Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Otuz Yaşındaki Kadın», sayfa 3

Yazı tipi:

Julie, teyzesini hayretle olduğu kadar şaşkınlıkla da dinliyordu. İçlerinde gizli olan sağduyuyu anlamadığı fakat sezdiği bu sözleri duyunca afallamıştı. Görmüş geçirmiş bir hısmın ağzından fakat daha yumuşak bir biçim altında, Victor için babasının söylediği yargıyı yeniden işittiği için de çok korkmuştu. Geleceğini hemen seziverdi belki ve üzerine çökecek felaketlerin ağırlığını da duydu herhâlde. Hüngür hüngür ağlamaya başladı çünkü ve “Bana anne olun siz.” diyerek yaşlı hanımın kolları arasına atıldı.

Teyze ağlamadı; Devrim eski krallık dönemi kadınlarının gözlerinde az yaş bırakmıştı çünkü. Eskiden sevgi, daha sonra da Devrim’in Tethiş dönemi onları en acıklı durumlarla içli dışlı etmişti. Bu yüzden, yaşamın tehlikeleri arasında soğuk bir vakarı, içten fakat fazla gösterişli olmayan bir sevgiyi muhafaza edebiliyorlardı. Bu da onlara görgü kurallarına ve bir davranış asilliğine daima bağlı kalmak imkânını veriyordu ki yeni töreler bu türlü şeyleri bir yana bırakmak gibi bir hata işlemişlerdir. Yaşlı hanım genç kadını kolları arasına aldı, onu bu kadınların gönüllerinden çok davranışlarında bulunan bir şefkat ve bir sevimlilikle alnından öptü. Tatlı sözlerle gelinini nazlandırdı, mutlu bir gelecek vadetti ona; yatağına yatmasına yardım ederken, ona sanki kendi kızıymış gibi aşk ninnileri söyledi. Sevgili bir kız ki onun umudunu da kederlerini de benimsiyordu. Gelininin kişiliğinde kendini yine gençleşmiş, yine toy, yine güzel buluyordu.

Kontes bundan böyle kendisine her şeyini söyleyebileceği bir arkadaş, bir anne bulmuş olmaktan mutlu, uyuyakaldı. Ertesi gün teyze ile gelin duygularda bir ilerleme, iki ruh arasında daha tam bir kaynaşma olduğunu ispatlayan o derin içtenlikle, o anlaşma edasıyla öpüştükleri sırada bir atın nal seslerini duydular. Başlarını aynı anda çevirdiler ve genç İngiliz’in her zamanki gibi ağır ağır geçtiğini gördüler. Bu iki yalnız kadının sürdükleri hayat üzerinde az çok bir inceleme yapmışa benziyor ve öğle yemekleriyle akşam yemeklerinde orada bulunmaktan hiçbir zaman geri kalmıyordu. Atı, haber vermeye ihtiyaç kalmadan adımlarını yavaşlatıyordu. Sonra yemek odasının iki penceresi arasındaki mesafeyi aşmak için harcadığı zaman boyunca Arthur, oraya mahzun mahzun bakıyordu. Kontes çoğu zaman onu küçümsüyor, kendisine dikkat bile etmiyordu. Fakat taşra hayatını canlandırmak için en küçük şeylere bile gösterilen ve üstün ruhlu insanların kendilerini güçlükle uzak tuttukları o aşağılık meraklara alışık olan markiz, İngiliz’in çok üstü kapalı olarak ifade ettiği utangaç, ağırbaşlı sevgiden hoşlanıyordu. Düzenli olarak tekrarlanan bu bakışlar, markiz için bir alışkanlık hâline gelmişti ve her gün, Arthur’un geçtiğini yeni yeni şakalarla haber veriyordu. Sofraya otururken iki kadın da aynı zamanda İngiliz’e baktılar. Julie ile Arthur’un gözleri bu kez öylesine belirli duygularla rastlaştılar ki genç kadın kızardı. İngiliz hemen atını kamçıladı, dörtnala uzaklaştı.

Julie, teyzesine, “İyi ama ne yapmak gerek?” dedi. “Bu İngiliz’in geçtiğini gören kimseler benim için ne düşünürler kim bilir…”

Teyze onun sözünü keserek, “Evet.” dedi.

“Öyleyse buralarda böyle dolaşma, diyemez miyim ona?’’

“Bu onda, tehlikeli olduğu gibi bir düşünce uyandırmaz mı? Hem zaten bir kimseyi canının istediği yere gidip gelmekten alıkoyabilir misin? Yarın artık bu odada yemek yemeyiz. Bizi burada göremeyince de genç kişizade seni pencereden sevmekten vazgeçecektir. İşte yavrucuğum, toplum hayatına alışık, görgülü bir kadın böyle davranır.’’

