki bu mahpusluğun acı meyvelerinin tadını Lisbeth çıkarırdı. Ama dehşetle idrak ederdi ki küçücük bir ihtiras, esiri elinden çekip alacak. Küçük şeylerin büyük heykeltıraşı olacak bu şairi istibdatla, azarlamalarıyla muazzep ederek onun kendisinden vazgeçmesine vesile hazırladığı için bazen kendi kendine sitem ederdi.
Ertesi gün, birbirinden öylesine farklı, gerçekten sefil bu üç varlığın; umutsuz bir annenin, Marneffe ailesinin ve zavallı sürgünün varlıkları, Hortense’ın saf ihtirasından ve Baron’un Josépha’ya duyduğu bahtsız ihtirasın garip neticesinden müteessir olacaktı.
Opera’ya gireceği sırada Devlet Müşaviri, Lepelletier Sokağı’nın mabedimsi karanlık manzarası önünde durakladı, orada ne jandarmalar ne ışık ne uşak ne de kalabalığı saran kordon gördü. Afişe baktı, beyaz bir şerit gördü, şeridin ortasında şu esrarlı cümle parıldıyordu:
RAHATSIZLIK YÜZÜNDEN MUVAKKAT TATİL
Operaya bağlı bütün sanatkârlar gibi, hemen yakınlarda, Chauchat Sokağı’nda oturan Josépha’nın evine seğirtti.
Kapıcı, Baron Hulot’da büyük hayret uyandıracak bir eda ile “Mösyö! Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
Baron merakla, “Beni tanımıyor musunuz yoksa?” diye karşılık verdi.
“Bilakis, efendim. Mösyöyü tanımak şerefine eriştiğim içindir ki kendilerine ‘Nereye gidiyorsunuz!’ dedim.”
Baron, öldürücü bir ürperme ile donakaldı.
“Ne var, ne oldu?” diye sordu.
“Eğer Baron Cenapları, Matmazel Mirah’nın apartmanına gidecek olsalardı, orada Matmazel Héloise Brisetout, Mösyö Bixiou, Mösyö Léon de Lora, Mösyö Lousteau, Mösyö de Vernisset, Mösyö Stidmann’la tefarik otu sürünmüş birtakım kadınları uğurlu kademli olsun ziyaretinde bulacaklardı.”
“Peki canım, söyle nerede?”
“Matmazel Mirah mı? Size söylesem, bilmem, iyi eder miyim?”
Baron, kapıcının eline yüz meteliklik iki madenî para sıkıştırdı.
Kapıcı alçak bir sesle, “Ha! O şimdi Ville-l’Evêque Sokağı’nda, söylediklerine göre Dük d’Hérouville’in kendisine bağışladığı bir konakta oturuyor.” diye karşılık verdi.
Baron bu konağın numarasını sorduktan sonra bir milorda bindi, hava gazı fenerinden itibaren lüksü göze çarpan, çifte kapılı ve yeni, cici bici evlerden birinin önüne geldi.
Mavi kumaştan elbise giymiş, beyaz kravatlı, beyaz yelekli, pantolonu nankin kumaşından, kunduraları vernikli, gömlek yakası fazla kolalı olan Baron, bu yeni cennetin kapıcısının gözüne geç kalmış bir davetli gibi göründü. Heybetli yürüyüş tarzı, her şeyi bu kanaati sağlamlaştırıyordu.
Kapıcı çanı çalınca dış avluda bir uşak göründü. Konak gibi yeni olan bu uşak, kendisine, sesiyle birlik olan imparatorvari bir tavırla “Bu kartı Matmazel Josépha’ya gönderiniz.” diyen Baron’un geçmesine müsaade etti.
Zavallı, bulunduğu odaya gayriihtiyari olarak baktı; kendini nadir çiçeklerle dolu, mobilyası yirmi bin frank değerinde bir bekleme salonunda buldu. Tekrar gelen uşak, mösyöden, kahve içmek üzere sofradan kalkılmasına intizaren salona geçmesini rica etti.
Geçmişteki lükslerin muhakkak ki en hayret vericisini, eserlerinin ömürlerinin azlığına rağmen yine de akılları durduracak kadar büyük meblağlara mal olan imparatorluk lüksünü Baron görmüştü lakin üç penceresi de peri masallarındaki gibi bir ay içinde başka yerlerden toprak aktarmak suretiyle yetiştirilmiş çiçekleri taşıyarak kurulmuş çimenlikleri sanki kimyevi usullerle büyütülmüş bir bahçeye bakan bu salonda gözleri kamaştı. Âdeta sersemlemiş gibi durakladı. Değil yalnız Pompadour üslubu denen pahalıya mal olmuş ince işlere, tezhiplere, heykellere, rastgele bir bakkalın da avuç dolusu para ile ısmarlayabileceği ve elde edebileceği fevkalade kumaşlara; aynı zamanda, yalnız prenslerin seçebilecekleri, bulacakları, değerini verecekleri ve takdim edecekleri şeylere: Greuze’ün iki, Watteau’nun iki tablosuna, Van Dyck’in iki başına, Ruysdael’in iki, Guaspre’ın iki peyzajına, bir Rembrant’a ve bir Holbein’a, bir Murillo’ya, bir Titian’a, iki Teniers’ye, iki Metzu’ya, bir Van-Huysum’a ve bir Abraham Mignon’a, nihayet iki yüz bin frank değerinde harikulade çerçevelenmiş tablolara hayran kaldı. Çerçeveler neredeyse tablolar kadar pahalıydı.
