Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Vadideki Zambak», sayfa 2

Yazı tipi:

Beni hiç tanımayan kız kardeşlerim gelişimi sevinçten ziyade şaşkınlıkla karşıladılar fakat daha sonraları başkalarıyla karşılaştırdığımda anladım ki içlerinde bana karşı sevgi besliyorlardı. Üçüncü katta bir odaya yerleştim. Feci hâldeki okul pijamam ve Paris’te giydiğim kıyafetler dışında annemin, yirmi yaşındaki bir genç olan bana yeni bir şey almamasının ne kadar acınası bir durum olduğunu anlarsınız. Yere düşürdüğü mendilini vermek için salonun bir ucundan diğer ucuna koşarcasına gittiğimde, bana uşağına söyleyeceği üslupta soğuk bir teşekkürü yakıştırıyordu. Kalbinde sevginin yetişebileceği hassas noktalar olup olmadığını anlayabilmek için gözlemlemek zorunda kaldığımda, tüm Listomèreler gibi onun da soğuk, katı, dalavereci, bencil, küstah davranışlarını çeyiziyle birlikte getiren bir kadın olduğunu gördüm. Ona göre, yaşam sadece yerine getirilmesi gereken ödevlerden oluşuyordu, bugüne dek tanıdığım tüm mesafeli kadınlar gibi o da ödevlerini dinî bir vecibe hâline getiriyordu. Evlatlarının ona duyduğu hayranlığı tıpkı ayinde buhurdanlıkla övünen bir rahip gibi benimsiyor, kabulleniyordu; yüreğinde ufacık kalan sevgiyi de sanki ağabeyim sömürmüştü. Taş kalpli insanların her zaman yaptığı gibi, bizi daima iğneleyici alaylarının konusu hâline getiriyor, bizler ise dut yemiş bülbüle dönüyorduk. İçgüdüsel duyguların öylesine güçlü kökleri vardır ki kendisinden bir türlü umudu kesmediğimiz bir annenin neden olduğu dehşet duygusu öyle yer edinmiştir ki aramızdaki bu dikenli tellere rağmen, sevgimiz, yani o yüce yanılgımız, büyüyüp annemizi yargılayacağımız gün gelene dek benliğini korudu. O gün gelince de çocukların geçmişte tıka basa doyduğu hayal kırıklarıyla beslenen ve beraberinde gelen çamurumsu tortularla kabaran ilgisizlikleri mezara dek sürer. Bu müthiş despotluk, Tours’da delicesine doyurmak istediğim arzuları söküp atmıştı içimden. Umutsuzca kendimi babamın kitaplığına kapattım, henüz adını bile duymadığım kitapları okumaya başladım. Uzun ve yoğun çalışma saatlerim annemle iletişimimi azaltırken ruhsal durumumu da yabanileştiriyordu. Kuzenimiz Listomère markisiyle evlenen kız kardeşim, zaman zaman beni yatıştırmaya çalışsa da benliğimi kontrol altına alan öfkenin önüne geçemiyordu. Ölmek istiyordum.

O sıralar, hakkında pek bir şey bilmediğim olaylar, hazırlık aşamasından geçiyordu. Bordeaux’dan yola çıkan Angoulême Dükü, Paris’te XVIII. Louis’yle buluşmak üzere geçtiği her şehirde, Bourbonların geri dönüşüyle Fransa’yı saran heyecan ve coşkunun bir gösterisi olarak şiddetli tezahüratlarla karşılanıyordu. Tahtın meşru vârisleri adına içleri kıpır kıpır olan Touraineliler şehri bayraklarla donatmış, en güzel kıyafetlerini giymişti. İnsanı sarhoş eden o tarifsiz hissin etkisi altında kalarak ben de Prens’in şerefine verilen baloya katılmak istedim. O zamanlarda bu kutlamaya katılamayacak kadar hasta olan anneme bu isteğimden söz etme cesareti gösterdiğimde okkalı bir azarını işittim. Kongo’dan mı geliyordum da böyle bir istekte bulunacak kadar görgüsüzdüm? Böyle bir baloda ailemizin temsil edilmeyeceğini nasıl düşünebilirdim? Babamın ve ağabeyimin yokluğunda, baloya katılması gereken ben değil miydim? Benim de bir annem yok muydu? Çocuklarının mutluluğunu hiç mi düşünmüyordu? O güne dek hor görülen ben, neredeyse hatırı sayılır biri oluvermiştim. Annemin bu isteğimi kabul ederken öne sürdüğü iğneleyici gerekçeler kadar bana gösterdiği önem de şaşkına döndürmüştü. Oynadığı küçük oyunlardan keyif alan annemin baloda giyeceğim kıyafetimle de mecburen ilgilendiğini öğrendim, kız kardeşlerimle konuştuktan sonra. Annemin aşırı istekleri karşısında şaşkına dönen Tourslu terzilerin hiçbiri benim için kıyafet dikmeyi göze alamamıştı. Taşrada âdet olduğu üzere, annem de elinden her türlü dikiş işi gelen bir gündelikçi çağırdı. Aslında hiç de kötü durmayan açık mavi bir ceket dikildi gizlice. Hemen yeni ipek çoraplar ve ayakkabılar ısmarlandı; erkek yeleklerinin kısa olması gerekiyordu, bu yüzden babamın yeleklerinden birini bana uydurduk, göğsü şişkin gösteren ve kravatın düğümüne dolanan bir gömlek giydim hayatımda ilk kez. Hazır olup aynaya baktığımda kendime o kadar az benziyordum ki kız kardeşlerim Touraine heyetinin önüne çıkabilmem için iltifatlarıyla beni cesaretlendirdiler. Ne zor işti bu! Baloya o kadar çok insan davet edilmişti ki Prens’in huzuruna çıkabilecekler şanslı sayılacaktı. Minyon yapımdan dolayı Papion Köşkü’nün bahçesinde kurulan bir çadıra girdim, Prens’in tüm ihtişamıyla oturduğu koltuğun yanına kadar ulaştım. Bir anda sıcak hava soluğumu kesti, katıldığım ilk balonun ışıltıları, kırmızı çadır kumaşları, yaldızlı süslemeleri, kadınların giydiği ihtişamlı tuvaletler ve taktıkları mücevherler gözlerimi kamaştırdı. Birbirlerinin üstüne doğru yürüyen kadınlı erkekli bir kalabalığın yarattığı toz bulutu içinde sürüklenmiştim. “Yaşasın Angoulême Dükü! Yaşasın Kral! Yaşasın Bourbonlar!” naraları askerî bandonun bakırdan çalgılarının ve Bourbon fanatikliğinin sesini bastırıyordu. Bourbonların doğan güneşe doğru koştuğu kimsenin arkada kalmak istemediği bir coşku selini anımsatan bu şenlik, beni soğutan, küçülten, oraya ait hissettirmeyen esaslı bir bencillik şamatasıydı.

