Kitabı oku: «Kuzin Bette», sayfa 7
Kocasının kalemden öğrendiklerini uzun uzadıya dinleyip Müdür Bey’in eski aşkları hakkında epey şeyler bilince Madam Marneffe tuzağını iyiden iyiye kurmuştu. Zamane komedisi Baron’un gözüne bir yenilik gibi hoş görüneceğine göre, Valérie vaziyet almış hatta bu sabah kendi kudreti hakkında yaptığı deneme, umutlarını kuvvetlendirmişti. Romanesk ve romantik olan bu his manevraları sayesinde Valérie hiçbir vaatte bulunmaksızın kocasına şef muavinliğiyle, Legion d’honneur nişanını temin etti.
Bu küçük harp tabii Rocher-de-Cancale’deki ziyafetlere, tiyatrolara gitmeden, başörtüsü, eşarp, elbise, mücevher gibi birçok hediyelere konmadan olmadı. Doyenné Sokağı’ndaki apartman göze hoş görünmüyordu; Baron, Vanneau Sokağı’nda şirin, yeni bir evi mükellef bir şekilde döşemeye kalkıştı.
Mösyö Marneffe memleketindeki işlerini yoluna koymak için bir ay sonra kullanılmak üzere on beş gün izinle, bir de ikramiye kopardı. Kendi kendine, cinsilatifi incelemek için İsviçre’ye küçük bir seyahat yapmayı kurdu.
Baron Hulot himaye ettiği kadınla uğraşmakla beraber, himaye ettiği adamı da unutmadı. Ticaret Nazırı Kont Popinot sanatı severdi. Samson eserinin bir nüshasına, ortada kendi Samson’u ile Matmazel Hulot’nunkinden başkası kalmaması için kalıbı kırılmak şartıyla iki bin frank verdi. Saat modelini gören bir prens modele hayran oldu, kendisine bir tane ısmarladı lakin modelin bir tek olması şarttı, otuz bin frank da verdi. Aralarında Stidmann da bulunan, fikirleri sorulan sanatkârlar bu iki eserin müellifinin heykel yapabileceğini söylediler. Harbiye Nazırı ve Mareşal Montcornet abidesi için açılan, İane Defteri Komitesi Başkanı Mareşal Prens Wissembourg’un çıkarttığı bir kararla, heykelin yapılması Steinbock’a havale edildi. O zaman portföysüz nazır muavini olan Kont de Rastignac, şöhreti rakiplerinin alkışları arasında yükselen sanatkârdan bir eser istedi. Steinbock’tan küçük bir kızı taçlandıran iki küçük oğlan eserini aldı, sanatkâra Gros-Caillou’daki devlet mermer deposunda bir atölye vereceğine söz verdi.
Bu, Paris’te eşine rastlandığı gibi bir muvaffakiyet, yani çılgınca bir muvaffakiyet, onu taşımaya gücü yetmeyen omuzları, belleri olmayan kimseleri ezecek bir muvaffakiyetti. Gazetelerde, mecmualarda Kont Wenceslas Steinbock’tan bahsediliyordu. Oysaki ne onun ne de Matmatzel Fischer’in bunlardan haberi vardı. Her gün, Matmazel Fischer akşam yemeği için evden çıkar çıkmaz Wenceslas, Baron’un evine giderdi. Yalnız Bette, kuzini Hulot’ya geldiği gün hariç, orada bir iki saat kalırdı. Bu hâl, böylece birkaç gün devam etti.
Kont Steinbock’ın kıymetlerinden, hüviyetinden emin olan Baron; sanatkârın karakterinden, tabiatından çok hoşlanan Barones; anasının, babasının aşkını tasvip etmelerinden, sevgisinin büyük şöhretinden gurur duyan Hortense, evlenme işini konuşmakta artık tereddüt etmemişlerdi. Nihayet sanatkâr sonsuz bir saadet içinde idi. Oysaki Madam Marneffe’in bir boşboğazlığı her şeyi berbat etti. Bakın, nasıl…
Baron Hulot’nun Madam Marneffe ile -o evde bir gözü olsun diye-dost kılmak istediği Lisbeth, kendi hesabına Hulot ailesinde bir kulağı bulunsun isteyerek ihtiyar kızı pohpohlayan Valérie’nin evinde akşam yemeğini yemişti. Valérie yerleşeceği yeni apartmanın uğurlu kademli olsun ziyafetine Matmazel Fischer’i davet etmeyi düşündü. Akşam yemeklerine gidecek bir ev daha bulmaktan bahtiyar ve Madam Marneffe tarafından elde edilen ihtiyar kız, kalbinde ona karşı bir muhabbet duymuştu. Münasebette bulunduğu insanlardan hiçbiri kendisine bu kadar yaltaklanmamıştı. Gerçekten de Kuzin Bette, Barones’in, Mösyö Rivet’nin, Crevel’in ve evlerinde yemek yediği herkes karşısında ne ise, Madam Marneffe de istediğini anlayıp yerine getirmek için gözüne baktığı Matmazel Fischer’in karşısında o idi. Marneffeler evlerindeki sıkıntıyı, darlığı -ki bunu daima güzel renklerle boyamaya çalışırlardı- göstererek bilhassa Kuzin Bette’in merhametini tahrik etmişlerdi: Minnettar ve nankör dostlar, hastalıklar, sefaletini kendisinden sakladıkları ve çok büyük fedakârlıklar sayesinde kendini daima debdebe içinde sanarak ölen bir anne, Madam Fortin, vesaire vesaire…
“Zavallı insanlar!” diyordu kuzin, Hulot’ya. “Onlarla alakadar olmakta çok haklısın, buna o kadar lakayttırlar ki çünkü ne kadar cesaretli, ne kadar iyi insanlar! Şef muavini mevkilerinin temin ettiği bin ekü ile zar zor geçinebiliyorlar çünkü Mareşal Montcornet’nin ölümünden beri borçlanmışlar. Karısı, çoluğu çocuğu olan bir memurun Paris’te iki bin dört yüz frank maaşla geçinmesini istemek devlet hesabına barbarlıktır.”
Kendisiyle dostmuş gibi hareket eden, her şeyi danışan, koltuklayan, her şeyi söyleyen, kendisini ihtiyar kızın idaresine bırakmak ister görünen bu genç kadını, az zaman zarfında eksantrik Kuzin Bette bütün akrabalarından daha fazla sevmeye başladı.
Madam Marneffe’in ağırlığına, terbiyesine ne Jenny Cadine’de ne Josépha’da ne onların arkadaşlarında gördüğü tavırlarına hayran olan Baron; bir ay içinde ona bir ihtiyar ihtirasıyla, makul gibi görünen çılgın bir ihtirasla gönül vermişti. Gerçekten bu kadında, aktriste, şarkıcı kadında bütün bahtsızlıklarına sebep olan ne alay ne işret ne çılgınca israf ne fesat ne içtimai şeyleri hor görme ne de mutlak istiklal vardı. Kumun susuzluğuna benzeyen kibar fahişe tamahkârlığından da kurtulmuştu.
Dostu, sırdaşı olduğu hâlde, Madam Marneffe kendisinden küçük bir şey kabul etmek için bile inanılmayacak derecede naz ediyordu. “Mevkiler, ikramiyeler, bizim için hükûmetten kopardığınız her şey iyi ama sevdiğinizi söylediğiniz kadının namusunu lekelemeye kalkışmayınız…” diyordu Valérie. “Yoksa size inanmayacağım.” Göz ucuyla göklere bakan Sainte Thérèsevari bir göz işaretiyle “Size inanmak isterim.” diye ilave ediyordu.
Her hediye için bir tabya zapt ediliyor, bir vicdana taarruz ediliyordu. Zavallı Baron; nihayet bir fazilete rastladığı, hülyalarını gerçekleşmiş gördüğü için kendini alkışlayarak, zaten pek pahalı, ehemmiyetsiz bir şeyi takdim etmek için bile kurnazlıklara başvuruyordu. Pek sade (Baron öyle derdi) olan bu evde Baron evindeki kadar Tanrı’ydı. Mösyö Marneffe, nezaretteki Jüpiter’in, karısına altın yağmuru yağdırmak niyetinde olduğuna inanmaktan binlerce fersah uzakta gibi görünüyor, yüksek şefine kul köle oluyordu.
Yirmi üç yaşında olup halis, kötülükten korkar bir burjuva olan, Doyenné Sokağı’nın gizli çiçeği Madam Marneffe, şimdilerde Baron’a tiksinti veren kibar fahişelik fesatlarından, ahlak bozukluklarından uzaktı. Çünkü Baron, sırıtan faziletin henüz ulu taraflarını tanımamıştı; ürkek Valérie, şu şarkıdaki gibi “bütün yol boyunca” ona bunları tattırıyordu.
Hector’la Valérie arasında işler böyle olunca büyük sanatkâr Steinbock’la Hortense arasındaki evliliğin sırrını Valérie’nin Hector’dan öğrenmiş olmasına hiç kimse şaşmayacaktır. Hakları olmayan bir aşkla, metres olmaya kolay kolay karar vermeyen bir kadın arasında, tıpkı bir idman sırasında flörenin düello kılıcının hareketlerini alışı gibi, çoğu zaman sözün düşünceyi aştığı şifahi, manevi mücadeleler geçer. En ihtiyatlı adam, o zaman Mösyö de Turenne’ı taklit eder.
Bir defasında “Kendini tamamen bize vermeyecek bir adam için günah işlemeyi aklıma getiremem!” diye bağıran Sevgili Valérie’ye karşılık olarak Baron, kızının evlenmesinin kendisine tam bir hareket serbestî vereceğini ima etmişti. Zaten Baron, yirmi beş yıldan beri Madam Hulot ile kendisi arasında her şeyin bitmiş olduğuna bin defa yemin etmişti.
“Onun ne kadar güzel olduğunu söylerler.” diye Madam Marneffe karşılık verdi. “Delilini gözümle görmeliyim.”
“Göreceksiniz…” dedi Baron. Hem Valérie’sinin kendisini tehlikeye atan bu arzusundan dolayı mesuttu.
“Peki ama nasıl? Beni hiçbir zaman ihmal etmemeniz lazım.” diye Valérie karşılık verdi. O zaman Hulot, Vanneau Sokağı için tatbike başladığı projelerini sayıp dökmeye mecbur oldu. Bu suretle, Valérie’ye gece ile gündüzün medeni insanların varlığını paylaşması gibi, kendisinin de meşru bir kadına ait hayatının bir yarısını ona ayırmak düşüncesinde olduğunu ispat edecekti. Kızını evlendirir evlendirmez karısını yalnız bırakarak, kitabına uydurarak terk edeceğinden söz açtı. O zaman, Barones vaktini Hortense ile genç Hulotların yanında geçirecekti. Baron’un, karısının itaatine güveni vardı.
“O günden tezi yok, küçük meleğim, hakiki hayatım, hakiki evim Vanneau Sokağı olacak.”
O zaman Madam Marneffe “Tanrı’m, beni avucunuzun içine alıyorsunuz demek!” dedi. “Ya kocam ne olacak?” “
“O külüstür mü?”
Kadın gülerek “Doğrusu, sizin yanınızda öyle…” diye karşılık verdi.
Madam Marneffe, Kont Steinbock’ın hikâyesini öğrendikten sonra, onu mutlaka görmek sevdasına düştü. Aynı çatı altında yaşadığı müddetçe, belki de ondan birkaç mücevher koparmak istiyordu. Bu tecessüsten Baron o kadar hoşlanmadı ki Valérie, Wenceslas’a katiyen bağlanmayacağına yemin etti. Lakin bu küçük fanteziyi terk edişini, yumuşak porselen hamuruyla yapılmış Sèvres çay takımı ile mükâfatlandırdıktan sonra, arzusunu kalbinde, bir not defterine yazılmış gibi sakladı. Kuzin Bette’e, odasında beraber kahve içmeye gelmesini rica ettiği gün, ihtiyar kızın âşığını tehlikesizce görmenin mümkün olup olmayacağını öğrenmek için ondan söz açtı.
“Şekerim!” dedi. Çünkü birbirlerine karşılıklı olarak şekerim diye hitap ederlerdi. “Niçin hâlâ bana âşığını takdim etmedin? Biliyor musun ki kısa zamanda meşhur oldu?”
“O mu? Meşhur mu oldu?”
“Herkes yalnız ondan bahsediyor!”
“Ah, bak sen!” diye Lisbeth haykırdı.
“Babamın heykelini yapacak, eserinin muvaffak olması için ona çok faydalı olabilirim. Çünkü Madam Montcornet benim ona vereceğimi veremez. Bende Wagram Seferi’nden önce 1809’da yapılmış bir şaheser olup zavallı anneme verilmiş, Sain’in elinden çıkma bir minyatür vardı, genç ve güzel bir Montcornet…”
Sain’le Augustin, imparatorluk devrinde minyatür resmin asasını ellerinde tutuyorlardı.
“Bir heykel mi yapacak dediniz, şekerim?” diye Lisbeth sordu.
“Dokuz ayak boyunda, Harbiye Nazırlığı ısmarlamış. Dünyadan haberiniz yok! Bu havadisleri ben sizden öğrenecekken… Hükûmet Kont Steinbock’a Gros-Caillou Mermer Deposu’nda bir atölye, bir de ikametgâh verecek, Polonyalınız belki de oranın müdürü olacak. İki bin franklık bir mevki, parmakta da bir yüzük!..”
Şaşkınlıktan sıyrılan Lisbeth sonunda, “Ben bilmediğim hâlde, bütün bunları siz nasıl biliyorsunuz?” dedi.
Madam Marneffe iltifatlı, zarif bir eda ile “Beni dinle, Sevgili Kuzin Bette’im.” dedi. “Ne olursa olsun, sadık bir dost olabilir misiniz? İki ahretlik gibi olalım ister misiniz? Birbirimizden gizli sırlarımız olmayacağına, senin de benim sana olduğum gibi casusum olacağına yemin eder misin? Bilhassa ne kocama ne de Mösyö Hulot’ya hiçbir zaman beni ele vermeyeceğinize yemin eder misiniz ve yine yemin eder misiniz ki hiçbir zaman ağzınızdan kaçırmamaya benim size söylediğimi?”
Madam Marneffe bu picadorlara11 layık işte durakladı, Kuzin Bette onu korkuttu. Lorenlinin çehresi korkunçlaşmıştı. Kara, delici gözlerinde, kaplan gözlerinin sabitliği vardı. Yüzü büyücülerin yüzünü andırıyordu, birbirine çarpmasın diye dişlerini sıkıyordu, her tarafı korkunç bir ihtilaçla tir tir titriyordu. Çengel gibi eliyle takkesini ve saçlarını kavramış, ağırlaşan başını tutuyordu; başı biber gibi yanıyordu. Onu kasıp kavuran yangının dumanı, bir volkanın indifasıyla hasıl olmuş çatlaklara benzeyen buruşuklardan geçmiş gibiydi. Bu, görülecek yüce bir manzara idi.
“Eee, niye lafı yarıda bıraktınız?” dedi boğuk bir sesle. “Onun için ne isem, sizin için de o olacağım. Oh! Ona bütün kanımı vermek isterdim…”
“Demek onu seviyorsunuz?”
“Çocuğum gibi!”
Madam Marneffe rahat bir nefes alarak “Peki, mademki onu böyle seviyorsunuz…” dedi. “O hâlde çok mesut olacaksınız, onun mesut olmasını istersiniz elbet?”
Lisbeth, bir delinin süratli baş işaretiyle karşılık verdi.
“Bir aya varmaz küçük kuzininizle evlenecek.”
İhtiyar kız alnına vurup ayağa kalkarak “Hortense’la mı?” diye haykırdı.
“Ya, öyle mi? Demek siz bu delikanlıyı seviyorsunuz?” diye Madam Marneffe sordu.
“Şekerim, sizinle aramızdaki şey ömürlük.” dedi Matmazel Fischer. “Evet, şayet sizin ilişkileriniz olsaydı bunlar da benim için mukaddes olurdu. Nihayet, sizin kötü huylarınız bana göre fazilet olurdu çünkü benim bunlara, kötü huylarınıza ihtiyacım var!”
“Onunla birlikte yaşıyordunuz, demek?” diye Valérie bağırdı.
“Hayır, onun annesi olmak istiyordum…”
“Ah, bu sözlerden hiçbir şey anlamıyorum.” dedi Valérie. “Çünkü ne size bir oyun oynanmış ne de aldatılmışsınız. Onun bu güzel evliliğini görecek olduğunuz için bahtlı olmanız lazımdı. Zaten yolunu tuttu. Siz akşam yemeğine çıkar çıkmaz sanatkârımız, her Tanrı’nın günü Madam Hulot’ya gidiyor.”
“Adeline!” diye Lisbeth kendi kendine söylendi. “Oh, Adeline! Bunu yanına bırakmayacağım, seni kendimden daha kötü hâle düşüreceğim!..”
“Niçin böyle ölü gibi sarardınız?” diye Valérie sordu. “Demek işin içinde bir şeyler var… Ah! Ne budalayım! Ana kızın, işi sizden gizlediklerine bakılırsa sizin bu aşka güçlükler çıkaracağınızdan kuşkulanmış olacaklar.” diye Madam Marneffe bağırdı. “Bu delikanlı ile şayet birlikte yaşamıyorsanız, bütün bunlar, şekerim, benim için kocamın gönlü kadar esrarlı şeyler…”
“Oh! Bilmezsiniz siz.” diye konuştu Lisbeth. “Siz bu dolapların ne olduğunu bilmezsiniz! Bu, son öldürücü darbedir! İçim kan ağlıyor! Kendimi bildim bileli Adeline’e feda edilmişimdir, bunu bilmezsiniz! Beni döverler, onu okşarlardı! Bir hizmetçi gibi partal giyinirdim, o bir hanım gibi giydirilirdi. Ben bahçe kazardım, sebze ayıklardım; onun parmakları şifon düzeltmek için kıpırdardı. Baron’la evlendi, İmparator’un sarayında herkesin gözünü kamaştırdı; ben ise 1809’a kadar dört yıl bir kısmet çıkacak diye köyümde kaldım. Beni köyden aldılar ama beni bir işçi kadın yapmak, kapıcılara benzeyen memurlarla, yüzbaşılarla baş göz etmek için!.. Yirmi altı yıl onların artıklarıyla geçindim. Tevrat’ta söylendiği gibi; fukarayı sevindirecek kendi malı bir kuzusu vardır, sürülere sahip zengin ise fukaranın kuzusuna göz diker, onu elinden almak ister!.. Hem de hiç sormadan, danışmadan… Adeline saadetimi çalıyor! Adeline!.. Adeline!.. Senin çamurlarda, benden daha aşağı olarak yuvarlandığını göreceğim! O kadar sevdiğim Hortense beni aldattı… Ya Baron? Hayır, bu imkânsız. Haydi bakalım, bu söyledikleriniz arasında doğru olabilecekleri bir kere daha tekrarlayınız!”
“Sakin olunuz, şekerim…”
Bu garip kız otururken “Valérie, meleğim, sakin olacağım.” diye karşılık verdi. “Bir tek şey aklımı başıma getirebilir: Bana bir delil gösteriniz.”
“Kuzininiz Hortense; litografyası bir mecmua tarafından neşredilen Samson eserine sahip bulunuyor, bu esere biriktirdiği paraları verdi. Müstakbel damadının menfaati için de Baron onu meydana çıkardı, her şeyi temin etti.”
Lisbeth litografyaya bakıp altında da “Matmazel Hulot d’Ervy’ye ait heykel”i okuyunca “Biraz su, biraz su!..” dedi. “Biraz su! Başım tutuşuyor, çıldırıyorum!..”
Madam Marneffe su getirdi. İhtiyar kız takkesini çıkardı, siyah saçlarını çözdü, yeni dostunun tuttuğu leğene başını uzattı; birkaç defa alnını ıslattı, başının tutuşmasını durdurdu. Su ile başını ıslattıktan sonra tamamen kendine geldi.
Alnını kurularken Madam Marneffe’e “Artık bunları istemiyorum.” dedi. “Bir tek kelime istemiyorum. Görüyorsunuz ya, sakinim, hepsini de unuttum, başka şeyler düşünüyorum!”
Madam Marneffe, Lorenliye bakarak kendi kendine “Yarın tımarhanede soluğu alır muhakkak.” dedi.
“Ne etmeli?” diye sordu Lisbeth. “Görüyorsunuz sevgili meleğim, susmak, başını eğmek, suyun doğruca nehre aktığı gibi mezara gitmek lazım. Ne mi yapacağım? Elimde olsa bütün dünyayı, Adeline’i, kızını, Baron’u yok etmek isterdim. Ama fakir bir ailenin zengin bir aileye karşı elinden ne gelir? Bu, toprak saksının demir saksıya karşı gelmesi hikâyesine benzer.”
“Evet, hakkınız var.” diye Valérie karşılık verdi. “Eline fırsat geçince ambarı doldurmak! İşte, Paris’te hayat budur.”
“Hem…” dedi Lisbeth. “Her zaman kendisine bir ana gibi hizmet edeceğimi sandığım, kendisiyle bütün hayatımca beraber yaşamayı kurduğum bu çocuğu kaybedersem artık çok yaşamam.”
Gözleri yaşla doldu, sustu. Bu barut, bu ateş kızdaki hassasiyet Madam Marneffe’in tüylerini ürpertti.
Valérie’nin elini yakalayarak “Neyse ki…” dedi. “Bu büyük kederde sizinle teselli buluyorum. Birbirimizi çok seveceğiz, birbirimizi niçin terk edelim? Hiçbir zaman sizinle rekabete girişecek değilim. Hiç kimse beni sevmez! Zaten beni isteyenlerin hepsi de kuzinimden himaye görmek için benimle evlenecek değiller miydi? İnsanda cennete tırmanmak kudreti olsun, sonra da bu kudreti ekmek, su, paçavra, bir tavan arası temin etmek için kullansın! Ah, şekerim, bu bir kurban hâli! Kupkuru kaldım.”
Birden sustu. Madam Marneffe’in mavi gözlerine öyle kara bir bakışla baktı ki sanki bu bakış, kalbine bir hançer saplanmış gibi bu güzel kadının ruhunu delip geçti.
Kendi kendini ayıplayarak, “Söylemek neye yarar?” diye bağırdı. Lisbeth. “Hiçbir zaman bu kadar laf etmemiştim, neyse!..” Biraz durduktan sonra, çocuk dilince “Mızıklanan cezasını bulur!” diye ilave etti. “Şu söylediğiniz akıllıca bir laf: Dişlerimizi bileyelim, elimize fırsat geçince her şeyi yapalım.”
Bu buhrandan korkmuş olan, bu kibar kelamı söylediğini hiç hatırlamayan Madam Marneffe:
“Hakkınız var.” dedi. “Size inanıyorum, şekerim. Haydi canım, hayat o kadar uzun değildir. İnsan ondan iyice nasibini almalı, başkalarını kendi arzusuna hizmet ettirmeli. Gençken bu benim kafama dank etti! Şımarık bir çocuk olarak büyütülmüştüm; babam beni taparcasına sevdikten, bir kraliçe kızı gibi büyüttükten sonra tamaha kapılarak evlendi; beni unutuverdi! Beni çok güzel hülyalarla besleyen anneciğim, bir kürek mahkûmu gibi her kötülüğe alışmış, tıpkı sizi bir servet vasıtası telakki edişleri gibi, beni de bir servet vasıtasından başka bir şey telakki etmeyen otuz dokuz yaşında ihtiyar ve soğuk bir hovarda ile, bin iki yüz frank geliri olan küçük bir memurla evlendiğimi görünce kederinden öldü. Neyse, sonunda gördüm ki bu alçak adam kocaların en iyisidir. Köşe başındaki şırfıntı kadınları bana tercih ederek beni kendi hâlime bırakıyor, bütün maaşını kendisine harcıyor ama hiçbir zaman bana nasıl para kazandığımın hesabını da sormuyor.”
Sır söyleme heyecanıyla sürüklendiğini hisseden bir kadın gibi, Lisbeth’in de kendisini nasıl dikkatle dinlediğini görerek sustu; son sırlarını söylemeden önce ondan emin olmak lüzumunu hissetti.
“Görüyorsunuz ya, şekerim, ne kadar güvenim var sana.” diye Madam Marneffe devam etti. Lisbeth de pek kuvvetle temin eden bir işaretle karşılık verdi.
Çoğu zaman gözlerimizle, bir baş işaretiyle cinayet mahkemesindekinden daha fazla bir haşmetle yemin ederiz.
Madam Marneffe, sanki Lisbeth’in de inanmasını istermiş gibi elini onun elinin üstüne koyarak “Namuslu bir insandan neyim eksik?” dedi. “Evli bir kadınım, kendi başıma buyruk bir kadınım. O kadar ki sabahleyin işe giderken Marneffe’in aklına esip de bana Allah’a ısmarladık diyecek olsa kapımın kapalı olduğunu gördü mü usulcacık çıkar gider. Çocuğunu, benim Tuileries’deki iki ırmak başında oynayan mermerden çocuklardan birini sevdiğim kadar bile sevmez. Akşam yemeğine gelmezsem hizmetçi ile pekâlâ yemeğini yer çünkü hizmetçi mösyönün emrindedir. Marneffe akşamları, yemekten sonra çıkar; ta gece yarısı veya saat birde gelir. Maalesef bir yıldır oda hizmetçim yok demek istiyorum ki bir yıldır dulum. Biricik ihtirasım, bir saadetim vardı… O da zengin bir Brezilyalı idi, gideli bir yıl oluyor; bu, benim kendi hatamdır! Fransa’da yerleşmek için mallarını satmaya, işlerini yoluna koymaya gitmişti. Gelince Valérie’sinin yerinde ne bulacak? Bir aptal! Bak! Bu, onun hatası, benim değil; gelmekte ne diye gecikti? Tanrı bilir, belki o da benim namusum gibi boğulup gitmiştir.”
“Allah’a ısmarladık şekerim.” dedi Lisbeth birdenbire. “Birbirimizden hiçbir zaman ayrılmayacağız. Sizi seviyorum, takdir ediyorum, sizinim! Kuzinim, Vanneau Sokağı’ndaki müstakbel evinizde oturayım diye beni zorluyor, bunu istemiyorum! Çünkü bu yeni iyiliğin sebebini iyice anladım.”
“Bana nezaret etmek için olacak, bunu biliyorum.” dedi Madam Marneffe.
“Cömertliğinin sebebi de budur.” dedi Lisbeth. “Paris’te iyiliklerin yarısı dalaveredir, nasıl ki nankörlüklerin yarısı da intikamsa! Fakir bir aileye, önüne bir parça domuz yağı atılmış farelere yapılanı yaparlar. Baron’un teklifini kabul edeceğim çünkü bu evden iğreniyorum. Demek ki bize zarar verecek şey karşısında susacak, söylenmesi lazım şeyi söyleyecek kadar ikimizin de aklı varmış. Neyse, boşboğazlık etmeyelim, bir dostluk ki…”
Hürmet edilecek bir insanı, sırlarını söyleyeceği bir kimseyi, iyi kalpli teyze gibi bir şey bulduğu için mesut olan Madam Marneffe neşe ile “Her şeyin üstünde…” diye haykırdı. “Dinleyiniz! Baron, Vanneau Sokağı’ndaki tesisatta cimrilik etmiyor.”
“Zannederim…” diye karşılık verdi Lisbette. “Otuz bin frank harcadı! Bu parayı nereden buldu, bilmiyorum. Çünkü Josépha, şu şarkıcı kadın, onu kuru hasır üstünde bırakmıştı. Oh! Siz iyiye kondunuz.” diye ilave etti. “Baron, kalbini beyaz ve sizinkiler gibi yumuşak iki küçük elin içinde tutan kadın için çalar da çırpar da.”
Madam Marneffe kadınların kayıtsızlığından başka bir şey olmayan bir cömertlikle “Her neyse, şekerim.” diye karşılık verdi. “Haydi, bu evden yeni eviniz için size ne lazımsa alınız. Şu komodini, şu aynalı dolabı, bu halıyı, şu perdeyi…”
Lisbeth’in gözleri delice bir sevinçle büyüdü, bu türlü bir hediyeye inanamıyordu.
“Siz bir anda bana, zengin ailemin otuz yılda yaptıklarından fazlasını yapıyorsunuz!..” diye bağırdı. “Hiçbir zaman bana mobilyam var mı, yok mu sormadılar! Birkaç hafta evvel, evime ilk gelişinde Baron sefaletimi görünce yüzünü ekşitti… Neyse, teşekkür ederim şekerim, size misliyle karşılıkta bulunacağım; nasıl olduğunu sonra göreceksiniz.”
Valérie, Kuzin Bette’i merdiven başına kadar geçirdi; iki kadın orada öpüştüler.
Güzel kadın yalnız kalınca kendi kendine, “Tıpkı teke gibi kokuyor!..” dedi. “Kuzinimi her zaman öpmeyeceğim. Bununla beraber, tetik davranmalı, onu idare etmeli. Bana çok faydası dokunacak, beni servet sahibi edecek.”
Gerçek bir Parisli melez olarak Madam Marneffe çalışmaktan nefret ederdi; onda zaruretin zoruyla koşan, atılan kedilerin tembelliği vardı. Ona göre, hayat hep zevkli olmalı, zevk de zorlanmadan olmalıydı. Çiçekleri severdi lakin evine getirtmek şartıyla. Tiyatroyu, operayı kendisine ayrılmış iyi bir locası, oraya gitmek için arabası olmak şartıyla aklı alırdı. Valérie’nin bu kibar fahişe zevkleri, Paris’te oturdukları zaman General Montcornet tarafından her arzusu yerine getirilmiş, yirmi yıl herkesi önünde eğilir görmüş, programı Napolyon’un düşmesiyle kaybolmuş debdebeli bir hayat içinde elindekini sağa sola savurmuş, her şeyi yemiş müsrif annesinden kalmıştı ona. İmparatorluğun kodamanları, çılgınlıkları içinde, bir vakitlerki büyük beyzadelerle boy ölçüşmüşlerdir. Restorasyon Devri’nde kibar sınıf ezildiğini, hakkı gasp edildiğini daima hatırlamıştır; iki üç istisna bir tarafa bırakılırsa muktesit, akıllı uslu, ileriyi gören, nihayet burjuva, büyüksüzlük olmuştur. O zamandan beri 1830, 1793’ün eserini harcamıştır. Fransa’da bundan böyle büyük isimler bulunacak lakin büyük aileler olmayacak, meğerki şimdiden tahmini güç birtakım siyasi değişiklikler olsun. Her şey şahsiyetinin damgasını alıyor. En akıllı usluların serveti kaydıhayat şartıyladır. Aileyi bu mahvetti.
Marneffe’nin tabiriyle, karısının Hulot’yu avladığı gün Valérie’nin kanını emen sefaletin kuvvetli kıskacı, bu genç kadına güzelliğini servet vasıtası olarak kullanmak kararını verdirmişti. Birkaç günden beri de annesi gibi yanı başında, bir oda hizmetçisinden gizlenecek şeyleri söyleyebileceği; bizim hesabımıza hareket edecek, gidip gelecek, düşünecek sadık bir dost, nihayet hayatın müsavi olmayan bir paylaşmasına razı olacak sadık bir bende arıyordu. Lisbeth gibi o da Baron’un kendisini Kuzin Bette’e ısındırmaktaki niyetini keşfetmişti. Divana uzanmış, müşahede fenerini ruhların, hislerin, entrikaların en karanlık köşelerinde gezdirmekle saatlerini geçiren Parisli melezin korkunç zekâsından ders alan bu kadın, kendisine casusluk edecek bu kadında bir suç ortağı keşfetmişti. Belki de bu müthiş adım önceden hazırlanmıştı. Boşuna bir ihtirasla yanan bu hararetli kızın hakiki karakterini anlamıştı. Onu kendine bağlamak istiyordu. Bu konuşma, yolunun derinliğini fizik bakımdan anlamak için bir kuyuya attığı taşa benziyordu. Madam Marneffe de görünüşte çok zayıf, çok alçak gönüllü, pek az tehlikeli olan bu kızda hem bir “Iago”yu12 hem de bir III. Richard’ı13 bulmaktan korkmuştu.
Az zamanda Kuzin Bette kendine geldi. Az zamanda da bu Korsikalı vahşi karakter, ham meyveleri çalmak için bir ağacı eğen bir çocuğun elinden ağacın kurtulması gibi, korkunç azametini tekrar göstermişti.
İçtimai âlemi müşahede eden herhangi bir kimse için bakir tabiatlardaki telakkilerin dolgunluğu, kemale gelişi, çabukluğu bir hayranlık mevzusudur.
Bütün ucubelikler gibi, kızoğlankızlığın da birtakım hususi zenginlikleri, cezbedici büyüklükleri vardır. Kuvvetleri tasarruf edilmiş olan hayat; kızoğlankız fertte bir mukavemet, hesap edilemez istikrar vasfı almıştır. Dimağ, muhafaza edilen melekelerin topluluğu içinde zenginleşmiştir. İffetli kimseler vücutlarına veya ruhlarına ihtiyaçları olduğu işe veya düşünceye başvurdukları zaman, adalelerinde çeliklik veya zekâlarında doğuştan mevcut bir ilmin, şeytani bir kuvvetin veya iradenin kara sihrini bulurlar.
Bakire Meryem’i, bu bakımdan bir an için sadece bir sembol olarak nazarıitibara alırsak büyüklüğü bütün Hintli, Mısırlı, Yunan tipleri gölgede bırakır. Büyük şeylerin anası, magna parens rerum olan kızoğlankızlık, güzel beyaz ellerinde yüksek âlemlerin anahtarını tutar. Nihayet, bu muazzam ve korkunç istisna, Katolik Kilisesi’nin ona bahşettiği şereflere layıktır.
Bir anda Kuzin Bette, tuzaklarından kurtulamayan, sırrına erişilemeyen, çabuk kararları uzuvların işitilmedik mükemmelliğine dayanan bir Mohikan olmuştu. İtalya’da, İspanya’da, Doğu’da olduğu gibi, kana kan isteyen bir kin ve intikam oldu. Son haddine vardırılmış dostlukla, aşkla katmerlenen bu iki his ancak güneşin yıkadığı memleketlerde bilinir. Lakin Lisbeth, Loren kızıydı; yani aldatmaya karar vermişti.
Rolünün bu son kısmını gönül rızasıyla kabul etmedi; cahilce, garip bir teşebbüste bulundu. Hapishaneyi bütün çocukların tasavvur ettikleri gibi tasavvur etti, “ihtilattan menetmeyi” hapislikle karıştırdı. İhtilattan menetme hapisliğin daha ağır bir derecesidir, bu derece de cinayet mahkemesinin imtiyazıdır.
Madam Marneffe’ten çıkınca Kuzin Bette, Mösyö Rivet’nin evine koştu; onu yazıhanesinde buldu.
Oda kapısını sürmeledikten sonra “Evet, Mösyö Rivetciğim…” dedi. “Hakkınız varmış. Polonyalılar!.. Alçaklar!.. Hepsi de imansız, kanunsuz insanlar.”
“Bataklıktan başka bir şey olmayan, yanlışlıkla insanlar arasında adı geçen yabani hayvanlar gibi köylüleri Kazaklardan başka, çirkin Yahudilerle dolu böyle bir memleket için…” dedi barışsever Rivet. “Bu adamlar Avrupa’yı ateşe vermek, bütün ticareti, tüccarları mahvetmek istiyorlar. Bu Polonyalılar zamaneyi hiç anlamıyorlar. Artık biz barbar değiliz! Sevgili matmazel, harp tası tarağı topladı gitti, krallarla beraber defolup gitti. Zamanımız Hollanda’yı yaratan ticaretin, sanayinin, burjuva hikmetinin zaferidir.” Galeyana gelerek “Evet!” dedi. “Öyle bir devirdeyiz ki kavimler her şeyi hürriyetlerinin kanuni inkişafıyla, meşruti müesseselerinin sulhçu gelişmesiyle elde edebilirler. İşte Polonyalıların bilemedikleri de bu. Hem umarım ki…”
İşçi kızın hâlinden, yüksek politikanın, onun anlayışını aşacağını görerek sözünü kesti ve “Ne diyordunuz, güzelim?” diye ilave etti.
“İşte dosya!” dedi Lisbeth. “Eğer üç bin iki yüz on frangımı kaybetmek istemiyorsam bu alçağı hapse tıkmak lazım.”
Saint-Denis Mahallesi’nin kâhini, “Ben size dememiş miydim!” diye bağırdı.
Pons Kardeşler’in halefi Rivet Müessesesi, daima, Mauvaises Paroles Sokağı’nda, büyük beyzadelerin Louvre etrafında toplandıkları zamanda namlı beyzadeler sülalesi Langeaisler tarafından yaptırılmış olan konakta idi.
“Zaten buraya gelirken sizin için hayır duaları da ettim!..” diye Lisbeth karşılık verdi.
“Hiçbir suretle şüphelenmezse sabahın dördünden itibaren kodese girmiş olacak.”
Bunu söylerken hâkim, güneşin kaçta doğacağını anlamak için takvime baktı.
“Ama ancak öbür gün çünkü kendisine hapisle tazyik edileceğini bildiren bir emirle tevkif edileceği önceden bildirmedikçe hapsedilemez. Böylelikle…”
“Ne saçma kanun!” dedi Lisbeth. “Borçlu elimizden kaçacak.”
“Hakkıdır.” diye hâkim gülümseyerek karşılık verdi. “Bakınız, nasıl?”
Kuzin Bette onun sözünü keserek “Ben şöyle yaparım: Kâğıdı alırım…” dedi. “Ona veririm; derim ki senedi devredip para almak zorunda kaldım, bana borç para veren de bu merasimin yerine getirilmesini istiyor. Ben Polonyalımı bilirim, kâğıdı açıp bakmaz bile, onunla piposunu yakar.”
“Ah! Daha iyi, daha iyi, Matmazel Fischer! O hâlde gönlünüz rahat olsun, iş halledilmiş demektir. Ama biraz müsaade edin! Bir adamı kodese atmakla iş bitmez. Bu hukuki lüks ancak parayı koparmak için yapılır. Paranızı kim ödeyecek?”
“Ona para verenler…”
“Ah, evet, unutuyordum. Harbiye Nezareti, müşterilerimizden biri için dikilecek abideyi ona ihale etti. Ah, müessesemiz General Montcornet’ye ne kadar çok üniforma temin etmişti; bu herif onları topların barutuyla çarçabuk karartırdı. Hey gidi yiğit! Tediyesinde muntazamdı.”
Bir Fransa mareşali, imparatoru veya memleketini kurtarmıştır; oysaki onun ancak “tediyede muntazam” oluşu, medih olarak bir tacirin ağzında dolaşıyor.
“O hâlde Mösyö Rivet, yassı püskülleriniz cumartesiye hazır olacak. Sırası gelmişken söyleyeyim, Doyenne Sokağı’ndan çıkıyorum, Vanneau Sokağı’nda oturacağım.”
“Çok iyi ettiniz, muhalefete benzeyen her şeye karşı nefretime rağmen Louvre’u ve Carrousel Meydanı’nı kötüleyen, evet, söylemeye dilim varır, kötüleyen bu delikte sizi gördükçe içim burkuluyordu. Louis-Philippe’e taparım. O benim putumdur; o, sülalesini kurarken dayandığı sınıfın muazzam, tam mümessilidir; Millî Muhafızlığı yeniden kurmakla sırmakeşliğe ettiği iyiliği hiçbir zaman unutmayacağım.”
“Sizin böyle konuştuğunuzu işitince…” dedi Lisbeth. “Niçin mebus olmadığınıza hayret ediyorum.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.