“Eee! Şimdi anlıyorsun ya, babalık?” dedi Josépha.
Ayak uçlarına basarak gizli bir kapıdan giren, Acem halılarının üzerinden yürüyerek gelen Josépha perestişkârını, kulaklarında yalnız felaket çanının sesi çınlayan o hayretlerden biri içinde yakaladı.
Devlet idaresinde bu kadar yüksek mevkisi olan bir zata söylenen, en büyük varlıkları küçük düşüren bu mahluklardaki cüreti fevkalade tasvir eden bu “babalık” sözü, Baron’u olduğu yerde mıhladı. Beyazlarla sarılar giymiş Josépha, bu eğlence için öylesine güzel süslenmişti ki bu çılgınca lüks içinde hâlâ çok nadir bir mücevher gibi parlıyordu.
“Güzel değil mi?” diye devam etti. “Dük, buraya hisse senetleri çok yüksek fiyata satılmış komandit şeklinde bir işin bütün kârını yatırdı. Küçük Dük’üm, hiç de budala değil, değil mi? Yalnız bir vakitlerin büyük beyzadeleri taş kömürünü altınla değiştirmeyi biliyorlar. Noter, yemekten önce, ödendiğini de gösteren makbuzla birlikte temellük mukavelesini imza ettirmek üzere bana getirdi. Bütün büyük beyzadeler içeride: d’Esgrignon, Rastignac, Maxime, Lenoncourt, Verneuil, Laginski, Rochefide, La Palférine, bankerlerden de Nucingen’le du Tillet Antonia, Malaga, Carabine ve la Schontz’la beraber. Hepsi de senin felaketine acıdılar. Evet, dostum, davetlisin ama onlara yetişmen için iki şişe Macar şarabı ve şampanyayı bir dikişte içmek şartıyla. Azizim, operada çalışamayacak kadar gerginiz. Müdürüm körkütük sarhoş, burnunun ucunu göremeyecek bir hâlde!”
“Oh! Josépha!” diye Baron bağırdı.
“Birbirine izahat vermek ne budalaca şey.” diye gülerek karşılık verdi Josépha. “Peki sen, bu konakla mobilyanın değeri olan altı yüz bin franklık adam mısın? İçine bakkalda şeker konan beyaz bir kâğıt külah içinde Dük’ün bana verdiği otuz bin franklık bir gelir kaydını sen bana getirebilir misin? Güzel bir buluş doğrusu!”
“Bu ne sapıklık!” diye haykırdı Devlet Müşaviri. Fevkalade bir gazap anındaydı ve yirmi dört saatçik Dük d’Hérouville’in yerine geçmiş olmak için karısının elmaslarını trampa ederdi.
“Sapıklık benim tabii hâlimdir!” diye Josépha karşılık verdi. “Ah! Sen bu işi böyle mi karşılıyorsun? Niçin komandit işini sen icat etmedin? Tanrı’m! Benim zavallı boyalı kedim, bana teşekkür etmelisin. Benimle birlikte karının istikbalini, kızının drahomasını yiyeceğin bir anda seni yüzüstü bırakıyorum. Ah! Ağlıyor musun? İmparatorluk elden gidiyor! İmparatorluğu selamlayacağım.”
Trajik bir vaziyet aldı:
“Size Hulot diyorlar! Sizi tanımıyorum artık!” dedi ve içeri girdi.
Yarı açık kapıdan, işretin yüksek kahkahalarına karışan birinci sınıf bir ziyafetin kokularıyla yüklü şimşek gibi bir ışık hüzmesi göründü.
Şarkıcı aralık kapıdan baktı, Hulot’yu tunçtanmış gibi olduğu yerde mıhlanmış bulunca bir adım ileri attı, tekrar göründü.
“Mösyö…” dedi. “Chauchat Sokağı’nın eski püskülerini Bixiou’nun küçük Héloise Brisetout’suna devrettim; pamuklu takkenizi, ayakkabı çekeceğinizi, kemerinizi, sarı boyanızı arayacak olursanız size vermelerini tembih etmiştim.”
Bu çirkin şaka Baron’u oradan, Lut’un Gomora’dan kaçışı gibi kaçırdı ama Baron, Lut’un karısı gibi arkasına bakmadı.
Hulot gazap içinde yürüyerek, kendi kendine söylenerek evine geldi; ailesini, evvelce başlamış bıraktığı iki meteliğe oynadıkları whist partisine sükûnetle devam eder buldu. Kocasını görünce zavallı Adeline başlarına müthiş bir felaket, bir namus felaketi gelmiş sandı. Kâğıtları Hortense’a verdi, Hector’u küçük salona götürdü. Aynı salonda beş saat önce Crevel sefaletin en yüz kızartıcı can çekişmeleri hakkında kehanette bulunmuştu.
“Nen ver?” dedi korkmuş bir hâlde.
“Oh! Beni affet, müsaade et de bu alçaklıkları sana anlatayım.”
Hulot, on dakika içinde içinin öfkesini döktü.
Bu zavallı kadın kahramanca bir eda ile “İyi ama dostum…” diye karşılık verdi “O türlü mahluklar aşkı, senin layık olduğun o saf, sadık aşkı bilmezler. O derece anlayışlı olan sen, nasıl olur da milyonlarla mücadele etmeye kalkışabilirsin?”
Baron karısını yakalayıp bağrına basarak “Sevgili Adeline!” diye bağırdı.
Karısı, izzetinefsinin kanayan yaraları üzerine merhem sürmüştü.
“Dük d’Hérouville’in servetini ortadan kaldırsanız, elbette ki o zaman bu kadın ikimiz arasında tereddüt etmeyecektir!” dedi Baron.
Adeline son bir gayret sarf ederek “Dostum!” diye devam etti. “Eğer sana mutlaka metres lazımsa niçin Crevel’in yaptığı gibi pek pahalı olmayan, az bir şeyle uzun zaman kendini mesut sayacak soydan kadınlar seçmiyorsun? Bundan hepimiz zararsız çıkarız. Bu ihtiyacı anlıyorum ama hiç anlamadığım bir şey varsa o da kibirdir.”
“Oh! Ne iyi, ne harikulade bir kadınsın sen!” diye bağırdı Baron. “Ben bir ihtiyar deliyim, senin gibi melek bir eşe layık değilim.”
Karısı biraz hüzünle karışık bir eda ile “Ben sadece Napolyon’umun Joséphine’iyim.” diye karşılık verdi.
“Joséphine senin değerinde değildi.” dedi Baron. “Gel, kardeşimle, çocuklarımla whist oynayacağım. Kendimi aile babası sanatıma vereyim, Hortense’ımı evlendireyim, gömeyim bu hovardalığı.”
Bu samimiyet zavallı Adeline’e o kadar çok dokundu ki şunları söyledi:
“Ötekini berikini Hector’uma tercih ettiğine göre, anlaşılan bu mahlukun kötü bir zevki var. Ah! Seni dünyanın bütün altınına değişmem. İnsan senin tarafından sevilmek saadetini tadınca seni nasıl bırakabilir?”
Baron’un karısının bu müfrit bağlılığını mükâfatlandıran bakışı, Adeline’in, en kudretli kadın silahlarının tatlılık ve itaat olduğu hakkındaki kanaatini sağlamlaştırdı. Adeline bunda aldanıyordu. Son haddine vardırılan asil hisler, en büyük kötülüklerin vardıklarına benzer neticelere varırlar. Bonaparte, XVI. Louis’nin, Mösyö Sauce’un kanının dökülmesine müsaade etmediği için mutlakiyeti, kafasını kaybettiği yerden iki adım ötede halk bir yaylım ateşine tuttuğu için imparator oldu.
Wenceslas’ın mührünü, uykudayken bile ayrılmamak için yastığının altına koyan Hortense ertesi gün erkenden uyandı, babasından kalkar kalkmaz bahçeye gelmesini rica etti.
Dokuz buçuğa doğru baba, kızının arzusuna uyarak onu koluna takmış, birlikte rıhtımlar boyunca Royal Köprüsü’nden Carroussel Meydanı’na doğru gidiyorlardı.
Hortense, bu geniş meydanı geçmek için dar bir geçitten çıkarken “Baba, başıboş geziyormuş gibi yapalım!” dedi.
Babası şaka ederek “Burada başıboş gezilir mi?” diye sordu.
“Müzeye gitmek niyetiyle evden çıktık.” dedi Hortense. Doyenne Sokağı üzerine zaviye-i kaime hâlinde uzanan evlerin duvarlarına yaslanmış barakaları göstererek “Bak, orada çerçiler, tablo tacirleri var.” dedi.
“Kuzinin orada oturuyor.”
“Biliyorum ama bizi görmemeli…”
Baron kendini Madam Marneffe’in -ki derhâl onu düşündü- pencerelerine otuz adım yakın hissedince kızına, “Ee, ne yapmak istiyorsun?” dedi.