Fakat Julie’nin mutsuzluğunun tam olması mukadderdi. İki kadın sofradan henüz kalkmışlardı ki Victor’un oda uşağı birden çıkageldi. Sapa yollardan geçerek Bourges’dan doludizgin gelmiş, kontese kocasından bir mektup getirmişti. İmparatordan ayrılmış olan Victor, karısına; imparatorluk rejiminin yıkıldığını, Paris’in düştüğünü ve Fransa’nın her yanında Bourbon hanedanı için coşkun bir sevgi gösterildiğini haber ediyordu. Fakat Tours’a kadar nasıl geleceğini bilemediğinden, karısından hemen Orleans’ya gelmesini rica ediyordu. Kendisi de kontes için hazırlanmış pasaportlarla orada bulunabileceğini umuyordu. Eski bir asker olan bu oda uşağı, Tours’dan Orleans’ya kadar Julie’ye eşlik edecekti. Victor bu yolun henüz açık olduğunu sanıyordu.

Oda uşağı, “Kaybedecek bir dakikanız bile yok hanımefendi!” dedi. “Prusyalılar, Avusturyalılar ve İngilizler Blois’da yahut Orleans’da birleşmek üzereler…”

Genç kadın birkaç saat içinde hazırlandı ve teyzenin kendisine verdiği eski bir araba ile yola çıktı…

Julie d’Aiglemont onu kucaklayıp öperken, “Niçin siz de bizimle Paris’e gelmiyorsunuz?” dedi. “Şimdi Bourbon’lar yine tahta çıkacaklarına göre, belki de bulursunuz orada…”

“Bu umulmadık dönüş olmasa yine de giderdim yavrucuğum; öğütlerim sizler, yani hem Victor için hem senin için çok gerekli. Onun için ben de sizinle orada buluşmak üzere bütün hazırlıklarımı yapacağım.”

Julie yanında oda hizmetçisiyle yaşlı asker olduğu hâlde yola çıktı. Asker, arabanın yanı sıra giderek hanımının güvenliğini sağlıyordu. Geceleyin Blois’dan önceki bir konak yerine geldikleri sırada, Julie kendi arabasının peşinden bir arabanın geldiğini işiterek kaygılandı. Amboise’dan beri peşlerini bırakmamıştı bu araba. Kadın bu yol arkadaşlarının kimler olduğunu görmek için arabanın penceresinden baktı. Ay ışığı sayesinde Arthur’u görebildi. Üç adım ileride durmuş, gözlerini genç kadının arabasına dikmişti. Göz göze geldiler. Kontes hemen arabanın içine çekildi ama kendisini irkilten bir korku duygusuyla yaptı bunu. Gerçekten toy ve tecrübesiz çoğu genç kadınlar gibi elinde olmaksızın bir erkekte uyandırdığı sevgide bir suç görmekteydi. Böylesine cüretli bir saldırı karşısında belki de aczini anlamış olmanın kendisine verdiği içgüdüsel bir korku duyuyordu.

Erkeğin en güçlü silahlarından biri, doğuştan hareketli olan muhayyilesi bir kovalanıştan korkmuş veya incinmiş bir kadını, kendisiyle meşgul ettiren o zorlu kudrettir. Kontes, teyzesinin öğüdünü anımsadı ve bu yolculuk boyunca hep arabasının içinde kalmayı, hiç dışarıya çıkmamayı kararlaştırdı. Fakat her konak yerinde, Ingiliz’in iki arabanın çevresinde gezindiğini işitiyordu. Sonra yolda onun arabasının rahatsız edici gürültüsü, Julie’nin kulaklarında çınlıyordu boyuna. Genç kadın çok geçmeden, Hele Victor’la bir buluşayım, o beni bu acayip rahatsızlıktan kurtarmayı başarır, diye düşündü.

Peki ama ya bu delikanlı beni sevmiyorsa?

Aklından geçen bütün düşüncelerin sonuncusu oldu bu. Orleans’ya gelince Prusyalılar arabasını durdurdular; bir hanın avlusuna götürdüler, başına askerler diktiler. Karşı koymak imkânsızdı. Yabancılar, arabadan kimseyi çıkarmamak için emir aldıklarını sert işaretlerle üç yolcuya bildirdiler. Tütün içen, gülüşen, ara sıra da küstahça bir merakla kendisine bakan askerlerin ortasında, kontes tam iki saat ağladı durdu. Fakat sonunda birkaç atın geldiğini duyarak arabadan bir çeşit saygı ile uzaklaştıklarını gördü. Çok geçmeden yüksek rütbeli bir yabancı subaylar topluluğu, arabanın çevresini sardı. Başlarında Avusturyalı bir general vardı; “Hanımefendi…” dedi, “Bağışlayın bizi. Yanlışlık oldu, hiç çekinmeden yolunuza devam edebilirsiniz. Buyurun şu pasaportu, bunu gösterince hiçbir sıkıntıyla karşılaşmayacaksınız artık…”

Kontes, titreyerek kâğıdı aldı, anlaşılmaz birkaç söz kekeledi. Generalin yanında Arthur’u görmüştü; sırtında, İngiliz subay üniforması vardı, hemen kurtulmuş olmasını da ona borçluydu herhâlde. Genç İngiliz hem memnun hem mahzun, başını çevirdi ve Julie’ye ancak kaçamak bakışlarla bakmaya cesaret edebildi. Pasaportun yardımıyla Madam d’Aiglemont hiçbir can sıkıcı olayla karşılaşmadan Paris’e ulaştı. Orada kocasıyla buluştu. İmparator Napolyon’a ettiği bağlılık yemininden artık kurtulan Victor’u, sonradan X. Charles adıyla Fransa tahtına çıkan Kont d’Artois çok iyi karşılamıştı. Ağabeyi Kral XVIII. Louis, Kont d’Artois’yı kendi vekilliğine atamıştı. Victor’a hassa kıtalarında yüksek bir rütbe verildi, kendisi neredeyse general sayılıyordu. Bununla birlikte, Bourbon’ların dönüşü dolayısıyla yapılan şenlikler arasında zavallı Julie’nin başına çok büyük bir felaket geldi ki bu sonradan onun yaşamını da etkileyecekti. Kontes de Listomere -Landon’yu kaybetti. Yaşlı hanım Tours’da Dük d’Angouleme’yu görünce hem sevinçten hem kalbine vuran damla hastalığından ölüverdi. Böylece, yaşı dolayısıyla Victor’u çekip çevirme hakkına sahip olan, ustalıklı öğütlerle karı kocanın daha iyi anlaşmalarını sağlayabilecek durumdaki tek insan, ölmüş bulunuyordu. Julie bu kaybı olanca genişliğiyle hissetti. Kocasıyla kendisi arasında kimse kalmamıştı artık. Fakat genç ve utangaç olduğundan, ilkin sızlanmaktansa acı çekmeyi yeğledi. İyi ahlaklı bir insan oluşu görevlerini savsamak cesaretini göstermesine veya acılarının nedenlerini araştırmaya kalkışmasına engel oluyordu. Acılarını dindirmek çok nazik bir iş olurdu çünkü Julie kendi genç kız utangaçlığını zedelemekten korkardı.

Krallığın tekrar kuruluşundan sonra M. d’Aiglemont’nun durumu üzerine de bir iki söz söyleyelim.

Birçok insana rastlarız ki bunların derin hiçliği, kendilerini tanıyanların çoğu için bir bilmece hâlindedir. Yüksek bir rütbe, çok iyi bir aileden gelmiş olma, önemli görevlerde bulunma, terbiye ve nezaketin az çok verdiği cila, davranışta biraz çekingenlik veya varlıklı olmanın yarattığı itibar, bunlar için birer bekçidir sanki. Eleştirilerin, yaşantılarının gizli derinliklerine dek inmelerine engel olurlar. Bu tür insanlar, krallara benzerler. Nitekim onların da gerçek boy bosları, huylarıyla ahlakları ne iyice bilinir ne de doğru olarak değerlendirilebilir. Ya çok uzaktan ya çok yakından görürsünüz bunları çünkü. Birtakım sözde meziyetlere sahip bu insanlar konuşacakları yerde sorarlar; başkalarının bakışlarını kendi üzerlerine çekmemek için onları öne sürmek ustalığını gösterirler. Sonra büyük bir hünerle her birini tutkularından veya çıkarlarından yakalarlar; kendilerine gerçekten üstün kimseleri parmaklarında oynatırlar, birer kukla hâline sokarlar ve kendilerine kadar indirdikleri için küçük sanırlar onları.

O zaman büyük düşüncelerin hareketliliğine karşı aşağılık fakat hareketsiz bir düşüncenin doğal zaferini elde ederler. Onun için bu boş kafaları yargılamak, onların olumsuz değerlerini tartmak için bir gözlemcinin üstün olmaktan çok ince bir zekâya, geniş bir görüşten çok sabra, yüksek ve büyük düşüncelerden çok kurnazlık ve ölçüye sahip olması gerektir. Bununla birlikte, zayıf yönlerini savunurken; bu dalavereciler ne denli ustalık gösterirlerse göstersinler eşlerini, annelerini, çocuklarını veya aile dostunu aldatmaları çok güçtür. Fakat az çok ortak şerefe dokunan bir konu üzerinde bu insanlar, hemen daima onların sırlarını saklarlar hatta çoğu zaman da bunların el âleme böyle caka satmalarında onlara yardımcı olurlar.

Aile arasında çevrilen bu dolaplar sayesinde birçok hödük kendilerini üstün kişiler diye yuttururlar ve böylece, herkesin hödük sandığı üstün kişilerin sayısını karşılamış olurlar. Bu yüzden toplum da hep aynı sayıda yetenekli insan yığınına sahipmiş gibi görünür. Şimdi de böyle bir kocanın karşısında akıllı, duygulu bir kadının oynaması gereken rolü düşünün. Acılarla, sevgi bağları ile dolu yaşantılar görmez misiniz? Bunların sevgi ve incelikle dolu gönüllerini yeryüzünde hiçbir şey mükâfatlandıramaz. Karakteri kuvvetli bir kadın böyle korkunç bir duruma düştü mü cinayetle sıyrılır bundan. Tıpkı Rus Çariçesi Katerina gibi ki ona da “büyük” demişlerdi oysa. Fakat bütün kadınlar bir taht üzerinde oturmamaktadırlar. Onun için de birtakım aile mutsuzlukları ile kıvranıp dururlar. Göze çarpmamakla birlikte, yine de korkunçtur bu mutsuzluklar. Yeryüzünde dertlerini hemen giderecek avuntular arayan kadınlar, görevlerine bağlı kalmak isteyince bir başka biçimde acı çekmekten gayri şey yapmazlar. Veya yerleşip kökleşmiş kuralları zevklerinin yararına çiğnerlerse, birtakım hatalar işlemiş olurlar. Bu düşüncelerin hepsi de Julie’nin gizli hikâyesine uygulanabilir.