Bu kargaşa içinde saman çöpü misali sürüklenirken çocuksu bir istekle Angoulême Dükü olmak istediğimi fark ettim, hayran kitlesi önünde caka satan prenslerin arasına karışmak istiyordum. Tourslu olduğum için son derece ahmakça kaçan bu arzu, daha sonraları kişiliğimin ve başıma gelen olayların soylu bir niteliğe bürünmesine olanak tanıyacak bir hırsı doğurdu içimde. Birkaç ay sonra Elbe Adası’ndan dönen imparatora doğru koşan kitlenin bir benzerini gördüğüm böylesi bir sevgiyi kim kıskanmazdı? Duygularını ve yaşamlarını tek bir kişinin üzerinde yoğunlaştıran bu kitlelerin üzerine kurulan hâkimiyet, bugün Fransızları, eskidense Galyalıları boğazlayan o cellat rahibeye, şan ve şöhret düşkünlüğüne itti. Sonra ansızın, tutkulu arzularımı körükleyecek ve krallığın kalbine giden yolu açarak bu arzularımı iyice tatmin edecek kadına rastladım. Birini dansa kaldıramayacak kadar utangaçtım, dahası dans ederken elim ayağım birbirine karışacak diye de ödüm kopuyordu. Hâl böyle olunca tüm neşemi kaybedip ne yapacağımı bilemedim. Hoyrat kargaşanın yarattığı rahatsızlıktan muzdarip bir şekilde orada duruyorken, bir subay, ayakkabı derisinin yarattığı baskıdan olduğu kadar sıcaktan da şişmiş olan ayaklarıma bastı. Yaşadığım bu son aksilik şölenden tiksindirdi beni. Lakin dışarı çıkmak imkânsızdı, kimsenin oturmadığı bir bankın en ucuna ilişip dalgın, kımıldamadan ve keyifsiz bir hâlde bekledim. Zayıf görünümüme aldanıp beni, uyumak için annesinin keyfini beklerken sabırsızlanan bir çocukmuşum sanıp yuvasına inen bir kuş misali yanıma konuverdi. Doğu şiirinin ruhumu ateşe vermesi gibi her yerimi saran bir kadın kokusuyla sarsıldı tüm benliğim. Yanımda oturan bu kadına baktığımda bu ana dek şenliğin üstümde yaratamadığı o hayranlıkla kendimden geçiverdim. Önceden yaşadıklarımı iyi anladıysanız o an yüreğime tesir eden duygu selini tahmin edersiniz. Ansızın gözlerim, üzerlerinde gezinmeyi istediğim, sanki ilk kez çıplak kalmış da hafif kızarmış gibi görünen, ışıkta ipek misali parlayan teninde bir ruh saklayan mütevazı, dolgun beyaz omuzların karşısında büyülendi. Ellerimden daha cüretkâr olan bakışlarım, omuzlarını ayıran çizgi boyunca aktı sanki. Yüreğim ağzımda, korsajını görmek için hafifçe doğruldum; bir tülle iffetlice örtülmüşse de gök mavi yuvarları dantel kıvrımları arasında usulca kendini bırakmış gerdan karşısında tamamen aklımı kaybettim. Bu kadının en ufak ayrıntıları bile bende sonsuz bir haz uyandırıyordu; küçük bir kızınki gibi kadifemsi bir boynu okşayan saçların parlaklığı, tarağın saçlarında bıraktığı ve hayal gücümün serin patikalarda dörtnala koştuğu o beyaz çizgiler beni tamamıyla büyülemişti. Etrafımda kimsenin beni görmeyeceğinden emin olduktan sonra, tıpkı annesinin kucağına atılan bir çocuk gibi başımı döndüren bu omuzları defalarca öptüm. Her ne kadar müziğin sesini bastıramasa da bir çığlık kopardı kadın, arkasını döndü, bana bakarak: “Mösyö!” dedi. Ah! “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz yavrucuğum?” deseydi belki de onu oracıkta öldürebilirdim ama o “Mösyö” hitabı karşısında gözlerimden yaşlar boşanmaya başladı. Azizelerinkine benzer bir öfkeyle alev gibi parlayan bakışın, kül rengi saçların asil bir taç gibi üstünde toplandığı başın, aşkın somut bir hâline büründüğü omuzların karşısında donakalmıştım. Kendisinin sebep olduğu bu çılgınlığı fark eden ve pişmanlık dolu gözyaşlarında sonsuz bir hayranlık beslendiğini sezen bir kadının bağışlaması karşısında, saldırıya uğramış bir iffetin yüzüne yaydığı kızarmayı utancı görebiliyordum. Bir kraliçe edasıyla uzaklaştı oradan. Ne komik bir durumda olduğumu işte o zaman anladım; Savoie’nın maymunu gibi giyindiğimi fark ettim, utandım kendimden. Donakalmıştım. Az önce aşırmış olduğum elmanın tadını çıkararak, dudaklarımda henüz içime çektiğim o kanın sıcaklığını muhafaza ederek, hiçbir pişmanlık duymadan göklerden inen bu kadının uzaklaşmasını izledim. Yüreğimin şiddetli hummasının ilk ihtiras darbesiyle vurulmuş bir hâlde, gitgide tenhalaşan şölende dolandım durdum ama bulamadım o meçhul kadını. Artık bambaşka biri olmuştum, evime gittim ve yatağıma yattım.

Yeni bir ruh, rengârenk kanatlı bir ruh kozasından dışarı çıkmıştı artık. Masmavi bozkırdan düşen o çocukluk aşkım, sevgili yıldızım, aydınlığından, ışıltısından ve esintisinden hiçbir şey yitirmeden bir kadının bedeninde hayat bulmuştu. Henüz aşkın ne olduğunu bilmeden sevmiştim. İnsanın içindeki bu en yoğun duygunun ilk defa gün yüzüne çıkması ne de tuhaftı. Her ne kadar önceleri, teyzemin evinde bazı güzel kadınlarla rastlaşsam da hiçbiri, dün yaşadığım duygunun yarısını bile hissettirmemişti bana. Yoksa yıldızların birbirine kavuştuğu, bütün koşulların bir araya geldiği, şehvetin tüm cinselliği sardığı o anda tek bir tutkuyu ortaya çıkarmak için bütün kadınlar arasından yalnızca tek bir kadının olduğu özel bir an mı vardı acaba? Sevdiğim kadının, burada Touraine’de yaşadığını düşünüyor, soluduğum havayı büyük bir keyifle içime çekiyordum, göğün maviliğinde daha önce hiç görmediğim bir rengi buluyordum. Ruhum bulutlar üzerinde dans ediyor olsa da ciddi bir hastalığın pençesindeymişim gibi gözüküyordum. Öyle ki annem, pişmanlıkla karışık bir endişe tufanına kapıldı. Onları bekleyen kötülüğü önceden sezen hayvanlar gibi, bana ait olmayan o öpücüğü düşlemek için bahçenin bir köşesinde çömeldim. Aklıma mıh gibi kazınan bu balodan sonraki günlerde, artık kitap okumayışım, annemin sert bakışlarına ve alaycı söylemlerine karşı kayıtsız kalışım ve kasvetli tavrım benim yaşımdaki gençlerde rastlanan tabii bunalımlardan biri olarak yorumlandı annem tarafından. Daha sonraları hekimlerin hakkında tek bir söz edemediği lakin hastalıkların en önemli devası olan kır yaşamının bana iyi geleceği kanısına varıldı. Annem birkaç günlüğüne Frapesle’e, arkadaşlarından birinin Indre Nehri üzerinde Montbazon ve Azay-le-Rideau arasında bulunan şatosuna gitmeme karar verdi, arkadaşına benimle ilgili gizli talimatlarda da bulunmuştu tabii. Kırlarda yaşamaya başladığım gün aşkın okyanusunda gidilmedik yer bırakmamak için delice kulaçlarla baştan başa keşfediyordum onu. Meçhul kadınımın ismini dahi bilmiyordum, onu nasıl görebilir, nasıl bulabilirdim? En fenası, nasıl başkasına ondan söz edebilirdim? Ürkek yaradılışım, aşkın ilk zamanlarında körpe yürekleri saran açıklanamaz korkuları daha da güçlendiriyor, umutsuz tutkuları sonlandıran bir melankolinin kucağına atıyordu beni. Tarlalar arasında dolaşmaktan, koşmaktan başka bir şey istemiyordum. Hiçbir şeyden kuşku duymayan, çocuklara özgü bir cesaretle Touraine’deki tüm şatolara yürüyerek gitmeyi istiyor, önüme çıkan her asil kulenin karşısına geçip “İşte burada!” demek istiyordum.

Böylece, bir perşembe sabahı, Tours’un Saint-Eloy kapısından çıkıp Saint-Sauveur köprülerinden geçtim, Poncher’e geldiğimde her evin önünde başımı kaldırarak Chinon yolunu tuttum. Hayatımda ilk kez, kimseye sormadan bir ağacın altında durup dinlenebiliyor, keyfime göre hızlı ya da yavaş yürüyordum. Her gencin üstünde ağırlığını hissettiren türlü zorbalıklarla ezilmiş zavallı bir varlık için ehemmiyetsiz konular hakkında da olsa, ilk defa kendi isteklerim doğrultusunda karar verebilmek, ruhumu tasvir edemeyeceğim bir şekilde ferahlatıyordu. Birçok sebep, bugünü efsunlu bir hâle getirmek için bir araya gelmişti sanki. Çocukluğumda yaptığım gezintilerde şehirden hiç uzaklaşmamıştım. Ne Pont-le-Voy’da ne Paris’te yaptığım gezintiler beni böylesi bir heyecana sürüklemişti. Yine de ömrümün ilk anıları olarak zihnime kazınan, aşina olduğum Tours manzarasının üstümde yarattığı o güzel duygulardı. Üstünde yürüdüğüm bu kırlara yazılmış dizelerle henüz yeni bir yakınlık kurmama rağmen tıpkı sanatın öğretilerine vâkıf olmadan ideale ulaşmak için titizlikle çalışırken buluyordum kendimi birdenbire. Frapesle Şatosu’na ulaşmak için yayan ya da atlı herkes, Cher ve Indre havzalarını birbirinden ayıran yaylanın zirvesinde bulunan ve Champy’deki kestirme yoldan giderek varılan Charlemagne’ın değmemiş topraklarından geçmeyi tercih eder. Aşağı yukarı bir fersah boyunca sizi hüzne boğan bu düz ve kumlu topraklar, küçük bir koru ile Frapesle’in bağlı olduğu Saché yoluna çıkar. Ballan’dan oldukça uzakta, Chinon’a varan ve fazla engebeli olmayan inişli çıkışlı bir ova boyunca uzanan bu yol, küçük Artanne bölgesine kadar devam eder. Burada, Montbazon’da başlayıp Loire’da biten bu çifte tepelerdeki şatoların altında hareket ediyormuş gibi görünen bir vadi belirir ve hemen yanında Indre Irmağı’nın yılan gibi kıvrılarak süzüldüğü zümrütten bir kadeh gibi görünür. Bu manzaranın karşısında, el değmemiş toprakların tekdüzeliği ya da yol yorgunluğunun neden olduğu haz dolu bir şaşkınlık yaşadım.

“Eğer ki bu kadın, kadınların en güzide çiçeği, dünya üzerinde bir yerde yaşıyorsa o yer muhakkak burasıdır!” dedim kendi kendime.

Bu düşüncemle birlikte bir ceviz ağacına yaslanırken buldum kendimi, o günden beri ne zaman sevgili vadime gitsem bu ceviz ağacının altında durur dinlenirim. Sırdaşım olan ceviz ağacının altında, buradan gittiğim son günden itibaren akıp giden zaman boyunca hayatımda nelerin değiştiğini değerlendiririm. O, burada yaşıyordu, yüreğim beni yanıltmamıştı. Çorak bir arazinin yamacında gördüğüm ilk şatoda oturuyordu. Ceviz ağacımın altında otururken öğlen güneşiyle parlayan evinin çatısının tuğlalarını ve pencerelerinin camlarını görüyordum, gördüğüm o beyaz nokta da pamuktan yapılmış ince elbisesinden başka bir şey değildi. Henüz hiçbir şey bilmediğiniz hâlde anlamışsınızdır, gökyüzüne doğru serpilerek erdemlerin kokusuyla donatan bu vadinin zambağı oydu. Ruhumu dolduran bir nesneden başka kaynağı olmayan bu sonsuz aşkı, güneşin aydınlattığı iki yeşil kıyı arasında akan uzun su şeridinde, hareketli kıvrımlarıyla bu aşk vadisini süsleyen kavak ağaçlarında, nehrin daima farklı şekillere büründüğü tepelerin üstünde, bağların arasında uzanıp giden meşe korularında, tezatlık içinde birbirlerinden kaçışan ve hafifçe gölgelenen ufuklarda hissediyordum. Büyülü ve bakir doğayı bir nişanlı gibi görmek isterseniz ilkbahar günü oraya gidin, yüreğinizi burkan yaraların acısını dindirmek isterseniz güzün son günleri gidin. İlkbaharda, gökyüzüne doğru kanatlarını çırpar aşk orada, güz günlerinde ise artık bu dünyada olmayanları düşünüp kederlenir. Hasta akciğer, şifalı ve temiz havayla dolar, bakışlar yumuşaklıklarını ruha işleyen altın rengi ot yumaklarında dinlenir. O sırada, Indre Irmağı’ndaki çağlayanların üzerindeki değirmenler, vadi üzerinde yankılanan bir ses oluştururdu, kavaklar gülümseyerek sallanır, gökyüzünde tek bir bulut bile olmazdı, kuşlar ötüşür, ağustos böcekleri şarkılarını söyler, her şey bir ezgiye dönüşürdü burada. Lütfen daha fazla neden Touraine’i seviyorsun diye sormayın bana. Orayı, insanın kendi beşiğini ya da çölde karşılaştığı bir vahayı sevmesi gibi değil, sanatçının sanatına beslediği sevgi gibi seviyorum; sizi her ne kadar daha çok seviyor olsam da unutmayınız ki Touraine olmasaydı belki şu an hayatta bile olamayacaktım. Bakışlarım, nedendir bilinmez, o geniş bahçenin ortasındaki yeşil çalılıkların ortasında açan, dokunulduğu gibi solacak bir gündüzsefası gibi parlayan o beyaz noktaya, o kadına takılıyordu. İçimden taşan ruhumla çiçeklerle bezeli bahçeden aşağı indim ve kısa süre sonra kendiliğinden dile gelen şiir dizelerinin etkisiyle eşi benzeri yokmuş gibi görünen bir köy gördüm. Gözünüzün önüne incelikle birbirinden ayrılmış, tepeleri ağaçlarla taçlandırılmış ve üç tepenin arasına konuşlandırılmış üç değirmen getirin, ırmağın üstünü halı gibi kaplayarak onunla birlikte dalgalanan, isteklerine boyun eğen ve değirmen çarklarının kamçıladığı ırmağın o canlı, rengârenk su bitkileri daha başka nasıl anlatılabilir ki? Orada burada, güneşin aydınlattığı, saçaklar yaratıp dağıldığı çakıllı kum yığınları yükseliyordu suyun yüzeyinde. En güzel nergisler, nilüferler, su zambakları ve sazlar kıyı şeridini güzellikleriyle süslüyordu. Çiçeklerle bezeli ayakları, gür otlarla ya da kadifemsi yosunlarla kaplanmış, ırmağa doğru sarksa da düşmemekte inat eden korkuluklarıyla, çürük kirişler üzerinde sallanan bir köprü, çok eski kayıklar, balıkçı ağları, çobanın bilindik türküsü, adalar arasında süzülen ya da Loire’ın getirdiği çakıllı kumlar üstündeki ördekler, kafalarındaki bereleriyle katırlarını yüklemekle meşgul değirmenci çıraklar; bütün bu ayrıntılar, manzaraya şaşırtıcı bir nahiflik katıyordu. Köprünün diğer yanında iki ya da üç çiftliği, bir güvercinliği, kumruları, bahçeleri, hanımeli, yasemin, filbahri çitleriyle birbirinden ayrılmış otuza yakın eski kulübeyi, ardından her kapı önündeki üstünde taze çiçek bitmiş gübre yığınları, yollarda dolaşan tavukları, horozları hayal edin. Haçlı Seferleri zamanından kalma ve pek çok özelliği nedeniyle ressamların tuvallerinde hayat vermek için can attıkları, tepeden kendisine bakanları selamlayan kilisesiyle, işte Pont-de-Ruan köyü! Hayalinizde tüm bu anlattıklarımı, yaşlı ceviz ağaçları, soluk sarı yapraklı genç kavaklarla süsleyin, sıcak ve nemli bir göğün altında alabildiğine uzanan çayırların orta yerinde zarif evler yerleştirin, işte şimdi bu güzelim yerin binlerce manzarası hakkında bir fikir edinmiş olacaksınız. Karşı kıyıyı süsleyen tepeleri incelerken nehrin solundan Saché yolunu yürüdüm ve nihayet bana asırlık ağaçlarla dolu Frapesle Şatosu’nun yolunu gösteren bir parka geldim. Tam da o sırada öğle yemeği vaktinin geldiğini gösteren çan sesleri duyuldu. Yemekten sonra, ev sahibim Tours’dan onca yolu yürüyerek gelebilecek olduğumu aklına bile getirmeden vadiyi her yanından ve her şekliyle görebileceğim bir gezintiye çıkardı beni. Oradan yeri geliyor, vadinin bir bölümünü; yeri geliyor, tamamını izleme fırsatı buluyordum. Ufka dalan gözlerim sık sık Loire’ın balıkçı ağlarıyla şekil değiştiren altın renkli zarif dalgalarına yöneliyordu; bir yamacı tırmanırken çiçeklerle örtülü kazık temelleri üstünde yükselen, Indre’in dört yanı da yontulmuş bir elması muhafaza ediyormuş gibi duran Azay Şatosu’nu ilk kez görmenin hayranlığı karşısında nutkum tutuldu. Daha sonra bir köşede, Saché Şatosu’nun romantik yapısını gördüm. Burası, ruhları kederli şairler için çok hoş bir görüntü sunan ahenkli hatlarıyla melankoli yaratmasının yanında, beğenilerini yüzeysel tutan insanlar için ise fazla kasvetli olma özelliği taşıyordu. Daha sonraları sırf bu yüzden bu şatonun sessizliğini, etrafını saran yaşlı ağaçların çıplak dallarını, ıssız vadisine yayılmış o esrarını sevdim! Ama vadinin yanındaki tepe yamacını her gördüğümde, bakışlarım orada duran sevimli şatoya kilitleniyordu.

“Hey!” dedi, benim yaşımdaki gençlerin daima büyük bir nahiflik içinde dışa vurdukları o şehvetli isteklerden birini gözlerimden okuyan ev sahibim. “Bakıyorum da avının kokusunu uzaklardan almış bir köpek gibi güzel bir kadının varlığını sezebiliyorsunuz!”

Bu sözler hiç hoşuma gitmese de şatonun adını ve kimlere ait olduğunu sordum.

“Burası, Touraine’in köklü bir ailesinin temsilcisi Kont Mortsauf’a ait olan, XI. Louis döneminden kalan zarif Clochegourde Şatosu’dur.” dedi. “Armalarını ve ününü hangi serüven sonucunda elde ettiğini isminden anlayabilirsiniz. Kont, darağacına gidip canlı dönmüş bir adamın soyundan geliyor. Bu nedenle Mortsaufların üstlerinde, haç işlemeleri bulunan altından yapılmış bir armaları vardır, tam ortasında ise altın renginden bir zambak bulunur. Kont, göç sonrası yaşamak üzere buraya yerleşti. Lenoncourt-Givry ailesinden Lenoncourtlu bir hanımefendi olan eşine ait olan bu şato da onlarla birlikte yok olup gidecek çünkü Madam Mortsauf, ailenin tek çocuğudur. Ailenin nam salmış ünü ve tükenmek üzere olan servetleri arasında öylesine bir tezat vardır ki gururdan mı yoksa zorunluluktan mı bilmem, hep bu şatoda oturmayı ve kimselerle görüşmemeyi âdet hâline getirmişlerdir. Bu izole yaşamlarını şimdiye dek Bourbonlarla ilişkilendirmek mümkündü, ne var ki Kral’ın dönüşüyle hayatlarında çok bir şeyin değişeceğini sanmıyorum. Geçen sene buraya yerleştiğimizde, nezaketen ziyaret ettim. Onlar da iadeiziyarette bulundular ve bizi yemeğe davet ettiler. Kış nedeniyle birkaç ay görüşemedik, daha sonra da siyasi gelişmeler bizim dönüşümüzü geciktirdi. Şunu da söyleyeyim, Frapesle’e henüz yeni geldim ben. Madam Mortsauf gittiği her yerde en ön planda olabilecek bir kadındır.”

“Tours’a sık sık gider mi?”

“Hiç gitmez.” dedi ev sahibim. “En son Mösyö Mortsauf’a çok yakın olan Angoulême Dükü’nün geçişi dolayısıyla ayrılmıştı buradan.”

“Bu o!” diye haykırdım birden.

“Kim?”

“Güzel omuzları olan kadın.”

“Touraine’de güzel omuzları olan pek çok kadın göreceksiniz.” dedi gülerek. “Yorgun değilseniz, ırmağı geçer Clochegourde’a çıkabiliriz. Siz de sözünü ettiğiniz omuzların sahibini tanırsınız belki.”

Mutluluktan ve utançtan kızararak kabul ettim bu teklifi. Dörde doğru, uzun zamandır gözlerimle okşadığım o küçük şatoya vardık. İçinde bulunduğu manzarayı güzelleştiren bu şato aslında oldukça mütevazı bir mimarinin örneğidir; ön tarafında beş pencere vardır, güney cephesinde pencereler ise yaklaşık iki kulaç önde durmaktadır. Bu özellik, şatonun iki ayrı binadan oluşmuş gibi görünmesini sağlayan, eve güzellik katan mimari bir hünerdir. Ortadaki pencere kapı olarak kullanılır ve oradan, ikili merdivenlerin kıyısındaki ufak çayıra kadar uzanan katlı bahçelere inilir. Akasyaların ve Japon akçaağaçlarının kokusuyla insanı büyüleyen en alttaki bahçe katını ve köy yolunu, bu çayır ayırsa da her yer bahçeye aitmiş gibi görünür çünkü yol çukurdur ve bir yanı taraçayla diğer yanı da Norman çitiyle çevrilmiştir. Etraflıca düşünülen eğimler şato ile nehir arasında, suların neden olabileceği hasarın önüne geçecek ama aynı zamanda da nehir manzarasını da kapatmayacak bir mesafe bırakır. Evin altında, girişleri farklı kemerlerden oluşan garajlar, ahırlar, kilerler, mutfaklar bulunur. Çatıların köşelerine zarif biçimler verilmiş, kalkan duvarları oymalı pervazlı çatı pencereler de çiçeklerle süslenmiştir. Kuşkusuz ki ihtilal sırasında ihmal edilmiş olan çatı, güneye bakan evlerin üzerinde biten kızıl ve düz yosunların neden olduğu pasla kaplıdır. Hâlen Blamont-Chauvry armasının bulunduğu küçük bir çan kulesi vardır sundurmanın avlu kapısının üzerinde. Avuçları göğe bakan, renklendirilmiş iki el, uçları tepede birleşen iki mızrak, ortada uzayan bir çizgi ve Herkes baksın ama kimse dokunmasın! yazısı derinden sarstı beni. Ağızları altın zincirli Anka ve ejderden yapılmış destekler armaya daha hoş bir görünüm vermekteydi. İhtilal, dük tacı ile altın meyveli yeşil bir hurma dalından meydana gelen sorgucu hasara uğratmıştı. Kamu Kurtuluş Komitesi sekreteri olan Senart, 1781’den önce Saché’de krallık yargıcıymış. Bu hasarların nedenini bu kısa bilgiyle açıklayabiliriz.

Bütün bu düzenlemeler, çiçek gibi süslenen ve sanki havada süzülüyormuş gibi görünen bu şatoya zarif bir görünüm kazandırır. Vadiden bakıldığında, birinci kat gibi görünen zemin kat aslında avlu tarafında çeşitli çiçek kümeleriyle süslenmiş bir çimenliğe açılan geniş ve kumluk bir yolla aynı seviyededir. Şatonun her yerini kuşatan üzüm bağları, meyve bahçeleri ve ceviz ağaçları dikilmiş birkaç tarla hızla aşağı doğru uzanır ve yeşilin her hâline doyduğunuz o ağaç şölenini sunan Indre’in kıyılarına kadar ulaşır. Clochegourde’un bitişiğindeki yolu çıkarken özenle dikilmiş bu ağaçlara bakıp hayran oluyor, mutluluk yüklü havayı çekiyordum ciğerlerime. Acaba bu fâni dünyada olduğu gibi manevi dünyada da birtakım elektrik akımları ya da ısı değişimleri var mıdır? Güzel bir havayı sezen hayvanlar gibi kendisini ebediyen değiştirecek bu esrarlı olaylara yaklaştıkça kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Hayatımın dönüm noktası olacak o gün, kendisini yüceltecek her türlü durumu da beraberinde getiriyordu. Tabiat sanki sevgilisini karşılamaya giden bir kadın gibi süslenmişti, ruhum ilk kez işitmişti onun sesini, daha önce size üzerimde yarattığı etkiden bahsettiğim o lise günlerinde hayalini kurduğum gibi bereketli, çeşitli görünümüyle seyir zevki sunmuştu gözlerime. Tüm bunlar, sanki kaderimin önceden yazıldığı bir kıyametten ibaretti; mutlu ya da mutsuz her olay, tuhaf görüntüler eşliğinde yalnızca üçüncü gözle görülebilecek bağlarla ilişkilendirilir. Kırsal hayatın gerekliliği olan tahıl ambarı, şaraphane, ağıllar, ahırlar gibi alanların olduğu bir avludan geçtik. Bekçi köpeğinin havlamaları üzerine bir uşak yaklaştı bize doğru ve Sayın Kont’un sabah Azay’e gittiğini ama hiç şüphesiz geri döneceğini, Kontes’in de evde olduğunu söyledi. Ev sahibim bana döndü. Kocası evde olmadığı için Madam Mortsauf’u görmek istemeyecek diye olduğum yerde titriyordum. Ama öyle olmadı, uşağa geldiğimizi haber vermesini söyledi. Çocuksu bir açgözlülükle evin girişindeki büyük bekleme odasına attım kendimi.

“İçeri geçin beyler!” dedi altından bir ses.

Madam Mortsauf baloda yalnızca tek bir kelime etmiş olsa da ruhuma işleyen ve mahkûm hücresine dolup parlatması gibi onu sarmalayan sesini hemen tanıdım. Yüzümü hatırlayabileceğini düşündüm, kaçmak istedim oradan. Ama artık çok geçti her şey için, kapının eşiğinde göründü ve gözlerimiz buluştu. Hangimiz daha çok kızardı, bilemiyorum. Tek bir kelime edemeyecek kadar nutku tutulmuştu. Hizmetkârın oturmamız için iki koltuğu bize yaklaştırmasının ardından o da gergefin başına geçti; sessizliğine bir kılıf uydurmak için iğnesini çıkardı, birkaç ilmek işledi, sonra uysal ama kibirli başını kaldırarak Mösyö de Chessel’e döndü ve bu ziyareti hangi hoş rastlantıya borçlu olduğunu sordu. Benim oradaki varlığımın nedenini merak etse de ne bana ne de ev sahibime baktı; gözlerini nehirden ayırmıyordu lakin körleri andıran dinleyiş şekline bakarak kelimelerdeki ayırt edilemez vurguların ruhta yarattığı çırpınmaları anlayabildiğinizi görürdünüz. Ve bu doğruydu. Mösyö de Chessel adımı söyledi ve kim olduğumdan bahsetti. Ailem, Paris’in savaş nedeniyle bir tehdit unsuru olmasından endişelendikleri için birkaç ay önce Tours’a gelmiştim. Touraine’i bilmeyen bir Touraine çocuğuydum, ağır çalışmalarım nedeniyle sağlığım bozulmuş, oyalanmak için de Frapesle’e gönderilmiştim. Ve işte şimdi de kendisi, ilk defa gördüğüm bu toprakları gösteriyordu bana. Tours’dan Frapesle’e yürüyerek geldiğimi ona ancak tepenin kenarında söylediğimden ve hâlihazırda kötü olan sağlığım nedeniyle kaygılandığından dinlenmem için Clochegourde’a girmeye karar vermişti. Mösyö de Chessel doğru söylüyordu ama böylesi mutlu tesadüflere nadiren rastlandığından Madam Mortsauf biraz kayıtsız kaldı bu anlatılanlara; anlamlandıramadığım bir tür aşağılanma duygusunun etkisiyle olduğu kadar, kirpiklerimin arasında asılı duran gözyaşlarımı saklamak için yere doğru baktım, soğuk ve ciddi bakışlarını üstümde gezdirdiğinde. Saygıdeğer şato sahibesi, alnımın ter içinde kaldığını gördü; kim bilir, gözyaşlarımı da fark etti belki de. Çünkü o an ihtiyacım olan, konuşma fırsatını vererek avutucu bir iyi yüreklilikle su serpti içime. Kabahat işlemiş genç bir kız gibi kızardım karşısında ve bir ihtiyarınki gibi titrek bir sesle, nahoş bir teşekkürle karşılık verdim.

“Tek dileğim…” dedim, şimşeği gökte fark edebileceğiniz kadar kısa bir an içinde gözlerine değen gözlerimi başka yere çevirerek. “Buradan gönderilmemek, yorgunluktan öyle bitkinim ki daha fazla yürüyemeyeceğim.”

“Bu güzel memleketimizin konukseverliğinden niçin şüphe duyuyorsunuz?” dedi. “Akşam yemeğini Clochegourda’da yeme mutluluğunu bizden esirgemeyeceksiniz, değil mi?” diye ekledi, komşusuna dönerek.

Koruyucum Mösyö de Chessel’e öyle yalvaran gözlerle baktım ki nezaketen yapılmış ve dile getiriliş tarzı geri çevrilmeyi gerektiren bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Cemiyet hayatı içinde olduğundan Mösyö de Chessel böylesi incelikleri kavrasa da benim gibi toy bir adamın, güzelliğiyle büyüleyen bir kadının sözleri ve düşünceleri arasında tutarsızlık olamayacağına kesin bir şekilde inanır. Bu nedenle, akşam dönerken ev sahibimin bana dönüp:

“Yemeğe kaldım çünkü orada olmak için can atıyordunuz. Lakin olanları telafi etmezseniz, komşularımla aram açılabilir.” demesi beni şaşkına çevirdi. Bu “olanları telafi etmezseniz” cümlesi beni uzun soluklu hayallerin kucağına bıraktı. Madam de Mortsauf beni hoş buluyorsa beni evlerine götüren insana da kızmamalıydı. Demek ki Mösyö de Chessel, bende onun ilgisini çekebilecek bir güç görüyordu, böyle düşünmüş olması da zaten o gücü bana vermesi anlamına gelmiyor muydu? Bu varsayım, yardıma muhtaç olduğum bir anda umudumu yeşertti.

“Korkarım yemeğe kalamayız.” diye yanıtladı. “Madam de Chessel bizi bekliyor.”

“Her gün onunla birliktesiniz.” diye karşılık verdi Kontes. “Haber verebiliriz kendisine, yalnız mı?”

“Hayır. Peder Quélus’ü ağırlıyor.”

“Ah, tamam o hâlde.” dedi zili çalmak üzere ayağa kalkarken. “Yemeği bizimle yiyorsunuz.”

Bu sefer Mösyö de Chessel onun samimi olduğuna inanmıştı, övgü dolu bakışlarla baktı bana. Bu çatı altına geçireceğim akşamdan emin olduğumda, bu anın sonsuza dek süreceğini düşündüm. Mutsuz pek çok kimseler, içi boş bir sözcükten ibaret görür “yarın”ı, o ana dek ben de o kimselerdendim fakat kendime ait birkaç saatim olduğunda, haz dolu bir yaşamı sığdırdım içine. Madam de Mortsa-uf, yabancısı olduğum, bölge, hasatlar, bağlar hakkında bir muhabbet açtı. Bir ev hanımı için, böyle bir konu açmak, ya karşısındaki insanın eğitim seviyesini yetersiz bulmasından ya da konuşmanın dışında kalmasını istemesinden ortaya çıkan küçümseme duygusunu açığa vurur ama Kontes için bu söylenemezdi. O, ne yapacağını şaşırdığından böyle davranıyordu. İlk başta, bana çocukmuşum gibi davrandığını düşünüyordum, Mösyö de Chessel’in, benim hiçbir şey anlamadığım konuları konuşabilmesine olanak tanıyan otuz yaş ayrıcalığına imrensem de bütün alakanın onda olduğunu düşünerek kızgınlığa kapılsam da aradan aylar geçtikten sonra bir kadının sessizliğinin ne denli önemli olduğunu, telaşlı sohbetlerin aslında ne çok düşünce barındırdığını öğrenecektim. Koltuğuma güzelce yerleşmeyi denedikten sonra, Kontes’in sesini işitirken kapılacağım o tarifsiz duygunun tadını çıkarabileceğim konumun avantajlarını kavradım. Tıpkı sesin flütün anahtarlarında bölündüğü gibi, ruhunun soluğu hecelerin kıvrımlarında geziniyordu. Kanınızın akışını hızlandıran bu ses, insanın kulağında yankılanıyordu; sonu “i” ile biten kelimeleri kuş cıvıltısından farksız dile getiriyor, “ş” harfleri bir okşayışı andırıyor, “t” harfine yaptığı vurgu ise yüreğindeki zorbalığı yansıtıyordu. Böylece hiç farkında olmadan kelimelerin anlamlarını enginleştiriyor ve ruhunuzu farklı kâinatlara doğru sürüklüyordu. Sırf bu yüzden, kaç kere bitirebileceğim bir tartışmanın sürüp gitmesine boyun eğmişimdir! Kaç kere, bu insan sesinin konserlerini dinlemek, ruhunu dudağından üflüyormuşçasına ortaya çıkan havayı solumak, hararetle dile gelen o ışık süzmesini göğsümde sarıp sarmalamak istercesine muhafaza etmek için kendimi haksız yere azarlatmışımdır! Gülebildiğinde ne hoş bir kırlangıç türküsü kulaklarımı okşardı! Peki ya kederinden bahsederken? O zaman dostlarını çağıran bir kuğu sesinden farksız olurdu! Kontes’in kayıtsızlığı onu inceleyebilme imkânı vermişti bana. Bakışlarım, büyüleyici bir şekilde konuşan Kontes’in üstünde dolaşarak muazzam bir keyfin tadını çıkarıyor, belini kavrıyor, ayaklarını öpüyor ve saçının bukleleriyle oynuyordu. Bunun yanında, ömürlerinde gerçek bir tutkunun sonsuz mutluluklarını tatmış kimselerin anlayacakları bir dehşetin pençesine düşmüştüm. Bakışlarım, kendimden geçercesine öptüğüm o omuzlara dalıp gitmişken beni fark etmesinden ödüm kopuyordu. Bu korku içimdeki ateşli tutkuyu da körüklüyordu, kendimi alıkoyamıyordum! Kumaşı yırtan bakışlarım, sırtını ikiye ayıran o güzel çizginin başlama noktasında beliren ve süte düşmüş sineği andıran beni görür gibi oluyordum. Ve o ben, balo gününden beri hayatları tekdüze lakin hayalleri ihtiraslarla donatılmış gençlerin uykularını âdeta sırılsıklam eden o karanlıkların içinde parlayıp durmuştum.

Metin, ses formatı mevcut
₺23,11
₺35,55
−35%

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-605-121-945-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap