Kitabı oku: «Vadideki Zambak», sayfa 4
Bourbon Düşesi’nin yakın dostu olan Madam de Verneuil, Touraine doğumlu, “Meçhul Filozof” olarak adlandırılan, Mösyö Saint-Martin’in öncülüğündeki dindar bir topluluğun üyesiydi. Bu filozofun müritleri, mistik aydınlanmanın yüce kurallarının öğütlediği erdemleri hayatlarına uyguluyorlardı. İlahi âlemlerin anahtarını sunan bu felsefe, insanı yüce ideallere doğru yol aldığı değişimlere hazırlıyor, onu meşru bataklıklardan kurtarıyor, hayatın acılarını Quaker’ın8 sarsılmaz katlanma gücüyle karşılıyor, annelik duygusuna özgü esinlerle göğe çıkardığımız meleğe acının hafiflemesini emrediyordu. Geleceği olan bir stoacılıktı bu. İçten dua ve saf aşk, Roma Katolik Kilisesi’nden, ilkel kilise Hristiyanlığına geçmek için ortaya çıkan bu inancın unsurlarıydı. Bununla birlikte Matmazel de Lenoncourt, teyzesinin de yolundan sapmadığı Apostolik Kilisesi’ne bağlı kaldı. Devrimin fırtınalarından ciddi bir şekilde etkilenen Uxelles Markizi, ömrünün son günlerinde kendini tamamıyla dinine vermiş, sevgili kızının ruhuna, Saint-Martin’in deyişiyle, semavi aşkın ışığını ve ruh sevincinin öz suyunu dökmüştü. Kontes ise, teyzesinin vefatının ardından, sık sık Clochegourde’a gelen bu barışçıl ve erdemli adamı pek çok kez misafir etmişti. Saint-Martin, Tours’daki Letourmy basımevinde yayına hazırlanan kitaplarını denetlemek için geliyordu Clochegourde’a. Hayatın dikenli yollarından geçmiş, yaşlı kadınların bilgeliğinden esinlenen Madam de Verneuil, başını sokacak bir evi olsun diye Clochegourde’u yeni evlenen yeğenine vermişti. Yaşlıların ince düşündüklerinde daha da kusursuzlaşan iyilikseverlikleriyle, Markiz daha önce oturduğu odanın bir üst katına taşınmakla yetinmişti. Beklenmedik ve ani gelen ölümü, yeni evlenmiş çiftin sevincini yas tülleriyle örtmüş, Clochegourde’da olduğu gibi, genç kadının batıl inançlarla kuşanan ruhunda da silinmez keder izleri bırakmıştı. Kontes’in Touraine’e yerleştiği ilk günler hayatının en mutlu günleri değilse de en kaygısız dönemi olmuştu.
Yurt dışında geçirdiği sıkıntılı zamanların ardından, önünde güzel bir gelecek görmenin sevincini yaşayan Mösyö de Mortsauf ruhunun yeniden iyileşeceğini hissetmiş gibiydi. Bu vadide çiçek açan bir umudun nefes kesen kokusunu çekmişti içine. Servetini düşünmek zorunda olduğunda, tarım işletmesinin çalışmaları için hazırlıklarını düşünmüş, yüreğinde biraz olsun ferahlama sevinci duymuştu ama Jacques’ın doğumu, o anı ve geleceği mahveden bir yıldırım gibi düşmüştü, bebeğin yaşayamayacağını söylemişti hekim. Kont, bu teşhisi özenle gizlemişti anneden; ardından kendisini de muayene etmesini istemişti doktordan ve Madeleine’in doğmasıyla birlikte doktoru haklı çıkaracak umut kırıcı yanıtlar aldı. Alın yazısının önüne geçilemeyeceğinin göstergesi olan bu iki olay, göçün hastalık eğilimlerini artırdı. İsmi sonsuza dek kaybolacak olan bu adamın yanı başında saf, kusursuz, henüz anneliğin keyfini çıkaramadan kaygılarla boğuşan bahtsız genç bir kadın vardı; geçmişinin üzerine yeni acıların baş verdiği bu toprak yüreğinin mezarı olmuş ve yıkılışını tamamlamıştı. Kontes, o ana bakarak geçmişi görmüş ve geleceği okumuştu. Her ne kadar bu dünyada kendini suçlayan bir insanı mutlu etmekten daha güç bir şey yoksa da Kontes, ancak meleklerin yapabileceği bu işi üstlenmişti. Tek bir gün içinde, bütün acılara tahammül edebilecek biri hâline gelivermişti. Dibinde gökyüzünü görebildiği uçuruma indikten sonra, bir rahibenin herkesi kucakladığı görevine tek bir adam için adamıştı kendini, Kont’u kendisiyle barıştırmak için, onun bile kendisini bağışlayamadığı kusurunu bağışlamıştı. Kont gitgide cimrileştiğinde, o da bu yaşamın dayattığı yoksulluklara katlanır olmuştu. Sosyete yaşamını ancak tiksintilerini görerek tanıyan kimseler gibi kocası da aldatılmaktan korkuyordu, Kontes ise eşinin bu güvensiz tavırlarına sesini çıkarmadan katlandı; Kont’a iyi hissettirebilmek için kadınsı kurnazlıklarını kullandı, o da böylece kendisine özgü fikirler taşıdığı kanısına varıyor, kendi evinde hiçbir yerde tadamayacağı üstünlüğün sefasını sürüyordu. Daha sonraları, evlilikleri ilerleyince Kontes, kötülüğün ve kıskançlığın hüküm sürdüğü bu yerde, Kont’un histerik ruh izlerini fark edip bunun evlatlarına zarar verebileceğini düşündüğünden Clochegourde’dan hiç çıkmamaya karar verdi. Böylece hiç kimse Mösyö de Mortsauf’un yetersizliğini fark edemezdi çünkü karısı, yıkımlarını sarmaşıktan kalın bir pelerinle örtmüştü. Kont’un, kolay hoşnut edilemeyen değişken mizacı, karısının varlığında, gizli yaralarının âdeta merhemlerin serinliğiyle yumuşadığını hissederek uzandığı nahif ve rahat bir dünya bulmuştu.
Bu hikâye, Mösyö de Chessel’in üstünü kapamaya çalıştığı bir kırgınlığın etkisiyle söylediği sözlerin en basit ifadesidir. Dünyaya bakış açısı, Clochegourde Şatosu’nda gömülü sırların birkaçını keşfetmesini sağlamıştı. Lakin Madam de Mortsauf, ulvi tavırlarıyla başkalarını kandırsa da aşkın o sezgi gücü yüksek duyularını aldatamadı. Küçük odamdayken gerçekliğin sezgisi beni yatağımdan sıçrattı, odasının pencerelerini görebildiğim hâlde, şu an burada, Frapesle’de olmaya katlanamadım; üstümü giyinip sessizce aşağı indim ve sarmal bir merdiveni olan kulenin kapısından geçerek şatodan çıktım. Gecenin soğukluğu kendime getirmişti beni. Moulin Rouge Köprüsü’nden Indre’i geçtim ve Azay tarafındaki son pencerede bir ışığın parladığı Clochegourde’un önündeki o mutlu kayığın yanına geldim. Eski ama dingin düşüncelerimle yeniden bir aradaydım, aşk geceleri şairinin sesi ve bülbülün tek notalı ezgisi birbirine karışıyordu. İçimde, o zamana dek parlak geleceğimi örten örtüleri kaldıran hayaletler gibi süzülen düşünceler uyanıyordu. Ruhum da duygularım da büyülenmişti. Derinden arzularım nasıl da ona kadar uzanıp gidiyordu! Kendime kaç kez, bir deli gibi, tekrarladım şu sözleri: “Benim olacak mı?” Evren daha önceleri de devasaydı benim için, ne var ki tek bir gecede kendisine bir merkez edinmişti. Emellerim ve ihtiraslarım ona bağlandı, kırık yüreğimi onarmak ve doldurmak için onun her şeyi olmayı diliyordum. Değirmen çarklarından dökülen suların, Saché çan kulesinin saat başı çalan çanlarının sesiyle, onun penceresinin altında geçen bu gece ne de güzeldi! Hayatımı aydınlatan yıldızlı goncanın parladığı gece boyunca, Cervantes’in ünlü eserinde okurken alay ettiğimiz o zavallı Kastilya şövalyesinin ve aşka doğru attığımız ilk adımların inancıyla ruhumu ona bağladım. Sabahın ilk ışıklarını, ilk kuş cıvıltısını fark edince Frapesle parkına kaçtım; köydekiler beni görmedi, kimseler anlamamıştı sıvıştığımı ve ben, kuledeki çanlar öğle vaktini haber verene dek uyudum. Yemekten sonra, sıcağa rağmen Indre’i ve adalarını, vadiyi ve tepeleri görmek için ipini koparmış bir at gibi hızla çayıra indim, kayığıma, söğütlerime, Clochegourde’uma yeniden kavuştum. Öğle vakti kırlarda olduğu gibi her yer sessiz ve ürperticiydi. Hareketsiz yapraklar göğün mavisinde bariz bir şekilde seçiliyordu; ışıkla beslenen kuduz böceği, yeşil yusufçuklar, kantaritler dişbudak ağaçlarına, sazlarına doğru uçuyordu; sürüler gölgelerde geviş getiriyordu, bağların kızıl toprağı sıcaktan kavruluyor, karayılanlar kayaların yamaçlarından kıvrılıyordu. Uyumadan önce öylesine zarif ve şirin olan bu manzara şimdi nasıl da değişmişti! Aniden kayıktan fırladım ve Kont’un dışarı çıktığını sandığım Clochegourde’un etrafından dönmek için yola koyuldum. Haklıydım, Kont çitin yanından yürüyor ve şüphesiz nehrin kıyısındaki Azay yoluna açılan bir kapıya doğru gidiyordu.
“Bu sabah nasılsınız Sayın Kont?”
Kendisine böyle seslenildiğini sık sık duymuyormuş gibi mutlu bir ifadeyle baktı bana.
“İyiyim.” dedi. “Görüyorum da kırları bu sıcakta gezecek kadar seviyorsunuz!”
“Ne de olsa beni buraya hava almam için gönderdiler, öyle değil mi?”
“Eh, madem öyle benimle gelip çavdarın nasıl biçildiğini görmek ister misiniz?”
“Memnuniyetle.” dedim. “Fakat itiraf etmeliyim ki ben ne çavdarı buğdaydan, ne kavağı titrek kavaktan ayırt edebilirim; ekim ya da toprağı işlemenin farklı işlemlerini hiç bilmem.”
“İyi ya işte, gelin.” dedi neşeli bir hareketle arkasını dönerken. “Yukarıdaki küçük kapıdan girin.”
O, çitin içinde ben dışında, öylece yürümeye başladık.
“Mösyö de Chessel yanında hiçbir şey öğrenemezdiniz.” dedi. “Kendisi, kâhyasının hesaplarını denetlemekten başka hiçbir işle uğraşmayacak kadar soylu bir beyefendidir.”
Avlularını ve binalarını, hobi bahçelerini, meyveliklerini ve bostanlarını gösterdi bana. En sonunda ise beni nehrin kenarında akasyalar ve Japon ağaçlarıyla dolu uzun bir yola götürdü; orada, yolun diğer tarafında çocuklarıyla ilgilenen Madam de Mortsauf’un bir bankın üzerinde oturduğunu gördüm. Ne güzel görünürdü bir kadın o titreyen yaprakların altında! Belki de gösterdiğim bu safça acelemden dolayı şaşırmıştı ama yanına gideceğimizi bildiği için hiç istifini bozmadı. Kont, oradan geçerken daha önce geçtiğimiz yüksekliklerden tamamıyla ayrı bir manzara sunan vadiyi izletti. Orada İsviçre’nin minik bir köşesinde hissedebilirdiniz kendinizi. Indre’e karışan derelerin aktığı çayır, tüm enginliğiyle uzanıyor ve ilerideki buğular arasında gözden kayboluyordu. Montbazon tarafında göz alabildiğine yeşil bir alan uzanıyordu ve diğer taraftaki yollar tepelerle, ağaçlarla, kayalıklarla çevreleniyordu. Madam de Mortsauf’u selamlamak için ona doğru yaklaştığımız sırada Madeleine’e okuttuğu kitabı birden yere bıraktı ve sarsılarak öksüren Jacques’ı dizlerinin arasına aldı.
“Ne oldu? Neyi var?” diye sordu Kont beti benzi atmış bir şekilde.
“Boğazı ağrıyor.” diye yanıtladı beni görmemiş gibi davranan anne. “Yakında geçer.”
Çocuğun hem kafasını tutuyor hem sırtını sıvazlıyordu, bu zavallı güçsüz yaratığa hayat veren iki ışıltı yayılıyordu gözlerinden.
“İnanılır gibi değil bu tedbirsizliğiniz!” dedi Kont sert bir ifade ile. “Çocuğu nehrin soğukluğuna maruz bırakıyor, yetmezmiş gibi bir de taştan bir banka oturtuyorsunuz.”
“Ama babacığım bank ateş gibi!” diye haykırdı Madeleine.
“Yukarıda sıcaktan bunalmışlardı.” dedi Kontes.
“Kadınlar her zaman haklı çıkmak ister!” dedi Kont bana bakarak.
Bakışlarımla onu onaylamak ya da kınamaktan kaçınmak adına boğazının ağrıdığından şikâyet eden ve annesinin götürmek üzere hazırlandığı Jacques’ı izliyordum. Yanımızdan ayrılmadan önce kocasının şu sözlerini de işitti:
“Dünyaya böyle sağlıksız çocuklar getiren kimse, onlara bakmasını da bilmeli!”
Her bir kelimesinden haksızlık akıyordu bu cümlenin ama Kont’un haysiyeti, suçu karısına yükleyerek kendisini haklı çıkarmaya itiyordu. Kontes yokuşlardan, merdivenlerden uçar gibi çıktı. Camlı kapıdan içeri girdiğinde gözden kaybolduğunu gördüm. Banka oturan Mösyö de Mortsauf başını öne eğmişti, ne benimle konuşuyor ne bana bakıyordu. Aklımda güzel hatıralar bırakacağını düşündüğüm bu yürüyüşe veda etmem gerekiyordu. Hayatımda bundan daha korkunç bir çeyrek saat geçirdiğimi anımsamıyorum. Kendi kendime “Gitsem mi, kalsam mı?” diye sorarken boncuk boncuk terliyordum. Jacques’ın nasıl olduğunu sormayı unutacak kadar kim bilir ne kederli düşüncelere dalmıştı. Birden ayağa kalktı ve bana doğru yaklaştı. Arkamıza dönüp şirin vadiye bakmaya koyulduk.
“Gezintimizi başka bir güne bırakalım, Sayın Kont.” dedim tatlılıkla.
“Çıkalım!” diye yanıtladı. “Bu çocuğu yaşatmak için kendi canımı vermeye hazır olan ben, ne yazık ki böyle sahnelere alıştım.”
“Jacques daha iyi, şimdi uyuyor dostum.” dedi altından bir ses. Madam de Mortsauf ne bir hınç ne bir öfke duygusunu barındırıyordu yanımıza geldi ve az önceki selamıma karşılık verdi. “Clochegourde’u sevdiğinizi görmek ne mutluluk.” dedi bana.
“Sevgilim, atıma atlayıp Mösyö Deslandes’ı çağırmamı ister misiniz?” dedi Kont, kendini bağışlatma arzusunu belli ederek.
“Hiç merak etmeyin, Jacques dün gece hiç uyumadı. Hepsi bu. Sinirleri çok hassas, kötü bir rüya görmüş. Onu uyutabilmek için sabaha kadar masal anlatıp durdum. Öksürüğü tamamen sinirsel, bir pastille yatıştırdım onu ve ardından uykuya daldı.”
“Zavallı kadın!” dedi Kont, karısının ellerini ellerinin arasına alıp ona buğulu gözlerle bakarak. “Hiçbirini bilmiyordum.”
“Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler için neden endişeleniyorsunuz? Gidip çavdarlarınızla ilgilenin. Biliyorsunuz, siz orada olmadığınızda ortakçılar ekin demetleri kaldırılmadan başka kadın, başak toplayıcıların tarlaya girmesine müsaade ediyor.”
“İlk tarım dersimi alacağım Madam!” dedim.
“Güvenilir ellerdesiniz.” dedi, ağzı kulaklarına varan Kont’u göstererek.
O geceyi, büyük sıkıntılar içinde geçirdiğini ve oğlunun kuşpalazına yakalanmasından korktuğunu ancak iki ay sonra öğrendim. Bense aynı gece o kayığın içinde aşk düşüncelerine dalmış hafifçe sallanırken mum ışığının aydınlattığı o ölümcül belirtilerle kırışmış olan alnını penceresinden izlediğimi fark edeceğini düşünüyordum. Hakikaten de o zamanlar Tours’da kuşpalazı salgını korkunç bir hâl almıştı. Kapıya geldiğimizde Kont bana dokunaklı bir şekilde “Madam de Mortsauf bir melektir!” dedi. Bu sözler iyice sarsmıştı beni. Henüz çok derinlemesine tanımıyordum bu aileyi ve böyle bir durumda genç bir ruhun kapılacağı son derece doğal olan vicdanım bana “Bu derin huzuru hangi hakla bozacaksın?” diye bağırdı.
Kolayca ikna edebileceği genç bir dinleyiciye rastlamaktan son derece mutlu olan Kont, bana Bourbonların dönüşünün Fransa’yı hazırladığı gelecekten bahsetti.
Dallanıp budaklanan sohbetimiz esnasında beni tuhaf bir şekilde şaşırtan çocukça fikirler ileri sürdü. Bilimsel kesinliğe ulaşmış olgulardan habersizdi; bilgili kişilerden korkuyordu; üstünlüklerini inkâr ediyor; belki de haklı olarak gelişmelerle alay ediyordu. Sonunda, içinde onu incitmemek için pek çok önlem almayı gerektiren çok sayıda sıkıntısı olduğunu fark ettim, durmaksızın süren bu sohbet, zihinsel bir uğraş hâline geliyordu benim için. Tabiri caizse ondaki eksiklikleri hissettiğimde, Kontes’in onları okşarkenki uysallığıyla karşılıyordum. Hayatımın başka bir dönemi olsa muhakkak kırardım onu lakin hiçbir şey bilmediğine inanan ürkek bir çocuk olduğumdan ve yetişkinlerin her şeyi bildiğini sandığımdan, bu hastalıklı çiftinin Clochegourde’da yarattığı harikalar karşısında ağzım açık kalıyordu. Planlarını hayranlıkla dinliyordum. Nihayet, gayriihtiyari dalkavukluklarım bu ihtiyar beyefendinin sevgisini kazanmamı sağlamıştı, bu harika araziye, onun konumuna, Frapesle’den daha üstün bulduğum bu yeryüzü cennetine imreniyordum.
“Frapesle hantal bir gümüş takımıysa Clochegourde içinde kıymetli taşlar bulunan bir mücevher kutusudur!”
Bu cümleyi daha sonraları benim adımı da anarak sık sık tekrarladı.
“Pekâlâ öyledir! Lakin biz gelmeden önce acınası bir hâldeydi.” diye karşılık verdi.
Bana ekin tarlalarından, fundalıklarından bahsettiğinde iyice kulak kesiliyordum. Kır hayatında nelerin yapıldığı konusunda acemi olduğumdan onu ürünlerin fiyatıyla, toprağı işleme yöntemleriyle ilgili sorularıma boğuyordum, o ise bildiği tüm ayrıntıları bana öğretmekten mutlu görünüyordu.
“Okulda ne öğretiyorlar size?” diye soruyordu bana şaşkınlıkla.
Daha o ilk gün, Kont şatoya geri döndüğümüzde karısına “Mösyö Félix çok sevimli bir delikanlı!” dedi. Akşam, anneme Frapesle’de kalacağımı yazıp bu nedenle bana giysi ve çamaşır göndermesini istedim. O dönemde olup biten büyük toplumsal değişimden habersiz olduğum ve sonraları bunun, yazgımı nasıl etkileyeceğini fark edemediğim için Paris’e dönüp hukuk eğitimimi tamamlayacağımı umut ediyordum; dersler kasımın ilk haftasında başladığı için daha önümde iki buçuk ay vardı.
Frapesle’deki ilk günlerimde Kont’la içten bir ilişki kurmayı denedim ve bu, üzerimde acımasız izler bıraktı. Sebepsiz fevriliği, ümitsiz bir durum karşısındaki aceleciliği beni dehşete düşürdü. Zor şartlar altında politikanın ortasına güneş gibi doğan Condé ordusunun çok değerli bir beyefendisi oluyor, dürüstlüğün ve cesaretin yarattığı tesadüfler sayesinde soylu bir beyefendi gibi yaşamaya, bir d’Elbée, bir Bonchamp, bir Charette9 olmaya mahkûm ettiği o iradelerin ışığını saçıyordu. Bazı varsayımlar karşısında burnu büzüşüyor, alnı parlıyor ve gözlerinde yıldırım beliriyordu bir anlığına. Bazen Mösyö de Mortsauf aklımdan geçenleri anlayıp hiç düşünmeden beni öldüreceğinden korkuyordum. O zamanlarda oldukça yumuşak başlıydım. İnsanları tuhaf bir şekilde değiştiren irade, içimde yeni yeni baş göstermeye başlamıştı. Aşırıya kaçan arzularım, korkunun yarattığı titremelere benzer o hızlı sarsılmalara neden oluyordu. Mücadele değildi beni dehşete düşüren; karşılıklı aşkın mutluluğunu tatmadan ölmek istemiyordum yalnızca. Karşılaştığım zorluklar ve içimdeki arzular iki paralel çizgi hâlinde ilerliyordu. Duygularımdan nasıl bahsetmeli?.. Yürek burkan tereddütlerle boğuşuyordum. Bir tesadüf bekliyor, gözlemliyor, kendimi iyiden iyiye sevdirdiğim çocuklarla yakınlaşıyor, evdeki nesnelerle özdeşleşmeye çalışıyordum. Kont, zamanla yanımda daha rahat olmaya başladı. Bu nedenle onun ani mizaç değişikliklerine, sebepsiz derin kederlerine, acı ve yıkıcı yakınmalarına, kindar soğukluğuna, bastırdığı çılgınca hareketlerine, çocuksu inlemelerine, umutsuzluğa kapılmış bir insanın haykırışlarına, beklenmedik öfkelerine tanık oldum. Manevi evrende hiçbir şey mutlak değildir, bu özelliğiyle de maddi evrenden ayrılır. Etkilerin yoğunluğu, kişiliklerin ya da etrafında toplandığımız bir olguyla ilgili düşüncelerin gücüyle ilintilidir. Hayatımın geleceği, Clochegourde’daki tutumum bu tuhaf iradeye bağlıydı. Şatoya her girdiğimde kendi kendime “Acaba beni nasıl karşılayacak?” diye sorduğumda, o sıralarda ferahlaması kadar kararması da kolay olan ruhumu hangi kaygıların sıkıştırdığını size anlatamam. Kar beyazı alnında birden toplanan fırtına bulutlarını gördüğümde yüreğim nasıl bir endişe deryasında boğulurdu! Sürekli tetikteydim. Böylece bu adamın hâkimiyeti altına girmiştim. Izdıraplarım, Madam de Mortsauf’un neler çektiğini anlamamı sağlıyordu. Birbirimize anlam dolu bakışlar atmaya başlamıştık, bazen benim gözlerimden yaşlar akarken o kendilerinkini tutuyordu. Kontes ve ben, acı ile sınadık birbirimizi. Gerçek acılar, sessiz sevinçler, kâh suya düşen kâh yüzeye çıkan umutlarla dolu o ilk kırk günlük süre zarfında ne çok şey keşfettim! Güneşin tepelerini şehvetle kızıllaştırdığı vadiyi bir yatak gibi gözler önüne sererek battığı, doğanın bütün canlılarını aşka davet eden o sonsuz ilahiler ilahisinin duyulmamasını imkânsız kıldığı bir akşam, onu huşu içinde düşüncelere dalmışken buldum. Genç kız, uçup giden hülyalara mı kaptırıyordu kendisini yeniden? Kadın gizli bir mukayesenin acısını mı çekiyordu? Hâlinde, ilk itiraflara elverişli bir kendini bırakmışlığı sezer gibi oldum: “Zor geçiyor bu günler!” dedim ona.
“Ruhumu okudunuz.” dedi bana. “Ama nasıl?”
“Birçok açıdan birbirimize benziyoruz.” diye yanıtladım. “Keder ve tutku konusunda ayrıcalıkları olan, duyarlılıkları büyük iç sarsıntılarının tümüyle titreşen ve gergin mizaçları nesnelerin özüyle sürekli uyum içinde yaşayan o ender varlıklar grubuna ait değil miyiz? Onları her şeyin uyumsuzluk içinde olduğu bir çevreye koyduğunuzda korkunç acılar çektiklerini göreceksiniz. Tıpkı hoşlarına giden düşüncelere, duyumlara ya da varlıklara rastladıklarında; tutkularının coşku doruklarına doğru yükseldiği gibi. Ancak felaketlerin, sadece aynı hastalıktan muzdarip ve birbirlerine tıpkı birer kardeş gibi benzeyen kavrayışlarla karşılaşan ruhların bildiği üçüncü bir durum da vardır bizler için geçerli olan. Ne iyiden ne kötüden etkileniriz bazen. O zaman içimizdeki koca boşlukta çalmaya başlar hisli bir org, sebepsiz yere duygulanır, gelişigüzel ezgiler çıkarır, sessizlikte yitip giden vurgular savurur. Öyle ki hiçliğin faydasızlığına başkaldıran bir ruhun içine düştüğü tüyler ürpertici bir çelişkidir bu. Nerede olduğu bilinmeyen bir yaranın kanaması gibi, gücümüzün tamamen tükendiği yorucu oyunlar. Seller gibi akıp giden duyarlılık, kulakları duymayan bir papaza günah çıkarmanın verdiği anlatılmaz melankolik izler… Böyle değil mi bizim ortak acılarımız?”
Ürperdi, gün batımını izlemeye devam ederken karşılık verdi: “Bu genç yaşınızda nasıl bilebiliyorsunuz tüm bunları? Yoksa bir zamanlar kadın mıydınız?”
“Ah!” dedim heyecanımı gizleyemediğim bir sesle. “Uzun bir hastalık gibi geçmiştir benim çocukluğum.”
“Madeleine öksürüyor!” dedi aceleyle yanımdan kalkarken.
Kontes sürekli olarak evine girip çıkmamdan iki nedenden dolayı rahatsız olmadı. Öncelikle, çocuklar gibi saftı, düşünceleri bu saflıktan hiç şaşmıyordu. Dahası, Kont’un eğlencesi hâline gelmiş, bu pençesiz ve yelesiz aslana yem olmuştum. Sonraları, şatoya gelmek için hepimize makul gelen bir neden bulmuştum. Tavla oynamayı bilmiyordum, Mösyö de Mortsauf öğretmeyi teklif edince hemen kabul ettim. Bunu kararlaştırınca Kontes bana “Kendinizi çok büyük bir tehlikenin kucağına atıyorsunuz.” dercesine merhamet dolu bir ifadeyle baktı. İlk başta hiçbir şey anlamasam da üçüncü gün nasıl bir yükümlülük altına girdiğimi fark ettim. Çocukluğumun meyvesi olan ve hiçbir şeyin yıldıramadığı sabrım, bu sınanma sürecinde olgunlaştı. Bana öğrettiği bir kuralı göz önünde bulundurmadığımda Kont, kendini insafsız alaylara kaptırmanın mutluluğunu yaşıyor; hamle yapmak için düşündüğümde ağır bir oyunun ne kadar can sıkıcı olduğundan yakınıyor; hızlı oynadığımda aceleciliğime kızıyor; hata yaptığımda ise bunun kurbanı olduğumu söylüyordu. Bu, size yalnızca haylaz bir çocuğun boyunduruğu altındaki Epiktetos’la kıyaslayarak içinde bulunduğum durumu açıklayabileceğim, bir tiran zorbalığı, baskıcı bir despotluktu. Parasına oynadığımız zaman, kendisini küçük düşüren, bayağı sevinçler duyuyordu. Karısının tek bir sözü beni hemen teselli ediyor, onun da derhâl nezaket ve görgü kurallarına göre hareket etmesini sağlıyordu. Kısa bir zaman sonra umulmadık bir işkencenin alevleriyle yanmaya başladım. Bu arada paramın son kuruşunu da harcamıştım. Ben şatodan ayrılana dek Kont, karısıyla aramda kalsa da bazı geceler çok geç vakte kaldığımda, öyle bir an olur da onun yüreğine nüfuz edebilirim, umudunu taşıyordum. Lakin bu beklenen anı bir avcının hüzünlü sabrıyla yakalamak için ruhumu yaralayan, paramı alıp götüren bu alaylarla kuşatılmış partilere devam etmek gerekmiyor muydu? Güneşin çayırda yaptığı gölge oyunlarını, gökyüzündeki kurşuni bulutları, buğulu tepeleri ya da ay ışığının nehrin mücevherlerinde titremesini kaç kere izlemiştik. Yalnızca şu sözleri ederdik birbirimize:
“Gece ne kadar güzel!”
“Gece kadın gibidir, Madam.”
“Şu dinginliğe bakın!”
“Evet, burada bütünüyle mutsuz olmak mümkün değil.”
Bu yanıtım üzerine gergefine dönerdi. Onda, yerini arayan bir bağlılığın kıpırtılarını sezmeye başladım daha sonraları. Param kalmadığına göre tavla partilerine elveda demem gerekiyordu. Anneme para göndermesi için mektup yazdım, bunun üzerine beni azarladı ve yalnızca bir hafta idare edecek bir para gönderdi. Başka kimden isteyebilirdim? Söz konusu olan, benim hayatımdı! Böylece ilk büyük mutluluğumun bağrında, yakamı bırakmayan kederle yine karşı karşıya kalmıştım ama Paris’te, lisede yatılı okurken endişe yaratan yoksulluğumun acısını bir kenara bırakabilmiş, mutsuzluğumu pasifleştirmiştim etkisizleştirmiştim. Fakat Frapesle’de bu duygumun canlanmasıyla birlikte hırsızlık arzusunu, hayallerdeki suçları, ruhu kaplayan ve öz saygımızı yitirmemek için bastırmamız gereken o hoyrat öfkeleri tanıdım. Derin acımasız düşüncelerin, annemin cimriliğinin sebep olduğu bunalımların anısı, bana âdeta derinliğini görmek için uçurumun dibine gelip de aşağıya düşmeyenlerin gençlere gösterdiği erdemli hoşgörüyü kazandırdı. Soğuk terlerle beslenen dürüstlüğüm, hayatın aralandığı ve aktığı yatakta çakıllı kumların göründüğü anlarda güçlense de insanın adalet kılıcı bir insanın boynunu vurmak için her çekildiğinde, kendi kendime “Ceza yasalarını mutsuzluk nedir bilmeyenler çıkarmış.” derdim. Hayatımdaki her şeyin son raddesine geldiği bir noktada, Mösyö de Chessel’in kitaplığında tavla ile ilgili kaleme alınmış bir kitaba rastladım, iyice inceledim. Ev sahibim bana birkaç ders vermek istedi, bir önceki öğretmenime kıyasla daha yumuşak başlı biri olduğundan ilerleme kaydettim, ezberlediğim kuralları ve hamleleri uyguladım. Birkaç gün içinde boynuz kulağı geçmişti artık. Kazandığımda mizacı çirkinleşiyor, gözleri bir kaplanınki gibi ateşler saçıyor, yüzü buruşuyor, kaşlarını daha önce hiç görmediğim şekillerde indirip kaldırıyordu. Şımarık bir çocuk gibi yakınmaya başlıyordu. Bazen zarları fırlatıyor, öfkeye kapılıp tepiniyor, zar hokkasını ısırıyor, ağzına geleni sayıyordu bana. Bu hiddetli tepkiler bir süre sonra duruldu. Oyundaki üstünlüğü ele geçirdiğimde, mücadeleyi istediğim gibi yönlendirmeye başladım; berabere bitelim diye uğraşıyordum. Oyunun ilk yarısında kazanmasına müsaade ediyor, daha sonra da dengeyi kuruyordum. Öğrencisinin elde ettiği hızlı üstünlük, Kont’u dünyanın sonunun gelmesinden daha çok şaşırtıyordu. Ne var ki bunu asla dillendirmedi. Tavla partilerimizin değişmez sonucu zihninde yeni düşüncülerin şekillenmesine yol açtı.
“Kuşkusuz…” diyordu. “Zavallı başım ağrıyor. Kafam karıştığından oyunun sonuna doğru hep siz kazanıyorsunuz!”
Tavla oynamasını bilen Kontes, daha ilk oyundan benim taktiğimi anlamış ve davranışımda gösterdiğim yoğun şefkati sezmişti. Anlattığım bu ayrıntılar yalnızca tavlanın korkunç zorluklarını bilenlerin kavrayabileceği türdendi. Bu küçücük ayrıntıda neler saklı değildi ki! Ama aşk, tıpkı Bossuet’nin tanrısı gibi, yoksuldan gelen bir bardak suyu, ölen meçhul askerin gösterdiği çabayı en ihtişamlı zaferlerden daha üstün tutar. Kontes, çocuklarına baktığı gibi bana bakıp körpe yüreğimi titreten sessiz teşekkürlerinden birini gönderdi. O mutlu akşamdan sonra benimle konuşurken hep yüzüme baktı. O gün şatodan ayrılırken nasıl hissettiğimi anlatamam. Ruhum bedenimi soğurmuştu, ağırlığımı hissetmiyordum, sanki yürümüyor uçuyordum. Tıpkı “Elveda Mösyö!” deyişinin, ruhumda Paskalya ilahisinin yankılanmasına neden olması gibi, benliğimi aydınlatan o bakışını hissediyordum. Yeni bir hayata doğuyordum. Onun için bir anlam ifade ediyordum artık! Lal rengi çarşaflarda uyudum o gün. Kapalı gözlerimin önünden geçen ve birbirini takip eden alevler, yanmış kâğıdın üzerinde uçuşan sevimli ateş böceklerini andırıyordu. Rüyalarımda, nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde sesi dokunulur oluyordu, ışık ve güzel bir kokuyla beni saran havada ruhumu okşayan bir ezgi hâlini alıyordu. Ertesi gün bana olan hislerini anladım beni karşılamasından, sesindeki gizemleri kavramaya başladım o andan itibaren. O gün hayatımda unutulması imkânsız, en anlamlı günlerden biriydi. Akşam yemeğinden sonra tepelerde dolaştık, taşlık, kuru, bereketsiz bir toprakta hiçbir bitkinin yetişemeyeceği bir araziye gittik buna rağmen birkaç meşe ağacı, çobanpüskülü ve akdikenlerle kaplı çalılıklar vardı; ot yerine, kızıl güneşin ışınlarıyla allanan, üzerinde ayakların kaydığı kenarları tırtıklı yosundan bir halı uzanıyordu. Destek olmak için Madeleine’in elinden tutuyordum, Madam de Mortsauf ise Jacques’ın koluna girmişti. Önümüzden yürüyen Kont, arkasını dönüp bastonunu yere vurduktan sonra korkutucu bir ses tonuyla: “İşte benim hayatım! Ah! Tabii ki sizi tanımadan önceki hayatım.” diye de ekledi sonradan karısına bakıp af dilercesine. Kontes’in yüzünü düşüren gecikmiş bir aftı bu. Böyle bir darbeyle hangi kadın bocalamaz?
“Ne harika kokular ve ne güzel ışık oyunları saklı burada böyle!” diye atıldım hemen. “Bu fundalığın benim olmasını isterdim, kim bilir belki de burayı kazar hazineler bulurdum ama benim için en büyük zenginlik, sizin komşuluğunuzdur. Hem göze böylesi bir şölen yaşatan, ruhun dişbudaklar ve kızılağaçlarla arındığı bu yılankavi nehrin süslediği manzaranın yanında parayı kim önemser? Zevkler ne kadar eşsiz görüyorsunuz, değil mi? Size göre burası ekime uygun olmayan bereketsiz bir arazi, bana göre ise bir cennet.”
Bakışıyla teşekkür etti bana Madam de Mortsauf.
“Şairane sözler bunlar!” dedi Kont yüzünü buruştururken. “Burası sizin adınızı taşıyan birine ait olabilecek bir yer değil.” Kendi sözünü yarıda kesip: “Azay’ın çanlarını duyuyor musunuz? Ben gayet iyi duyabiliyorum.” diye devam etti.
Madam de Mortsauf ürkek bakışlarla bana baktı, Madeleine ise elimi sıktı.
“Dönünce bir tavla partisi vermek ister misiniz?” dedim Kont’a. “Zarların tıkırtısı, çanların gürültüsünü işitmenize engel olacaktır.”
Havadan sudan konuşarak Clochegourde’a döndük. Kont ağrılarından üstünkörü bahsediyordu. Salona geldiğimizde, tasvir edilemez bir kararsızlık sardı ikimizi. Koltuğa gömülen Kont dalıp gitmişti, hastalığının belirtilerini iyi bilen ve nöbetlerinin yaklaştığını sezen karısı onun dikkatini dağıtmamaya özen gösteriyordu. Onun gibi, ben de tek bir kelime etmedim. Gitmemi rica etmemesi, tavla partisinin Kont’u neşelendireceğini ve canından bezdiği o nüksetmelerin lanetli sinirsel gerginlikleri dağıtacağını sanmasından kaynaklanıyordu belki de. Hiçbir şey, o zamana dek büyük bir şevkle oynadığı tavla partisine başlatmak kadar güç olamazdı. Nazlı bir sevgili gibi, oynamak istiyor gibi görünmemek için ona yalvarılmasını, diretilmesini istiyordu. Keyif aldığım bir sohbette kendimi kaybedip abartılı ricalarımı unutacak olsam hemen suratını asar, sert ve kırıcı sözler söyleyerek söylediğim her şeye karşı çıkardı. Keyifsiz olduğunu fark edip ona tavla oynamayı teklif ettiğimde ise önce nazlanır daha sonra “Saat de iyice geç olmuş, hem aklımda yoktu tavla oynamak.” diyordu. Öyle ki en sonunda gerçek arzularını dillendirmeyen o kadınlar gibi yapmacık davranışlar sergiliyordu. Karşısında gururumu ayaklar altına alıyor, ara verdikçe becerilerimi kaybedeceğimden benimle oynaması için yalvarıyordum ona. Bu kez, onu oynamaya ikna etmek için delice bir neşeye ihtiyaç duydum. Taktiklerini düşünmesini engelleyecek baş dönmelerinden şikâyet ediyor, başını âdeta mengeneye sıkıştırdığını söylüyor, kulakları çınlıyor, nefesi daralıyor ve derin derin iç çekiyordu. Nihayet tavla oynamaya ikna edebildim onu. Madam de Mortsauf çocukları yatırmak ve evdekilere akşam duası ettirmek üzere yanımızdan ayrıldı. Yokluğunda her şey yolunda gitti, Mösyö de Mortsauf’un kazanması için elimden geleni yapıyordum ve mutluluğu birden yüzüne yansıdı. Kendi hakkında uğursuz tahminlerde bulunduğu bir hüzünden birdenbire sarhoş bir adamı saran neşeye geçişi; neredeyse sebepsiz, aniden beliren gülüşü beni kaygılandırmıştı, donup kalmıştım karşısında. Bu kadar açığa vurduğu taşkınlık hâlini ilk kez görüyordum; demek ki yakın ahbaplığımız meyvelerini veriyor, benim yanımda kendini sıkmıyordu. Geçen her gün, beni hâkimiyeti altına almaya, mizacına yeni bir anlam yüklemeye çalışıyordu çünkü ruh hastaları hevesleri, içgüdüleri olan ve topraklarını genişletmeyi hedefleyen bir mülk sahibi gibi egemen olduğu alanları büyütmek isteyen yaratıklara benzerdir. Kontes aşağı indi, gergefinin daha iyi ışık alması için tavla masasına yakın bir yere ilişti fakat pek de gizleyemediği bir kaygı içinde başladı işini yapmaya. Mecburen yaptığım bir hamle, Kont’un yüzünün sararmasına, tüm neşesini yitirmesine ve gözlerinin dönmesine neden oldu. Ardından, tahmin edemeyeceğim ve önüne geçemeyeceğim bir aksilik daha yaşandı ve Mösyö de Mortsauf oyunu kazanamamasına neden olan o berbat zarı attı. Birden ayağa kalktı, masayı üstüme, lambayı ise yere fırlattı; konsola bir yumruk indirdi, yürümekle zerre kadar ilgisi olmayan bir hâlde salonda tepinmeye başladı. Gümbür gümbür akan bir şelaleyi anımsatan ağzından hakaretler, lanetler, küfürler, tutarsız sözcükler çıkıyordu. Sanki Orta Çağ zamanına ait bir büyüyle kendinden geçiyordu. O an ne hâlde olduğumu düşünün!
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.