Birçokları gibi albay ve iyi emir subayı olan, tehlikeli bir görevi çok iyi yerine getiren fakat az çok önemli bir kumandanlığı başarmaktan âciz olan Kont d’Aiglemont’ya, Napolyon iktidarda kaldığı sürece kimse imrenmedi. Herkes imparatorun tuttuğu; kendi hâlinde insanlardan biri saydı onu, askerlerin kendi aralarında, öteden beri iyi çocuk diye adlandırdıkları birisiydi o. Yeniden kurulan krallık rejimi, marki unvanını ona geri verdi, o da nankörlük etmedi hiç. Napolyon, Elbe Adası’ndan geri gelip yüz gün iktidarda kalınca, o da Bourbon’ların peşinden Belçika’daki Gand şehrine gitti. Bu mantık ve efendilerine bağlılık dolu davranış, vaktiyle, “Bizim damat, hep albay kalacak.” diyen kaynatasının kehanetini yalancı çıkardı. İkinci dönüşte tüm generalliğe yükseltilen, tekrar marki olan M. d’Aiglemont, üst meclise üye olma hevesine kapıldı, aşırı kralcıların gazetesi olan “Conservateur”nün düşünceleriyle politikasını benimsedi. Hiçbir şeyi gizlemeyen bir esrar havasına büründü. Ciddi ve sorguya çeken, az konuşkan tavırlar takındı, herkes de derin bir adam sandı onu.

Boyuna terbiyeli tavırların ardına gizleniyor, birtakım kurallara bağlı kalıyor, Paris’te Tanrı’nın günü piyasaya sürülen basmakalıp lafları ezberleyip bol bol harcıyordu ki bu laflar birtakım aptallara, büyük düşünceleri veya olayları anlatıyorlarmış gibi ufak para misali dağıtılır. Bu hâli gören kibar insanlar da zevk, bilgi sahibi bir kimse diye adını çıkardılar onun. Asillikle ilgili düşüncelerinde direndiği için, yüksek karakter sahibi olarak gösterildi. Eskisi gibi gamsız veya neşeli göründüğü zamanlar sözlerinin anlamsızlığında veya aptallığında başkaları üstü kapalı, diplomatça edalar seziyorlar; çoğu kimse, Ancak söylemek istediğini söylüyor o, diye düşünüyorlardı.

Meziyetleri de kusurları da işine yarıyordu. Yiğitliği askerlik alanında kendisine büyük bir ün sağlıyor, bunu da hiçbir şey yalancı çıkarmıyordu. Hiçbir zaman şef olarak kumanda etmemişti çünkü. Erkek ve soylu yüzünde geniş düşüncelerin ifadesi vardı, çehresindeki sahteliği ise yalnız karısı fark ediyordu. Adı var kendi yok meziyetlerini herkesin övdüğünü işittikçe, Marki d’Aiglemont sarayın en göze çarpan insanlarından biri olduğuna kendisi de inandı sonunda. Dış görünüşü sayesinde sarayda hoşa gitmesini bildi ve çeşitli değerli yönleri, itirazsız kabul edildi orada.

Bununla birlikte M. d’Aiglemont, evde alçak gönüllüydü. Karısı ne denli genç olursa olsun, onun üstünlüğünü içgüdüyle hissediyordu evde. Elinde olmadan gösterdiği saygıdan gizli bir kudret doğdu, markiz de yükü altına girmemek için gösterdiği bütün çabalara rağmen, bunu kabullenmek zorunda kaldı. Kocasının akıl hocası oldu, onun davranışlarını ve servetini yönetti. Bu tabiata aykırı etki onun için bir çeşit aşağılık durumu yarattı, yüreğine gömmekte olduğu birçok acının da kaynağı oldu. Başlangıçta, onda çok ince olan o kadınlık içgüdüsü, bir aptalı çekip çevirmektense değerli bir adama boyun eğmenin çok daha güzel şey olduğunu; erkek gibi düşünüp davranmak zorunda olan genç bir eşin ne kadın ne erkek olduğunu; kadınlığa özgü bütün dertleri yitirerek onun sevimliliklerinden de sıyrıldığını; toplum kurallarımızın yalnız erkeklere verdiği imtiyazlardan hiçbirine kadının sahip olamadığım hissettirdi ona.

Yaşantısında çok acı bir gülünçlük gizliydi. Kof bir puta tapmak, kendi koruyucusunu korumak zorunda değil miydi? O zavallı yaratık da sürekli bir bağlılığın karşılığı olarak onun önüne kocaların bencil sevgisini atıyor, onu yalnız kadın olarak görüyor; nelerden zevk aldığını öğrenmeye tenezzül etmiyor yahut çalışmıyor -ki bu da öbürü kadar derin bir hakaretti- kederli oluşunun, sararıp soluşunun neden ileri geldiğini araştırmıyordu. Kendilerinden daha akıllı bir kimsenin boyunduruğu altında olduklarını hisseden kocaların çoğu gibi Marki de Julie’deki beden zayıflığına bakıp ruhunun da zayıf olduğu sonucuna vararak kendi onurunu kurtarıyor; eş olarak kendisine hastalıklı bir genç kız verdi diye talihine küsüyordu. Sözün kısası, cellat olduğu hâlde kurban yerine koyuyordu kendini. Omuzlarına bu kasvetli yaşantının bütün felaketleri çökmüş olduğu hâlde markiz, üstelik o aptal kocasına gülümsemek, yas dolu bir evi çiçeklerle süslemek, gizli acıların sarartıp soldurduğu bir yüzde mutluluğun ışıltısını göstermek zorundaydı.

Bu şeref sorumluluğu, bu yüce fedakârlık genç markize kendisi de farkında olmadan kadınca bir vakar, bir namus bilinci verdi; bunlar da toplumun tehlikelerine karşı onu korumaya yaradı. Sonra bu yüreği derinliğine yoklamış olmak için söyleyelim, ilk ve saf genç kız aşkının sonuçlandığı gizli kapaklı mutsuzluk da gönül maceralarından soğuttu onu belki. O bunların ne büyüsünü ne de yasak fakat çıldırtıcı zevklerini kavrayabildi ki bunlar kimi kadınlara toplumun üzerine kurulu bulunduğu sağduyu kurallarını, namus ilkelerini unuttururlar. Madam de Listomere -Landon’nun eski tecrübesine dayanarak ona vadetmiş olduğu o tatlı anlardan, o hoş ahenkten bir rüyadaki gibi vazgeçti ve genç yaşta ölmeyi umarak acılarının sona ermesini boynu bükük bekledi. Touraine’den döndüğünden beri sağlık durumu her gün daha da kötüye gitmişti, yaşamak da çektiği acı ile ölçülü imiş gibi geliyordu ona. Hoş bir acı çekişti bu, görünürde zevkli bir hastalıktı hemen hemen işin derinine varmayanlar da şımarık bir metresin fantezisi sanabilirlerdi.

Hekimler, markize hep bir divana uzanıp yatmasını öğütlemişlerdi. O da çevresindeki çiçeklerin arasında, tıpkı onlar gibi sararıp soluyordu. Güçsüzlüğünden ötürü yürüyüşe çıkamıyor, hava alamıyordu. Kapalı bir araba ile dışarıya çıkabiliyordu ancak. Çevresinde modern lüksün ve bilginin yarattığı her şey, her zaman için vardı; o da bir hastadan çok nazlı, tembel bir kraliçeyi andırıyordu bu yüzden, belki de onun mutsuzluğundan ve güçsüzlüğünden hoşlanan; onu hep evde bulacaklarına güvenen; ileride de sağlık durumunun düzelmesi üzerine hesaplar yürüten birkaç dost gelip ona haberler getiriyorlar; Paris’te yaşamayı çok değişik hâle sokan o binlerce küçük olay hakkında bilgi veriyorlardı. Onun kederli hâli ciddi ve derin olmakla birlikte bolluğun, varlığın verdiği kederli hâldi demek, Markiz d’Aiglemont, kökünü kara bir böceğin kemirdiği güzel bir çiçeğe benziyordu. Ara sıra toplantılara, ziyaretlere gittiği oluyordu ama bunu zevk aldığı için değil de kocasının sahip olmak arzusunda bulunduğu durumun isteklerine saygı göstermek için yapıyordu. Sesi ve güzel şarkı söyleyişi, gittiği yerlerde bir genç kadının hemen her zaman hoşlanacağı alkışları toplamasına imkân sağlayabilirdi. Fakat ne duygulara ne de umutlara bağlayamayacağı başarılar ne işine yarardı onun? Kocası musikiyi sevmiyordu. Son olarak da genç kadın hemen her zaman, güzelliğinin çıkarcı birtakım ilgi, saygı gösterilerine yol açtığı salonlardan sıkılıyordu.

Durumu bir çeşit zalimce acımaya, kederli bir meraka yol açıyordu oralarda. Öteden beri ölüme yol açan bir iltihaplanmadan muzdaripti. Kadınların birbirlerinin kulaklarına söyledikleri bu hastalığa, bizim yeni söz dağarcığımız bir isim bulmuş değildi henüz. Yaşantısı sessizlik içinde geçiyordu ama hastalığının nedenini bilmeyen yoktu. Evlenmesine rağmen hep genç kız olarak kaldığından, herhangi bir bakış karşısında hemencecik utanıveriyordu. Yüzü kızarmasın diye de her zaman güleç ve neşeli görünüyordu. Yapmacık bir neşeli hâl takınıyor, her zaman iyi olduğunu söylüyor veya utangaç yalanlar uydurarak sağlık durumu üzerinde sualler sorulmasını önlüyordu. Bununla birlikte 1817 yılında bir olay, Julie’nin o zamana dek içine gömülmüş olduğu acıklı hâlin değişmesine büyük ölçüde yardımcı oldu. Bir kız çocuğu dünyaya getirdi ve genç kadın onu emzirmek istedi. Anne olmanın insana verdiği büyük oyalanmalarla kaygılı zevkler, iki yıl boyunca yaşantısını daha çekilir hâle soktu. Kocasından tabiatıyla uzak durdu. Hekimler sağlık durumunun düzeleceğini haber verdiler. Fakat markiz bu belirsiz, asılsız kehanetlere hiç inanmadı. Kendileri için hayatın artık tadı tuzu kalmamış bütün insanlar gibi ölümü mutlu bir son olarak görüyordu belki.

1819 yılının başında hayat onun için her zamankinden daha çekilmez hâle geldi. Elde etmeyi başardığı tersine mutluluk için sevindiği sırada, korkunç uçurumların varlığını sezdi. Kocası gitgide soğumuştu ondan. Zaten gevşek ve çok bencil olan bu sevginin böyle soğuyuşu birçok felaketlere yol açabilirdi. Genç kadın ince zekâsı ve ihtiyat duygusu ile seziyordu bunu. Victor üzerinde büyük bir nüfuz sahibi olduğundan ve her zaman için onun saygısını kazanmış bulunduğundan emindi ama bu kadar boş ve düşüncesiz bir adam üzerinde tutkuların yaratacağı etkiden korkuyordu. Dostları çoğu zaman Julie’yi derin düşüncelere dalmış buluyorlardı. İşin pek farkında olmayanlar sanki bir genç kadın yalnız havaî şeylerden başkasını düşünemezmiş ve bir ailedeki annenin düşüncelerinde derin bir anlam bulunamazmış gibi şakalar yaparak bu düşüncelerin gizli nedenini soruyorlardı. Mutsuzluk da gerçek mutluluk da bizi düşüncelere daldırır zaten. Ara sıra kızı Helene’le oynarken Julie ona kederli bir gözle bakıyor; annelerin çok hoşlandıkları o çocukça sorulara artık karşılık vermeyerek bugün ve yarın kaderinin ne olacağını soruyordu. Tuileries’deki geçit töreni sahnesini birdenbire hatırladığı zamanlar, gözleri yaşlarla doluyordu. Babasının ileriyi görerek söylediği sözler yine kulaklarında çınlıyor ve içinden bir ses, bu sözlerdeki sağduyuya kulak asmadı diye takaza ediyordu ona. Bütün felaketleri, bu çılgınca söz dinlemezlikten ileri gelmekteydi. Çoğu zaman da bunlar arasında dayanılması en güç olanının hangisi olduğunu bilemiyordu.

Ruhundaki tatlı hazinelerin gizli kalmaları bir yana hatta yaşamın en olağan nesnelerinde bile kocasının kendisini anlamasını bir türlü sağlayamıyordu. Sevme yeteneğinin kendisinde daha güçlü, daha canlı olarak geliştiği bir sırada yasak olmayan sevgi, koca sevgisi, ağır beden ve ruh acılarının ortasında, kaybolup gidiyordu. Sonra kocasına karşı, küçümsemeye pek yakın o acıma duygusu vardı onda ki bu, zamanla bütün öteki duyguları öldürür. Son olarak da birkaç dostla yaptığı konuşmalar, yüksek sosyetedeki örneklerle birtakım maceralar sevginin sonsuz mutluluklar sağladığını ona öğretmemiş olsaydı içinde kanayan yaralar, kardeş ruhları birleştirmeleri gereken derin ve duru zevkleri ona sezdirecekti.

Zihninin geçmişi canlandırarak gözleri önüne serdiği tabloda Arthur’un temiz çehresi her gün daha arı, daha güzel fakat geçici olarak biçimleniveriyordu. Bu anı üzerinde durmaya kendinde yürek bulamıyordu çünkü. Genç İngiliz’in sessiz ve utangaç sevgisi, evlenişinden beri bu kederli ve yalnız gönülde birkaç tatlı anı bırakan tek olaydı. Julie’nin zihnini derece derece kederlendiren bütün boşa çıkmış umutlar, doğmadan ölmüş bütün arzular, muhayyilenin doğal bir işleyişi ile bu erkeğin üzerinde toplanıyordu belki. O adam ki tavırları, duyguları ve karakteri Julie’ninkilerle bunca benzerlik gösterir gibiydi. Fakat bu düşüncede bir kaprisin, bir düşün görünüşü vardı hep. Her zaman iç çekişlerle sona eren bu gerçekleşmesi imkânsız düşten sonra Julie daha mutsuz olarak uyanıyor; gizli acılarını -hayali bir mutluluğun kanatları altında uyuttuğu zaman- daha iyi duyuyordu.

Ara sıra sızlanışlarının bir çılgınlık ve ataklık karakterine büründükleri oluyor; ne pahasına olursa olsun zevk peşinde koşmak istiyordu. Fakat daha sık olarak da ne olduğu bilinemez, aptalca bir uyuşukluğa kendini kaptırıyor; anlamadan dinliyor veya öylesine belirsiz, öylesine kararsız düşünceler besliyordu ki bunları anlatacak sözleri bulamıyordu. En gizli arzuları, genç kızken hayalini kurduğu alışkanlıklar gerçekleşmediği için, gözyaşlarını içine akıtmaktaydı. İçini kime dökecekti? Kim kulak verebilecekti ona? Sonra kadınlara özgü o çok büyük incelik, duygulardaki o hoş utangaçlık vardı onda. Bu da boş yere sızlanmamayı, zafer, yeneni de yenileni de utandıracaksa gurura kapılmamayı gerektirir. Julie kendi gücünü, kendi iyi huylarını M. d’Aiglemont’ya aşılamaya çalışıyor ve kendisinde eksik olan mutluluğu tatmakla övünüyordu. Kadınlığının bütün kurnazlığını, kocasının farkında olmadığı ve ancak despotluğunu sürdürmeye yarayan, birtakım idare şekilleri bulmaya harcıyordu. Ara sıra mutsuzluktan sarhoş gibi olduğu, kafasının işlemediği, kendisini tutamaz hâllere düştüğü oluyordu. Fakat bereket versin gerçek bir sofuluk onu son bir umuda doğru götürüyordu hep. Ölümden sonra ruhun var olacağı düşüncesine sığmıyor, bu güzel inanç ızdıraplı görevine yeniden katlanma imkânını sağlıyordu ona. Bu korkunç savaşların, bu manevi iç acılarının hiç de güzel bir yanı yoktu; bu bitmez hüzün nöbetlerinden herkes habersizdi; hiçbir canlı varlık onun donuk bakışlarını, yalnızken rastgele döktüğü acı gözyaşlarını görmüyordu.

Hâl ve şartların zoru ile markizin farkında olmadan ulaştığı bu kaygı verici durumun tehlikeleri, 1820 yılının bir akşamında bütün ciddilikleriyle gözlerinin önüne serildi. Bir karı koca birbirlerini iyice tanıyıp birbirlerine adamakıllı alışınca, bir kadın bir erkeğin en küçük davranışlarını yorumlamayı öğrenince ve onun kendisinden gizlediği duygularla olayları kavramayı başarınca işte o zaman, çok defa, bir sürü şey birdenbire aydınlığa kavuşuverir. Bu da vaktiyle rastgele öne sürülmüş yahut önceden aldırmaksızın söylenilmiş düşüncelerden, sözlerden sonra olur. Çoğu zaman bir kadın, uçurumun kıyısında veya dibinde, birden uyanıverir. Birkaç gündür yalnız olduğu için mutlu olan markiz de yalnızlığının sırrını seziverdi. Uçarı veya bıkkın, cömert veya kendisine karşı merhamet dolu olsun, kocası kendisine ait değildi artık. Julie o anda kendisini düşünmedi; çektiği acıları, katlandığı fedakârlıkları da düşünmedi. Sadece anne oldu ve kızının kaderini, yarınını, mutluluğunu gördü. Kızı, yani kendisine az çok mutluluk veren tek yaratık. Helene, kendisini hayata bağlayan tek varlık. Bir üvey anne, bu sevgili varlığın yaşantısını korkunç bir boyunduruk altında boğabilirdi. Julie yavrusunu bundan korumak için yaşamak istiyordu şimdi. Korkunç bir geleceğin böyle yeniden gözleri önüne serilmesi karşısında, uzun yıllar sürüp giden ateşli düşüncelere daldı. Bundan böyle kendisiyle kocası arasında bir sürü düşünce bulunacak, bunların yükünü ise yalnız kendisi taşıyacaktı. O güne dek Victor’un kendisini -ne kadar sevebilirse o kadar- sevdiğine güvenerek, paylaşmadığı bir mutluluk uğrunda fedakârlığa katlanmıştı. Fakat bugün gözyaşlarının kocasını sevindirdiğini bilmekten ileri gelen bir hoşnutluğa sahip değildi artık, dünyada yapayalnızdı, felaketlerden felaket beğenmekten başka yapacağı bir şey yoktu. Gecenin sessizliği, sakinliği içinde bütün güçleri gevşetiverdi bezginlikle, üzerine uzandığı divanı ve neredeyse sönecek olan ateşi terk ederek gidip bir lambanın ışığında kızını, sert bir bakışla seyrettiği sırada, M. d’Aiglemont neşe içinde kapıdan giriverdi. Julie, Helene’in uyuyuşunu ona da seyrettirdi ama kocası, genç kadının coşkunluğunu basmakalıp bir sözle karşıladı, ‘‘Bu yaşta bütün çocuklar sevimlidir.” dedi.

Sonra aldırmaz bir tavırla kızını alnından öptü, beşiğin perdelerini kapadı, Julie’ye baktı; elini ellerine aldı ve onu, bunca uğursuz düşüncenin ortaya çıkmış olduğu divana götürüp yanına oturttu. Markizin kofluğunu çok iyi bildiği o çekilmez neşe ile “Bu akşam çok güzelsiniz, hanımefendi!” dedi.

Genç kadın derin bir aldırmazlık tavrı takınarak, “Neredeydin bu akşam?” diye sordu.

“Madame de Serisy’de.”

Şöminenin üzerinden, ateşin sıcaklığından korunmak için kullanılan yelpazeyi andırır ekranı almış, saydamlığını dikkatle inceliyordu. Karısının döktüğü gözyaşlarının izlerini fark etmemişti. Julie irkildi. Yüreğinden yükselen fakat orada zapt etmek zorunda kaldığı düşünceler seli dille anlatılacak gibi değildi.

“Madame de Serisy gelecek pazartesi bir konser veriyor, senin de gelmeni çok istiyor. Uzun zaman ortalıkta görünmedin ya o da bu yüzden seni kendi evinde görmek istiyor. İyi kadıncağız, seni çok seviyor. Gidersen beni de sevindirirsin. Senin adına hemen hemen söz vermiş durumdayım…”

Julie, “Giderim.” diye cevap verdi.

Markizin sesinin tonunda, edasında ve bakışında öylesine içe işleyen, öylesine özel bir şey vardı ki aldırmazlığına rağmen Victor, karısına şaşkın şaşkın baktı. Hepsi bu kadarla kaldı. Julie, kocasının kalbini çalan kadının Madam de Serisy olduğunu anlamıştı. Umutsuz bir hayal âlemi içinde uyuşup kaldı, ateşe çok dikkatli bakıyormuş gibi göründü. Victor şömine ekranını elinde evirip çeviriyordu. Başka yerde mutlu olduktan sonra kendi evine mutluluğun yorgunluğunu getiren bir adamın sıkıntılı tavrı vardı onda. Birkaç defa esnedikten sonra bir eline şamdanı aldı, öteki elini de yavaşça karısının boynuna doğru uzatıp onu öpmek istedi. Fakat Julie eğilerek ona alnını uzattı, akşam öpücüğünü alnına kondurttu; isteksiz, sevgisiz bir öpüştü bu, yüz buruşturur gibi bir şeydi, bu da iğrenç göründü ona. Victor kapıyı kapatınca markiz kendini bir koltuğa bıraktı, dizlerinin bağı çözüldü, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu sahnede ne gibi acılar gizli olduğunu anlamak, bunun ne türlü uzun, korkunç facialara yol açtığını sezmek için insanın başına buna benzer acıklı bir işin gelmiş olması gerektir. Bu basit, aptalca sözler, karı koca arasındaki bu susuşlar, davranışlar, bakışlar; ateşin karşısına otururken markinin takındığı tavır, karısını boynundan öpmek isterken aldığı poz, her şey, her şey bu anı, Julie’nin tek başına sürdüğü ızdırap dolu yaşamın acıklı bir sonucu hâline sokmaya yaramıştı. Genç kadın o çılgınlık anında divanın önünde dize geldi, hiçbir şey görmemek için yüzünü oraya kapadı ve Tanrı’ya yalvardı. Bunu da yakarışına içli dışlı bir eda, yeni bir anlam vererek yaptı. Kocası duysaydı yüreği parça parça olurdu bu yüzden. Tam bir hafta, Hâlim ne olacak? diye düşündü durdu. Uğradığı felaketin pençesinde kıvranarak ve gönlüne yalan söylememek, markinin üzerindeki nüfuzunu yeniden kurmak, kızının mutluluğuna göz kulak olacak kadar yaşamak çarelerini araştırarak bu felaketi inceledi. Bunun üzerine kendisine rakip olan kadınla savaşmaya, yeniden insan içine çıkmaya ve orada herkesin dikkatini çekmeye karar verdi. Kocasına karşı, artık duyamayacağı bir sevgi gösterecek, onu avcunun içine alacaktı. Türlü yapmacık tavırlarla onu nüfusu altına aldıktan sonra -sevgililerini üzmekten zevk alan o kaprisli metresler gibi- o da kocasına karşı şuh davranacaktı. Çektiği acılara uygulanabilecek tek ilaç, bu iğrenç oyundu. Böylelikle acılarına hâkim olacak, bunlara kendi keyfince çeki düzen verecek; bir yandan kocasını boyunduruk altına alırken onu korkunç bir zorbalık altında dizginleyip bu acıları daha seyrek hâle getirecekti. Onu çetin bir hayat sürmek zorunda bırakmaktan yana hiçbir azap duymadı artık.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺25,06

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-99850-4-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap