Kitabı oku: «Kuzin Bette», sayfa 4
Kalp çarpıntıları duyulan karısı için müthiş bir sükût anından sonra, Hulot kavuşturduğu kollarını açtı, karısını tuttu, kalbinin üstüne bastırdı, alnından öptü ve heyecanın verdiği taşkın bir kuvvetle ona “Adeline…” dedi. “Sen bir meleksin, bense bir sefilim.”
Barones, kocasını kendi kendisi hakkında kötü söz söylemekten menetmek için elini birdenbire onun dudakları üstüne koyarak “Yo! Hayır!” diye karşılık verdi.
“Evet, şu anda Hortense’a vereceğim tek meteliğim yok, çok bahtsızım ama mademki sen bana böyle kalbini açıyorsun, ben de beni boğan bütün dertlerimi oraya dökeyim. Fischer amcan bugün büyük bir darlık içinde ise onu bu hâle sokan benim, benim namıma yirmi beş bin franklık bir bono imzaladı! Bütün bunlar beni aldatan, arkamdan benimle alay eden, beni ihtiyar bir boyalı kedi diye çağıran bir kadın için! Ne yazık ki kötü bir huyu doyurmanın, bir aileyi beslemekten çok daha pahalıya mal olması korkunç bir şey!.. Hem de dayanılmaz bir şey… O iğrenç, Yahudi karısının evine hiçbir zaman ayak basmayacağıma şimdi sana söz versem de bana iki satırcık bir mektup yazması, imparatorluk devrinde ateşe gittikleri gibi onun yanına gitmem için kâfidir.”
Umutsuz kocasının gözlerinden yuvarlanan yaşları görünce kızını unutan kadıncağız, “Üzülme Hector!” dedi. “Bak, işte elmaslarım! Her şeyden önce amcamı kurtar!”
“Elmasların bugün yirmi bin frank ya eder ya etmez. Bu, Fischer Baba’ya yetmeyecektir; sen yine onları Hortense için sakla, yarın Mareşal’i göreceğim.”
Barones; Hector’un ellerini tutup öptü, “Zavallı dostum!” diye bağırdı.
Kadının bütün azarlaması bundan ibaret kaldı. Adeline elmaslarını teklif etmiş, baba da onları Hortense’a bırakmıştı. Barones bu gayreti pek yüksek telakki etti, kuvvetini kaybetti.
“Efendi odur, buradan her şeyi alabilir; elmaslarımı bana bırakıyor, o bir ilahtır.”
Başka bir kadının kıskanç bir öfke ile elde edebileceğinden daha fazlasını tatlılıkla elde eden bu kadın, işte böyle düşündü.
İyi terbiye görmüş, çok kötü huylu kimselerin faziletli kimselerden daha sevimli olduğunu ahlakçılar umumiyetle inkâr edemezler; onların temize çıkacak birtakım suçları olduğundan, haklarında hüküm verenlerin kusurlarına arka çıkmak suretiyle karşılıklı merhamet dilenirler; pek iyi olarak tanınırlar. Faziletli kimseler arasında sevimli kimseler bulunsa bile fazilet kendini beğendirmek için gayret sarf etmez çünkü kendi güzelliğini kâfi görür. Sonra, gerçekten faziletli kimselerin -çünkü riyakârları ayırmak lazım- hemen hepsinin kendi vaziyetleri hakkında biraz kuşkuları vardır; büyük hayat pazarında kendilerini aldatılmış sanırlar, değerlerinin tanınmadığını iddia eden kimseler gibi acı sözleri vardır. Ailesinin mahvına sebep olduğunu bilip kendine sitem eden Baron da karısına, çocuklarına, Kuzin Bette’e karşı zekâsının bütün imkânlarını, iğfalciliğinin bütün zarafetini kullandı. Oğlunun, küçük bir Hulot’yu emziren Célestine Crevel’in geldiğini görünce gelinine karşı pek güler yüz gösterdi. Célestine’i kibirinin alışmadığı bir gıda olan iltifatlara boğdu çünkü hiçbir görgüsüz kız ne böylesine bayağı ne de böylesine büsbütün manasızdı. Büyükbaba yumurcağı aldı, onu öptü, tatlı ve şirin buldu, onunla sütninelerin dilince konuştu, oğlu Hulot’ya söz rüşveti verdi. Çocuğu, kendisine bakan iri Normandiyalı kadına geri verdi. Célestine’le Barones “Ne tatlı adam!” demek isteyen bir bakışla birbirlerine baktılar. Tabiidir ki Célestine, kaynatasını babasının hücumlarına karşı müdafaa ediyordu.
Kendini sevimli bir kaynata, pek yumuşak büyükbaba olarak gösterdikten sonra Baron, sabahleyin baş gösteren nazik bir vaziyet üzerine Mecliste takınacağı tavır hakkında çok yerinde düşüncelerini bildirmek üzere oğlunu alıp bahçeye götürdü. Görüşlerinin derinliğiyle genç avukatı hayrete düşürdü. Dostça edasıyla, bilhassa bundan böyle onu kendi seviyesine çıkarmak ister göründüğü bir tür hatırşinaslıkla rikkate getirdi.
Oğul Mösyö Hulot, tam 1830 İhtilali’nin yetiştirdiği delikanlılar tipinde idi; işi gücü politika olan bir zekâ, emellerine karşı saygılı, bunları sahte bir ciddiyet altında zapt etmiş, kazanılmış şöhretlere çok hasetçi, Fransız konuşuşunun elmasları lakin incelik ve asalete karşı kibir yerine azamet takınan o dokunaklı sözleri kullanacak yerde cümleler fırlatmak… Bu insanlar, bir vakitlerin Fransız’ını ihtiva eden seyyar tabutlardır; zaman zaman Fransız kımıldanır, İngiliz kalıbını yumruklar lakin hırsı onu zapt eder, o da orada boğulmaya razı olur. Bu tabut her zaman siyah kumaştan elbise giyer.
Baron Hulot, Kont’u salonun kapısında karşılamaya giderek “Ah! İşte kardeşim!” dedi.
Merhum Mareşal Montcornet’nin muhtemel halefini öptükten sonra, muhabbet ve saygı tezahürleriyle koluna girerek onu içeri getirdi.
Kulağının sağırlığı yüzünden celselere gitmekten muaf bu Fransa âyan azasının, yılların çöktürdüğü, şapkanın tazyikiyle yapışmış gibi görünen ama hâlâ gür, kırçıl saçlı güzel bir başı vardı. Ufak tefek, tıknaz, bu kara kuru adam dinç ihtiyarlığını şakrak bir eda ile taşırdı. İstirahate mahkûm bu pek fazla hareketli insan, vaktini okumakla gezinti arasında paylaştırmıştı. Tatlı huyları beyaz yüzünde, duruşunda, özlü düşüncelerle dolu kibar konuşmasında sezilirdi. Hiçbir zaman ne harbin ne de seferin sözünü etmezdi büyüklük taslamaya lüzum duymayacak kadar büyük olmasını bilirdi. Bir salondaki rolü, kadınların arzu ve heveslerini sürekli gözlemlemek olurdu. Baron’un bu küçük aile toplantısına saçtığı canlılığı görerek “Hepiniz de neşelisiniz!” dedi. Yengesinin yüzündeki melankoli izlerini fark edince “Mamafih Hortense daha evlenmedi.” diye ilave etti.
Bette, heybetli bir sesle kulağına “Neredeyse o da olur!” diye haykırdı.
“Çiçek açmak istemeyen kötü tohum, sen de buradasın ha!” diye karşılık verdi Kont.
Forzheim kahramanı, Kuzin Bette’i epey severdi çünkü aralarında benzerlikler buluyordu. Terbiye görmemişti, halk içinden çıkmıştı. Cesareti askerî servetinin biricik kaynağı idi ve onda sağduyu zekânın yerini tutardı. Namuslu elleri temiz olduğu için kardeşinin henüz gizli kapaklı yolsuzluklarından kuşkulanmaksızın, içinde her türlü muhabbeti bulduğu bu aile arasında güzel ömrünü parlak bir surette sona erdiriyordu. En küçük bir geçimsizlik sebebinin baş göstermediği, erkek ve kız kardeşlerin aynı şekilde birbirlerini sevdikleri -çünkü Célestine hemen aileden telakki edilivermişti- bu toplantının güzel manzarasından hiç kimse onun kadar zevk duyamazdı. Babacan küçük Kont Hulot, Crevel Baba’nın da acaba niçin gelmediğini zaman zaman sorardı. “Babam köyde!” diye Célestine ona bağırırdı. Bu sefer de eski ıtriyatçının seyahatte olduğunu söylediler.
Ailesinin bu mükemmel bir aradalığı Madam Hulot’ya şunları düşündürdü:
“İşte saadetlerin en gerçeği, kim bizi bundan mahrum edebilir!..”
Gözdesi Adeline’in, Baron’un üzüntülerine mevzu olduğunu görünce general onunla o derece şakalaştı ki Baron, gülünç olmaktan çekinerek iltifatlarını, bu aile yemeklerinde kendisinin söz rüşvetlerine, alakalarına mevzu olan gelinine çevirdi çünkü gelini vasıtasıyla Crevel Baba’yı getireceğini, bütün intikam hislerini bertaraf edeceğini umuyordu. Bu aile harimini kim görmüş olsa babanın meyus vaziyetine, annenin umutsuzluk içinde olduğuna, oğulun babasının istikbali hakkında son derece tasalı olduğuna, kızın kuzininin elinden âşığını çalmaya uğraştığına inanmakta zorluk çekerdi.
Saat yedide Baron; kardeşinin, oğlunun, Barones’in, Hortense’ın, hepsinin de sükûta daldıklarını görünce Doyenné Sokağı’nda oturan ve akşam yemeğinden sonra sıvışmak için bu ıssız mahallenin tenhalığını bahane eden Kuzin Bette’i de yanına alarak operada metresini alkışlamak için çıkıp gitti. Bütün Parisliler itiraf ederler ki ihtiyar kızın ihtiyatı akla uygundur.
Eski Louvre boyunca uzayan sık evler yığınının varlığı, Fransızların Avrupa’nın kendilerine izafe ettiği zekâ derecesinden emin olması ve artık onlardan korkmaması için sağduyuya karşı yapmayı pek istedikleri itirazlardan biridir. Bunda bilinmeyen, belki herhangi büyük bir politika düşüncemiz vardır. Bugünkü Paris’in, sonraları tasavvur ve tahayyül edilemeyecek bu köşesini tasvir etmek elbette ki mevzu dışı olmayacaktır. Louvre’un bittiğini şüphesiz görecek torunlarımız otuz altı yıl Paris’in göbeğinde, içinde üç hanedanın son otuz yıl zarfında Fransa’nın ve Avrupa’nın yüksek tabakasını kabul ettiği sarayın karşısında böyle bir barbarlık işlendiğine inanmak istemeyeceklerdir.
Carrousel Köprüsü’ne ulaştıran dar geçitten itibaren Musée Sokağı’na kadar, birkaç gün için bile olsa Paris’e gelen her insan, cesareti kırılmış sahiplerinin hiçbir tamir yapmadıkları ve Napolyon’un Louvre’u ikmale karar verdiği günden beri yıkılmakta ve eski bir mahallenin artıkları olan cepheleri harap on kadar ev görür. Doyenné Sokağı ve aynı addaki çıkmaz, sakinleri belki de birtakım hayaletler olan -çünkü sokakta hiçbir zaman kimse görünmez- bu karanlık ve ıssız evler yığınının biricik iç yollarıydı. Musée Sokağı şosesinin kaldırımından daha alçak olan kaldırım, Froidmanteau Sokağı şosesinin ortasında bulunur. Meydanın yükseltilmesiyle şimdiden gömülmüş bu evler Louvre’un bu taraftan kuzey rüzgârıyla kararmış yüksek galerilerinin aksettirdikleri sürdüm süresiye gölgeye bürünmüşlerdir. Karanlık, sessizlik, donmuş hava, toprağın mağaramsı derinliği bu evleri bir tür yeraltı, canlı kabirler hâline getirmeye yardım eder. İnsan, bu yarı ölü mahalleden bir paytonla geçtiği zaman, gözü dar Doyenné Sokağı’na dalınca ruhu üşür burada kimlerin oturabildiğini, geceleyin bu dar sokağın bir hırsız yatağı hâline geldiğini, gecenin mantosuna sarınmış Paris kötü huylarının cirit oynadıkları bir saatte buradan kimlerin geçeceğini kendi kendine sorar. Kendisini ürküten bu mesele, bu sözüm ona evlerin Richelieu Sokağı yanından bir bataklık, Tuilleries yanından bir dalga dalga kaldırımlar ummanı, galeriler yanından birtakım küçük bahçeler, birtakım korkunç barakalar, eski Louvre yanından yontma taş ve enkaz stepleri çemberi içinde oldukları görülünce tüyler ürpertici hâle gelir. Külotlarını arayan III. Henri’nin nedimleri, başlarını arayan Marguerite’in âşıkları, Fransa’da öylesine canlı olan Katolik dininin her şeyde yaşadığını sanki ispat etmek için hâlâ ayakta duran bir kilise kubbesinin hükmü altına aldığı bu çöllerde, ay ışığında belki de hora tepiyorlardır. İşte, kırk yıl var ki Louvre, bu karnı deşik duvarların, ağzı açık pencerelerin bütün ağızlarıyla haykırıyor: “Yüzümdeki bu siğilleri koparıp atın!” Bu hırsız yatağının faydasını ve Paris’in göbeğinde büyük şehirler kraliçesine hususiyetini veren sefaletle, debdebe ve tantananın birbirine kenetlenmesini temsil etmek lüzumunu herhâlde duymuş olacaklar. Kucağında lejitimistlerin gazetesinin ölümüne sebep hastalığa yakalandığı bu soğuk mezbelelerin tahtadan surunun ömrü, acaba üç hanedanın ömründen daha uzun, daha müreffeh mi olacak?
1823’ten beri ortadan kalkmaya mahkûm evlerde kiranın ucuzluğu, Kuzin Bette’i, mahallenin vaziyeti onu iyice karanlık basmadan eve dönmeye zorlamasına rağmen burada oturmaya cezbetmişti. Bu zaruret, esasen, onun muhafaza ettiği köylülere ışık ve ısıtma masrafları üzerinden epey tasarruf temin eden güneşle birlik yatıp kalkma alışkanlığı ile de uzlaşmıştı. O, Cambaceres tarafından işgal edilen meşhur konağın yıkılmasıyla meydanı gören evlerden birinde oturuyordu.
Baron Hulot, karısının kuzinini “Allah’a ısmarladık, kuzin!” diyerek bu evin kapısına bıraktığı sırada, ufak tefek, ince, güzel, pek zarif giyinmiş, seçme bir koku saçan genç bir kadın da eve girmek için araba ile duvar arasından geçmişti. Bu kadın, hiç de dikkatle bakmadan sadece kiracı kadının kuzinini görmek için Baron’la göz göze gelmişti. Lakin hovarda bütün Parisli erkeklerde -entomolojistlerin dedikleri gibi- iştahlarını kabartan güzel bir kadına rastladıkları zaman duydukları o kuvvetli, geçici tesiri duydu. Kendine bir çekidüzen vermek ve elbisesi, o kötü, göz boyayıcı krinolin etekliğinden başka bir şeyle cazip bir şekilde sallanan kadını gözüyle takip edebilmek üzere, Hulot arabaya binmeden önce kasti bir yavaşlıkla eldiveninin tekini giydi.
“İşte…” demişti kendi kendine. “Seve seve saadetini sağlayabileceğim, zarif, ufak tefek bir kadın çünkü o da beni mesut edecektir.”
Meçhul kadın, binanın sokak üzerindeki kısmına açılan merdiven sahanlığına varınca iyice arkasına dönmeden göz ucuyla araba kapısına baktı; arzu ve tecessüsten kuduran Baron’u hayranlıkla olduğu yerde mıhlanmış gördü. Bu, bütün Parisli kadınların geçerken yolları üzerinde buldukları ve zevkle kokladıkları çiçek gibidir. Vazifelerine bağlı, iffetli ve güzel kadınlar, gezinti esnasında küçük buketlerini yapamamışlarsa eve suratları asık dönerler.
Genç kadın hızla merdivenleri çıktı. Hemencecik ikinci kattaki apartmanın bir penceresi açıldı ama kadın, yanında dazlak kafasından, hafif öfkeli gözlerinden koca olduğu anlaşılan bir mösyö ile birlikte pencerede göründü.
“Şu kadın denilen mahluklar zeki, nükteli şeylerdir, vesselam!..” diye Baron kendi kendine söylendi. “Böylelikle bana evini göstermiş oluyor. Bilhassa böyle bir mahallede, bu biraz tehlikeli bir şey. Kendimizi kollayalım.”
Müdür, milorda bindiği zaman başını kaldırdı; o vakit karı ile koca, sanki Baron’un yüzü onlar üzerinde Médusa başının efsanevi tesirini yapmış gibi hızla geri çekildiler. “Beni tanıyorlarmış, diyeceğim geliyor.” diye Baron düşündü. “Neyse, bu her şeyi izah eder.” Gerçekten, araba Musée Sokağı şosesine çıkınca Baron meçhul kadını bir daha görmek için eğildi, onu yine pencereye gelmiş gördü. Hayranının altında bulunduğu araba körüğünü seyre kapılmaktan utanan genç kadın birdenbire kendini geriye attı. “Onun kim olduğunu dişi keçi vasıtasıyla öğreneceğim.” diye Baron kendi kendine söylendi.
Devlet Müşaviri’nin görünüşü, biraz sonra görüleceği gibi, karı ile koca üzerinde derin bir tesir yaptı. Koca, pencerenin balkonundan ayrılırken:
“Bu, bizim dairedeki müdür Baron Hulot’nun ta kendisi!” diye bağırdı.
“Peki, Marneffe, avlu dibindeki üçüncü katta şu delikanlı ile yaşayan ihtiyar kız onun kuzini mi? Bunu ancak bugün, o da tesadüfen öğrenmemiz pek garip değil mi?”
“Matmazel Fischer bir delikanlı ile yaşasın!..” diye memur tekrarladı. “Bunlar birtakım kapıcı kadın dedikoduları. Nezarette her istediğini yapan bir Devlet Müşaviri’nin kuzininden böylesine hafiflikle söz etmeyelim. Haydi, sofraya otur. Saat dörtten beri seni bekliyorum!”
Napolyon’un meşhur muavinlerinden birinin, Kont de Montcornet’nin gayrimeşru kızı dilber Madam Marneffe, yirmi bin franklık bir drahoma sayesinde Harbiye Nezaretinin küçük bir memuruyla evlenmişti. Hayatının son altı ayında Fransa mareşali olan ünlü korgeneralin itibarı sayesinde bu pısırık, umulmadık bir şekilde kendi bürosunun birinci kâtibi mevkisine nail olmuştu ama şef muavini olacağı bir sırada mareşalin ölümü, Marneffe’le karısının umutlarını tamamen suya düşürmüştü. Gerek borçlarını ödemek, gerek yeni ev açan bir bekâra lüzumlu şeyler ve bilhassa ana evinde alıştığı eğlencelerden vazgeçmek istemeyen güzel bir kadının aşırı istekleriyle Matmazel Valérie Fortin’in drahomasını çoktan eriten Marneffe Efendi’nin servetinin azlığı, aileyi kiradan tasarruf etmeye zorlamıştı. Harbiye Nezaretinden ve Paris’in göbeğinden az uzak olan Doyenné Sokağı’nın mevkisi, aşağı yukarı dört yıldır Matmazel Fischer’le aynı evde oturan Mösyö ve Madam Marneffe’in işlerine geldi.
Jean-Paul-Stanislas Marneffe Efendi, ahlak bozukluğunun verdiği o bir tür kudret sayesinde alıklaşmaya, aptallaşmaya dayanan o memur soyundandır. Saçları, sakalı seyrek, solgun, sarı, kırışık olduğu kadar da yorgun yüzlü, göz kapakları hafif kızarık ve gözlüklü, miskin tavırlı ve daha da miskin kıyafetli bu zayıf, ufak tefek adam, herkesin adaba mugayir suçlardan dolayı ağır ceza mahkemesine sürüklenebileceğini tasavvur ettiği bir tip yaratıyordu.
Birçok Parisli aile ocaklarının örneği olan ve bu aile tarafından işgal edilen apartman, nice evlerde hüküm süren o sahte lüksün aldatıcı görünüşlerini arz ederdi. Salonda, pamuğu bozulmuş kadifelerle kaplı mobilyalar; kötü işlenmiş, kaba bir şekilde boyanmış, Floransa taklidi alçıdan heykelcikler; dökme kristalden avize; ucuzluğu, içine katıştırılmış ve çıplak gözle görünür hâle gelmiş pamuk miktarıyla sonradan anlaşılan halı… Her şey, yünden damasko kumaşının üç yıllık bir şaşaası bile olmadığını anlatan perdelere varıncaya kadar her şey, kilise önündeki üstü başı partal bir fukara gibi sefaleti terennüm ederdi. Tek bir kadın hizmetçi tarafından az bir itina gören yemek salonu, taşra otellerindeki yemek salonlarının mide bulandıran manzarasını veriyordu; orada her şey kirli, her şey bakımsızdır.
Mösyönün bir talebe odasına pek benzeyen, kendisi gibi solmuş, yıpranmış, haftada bir düzeltilen bekâr yatağı, bekâr mobilyası ile döşeli odası; her şeyin öteye beriye atıldığı, eski çorapların çiçekleri tozla resmedilmiş gibi göze görünen, kıldan, yırtılarak patlamış ve kılları çıkmış sandalyeler üstünde asılı durduğu bu korkunç oda, evine karşı lakayt, ömrünü dışarıda, kumarda, kahvelerde veya başka yerlerde geçiren bir adamı pekâlâ ilan ediyordu.
Madamın odası, perdelerin dumandan ve tozdan sarardığı, tabiatıyla kendi hâline bırakılmış çocuğun her yerde oyuncaklarını sürdüğü, apartmanı lekeleyen zilletli bakımsızlık ortasında bir istisna teşkil ediyordu. Valérie’nin, sokak üzerine bina edilmiş eve yalnız bir taraftan avlu nihayetindeki komşu bina ile yaslanmış parçasına bağlayan cephedeki, zarif bir şekilde Acem halısı kaplı, pelesenk ağacından mobilyalı odası ve küçük tuvalet odasında, güzel kadın, daha doğrusu metres kokusu vardı. Ocağın kadifeden saçak perdesi üstünde zamane modası bir saat yükseliyordu. Oldukça iyi süslenmiş bir Dunkerque dolap, lüks bir şekilde yapılmış Çin porseleninden çiçeklikler görünüyordu. Yatak, tuvalet, aynalı dolap, iki kişilik kanepe, lüzumlu cici bici eşya, günün zevklerine ve fantezilerine işaret ediyordu.
Her ne kadar bunlar zenginlik, zarafet bakımından üçüncü derece, buradaki her şey üç yıl önceye ait idiyse de bir züppe, bu lüks için burjuva damgası taşıdığını söylemekten başka edecek söz bulamazdı. Zevkin kendisine mal etmeyi bildiği şeylerden doğan sanattan, zarafetten burada katiyen eser yoktu. Bir içtimai ilimler doktoru bunların, evli bir kadının evinde daima mevcut olmayan, her zaman o yarım ilahtan gelme ufak tefek mücevherler olduğunu anlardı.
Karı kocanın ve çocuklarının yedikleri, dört saat geciken akşam yemeği bu ailenin geçirdiği geçim sıkıntısını izaha kâfiydi çünkü yemek sofrası Paris evlerinde servetin en emniyetli termometresidir. Fasulye suyuyla yapılmış karışık sebzeli çorba, et suyu yerine su ile yapılmış patatesli bir dana eti parçası, en aşağılığından bir tabak kuru fasulyeyle kiraz. Hepsi de gümüş alaşımı, tok sesli, kasvetli takımlarla, kenarları kırık tabaklarda, kaplarla hazırlanan ve yenen bütün bu yemekler, bu kadına layık bir yemek listesi miydi? Baron bu hâli görse kederinden ağlardı. Kirli sürahiler bile köşe başındaki şarapçıdan litre ile satın alınan açık şarabın rengini gizleyemiyordu. Peçeteler bir haftadır kullanılıyordu. Nihayet, her şey haysiyetsiz bir sefaleti, karı ile kocanın aileye karşı kayıtsızlığını açığa vuruyordu. En alelade bir müşahit, onları görünce kendi kendine, bu iki mahlukun yaşamak zaruretinin artık mesut bir dolandırıcılığa başvuracak o uğursuz ana ulaştıklarını görürdü.
Valérie tarafından kocasına söylenen ilk cümle, akşam yemeğinin maruz kaldığı, belki de aşçı kadının Valérie’nin çıkarına olan fedakârlığından doğan gecikmeyi esasen izah edecekti:
“Samanon senetlerini ancak yüzde elli ile kırmak istiyor, teminat olarak da maaşların için bir vekâlet istiyor.”
İkramiyeler hariç, yirmi dört bin franklık bir maaşı olan Harbiye Nezareti müdürünün evinde henüz gizli olan sefalet, memurun evinde son haddine varmıştı.
Koca, karısına bakarak, “Müdürü mü kafesledin?” dedi.
Kadın, kulis argosundan alınma bu sözden hiç alınmaksızın “Sanırım.” diye karşılık verdi.
“Hâlimiz ne olacak?” diye Marneffe devam etti. “Ev sahibi yarın hacze gelecek. Vasiyetini yapmadan ölüp giden şu baban yok mu? Namusum hakkı için şu imparatorluk adamlarının hepsi de kendilerini imparatorlukları gibi ölmez sanıyorlar.”
“Zavallı baba…” dedi kadın. “Çocuğu olarak bir ben vardım, beni pek severdi. Vasiyetname bırakmış olsaydı bile Kontes onu yakardı ki o adamın ara sıra bize üç veya dört bin franklık kaimeler verdiği olurdu!”
“Dört taksit, on beş bin frank borcumuz var! Mobilyamız bu kadar eder mi? That is the question!8 demiş Shakespeare.”
Hizmetçi kadının Cezayir’den dönmüş yiğit bir asker için suyunu ayırdığı dana etinden ancak birkaç lokma almış olan Valérie, “Haydi, Allah’a ısmarladık, kedim!” dedi. “Büyük dertlere büyük derman!”
Marneffe kapıda karısının önüne geçerek “Valérie! Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı.
O, şık şapkası altındaki buklelerini düzeltirken “Bizim ev sahibini göreceğim.” diye karşılık verdi. “Sen de şayet müdürünün kuzini ise, o ihtiyar kızla aranı iyi etmeye çalışmalısın.”
Aynı binadaki kiracıların birbirlerinin içtimai vaziyetleri hakkındaki bilgisizlikleri Paris hayatının dağdağasını en iyi tasvir edebilecek her zamanki vakıalardan biridir lakin her gün sabahleyin erkenden bürosuna giden, akşam yemeğini yemek için evine dönen, her akşam sokağa çıkan bir memurun ve Paris eğlencelerine dalmış bir kadının, oturdukları bina avlusunun nihayetinde, üçüncü katta kiracı ihtiyar bir kızın, -bahusus ki bu kız Matmazel Fischer’ın huylarına sahip olunca- varlığından haberleri olmamasını anlamak kolaydır.
Evde herkesten önce Lisbeth hiç kimseyle konuşmadan sütünü, ekmeğini, ateşini almaya gider; güneşle birlikte yatardı. Hiçbir zaman ne mektup alır ne de ziyaret kabul ederdi, hiç kimse ile komşuluk etmezdi. Dördüncü katta Voltaire’i, Pilatre de Rozier’yi, Beajon’u, Marcel’i, Mole’yi, Sophie Arnoult’yu, Franklin’i ve Robespierre’i tanıyan ihtiyar bir mösyö bulunduğunun dört yıl sonra öğrenildiği bazı evlerdeki emsalleri gibi o da adı sanı olmayan entomolojik mahluklardan biriydi. Mösyö ve Madam Marneffe, biraz önce Lisbeth hakkında söyledikleri şeyleri, mahallenin ıssızlığı ve düşkün hâllerinin iyilikseverliği dikkat ve ihtimamla idame ve muhafaza edilecek derecede lüzumlu kapıcılarla kendileri arasında kurdukları münasebet sebebiyle öğrenmişlerdi. İhtiyar kızın kibir ve azameti, sükûtiliği, ihtiyatı, kapıcılarda o aşırı saygıyı, aşağı insanın itiraf edilmemiş hoşnutsuzluğunu gösteren o soğuk münasebetleri doğurmuştu. Esasen kapıcılar kendilerini, adliye sarayında söylendiği gibi kirası iki yüz elli frank olan bir kiracı ayarında sayarlardı. Kuzin Bette’in küçük kuzini Hortense’a açtığı sırlar gerçekleşince herkes anlayacaktır ki kapıcı kadın Marneff’le yaptığı mahrem bir görüşmede Matmazel Fischer’e sadece dil uzattığını sanarak iftira etmiş olabilirdi.
İhtiyar kız, saygıdeğer kapıcı Madam Olivier’nin elinden şamdanı alınca kendi dairesi üstündeki çatı arası odasında ışık yanmış olup olmadığını görmek için acele etti. Temmuzda, bu saatte avlunun nihayeti öylesine karanlık oluyordu ki ihtiyar kız ışıksız yatamıyordu.
Madam Olivier şeytanca ve alaylı bir eda ile Matmazel Fischer’e “Oh! İçiniz rahat olsun, Mösyö Steinbock evinde, hatta sokağa bile çıkmadı.” dedi.
İhtiyar kız hiçbir karşılık vermedi. Kendisine uzak insanların yerli yersiz lakırtılarına kulak asmamak hususunda hâlâ köylü kalmıştı; tıpkı köylülerin, yalnız kendi köylerini görmeleri gibi o da yalnız içinde yaşadığı küçük muhitin fikirlerine ehemmiyet verirdi. Azimli bir tavırla kendi evine değil, çatı arasındaki o küçük odaya çıktı. Bakın, niçin? Çerez olarak torbasına âşığı için yemiş ve şekerleme koymuştu, tıpkı ihtiyar bir kızın köpeğine dışarıdan tatlı yiyecekler taşıması gibi bunları ona vermişti.
Hortense’ın hülyalarının kahramanı, solgun sarı bir delikanlıyı, ışığı içi su dolu bir küreden geçerek aydınlığı artan küçük bir lambanın ışığında çalışır; üstü oyma takımları, kırmızı bal mumu, taslak takımları, yontulmuş dört köşe tahta parçaları, model üzerinde eritilmiş bakırlarla kaplı bir nevi tezgâh önüne oturmuş; arkasında bir önlük, elinde çalışmaya kendini vermiş bir şair dikkatiyle seyrettiği bal mumundan küçük bir heykeli tutar bir hâlde buldu.
Çıkınını tezgâhın bir köşesine koyarak “Bakınız, Wenceslas size neler getirdim?” dedi.
Sonra şekerlemeleri, meyveleri, birer birer torbasından çıkardı.
Zavallı sürgün, kederli bir sesle “Siz çok iyisiniz, matmazel!” diye karşılık verdi.
“Bunlar içinizi serinletecek, çocukcağızım… Böyle çalışmakla kanınız kızışıyor, siz bu derece ağır bir zanaat için yaratılmamışsınız.”
Wenceslas Steinbock ihtiyar kıza şaşkın şaşkın baktı.
“Haydi, yiyiniz…” diye birdenbire devam etti ihtiyar kız. “Hoşunuza gidince yaptığınız şekillerden birini seyre daldığınız gibi beni seyredeceğinize.”
Suratına bu türlü bir laf şamarı yiyince delikanlının şaşkınlığı geçti çünkü o zaman şefkati kendisini her vakit hayrete düşüren dişi mentorunu tanıdı, sert muamele görmeye öylesine alışmıştı ki. Steinbock, yirmi dokuz yaşında idiyse de bazı sarışınlar gibi o da beş veya altı yaş küçük görünüyordu. Sürgün yorgunlukları ve sefaletleri altında kaybolan bu gençliği, bu tazeliği, o kuru ve sert yüzle birleşmiş görünce insan, bu iki mahluka cinsiyetlerini verirken tabiatın yanıldığını sanırdı. Kalktı, sarı Utrecht kadifesiyle kaplı eski bir XV. Louis koltuğuna kendini attı, dinlenmek istermiş göründü. O zaman, ihtiyar kız çıkınından bir erik aldı, usulcacık dostuna uzattı.
Delikanlı meyveyi alırken “Teşekkür ederim.” dedi.
İhtiyar kız bir meyve daha vererek “Yorgun musunuz?” diye sordu.
“Çalışmaktan yorulmuş değilim ama yaşamaktan bıktım usandım.” diye karşılık verdi.
İhtiyar kız bir nevi güceniklikle “Düşündüğün şeye bak!” diye bağırdı. Ona şekerlemelerden uzatarak onun da zevkle yediğini görünce, “Size gece gündüz bakan koruyucu bir meleğiniz yok mu? Görüyorsunuz, kuzinimin evinde akşam yemeği yerken bile hep sizi düşündüm.” dedi.
Delikanlı, Lisbeth’e hem okşar hem de hüzünlü bir bakışla bakarak “Biliyorum ki…” dedi. “Siz olmasanız çoktan ölmüştüm ama aziz hanımım, sanatkârların eğlencelere ihtiyacı vardır.”
İhtiyar kız onun sözünü keserek, yumruklarını kalçalarına koyarak, ateş saçan gözlerini ona dikerek “Ah! Şimdi baklayı ağzından çıkardın!..” diye bağırdı. “Sonunda hastanede ölen bunca işçi gibi, siz de sıhhatinizi Paris rezaletlerinde mahvetmek istiyorsunuz! Yo, hayır, servet sahibi olunuz, geliriniz olunca da eğlenirsiniz, çocuğum. O zaman doktor ve zevk masraflarınızı karşılayacak paranız olur, sizi gidi çapkın sizi…”
Wenceslas Steinbock, içine bir mıknatıs alevi gibi giren bakışlarla birlikte bu kuvvetli azarı işitince başını önüne eğdi. En ısırıcı, gıybetçi biri bu sahnenin başlangıcını görmüş olsaydı Olivierlerin Matmazel Fischer’e ettikleri iftiraların asılsız olduğunu çoktan anlardı. Bu iki mahlukun edalarında, hareketlerinde, bakışlarında, her şey onların iç hayatlarının saflığını gösterirdi. İhtiyar kız sert lakin gerçek bir anne şefkati gösteriyordu. Delikanlı, bir annenin istibdadına saygı gösteren evlat gibi her şeye katlanırdı. Bu garip birleşme, zayıf bir karakter üzerinde fasılasız tesir etmekte olan kuvvetli bir iradenin neticesi gibi görünüyordu çünkü Slavlar savaş meydanlarında büyük şecaat gösterdikleri hâlde, kendi hayatlarını güdüşlerinde bir istikrarsızlık, fizyolojistlerin tetkik etmeleri icap eden -ziraatta entomolojistler ne ise, siyasi hayatta da fizyolojistler odur- bir ahlak gevşekliği veren hususi bir insicamsızlık vardır.
Wenceslas melankolik bir şekilde “Ya zengin olmadan evvel ölürsem?” diye sordu.
“Ölmek mi?” diye ihtiyar kız bağırdı. “Oh! Ölmenize hiçbir zaman razı olamam. Hayatım ikimize de yeter, icap ederse size kanımı da veririm.”
Bu şiddetli, saf nidayı duyunca gözyaşları Wenceslas’ın göz kapaklarını ıslattı.
“Kederlenmeyiniz Wenceslascığım…” diye müteessir olan Lisbeth devam etti. “Bakınız, kuzinim Hortense, yaptığınız mührü pek zarif buldu. Haydi, bronz heykelinizi sattıracağım, benimle ilişiğiniz kalmayacak, dilediğinizi yaparak serbest olacaksınız! Haydi, gülünüz artık!..”
“Hiçbir zaman sizinle ilişiğimi kesmeyeceğim, matmazel.” diye zavallı sürgün karşılık verdi.
Vosgesların köylü kızı kendine karşı Livonyalının tarafını tutarak “Niçin?” diye sordu.
“Çünkü siz sefaletim içinde yalnız beni yedirmiş, yatırmış, bana bakmış olmakla kalmadınız, bana kuvvet de verdiniz! Bugünkü beni yarattınız, çoğu zaman bana karşı haşindiniz, bana ızdırap çektirdiniz…”
“Ben mi?” diye ihtiyar kız sordu. “Şimdi yine mi şiir hakkındaki, sanatlar hakkındaki budalalıklarınıza başlayacak; ideal güzelin, Kuzeyli çılgınlıklarınızın sözünü ederek parmaklarınızı çıtlatacak, kollarınızı uzatacaksınız? Güzel, sağlam değerinde değildir. Ben sağlamın ta kendisiyim. Kafanızda birtakım fikirleriniz mi var? Âlâ! Benim de birtakım fikirlerim var… Ruhunda birtakım şeyler varmış, bunlardan faydalanamadıktan sonra neye yarar? Bu takdirde kafaları fikirle dolu olanların, kafaları boş olduğu hâlde canlılık gösterenlere nazaran hiçbir üstünlükleri yoktur. Hülyalarınızı düşünecek yerde, çalışmak lazım. Ben gittiğimden beri ne yaptınız?”
“Güzel kuzininiz ne dedi?”
Lisbeth, bir kaplan kıskançlığıyla ve şiddetle: “Güzel olduğunu kim size söyledi?” dedi.
“Siz, kendiniz.”
“Bu sözün yüzünüzde yaratacağı sırıtmayı görmek için! Kadınların peşinde koşmaya mı hevesiniz var? Kadınları seviyorsunuz, âlâ, eritiniz onları, heveslerinizi bronz hâline getiriniz çünkü daha bir zaman gelip geçici sevdalardan vazgeçeceksiniz, bilhassa kuzinimden, aziz dostum. O sizin dişinize göre değil kıza altmış bin frank gelirli bir erkek lazım… Bulundu da.”
Öteki odaya yan gözle bakarak “Yatak düzeltilmemiş!” dedi. “Oh! Zavallı kedim! Sizi unutmuşum.”
Güçlü kuvvetli kız hemen atkısını, şapkasını, eldivenlerini çıkardı; sanatkârın yattığı küçük bekâr yatağını, bir hizmetçi kadın gibi bir çırpıda düzeltti. Bu kabalık, hatta haşinlik, iyilik halitası, Lisbeth’in kendine mal ettiği bu adam üzerindeki hâkimiyetini izah edebilir. Hayat da iyi kötü tenasüpleriyle bizi bağlamıyor mu? Livonyalı, Lisbeth Fischer’e rastlayacak yerde, Madam Marneffe’e rastlamış olsaydı; hamisi kadında, kendisini içinde mahvolacağı batak ve şerefsiz bir yola sürükleyecek müsamahayı bulacaktı. Elbette ki çalışmayacak, sanatkâr da ortaya çıkamayacaktı. İhtiyar kızın haşin tamahını beğenmezlik ederken bile aklı ona bu demir bileği, hemşehrilerinden birkaçının sürdüğü tembel, tehlikeli hayata değişmemesini söylemiyor muydu?