Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Otuz Yaşındaki Kadın», sayfa 2

Yazı tipi:

Arabanın üzerinde durduğu köprünün ilerisinde yolcu, Loire Nehri boyunca ta Tours’a kadar, sıra sıra kayalar görüyordu karşısında. Tabiatın bir cilvesiyle bunlar, nehri zapt etmek için buraya kondurulmuşlardı sanki. Nehrin dalgaları boyuna taşı kemiriyor, bu hâl ise yolcuyu şaşırtıyordu her zaman. Vouvray köyü bu kayaların boğazları ve çöküntüleri üzerine kuş yuvası gibi konmuştu; kayalar da Cise Köprüsü önünde bir dirsek meydana getiriyorlardı. Daha ileride, Vouvray’den Tours’a kadar, bu sarp tepenin korkunç çukurluklarında bağcılar oturmaktaydı. Birçok yerde kayalara oyulmuş, üst üste üç kat hâlinde evler vardır. Bunlara taşa oyulmuş çok tehlikeli merdivenlerden ulaşılır. Bir damın tepesinde eteklikli bir kız, bahçesine koşar. Bir asmanın çubukları ile yeni filizlenen dalları arasından bir bacanın dumanı yükselir. Bahçıvanlar dik tarlaları ekip biçerler. Yerinden kopmuş bir kaya parçasının üzerinde kımıltısız oturan yaşlı bir kadın, bir badem ağacının çiçekleri altında çıkrığını çevirir. Ayaklarının altından yolcuların geçişini seyreder, onların korkuşlarına gülümser. Ne yerdeki çatlaklarla yarıklar ne de eski bir duvarın eğik yıkıntısı tasalandırır onu. Duvarın üstüne oturduğu taşları, sadece bir sarmaşığın eğri büğrü kökleri tutmaktadır artık. Fıçıcıların çekiç sesleri açık hava mahzenlerinin tonozlarında çın çın öter. Ve nihayet, insanların toprağı işlemesine tabiatın engel olduğu bu yerde toprak, her yerde ekilidir, her yerde verimlidir.

Onun için Loire Vadisi’nde hiçbir şey, yolcunun gözleri önüne Touraine’in serdiği zengin manzarayla kıyaslanamaz. Görünüşleri kısaca belirtilen bu sahnenin üçlü tablosu, insanın ruhuna, anısı bir daha silinmemecesine akılda kalacak manzaralardan birini sunar. Bu manzarayı bir ozan seyretti mi bunun masallara yaraşan romantik etkileri çoğu zaman hayalinde yeniden canlanır. Araba, Cise Köprüsü üzerine geldiği sırada Loire’nın adaları arasından birçok beyaz yelken çıktı ve bu hoş manzaralı yere yeni bir güzellik kattı. Nehrin kıyısındaki söğütlerin kokuları da nemli rüzgâra, içe işleyen rayihaların tadını katıyordu. Kuşlar durmadan ötüşüyorlar; bir keçi çobanının tek düzenli türküsü bu cıvıltılara bir çeşit hüzün ekliyor; kayıkçıların bağırışları ise uzaklarda bir çalkantı olduğunu haber veriyordu. Bu geniş alan içindeki ağaçların çevresine nazlı nazlı dolanmış olan gevşek buğular, manzarada son bir güzellik daha yaratıyorlardı. Bütün ihtişamı içinde Touraine’di, bütün parlaklığı içinde ilkbahardı bu. Yabancı orduların rahatını bozmadıkları tek yer olan Fransa’nın bu bölgesi, bu sırada sakin olan biricik bölgeydi; istilaya meydan okuyordu sanki.

Araba durur durmaz asker şapkası giymiş bir baş dışarıya uzandı. Az sonra da öfkeli bir asker arabanın kapısını kendisi açtı ve sanki sürücüye çıkışmak istermiş gibi yere atladı. Bu Touraine’linin koşum kayışını işten anlar bir tavırla onardığını görünce Albay Kont d’Aiglemont rahatladı, uyuşmuş kaslarını gevşetmek ister gibi kollarını açarak yine arabanın kapısı önüne geldi. Esnedi, manzarayı seyretti ve kürklü bir mantoya sımsıkı sarınmış olan genç bir kadının kolu üzerine elini koydu.

Kısık bir sesle “Julie!” dedi. “Uyan da manzaraya bak! Çok güzel!”

Julie başını arabadan dışarıya uzattı. Zerdeva kürkünden bir şapka giymişti. Sarındığı kürklü mantonun kıvrımları bedeninin biçimini öylesine gizliyordu ki yüzünden başka yeri görünmüyordu. Julie d’Aiglemont eskiden sevinçle, mutlulukla Tuileries’deki geçit törenine koşan genç kıza benzemiyordu artık. Hep öyle ince olan yüzüne vaktiyle pırıl pırıl bir hâl veren pembe renklerden eser kalmamıştı. Gecenin nemi yüzünden kıvırcıkları kaybolmuş birkaç siyah saç tutamı, yüzünün donuk beyazlığını daha belirli hâle sokuyordu; bu yüzdeki canlılık uyuşmuştu sanki. Bununla birlikte gözleri, olağanüstü bir alevle ışıldamaktaydı. Fakat göz kapaklarının altında, yorgun yanaklar üzerinde birtakım morluklar belirmişti. Cher’in kırlarıyla köylerini, Loire Nehri’yle adalarını, Tours’la Vouvray’nin uzun kayalarını aldırmaz bir gözle inceledi. Sonra Cise Irmağı’nın çok hoş vadisine bakmak bile istemeden, kendisini hemencecik arabanın içine doğru bıraktı. Açık havada kulağa çok hafif gelen bir sesle, “Evet, çok güzel…” dedi. Görüldüğü gibi ve kendisi için ne yazık ki babasını alt etmişti.

“Burada oturmaktan hoşlanırsın, değil mi Julie?”

O, aldırmaz bir tavırla, “Adam sen de ha burada olmuş ha başka yerde!..” dedi.

Albay d’Aiglemont, “Rahatsız mısın?” diye sordu.

Genç kadın geçici bir canlılıkla, “Hiçbir rahatsızlığım yok.” diye karşılık verdi.

Gülümseyerek kocasına bakıp ekledi, “Uykum var.”

Birdenbire bir atın dörtnala geldiği duyuldu. Victor d’Aiglemont karısının elini bıraktı, başını yolun burada yaptığı dönemece doğru çevirdi. Albay artık Julie’yi görmüyordu ya, genç kadının solgun yüzüne verdiği neşe ifadesi sanki bu yüzü aydınlatan ışık artık sönmüş gibi kayboluverdi. Canı ne manzarayı bir daha görmek istiyordu ne de atı çok büyük bir hızla dörtnala giden süvarinin kim olduğunu öğrenmek merakındaydı. Yine arabanın köşesine yerleşti, içlerinde hiçbir duygu belirtisi olmayan gözlerini, atların sağrılarına dikti. Papazın vaazını dinleyen bir Britanya köylüsü kadar aptalca bir tavır takındı. Cins bir ata binmiş genç bir adam kavak ağaçları ile çiçeklenmiş akdikenlerden meydana gelme bir kümenin içinden birdenbire çıkıverdi.

Albay, “İngiliz bu!” dedi.

Sürücü cevap verdi, “Evet, öyle generalim. Söylendiğine göre Fransa’yı yemek isteyen heriflerin soyundan.”

İngiliz hükûmeti, 1802’de, Fransa, İngiltere, İspanya ve Hollanda arasında Amiens’da imzalanan barış antlaşmasını çiğneyerek insan haklarına suikastta bulunmuş; Napolyon da buna misilleme olarak bütün İngilizleri tutuklatmıştı. Kim olduğu bilinmeyen bu adam da o sırada Kıta Avrupa’sında bulunmakta olan yolculardan biriydi. İmparatorluk hükûmetinin kaprisine tabi olan bu tutukluların hepsi yakalandıkları yerlerde kalmadıkları gibi ilkin kendilerinin serbestçe seçtikleri yerlerde de kalmamışlardı. O sırada Touraine’de oturanların çoğu oraya, imparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilmişlerdi. Bunların oralarda kalmaları, Avrupa politikasının çıkarlarına aykırı görülmüştü çünkü.

O sırada sabah sabah can sıkıntısıyla gezmekte olan genç tutuklu, bürokratik iktidarın kurbanıydı. Dışişleri Bakanlığından verilen bir emir, onu, iki yıldır Montpellier’nin havasından çekip koparmıştı. Barışın sona erişi sırasında o, tutulduğu verem hastalığını iyileştirmeye çalışıyordu.

Delikanlı, Kont d’Aiglemont’nun asker olduğunu anlayınca, başını epeyce ani olarak Cise kırlarından yana çevirip onunla göz göze gelmemeye çalıştı.

Albay, “Bu İngilizler de sanki dünya babalarının malıymış gibi küstah oluyorlar.” diye mırıldandı. “Bereket ki Mareşal Soult hadlerini bildirecek onlara.”

Tutuklu arabanın önünden geçtiği sırada içeriye baktı. Bakışı kısa sürmüştü ama kontesin düşünceli yüzüne anlatılamaz bir güzellik veren hüzün ifadesini hayranlıkla seyredebildi. Bir kadının sadece ızdırap çektiğini görmekle birçok erkeklerin yürekleri güçlü bir heyecana kapılır. Izdırap bir yiğitlik veya bir sevgi belirtisi gibi görünür onlara.

Arabasının bir yastığını seyre iyice dalmış olduğu için, Julie ne ata dikkat etti ne atlıya. Koşum kayışı çabucak ve sağlamca onarılmıştı. Kont yine arabaya bindi. Sürücü kaybolan vakti yeniden kazanmaya çalıştı. İki yolcuyu, kıyısında dolma toprak seddin, üzerinde ileriye çıkık kayalar bulunan yanından hızla götürdü. Vouvray şarabını veren bağlar bu kayalar içinde yetişir. Yine bunların içinden güzel evler yükselir. Hep bunlar arasından, ta uzaklarda, o çok ünlü Marmoutiers Manastırı da görülür ki veli Saint Martin dünyadan elini eteğini çekip buraya kapanmıştı.

Albay, Cise Köprüsü’nden beri arabasının peşinden gelen atlının hep o genç İngiliz olduğuna emin olmak için başını çevirdi, “Bu solgun yüzlü lord da bizden ne istiyor?” diye bağırdı.

Fakat kim olduğu bilinmeyen bu adam, dolma topraktan şeddin kıyısındaki yolda gezinerek hiçbir terbiye kuralına aykırı hareket etmediği için albay, İngiliz’e tehdit dolu bir gözle baktıktan sonra yine arabasının köşesine yaslandı. Fakat elinde olmaksızın beslediği düşmanlığa rağmen, atın güzelliğine, atlının yakışıklılığına dikkat etmekten de kendini alamadı.

Delikanlının tam İngilizlere özgü bir çehresi vardı. Yüzünün rengi o denli zarif, teni o kadar yumuşak, o kadar beyazdı ki bunu görenin aklına, “Nazik bedenli bir kızın mı bunlar?” diye sormak gelirdi. Sarışındı, ince, uzun boyluydu. Giyiminde, edep ve terbiye kurallarına düşkün İngiltere’nin iyi giyinen kişilerini ayırt eden o özenli ve temiz hâl vardı. Kontesi görünce yüzü keyfinden değil de utancından kızarıyordu sanki. Julie yabancıya tek bir defa baktı. Fakat buna da âdeta kocası zorladı onu. Safkan bir atın bacaklarını o da görsün istemişti. O zaman Julie utangaç İngilizle göz göze geldi. O andan başlayarak da bu kişizade, atını arabanın yanından sürecek yerde birkaç adım geriden izledi onu. Kontes, kim olduğunu bilmediği bu adamın yüzüne şöyle bir baktı. Adamın da atın da sahip olduklarını, kocasının kendisine söylediği güzelliklerden hiçbirini fark etmedi. Konta hak verir gibi kaşlarını hafifçe kımıldattıktan sonra tekrar arabanın içine çekildi. Albay yine uykuya daldı. Birbirlerine tek söz söylemeden ve içinde yolculuk ettikleri değişken dekorun çok hoş görüntüleri kontesin bir defa bile dikkatini çekmeden, karı koca Tours’a vardılar. Albay uyurken Madam d’Aiglemont birkaç defa ona baktı. Son bakışında bir sarsıntı, siyah bir kurdele ile boynuna asılı bir madalyonu genç kadının kucağına düşürdü ve babasının resmi birdenbire Julie’nin gözleri önüne serildi. Bunu görünce o zamana dek tuttuğu yaşlar, gözlerinden döküldü. Kontesin solgun yanaklarında bu yaşların bir an için bıraktıkları -fakat çabucak kuruyuveren- ıslak ve parlak izleri İngiliz gördü belki.

Mareşal Soult, İngiliz istilasına karşı Bearn bölgesini savunuyordu. İmparator, emirlerini mareşale ulaştırma görevini Albay d’Aiglemont’ya vermiş; o da o sırada Paris’i tehdit eden tehlikelerden karısını uzak tutmak için bundan yararlanmıştı. Julie’yi Tours’da oturan yaşlı bir kadın hısmının evine götürüyordu. Çok geçmeden araba Tours’un kaldırımlarında, köprünün üzerinde, ana caddede ilerlemeye başladı ve Kontes de Listomere -Landon’nun oturduğu eski konağın önünde durdu.

Kontes de Listomere -Landon, o soluk benizli, ak saçlı ihtiyar kadınlardan biriydi. Bunların zarif bir gülümseyişi vardır; içlerinden kabartılmış roplar giyerler, başlarındaki hotozun modası ise bilinmez. XV. Louis asrının yetmişlik kadın resimlerini andıran bu hanımlar sanki hâlâ birini seviyormuş gibi hemen daima okşayıcı ve tatlı dillidirler. Sofu olmaktan çok dindar olurlar ama göründüklerinden daha az dindardır onlar. Saça sürülen pudra kokarlar hep. Hoşsohbettirler, güzel konuşurlar; bir şakadan çok bir anıya gülerler. Günün olayları hoşlarına gitmez.

Yaşlı bir oda hizmetçisi, kontese (İhtilalden sonra taşıyamaz olduğu bu unvanı yeniden taşıyabilecekti artık.) İspanya Savaşı başlayalı beri görmediği bir yeğeninin geldiğini haber verince gözlüklerini hemen çıkardı. İçinde XIV. ve XV. Louis zamanındaki saray ileri gelenlerinin resimleri ile birtakım anılar, fıkralar bulunan, okumaktan çok hoşlandığı kitabı kapadı. Sonra eski çevikliğini az çok elde ederek, karı koca peronun basamaklarını çıkarlarken o da oraya geldi.

Teyze ile Julie birbirlerine çabucak bir göz attılar.

Albay, yaşlı kadını kavrayıp şapır şupur öperek, “Günaydın teyzeciğim.” dedi. “Genç birisini getiriyorum size, ona göz kulak olasınız diye. Hazinemi size emanet edeceğim. Julie’ciğim ne şuhtur ne kıskanç. Melek gibi yumuşak başlıdır…” Biraz durakladıktan sonra ekledi, “Burada bozulmaz umarım.”

Kontes ona alaylı alaylı bakarak, “Seni yaramaz seni!” dedi.

Sevimli bir tavırla ilkin kendisi davranarak Julie’yi öpmek istedi. Genç kadın düşünceli düşünceli duruyordu, merak beslemekten çok çekingen bir hâli vardı. Kontes, “Seninle tanışacağız demek, yavrucuğum.” diye devam etti. “Benden korkma pek, gençlerle de genç olmaya çalışırım çünkü.”

Taşrada âdet olduğu gibi kontes iki konuğu için öğle yemeği hazırlanmasını salona gelmeden önce söylemişti. Fakat kont ciddi bir tavırla, “Ancak konak yerinde atların değişmesi için harcanacak zaman kadar kalabileceğim burada.” diyerek kadıncağızın lafını ağzında bıraktı. Bunun üzerine üç hısım hemen salona girdiler; albay da kendisini, genç karısını barındırmasını ondan istemek zorunda bırakan siyasi ve askerî olayları büyük teyzesine anlatmak için zar-zor vakit bulabildi.

O bunları anlatırken teyze sıra ile ha bire konuşan yeğenine ve kederli, soluk benizli oluşunu bu ayrılık zorunluluğuna yorduğu gelinine bakıyordu; kendi kendine, Heh heh, birbirlerini seviyorlar bu gençler! der gibi bir hâli vardı.

O sırada sessiz eski avluda kırbaçların şakladığı işitildi. Avlunun taşları arasında ot kümeleri bitmişti. Victor, kontesi yine kucakladı ve evden dışarıya fırladı. Arabaya kadar peşinden gelmiş olan karısına da “Hoşça kal sevgilim!” dedi.

Julie tatlı bir sesle, “Victor, bırak da daha uzaklara kadar gideyim seninle.” dedi. “Hiç ayrılmak istemiyorum senden…”

“Nasıl olur canım?”

Julie, “Mademki öyle, güle güle git hadi!..” dedi.

Araba gözden kayboldu.

Kontes, yaşlı kadınların gençlere yönelttikleri o bilgiç bakışlardan biriyle gelinini âdeta sorguya çekerek, “Victor’cuğumu çok seviyorsun demek, ha?” dedi.

Julie cevap verdi, “Evet, öyle, teyzeciğim. Zaten bir erkekle evlenmek için onu sevmek gerek, değil mi ya?”

Bu son sözler, aynı zamanda temiz bir yüreği veya derin sırları açığa vuran saf bir eda ile daha belirli hâle sokulmuştu. Yoksa Duclos ile Mareşal de Richelieu ile dostluk kurmuş bir kadın için, bu genç karı kocanın evliliklerindeki sırrı sezmeye çalışmamak, olacak iş değildi. Teyze ile gelin o sırada arabanın çıktığı kapının eşiğinde durmuşlar, onun uzaklaşmasını seyrediyorlardı. Kontes d’Aiglemont’nun gözlerinde, Markiz de Listomere -Landon’nun anladığı manada sevgi yoktu. Kendisi Provence’lı, yani Güneyli olduğundan, tutkuları da zorlu olmuştu. Gelinine, “Gönlünü yeğenim olacak o haylaza kaptırdın demek, ha?” diye sordu.

Kontes d’Aiglemont elinde olmadan irkildi. Vaktiyle nice canlar yakmış bu yaşlı kadının edası ve bakışı, Victor’un karakteri üzerinde onun, kendisine göre daha derin bilgi sahibi olduğunu anlatır gibi geldi. Bunun üzerine kaygılanan Madam d’Aiglemont, acı çeken saf yüreklerin ilk sığınağı olan o duyguları beceriksizce gizleme yolunu tuttu.

Madam de Listomere, Julie’nin cevaplarıyla yetindi. Tek başına sürdüğü hayatın, bir sevgi sırrı ile şenleneceğini düşünerek sevindi. Gelini, eğlenceli bir macerayı sürdürmek niyetindeymiş gibi göründü ona. Madam d’Aiglemont yaldızlı çerçevelere geçirilmiş duvar halıları ile süslü büyük bir salona girdi; harıl harıl yanan bir ateşin başına oturdu; pencerelerden gelen ayazdan bir Çin paravanası koruyordu onu fakat kederi dağılmadı bir türlü. Böylesine eski, tahta lambriler altında, asırlık mobilyalar arasında neşelenmesine imkân yoktu. Ama genç Parisli kadın bu derin yalnızlığın ve resmiyet dolu bu taşra sessizliğinin içine girmekten yine de bir çeşit zevk duydu. Vaktiyle, yeni evlendiği sırada gelin sıfatıyla bir mektup yazdığı bu teyze ile birkaç söz etti sonra da bir operanın müziğini dinliyormuş gibi sessiz sessiz durdu.

Ancak dilsizlere yaraşan bir suskunlukla geçen iki saatten sonradır ki teyzesine kaba davrandığını fark etti, ona sadece soğuk cevaplar vermiş olduğunu hatırladı. Eski zaman insanlarını niteleyen o sevimlilik dolu içgüdü ile yaşlı kadın, gelininin kaprisini hoş görmüştü.

O sırada yün örüyordu. Gerçi kontesin yatacağı yeşil odanın hazırlanmasına göz kulak olmak için birkaç kez dışarıya çıkmıştı; evdeki hizmetçiler de buraya bavulları yerleştiriyorlardı ama sonra gidip yine büyük bir koltuktaki yerine oturmuştu ve kaçamak bakışlarla genç kadına bakıyordu. Julie bir türlü karşı koyamadığı düşüncelerine kendini bıraktığı için utanmıştı. Bu hâliyle yine kendisi alay ederek, kendini bağışlatmaya çalıştı.

Teyze, “Dulların hâlinden anlarız biz, yavrucuğum.” diye cevap verdi.

Yaşlı hanımın dudaklarındaki alaylı ifadeyi sezmek için, insanın kırk yaşında olması gerekti. Ertesi gün kontes çok düzeldi, konuştu. Madam de Listomere ilkin yabani, aptal bir yaratık gibi gördüğü bu genç gelini hâle yola koymaktan umudunu kesmiyordu artık. Oturdukları yerin eğlencelerinden, gidebilecekleri balolardan, toplantılardan söz etti ona. O gün akşama dek markizin bütün soruları birer tuzak oldu.

Eskiden sarayda edindiği alışkanlıkla, gelininin huyunu, ahlakını anlamak için ona böyle tuzaklar kurmaktan kendini alamadı. Julie gidip dışarıda eğlenmesi, oyalanması için birkaç gün süre ile kendisine yapılan bütün ısrarlara karşı koydu. Güzel gelinini böbürlene böbürlene yanında gezdirmek için beslediği hevese rağmen, yaşlı kadın sonunda, onu toplum içine götürme isteğinden vazgeçti. Kontes yalnızlığına ve kederine bahane olarak, babasının ölümü yüzünden duyduğu acıyı bulmuştu, hâlâ onun yasını tutuyordu nitekim.

Aradan bir hafta geçince, yaşlı hanım Julie’nin melek gibi uysallığına, alçak gönüllü sevimliliğine, hoş görür zihniyetine hayran kaldı. Ondan sonra da bu körpe yüreği kemiren esrarlı hüzne çok yakın bir ilgi duydu. Kontes sevimli olmak için yaratılmış ve mutluluğu da sanki yanlarında getiren kadınlardan biriydi. Madam de Listomere gelininin yanında bulunmasından öylesine hoşlandı, buna öylesine değer verdi ki onun için deli divane oldu, ondan ayrılmak istemedi artık.

Aralarında ölümsüz bir dostluk bağının kurulması için bir ay yetti. Yaşlı hanım, Madam d’Aiglemont’nun çehresinde olup biten değişiklikleri görerek şaşırmaktan kendini alamadı. Kontesin tenini aydınlatan canlı renkler yavaş yavaş söndü; yüzünde donuk, soluk tonlar belirdi. İlk günlerdeki pırıl pırıllığını yitirirken, Julie daha az kederli bir hâl alıyordu. Ara sıra yaşlı hanımın, genç hısmında sevinç gösterilerine veya delice gülüşlere yol açtığı oluyordu ama rahatsız edici bir düşünce çok geçmeden yarıda bırakıyordu bunları. Madam de Listomere, gelininin yaşantısını gölgeleyen derin hüznün nedeninin ne babasının anısı ne de Victor’un orada bulunmayışı olduğunu sezdi. Sonra o denli kötü kuşkulara kapıldı ki derdin gerçek nedeni üzerinde durmak güç oldu onun için; çünkü gerçekle belki ancak bir rastlantı sonucu karşılaşırız.

Nihayet bir gün Julie, teyzesinin şaşkın gözleri önünde evliliği büsbütün unutmuş gibi bir tavır takındı; yaramaz bir genç kız gibi çılgınlıklar yaptı, küçük yaştakilere yaraşan bir düşüncesizlik, bir çocukluk gösterdi ki bütün bu ince, bazen de çok derin davranışlar, Fransa’da genç insanların ayırıcı vasfıdır. Bunun üzerine Madam de Listomere, en tabii hâli duygularını anlaşılmaz bir biçimde gizlemek olan bu ruhun sırlarını çözmeye karar verdi. Neredeyse gece olacaktı, iki kadın sokağa bakan bir pencerenin önünde oturmuşlardı. Julie yine düşünceli bir tavır takınmıştı, o sırada sokaktan bir atlı geçti.

Yaşlı hanım, “İşte senin kurbanlarından biri.” dedi.

Madam d’Aiglemont kaygıyla karışık bir şaşkınlık göstererek teyzeye baktı.

‘‘Genç bir İngiliz’dir bu. Kişizadedir, saygıdeğer Arthur Osmond, Lord Grenville’in büyük oğlu. İlginç bir hikâyesi var: Montpellier’ye 1802’de gelmiş. Hekimler yollamışlar onu. Buranın havasının ciğerlerindeki, ölümüne yol açacak bir hastalığı iyileştireceğini umuyorlarmış. Savaş sırasında Bonapart, bütün yurttaşları gibi onu da tutuklatmış: Bu canavar savaşmadan edemez çünkü. Bu genç İngiliz de vakit geçirmek için öldürücü sanılan kendi hastalığını incelemeye koyulmuş. Kendi de farkında olmaksızın anatomiden, tıptan hoşlanmaya başlamış. Bu bilim kollarına büyük ilgi duymuş ki yüksek sınıftan bir kimse için bu, çok olağanüstü bir şeydir. Fakat kral naibi de kimyaya merak sardırmıştı ya! Sözün kısası, Mr. Arthur, Montpellier’deki profesörleri bile şaşırtan ilerlemeler kaydetmiş. Öğrenim, ona tutsaklığının acısını unutturmuş, aynı zamanda da tamamen iyileşmiş. Söylendiğine göre iki yıl hiç konuşmadan durmuş, seyrek soluk almış, bir ahırda yatmış hep, İsviçre’den gelen bir ineğin sütünü içmiş, dereotu yiyerek karnını doyurmuş. Tours’a geleli beri hiç kimseyle görüşmedi, tavus kuşu gibi kurumlu. Ama muhakkak ki onun gönlünü çaldın sen. Buraya geldin geleli bizim pencerelerin önünden günde iki kez benim için geçmiyor herhâlde… Kuşku yok, seviyor seni.”

Bu son sözler kontesi sanki büyülü bir tarzda uyandırıverdi. Elinde olmadan bir hareket yaptı, gülümsedi, bu hâli de markizi şaşırttı. En ciddi kadın bile bir erkeğin kendisi yüzünden acı çektiğini öğrenince içgüdüsel bir hoşnutluk duyar. Bu tür bir hoşnutluk göstermek şöyle dursun, Julie’nin bakışı donuktu, soğuktu. Yüzünde dehşete yakın bir tiksinme duygusu belirmişti. Onun bu hâli, bir tek insanın yararına olarak herkesten uzak duran bir kadına yaraşır cinsten değildi. Böyle bir kadın bu gibi bin hâlde gülmesini, şakalaşmasını bilir. Oysa hayır, Julie’nin o anda çok yakın bir tehlikenin kendisini hâlâ hissettiren acısını duyar gibi bir hâli vardı. Gelininin, yeğenini sevmediğini iyice anlamış olan teyze, onun hiç kimseyi sevmediğini keşfedince şaştı kaldı. Jülie’de kırık bir gönül; bir günlük, belki bir gecelik denemeyle Victor’un hiçliğini anlayabilmiş bir genç kadın kişiliğini sezmenin korkusuyla titredi, Julie onu tanıdıysa benim yeğen çok geçmeden evliliğin sakıncalarına katlanacak, diye düşündü.

Madam de Listomere o sıralarda Julie’yi de XV. Louis Dönemi’nin kralcı doktrinlerinden yana etmeyi tasarlıyordu. Fakat birkaç saat sonra kontesin mahzunluğuna yol açan ve toplum içinde epey sık rastlanan durumu öğrendi, daha doğrusu sezdi.

Birdenbire düşünceli bir hâl alan Julie, odasına her zamankinden daha erken çekildi. Oda hizmetçisi onu soyup yatmaya hazır hâlde bırakınca sarı kadifeden bir şezlonga uzanmış olduğu hâlde ateşin karşısında kalakaldı. Bu modası geçmiş mobilya, üzgün insanların olduğu kadar mutlu kişilerin de işine yarar. Genç kadın ağladı, sızladı, düşündü… Sonra bir küçük masanın başına geçti, bir kâğıt alarak bir şeyler yazmaya başladı. Saatler çabucak geçti. Julie’nin bu mektupta açıkladığı şeylerin kendisini çok sıkar gibi bir hâli vardı. Her cümleden sonra uzun uzun hayallere dalıyordu. Genç kadın birdenbire hüngür hüngür ağlamaya başlayarak durdu. O sırada da saatler ikiyi çaldı. Can çekişen bir kadınınki gibi ağırlaşan başı, göğsüne doğru eğildi. Sonra başını kaldırınca Julie, teyzesinin birdenbire çıkageldiğini gördü. Sanki duvarda asılı halılardan ayrılıp çıkıvermiş bir kimse hâli vardı onda.

Teyze, “Neyin var yavrum?” dedi ona. “Niçin bu saatlere dek uyumadın, hele sen yaşta bir kimse tek başına ağlar mı hiç?”

Teklifsiz bir tavırla gelininin yanına oturdu, onun yazmaya başladığı mektuba yiyecek gibi baktı.

“Kocana mı mektup yazıyordun?”

Kontes, “Nerede olduğunu biliyor muyum?” dedi.

Teyze kâğıdı alıp okudu. Gözlüklerini getirmişti, önceden tasarlamıştı bu işi. Zavallı Julie, onun mektubu elinden alışına hiç ses çıkarmadı. Kendisini iradeden böyle tamamen yoksun bırakan şey ne haysiyet yokluğu ne de gizli bir suçluluk duygusu idi. Hayır, teyzesi o anda ruhun zembereğinin boşandığı, insanın iyi veya kötü hiçbir şeye, sessizliğe de güven duygusuna da aldırmadığı bunalım anlarından biriyle karşılaşmıştı. Sevgilisini küçümseyen fakat geceleyin kendisini çok kederli, çok kimsesiz bulduğu için onu arzulayan; acılarına ortak olacak bir gönüle rastlamak isteyen namuslu bir kız gibi Julie de nezaket kuralları gereğince açık da olsa okunmaması gereken bir mektubun okunmasına tek söz söylemeden razı oldu. Markiz mektubu okurken o da sessiz sessiz durdu.

Sevgili Louisa, diyordu mektup… Yüzü gözü açılmamış iki genç kızın birbirlerine verdikleri çok ihtiyatsızca bir sözün ille de tutulmasını niçin bunca defa istemeli? “Sorduklarıma altı aydır neden cevap vermedi acaba, deyip duruyorum kendi kendime.” diye yazıyorsun. Susuşumun nedenini anlamadınsa açıklayacağım sırları öğrenerek bunu bugün kavrayacaksın belki. Yakında evleneceğini haber vermeseydin ben bu sırları bir daha açıklamamacasına yüreğimin derinliklerine gömecektim.

Demek evleneceksin Louisa. Bu düşünce irkiltiyor beni. Evlen bakalım, zavallı yavrucak! Sonra birkaç ay geçince, eski hâlimizi anımsayarak çok iç burkucu pişmanlıklardan birini duyacaksın. Hani Ecouen’daydık da bir akşam ikimiz de dağdaki en ulu meşelerin altına gelmiştik. Ayaklarımızın altında uzanan güzel vadiye bakmış, batan güneşin bizi parıltılarıyla saran ışınlarını hayran hayran seyretmiştik.

Bir kayanın üstüne oturduk, kendimizden geçtik âdeta, peşinden de çok tatlı bir hüzün kapladı içimizi. Uzaklardaki bu güneşin bize geleceği haber verdiğini ilk bulan, sen oldun. Çok meraklıydık, çok çılgındık o zamanlar! Bütün o çılgınlıklarımızı hatırlıyor musun? “İki sevgili gibi kucaklaşıp öpüştük.” diyorduk. İçimizden ilk evlenecek olanın evliliğin sırlarını, çocuksu ruhlarımızın bize çok tatlı şeyler gibi gösterdiği o sevinçleri ötekine olduğu gibi anlatacağına ant içtik. O geceyi yaşayınca umutsuzluğa kapılacaksın Louisa. O zamanlar gençtin, güzeldin, mutlu değil idiysen bile hiçbir şeye aldırdığın yoktu. Bir koca seni birkaç gün içinde benim gibi çirkin, acılı, yaşlı hâle sokacak. Albay Victor d’Aiglemont ile evlendiğim için ne denli böbürlendiğimi, boş bir gurura kapıldığımı, sevindiğimi sana anlatmak delilik olur! Hatta sana nasıl söyleyeyim, bilmem ki kendimi hatırlamıyorum bile artık… Kısacık bir an içinde çocukluğum bir düş gibi oluverdi. Kapsamını kavrayamadığım bir bağı ebedileştiren o büyük gün boyunca olan davranışım, takazalara yol açmaktan geri durmadı. Babam sevincimi birkaç kez yatıştırmaya çalıştı. Herkesin yersiz bulduğu bir neşe gösteriyordum çünkü. Sözlerimde muziplik diye bir şey yoktu ama herkes muziplik buluyordu onlarda. O duvakla, o gelinlikle, o çiçeklerle bin türlü çocukluk yapıyordum… Gösterişli bir şekilde götürüldüğüm odada akşam yalnız kalınca, Victor’u meraklandırmak için bir muziplik düşündüm. Eskiden, yılbaşı günleri hediyelerin yığılı durduğu odaya, kimseye görünmeden süzüldüğüm sırada, yüreğim küt küt atardı. Victor’un gelişini beklerken yüreğim yine öyle çarpıyordu. Kocam içeriye girip de beni arayınca, her yanımı saran muslinlerin altından kopardığım boğuk kahkaha, çocukluğumuzun oyunlarını renklendiren o tatlı neşenin son gösterisi oldu…

Yaşlı hanım böyle başlayan ve içinde birçok acı gözlemler bulunan bu mektubu okuyup bitirince gözlüklerini ağır ağır masanın üstüne koydu, mektubu da hemencecik oraya bıraktı ve yeşil gözlerini gelininin üzerine dikti. Yaşlılık, bu gözlerdeki berrak ışıltıyı donuklaştırmamıştı henüz.

“Yavrum…” dedi. “Evli bir kadın terbiye kurallarını çiğnemeden genç bir kıza bu gibi şeyleri yazamaz…”

Julie teyzesinin sözünü keserek, “Ben de öyle düşündüm.” dedi. “Siz mektubu okurken kendimden utanıyordum…”

Yaşlı kadın babacan bir tavırla devam etti, “Sofrada bir yemek hoşumuza gitmediyse ondan başkalarını da tiksindirmemek gerek. Özellikle şu sebepten ki Havva anamızdan bize kadar evlilik, çok güzel bir şey gibi görünmüştür…” Sonra sordu: “Annen yok mu senin?”

Kontes irkildi sonra başını yavaşça kaldırarak, “Bir yıldır annem yok diye birkaç kez üzüldüm.” dedi. “Ama asıl Victor’u damatlığa istemeyen babamın bu isteksizliğini dinlemeyerek yanlış davrandım.”

Teyzesine baktı, o yaşlı çehrede beliren iyilik ifadesini görünce de gözlerindeki yaşları, bir sevinç ürpertisi kurutuverdi. Körpe elini, onu bekler gibi duran markize uzattı. Parmakları birbirlerini sıktığı zaman bu iki kadın da birbirlerini anlama işini tamamladılar. Markiz, “Zavallı öksüz!” diye ekledi.

Bu söz Julie için son bir aydınlatıcı düşünce oldu. Babasının kehanette bulunan sesini yine işitti sanki.

Yaşlı kadın, “Ellerin ateş gibi! Her zaman öyle mi bunlar?” diye sordu.

Julie, “Sıtmam geçeli yedi sekiz gün oldu.” dedi.

“Sıtman vardı da benden gizliyordun, ha?”

Julie bir çeşit edepli kaygıyla, “Bir senedir sıtma çekiyorum.” dedi.

Teyze devam etti, “Evlilik senin için bugüne dek uzun bir ızdıraptan başka şey olmadı demek, öyle mi yavrum?”

Genç kadın cevap vermeye yürek bulamadı kendinde ama çektiği bütün acıları açığa vuran ve “evet” anlamına gelen bir hareket yaptı.

“Mutsuzsun şu hâlde?”

“Yooo, hayır teyzeciğim! Victor beni tapınırcasına seviyor, ben de çok seviyorum onu, öyle iyi ki!..”

“Evet, seviyorsun onu ama ondan da kaçıyorsun, değil mi?”

“Evet… Ara sıra… Çok sık üstüme düşüyor.”

“Yalnız olduğunda gelip seni o hâlde yakalayacak diye çoğu zaman korktuğun olmuyor mu?”

“Ne yazık ki evet teyzeciğim ama inanın ki çok seviyorum onu.”

“Onun zevklerini paylaşamadığın veya paylaşmasını bilemediğin için gizliden gizliye kendini suçladığın olmuyor mu? Yasak bir sevgiye göre meşru bir sevgi beslemenin daha güç olduğunu hiç düşünmedin mi?”

Julie ağlayarak, “Tamam, doğru söylediniz.” dedi. “Benim için her şey bir bilmece iken siz, her şeyi sezip biliyorsunuz. Duygularım uyuşmuş hâlde, kafamda düşünce diye bir şey yok, kısacası zar zor yaşıyorum. Ruhum ne olduğu anlatılamaz, belirsiz bir korkunun baskısı altında. Bu korku duygularımı buz gibi soğutuyor, sürekli bir uyuşukluk içine atıyor beni. Sızlanmak için ses çıkaramıyorum; çektiğim acıyı anlatacak sözleri bulamıyorum. Acı çekiyorum, Victor’un beni öldüren şey yüzünden mutlu olduğunu görünce de acı çektiğim için utanç duyuyorum.”

Teyzenin neşeli yüzü birdenbire keyifli bir gülümseyişle ışıldadı. Gençliğinden kalma neşe yansımalarıydı bunlar, “Çocukluk, aptallık bütün bunlar!” diye bağırdı.

Genç kadın umutsuzlukla, “Siz de gülüyorsunuz demek…” dedi.

Markiz hemencecik devam etti, “Böyleyimdir ben. Şimdi Victor seni yalnız bıraktı ya yeniden genç kızlığa dönmedin mi rahatlamadın mı? Zevklerin yok ama acıların da yok, değil mi?”

Julie’nin gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı.

“Sözün kısası yavrum, Victor’u tapınırcasına seviyorsun, değil mi? Ama karısı olmaktansa kız kardeşi olmayı daha çok isterdin, evlilik de senin başaracağın iş değil, öyle mi?”

“Evet, öyle teyzeciğim. Neden gülümsüyorsunuz ama?”

“Haklısın yavrucuğum; bütün bunların hiç de iç açıcı bir yanı yok. Seni kanadımın altına alıp korumazsam eski tecrübeme dayanarak da duyduğun acıların çok masum olan nedenini sezemezsem ileride başına birçok felaket gelebilir. Yeğenim olacak aptal, mutluluğunu hak etmemiş! Çok sevgili kralımız XV. Louis’nin saltanat döneminde, senin durumunda olan bir genç kadın; böyle münasebetsizlikler ettiği için kocasını çok geçmeden cezalandırırdı. Bencil herif! O imparator olacak tiranın askerleri de bilgisiz birtakım adamlar. Kabalığı çapkınlık sanıyorlar, sevmeyi bilmedikleri gibi kadınları da tanımıyorlar. Bir gün sonra ölüme gidecek olmaları, bir gün önce biz kadınlara karşı terbiyeli, nazik davranmaktan kendilerini bağışık tutacak sanıyorlar. Eskiden erkekler, zamanında ve yerinde sevmeyi de ölmeyi de bilirlerdi. Sevgili yeğenim, kocanı adam edeceğim ben. Aranızdaki acıklı anlaşmazlığı oldukça tabii bulmak gerek. Sonunda birbirinizden nefret etmenize yol açacak bu, boşanmaya kalkacaksınız ama ara yerde umutsuzluğa kapılıp ölmezseniz. İşte ben bu anlaşmazlığa son vereceğim.”

₺25,06

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-99850-4-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap