Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Fetih 1453»

Yazı tipi:

Ya Ben Bizans’ı Alırım, Ya da Bizans Beni…

– Fatih Sultan Mehmed


Konstantiniye’nin Son Günleri
SURLARIN İÇİNDEN



550 Sene Evvel Haliç’in Altın Sahillerinde Bir Gece

İvansaray’da Vlaherna’nın karşı sırasında beş altı odalı yüksek bir evin penceresinden hazin bir ses işitildi.

Haliç sahilinde Anivas’ın kayığından başka bir kayık yoktu.

Haliç sakinleri uykuda… Ay batıyor, sabah oluyordu. Anivas’ın sabaha karşı İvansaray sahilinde ne işi vardı? Onu uzaktan görüp kaçan balıkçılar da bunu anlamak istiyorlardı.

Anivas…

Bu ismi Bizans’ta işitmeyen, bilmeyen kalmamıştı. Anivas, saraya bağlı genç ve yakışıklı bir askerdi.

Vlaherna’da, İmparatorun güvenini kazanmış, onun kadar güçlü ve şımarık bir asker yoktu. Haftada bir iki defa sabaha karşı kendi kayığına biner, İvansaray’a gelirdi.

O gece Anivas’ın gözü her zamankinden çok daha kararmıştı.

Kayığını ufak bir iskeleye yanaştırdı. Sahile atladı ve birkaç adım yürüdü.

Pencereden akseden o hazin ses gittikçe yükseliyor, yükseldikçe hazinleşiyordu.

Anivas, sabahın mavi ve pembe bulutları arasından dökülmeye başlayan ışıklar altında, canlı bir gölge gibi kolaylıkla seçilebiliyordu.

Pencerenin altında durdu.

Bu ses onun sesi… O kadının, her zamanki kadının sesiydi.

Fakat söylenen şarkı, her zamanki şarkı değildi. Ani-vas’ın şarkısı değildi.

Anivas dişlerini sıktı. Yumruklarını sıktı. Kalbini tutarak söylendi:

“Priamos’un bestelediği şarkıyı sevgilim ne çabuk öğrenmiş!”

Anivas’ın yumruklarını sıkmaya hakkı vardı, çünkü bu şarkı henüz dün bestelenmiş ve o gece ilk defa olarak sarayda söylenmişti.

Anivas’ın dişlerini gıcırdatmaya da hakkı vardı, çünkü bu şarkıyı Priamos bestelemişti.

Priamos…

O, Bizans’ın bütün kadınları tarafından sevilmiş, uzun saçlı, genç ve güzel bir sanatkârdı. Anivas, bu adamla karşılaşmak ve onun bestelediği, onun yarattığı eserleri sevgilisinin ağzından dinlemek istemiyordu.

Bir adım daha ilerledi ve sağ elini dudaklarına götürerek seslendi:

“Klio! Klio!”

Fakat Anivas’a cevap veren olmadı. Klio şarkısına devam ediyordu:

 
Genç bir kız elinden
Bir kadeh şarap içmek
Ve onun kucağında
Kendinden geçmek istersen,
Evvela:
Bir kadeh şarapla kalbini
Yıka ve sonra yanıma gel
Ben, Bizans’ın meşhur
Bağında yetişen ve
Katakozinos’un kanunlarına
İsyan eden, günahkâr bir
üzüm kızıyım…
 

Genç asker bu şarkıyı daha fazla dinlemeye tahammül edemedi. Koştu, kapıyı çaldı.

“Ben Anivas.”

Askerler yabancı bir evin kapısını çaldıkları zaman, cevap almadan isimlerini verirlerdi.

Eğer çaldıkları kapı dost evininse, isimlerini vermeleri o ev için bir hakaret addedilirdi.

Klio derhâl sesini kesti. Pencereden eğildi.

Kapıyı çalan genç asker, tanıdıklarından biriydi.

Klio, âşığının o gece kendisini ziyarete gelmeyeceğini sanıyordu. O akşam Konstantin’in sarayında büyük bir ziyafet vardı. Anivas da orada bulunacaktı.

Haliç dilberinin canı sıkılmıştı.

“Anivas!” dedi. “Bu gece gelmeyeceğini ümit ediyordum. Misafirim var!”

“Kapıyı açmayacak mısın?”

“Açamayacağım.”

“O hâlde ben açıyorum. Sana zahmet olmasın!”

Anivas, kapıya birkaç tekme vurdu. Sokak kapısı kırılmıştı. Genç asker yukarıya çıktığı zaman, hiç ümit etmediği bir adamla karşılaştı.

“Priamos!”

Bu adam genç askerin en büyük ve insafsız düşmanıydı. Zeki ve kurnaz sanatkâr, toy ve tecrübesiz askerin cebren içeriye girdiğini görünce ayağa kalkarak bağırdı:

“Küstah! Kanına mı susadın, ne istiyorsun?”

Klio gürültüye meydan vermek istemedi. Şairle askerin arasına girerek,

“Ben evimde kavga istemem,” diye bağırdı.

Şair ve bestekâr Priamos, rakibinden çok daha kuvvetliydi. Fakat hasmının saraya mensup olduğunu bildiği için itidalini muhafazaya çalıştı.

Anivas bağırdı:

“Bu kızın benim sevgilim olduğunu bilmiyor musun? Buraya ne cesaretle geldin?”

Priamos gülerek cevap verdi:

“Kadın kucağı, şairlerin sığınağıdır.1 Bu gece saraya yeni şarkımı sunduktan sonra, iltica edecek bir yer aradım. Ve herkesin sevgilisi olan Klio’nun göğsünde uyumaya geldim.”

Klio’nun bu iki gence karşı da ilgisi vardı. Birinin sosyal konumu yüksekti; onu şerefi ve apoletleri için seviyordu. Diğeri de ince, hassas ve bilhassa hoşsohbet bir şairdi; onun da ruhundan hoşlanıyordu.

Birini diğerine tercih yahut birini öbürüne feda etmek mümkün değildi.

Anivas’ın boynuna sarıldı.

“Ben seni seviyorsam, ona da saygı duyuyorum. Beni ziyarete gelen bir şaire evimin kapısını nasıl kapayabilirim?”2

Genç bestekâr, kendisinin Klio tarafından müdafaa edildiğini görerek sustu.

Anivas’ın kıskançlığı kadınlar âleminde meşhurdu. Priamos’a eliyle kapıyı gösterdi.

“Çabuk… Şimdi dışarıya…”

Klio, Priamos’un önüne geçti.

“O buradan gidemez!”

Anivas, bu cevap karşısında buz gibi donup kaldı. Bir adım geriye çekildi.

“O hâlde ben gidiyorum. Fakat bir daha bu eve gelmemek üzere…”

Priamos içinden güldü. Klio, onun tekrar geleceğinden emindi. Fazla ısrar etmedi.

Anivas sendeleyerek, hiddetle çıkıp gitti.

Haliç’in altın sahillerinde geçen bu esrarengiz gecenin sabahı çok korkunç ve çok karanlıktı. Bir türlü sabah olmuyor, ortalık aydınlanmıyordu.

Ufukta görünen pembelikler arasından güneş hâlâ yükselmiyor, şairleri köşe başlarında arkalarından kahpece vuran serseriler3 henüz seçilmiyordu.

Priamos’un neşesi kalmadı.

Klio şarap içiyordu.

Güneş hâlâ doğmamıştı. Sokak köşelerinde kimliği belirsiz gölgeler geziniyordu. Priamos ayağa kalktı.

“Klio,” dedi, “bana bir kadeh şarap ver. İçip gideyim. Gitmeliyim!”

“Ölmeye mi?”

“Hiç niyetim yok. Ölmek istesem, Anivas’ı öldürürdüm.”

“Sokakta dolaşan gölgeleri görmüyor musun?”

“Görüyorum, Klio! Fakat Anivas’ın tuzağına düşmemek için daha evvel gitmeliyim. Güneş doğarsa, etraftan benim çıktığımı görürler, haber verirler; daha feci bir akıbete maruz kalırım. Beni bırak, bir kadeh daha içeyim ve ortalık ağarmadan gideyim.”

Klio şarap kadehini uzattı.

Priamos’un gözleri dönmüştü.

Bizans dilberi yeni şarkıyı söylemeye başladı.

Panaghia ton Vlahernon Kilisesi’nin çanı, Haliç’in ölgün sahillerini uyandırmaya başlamıştı.

Priamos, sevgilisinin söylediği şarkıyı dinlemiyordu. Kendi kendine söylendi:

“Saray muhafızları uyanmışlardır. Artık sokaklarda emniyetle gezilebilir.”

Elindeki kadehi yere vurdu. Kadeh kırılmadı.4

“Ölüm tehlikesi yok,” dedi, “Ben gidiyorum!”

Ölümle Karşı Karşıya

Şair ve bestekâr Priamos, sevgilisinin evinden çıktı. Klio, şairin arkasından,

“Sahile doğru gitme… Düşmanınla karşılaşırsın!” dedi.

Genç kadın onun evde kalması için daha fazla ısrar etmemişti. Priamos karanlıklar arasında kayboldu.

Güneş doğuyordu.

Sabah olmuştu.

Gecenin karanlık kucağında saklanamayan diğer fenalıklar gibi, güneş ışığı henüz kanları pıhtılaşmamış yeni bir cinayetin izlerini meydana çıkarmıştı.

Denize çıkmak üzere erkenden sokaklara dökülen kalabalık bir kayıkçı kafilesi, İvansaray sahilinde yerdeki kan lekelerini inceliyorlardı.

İçlerinden biri, yoldaki kırmızı lekeleri takip ederek herkesten evvel ilerlemişti.

Uzaktan acı bir ses yükseldi:

“Buraya koşunuz… Buraya! Yerde bir adam yatıyor.”

Halk sahile koştu.

Kanlar içinde bir delikanlı, yerde yatıyordu.

Vurulan adamı herkes tanımıştı.

Yüzlerce ağız birden açıldı:

“Şair Priamos… Bestekâr Priamos…”

Evlerden çıktılar…

Kiliselerden çıktılar…

Saraylardan çıktılar…

Bütün sokaklar Priamos’u ve onun şiirlerini sevenlerle dolmuştu.

Halk arasından öldü zannedilen şairi muayene eden bir doktor, kayıkçılardan birinin omzuna çıkarak bağırdı:

“Priamos yaşıyor! Priamos ölmemiş!”

Zevk ve eğlence düşkünü halk, bu sefahat körükçüsünün yaşadığını öğrenince hep bir ağızdan bağırmaya başladı:

“Yaşasın Priamos! Bugün onun sıhhati şerefine akşama kadar şarap içeceğiz ve işlerimize gitmeyeceğiz. Kahrolsun şairi vuranlar!”

“Kahrolsun!”

“Kahrolsun!”

“Kahrolsun!”

Priamos’u hastaneye götürdüler.

Fakat halk susmuyor, sokaklar kalabalıktan geçilmiyordu.

Bizans’ın son günlerini yaşayan şairlerin, bestecilerin hiçbiri onun kadar sevilmemiş, onun kadar müdafaa edilmemişti.

Konstantin’in sarayı civarında yaşayan şair ve besteciler cemiyet hayatında çok laubali olduklarından, karılarını fazla kıskanan erkekler şairlerden hoşlanmaz, hatta tenha yerlerde onları aşağılarlardı.

Halbuki Priamos halk şairiydi.

Halkın acı ve ıstıraplarını da terennüm etmeyi unutmayan Priamos, aynı zamanda İvansaray’da doğmuş, Haliç sahilinde büyümüştü.

Genç ve coşkun şair, sefahat düşkünü Bizans’tan ziyade, tutucu Haliç’in çocuğuydu! Haliç ahalisi Priamos’u bunun için seviyordu. O, bütün günahlarıyla sevilen bir insan, bütün çılgınlıklarıyla sevilen bir şairdi.

İvansaraylılar, haremlerine ondan başka günahkâr sokmuyor, kızlarının ve karılarının ondan başka bir şairin kolları arasında dans etmelerine tahammül edemiyorlardı.

Akşama doğru kafalar biraz daha fazla dumanlanmış, yahut şairin güzel ve hazin şarkılarını terennüm eden delikanlıların gözleri biraz daha kararmıştı.

Sokaklar kalabalıktan geçilmiyordu. Hadiseyi İmparatora haber vermişlerdi.

Ayasofya çevresinde büyük bir heyecan ve üzüntü vardı.

Priamos’un rakipleri onun ölümünü bekliyorlardı. Yalnız Konstantin’in hüznü kalptendi.

O, daha bir akşam evvel şairin yeni bestelenmiş şarkısını kendi ağzından dinlemiş ve memnun olmuştu.

İhtilal mahiyetini almaya başlayan hadisenin önüne geçmek ve sokaklarda toplanan halkı dağıtmak için saray muhafızlarından bir bölük süvari askeri İvansaray sahilini kuşatmıştı.

Bu esnada Klio’nun evinde, perdenin arkasına gizlenmiş bir asker etrafı gözlüyordu.

Klio pencereden başını çıkardı, dışarıdaki halkın uzaklaştığını görünce askerin kulağına eğildi:

“Anivas,” dedi, “Sokakta kimseler yok. İstersen gidebilirsin!”

Genç asker, rakibini vurduktan sonra halkın tezahüratını seyretmek için, güneş çıkmadan tekrar Klio’nun evine gelmişti.

Pencereden işitiyordu:

“Priamos’u vuranı vuracağız!”

Bu sözü boylu boslu bir genç söylüyordu. Anivas,

“Bugün sende misafir kalacağım. Bak… Sokakta neler konuşuyorlar!” dedi sevgilisine.

Klio bu soruya kahkahayla cevap verdi:

“Onu senin vurduğunu nerden bilecekler? Ne kadar korkak bir askermişsin, Anivas! Kahramanlar silahlarını çekmeden düşünürler. Düşmanını vurduktan sonra karı gibi evlerde saklanan askerlerin orduda ne işi var?”

Anivas mahcup oldu.

Klio, Priamos’un yaralanmasına çok üzülmüştü. Anivas’ın yakalanmasını istiyordu.

Anivas, sevgilisinin bu sözü üzerine o gün akşama kadar evde oturamayacağını anladı.

“Peki,” dedi, “Gideceğim, fakat senin yüzünden böyle tehlikeli bir vaziyete düştüm. Eğer bu cinayet hakkında kimseye bir söz söyleyecek olursan, senin de akıbetin çok vahim olur.”

Klio genç askere güven verdi:

“Benden sır çıkmaz.”

Öpüştüler. Anivas gidiyordu. Klio onun boynuna sarıldı.

“Bugün paraya çok ihtiyacım var.”

Anivas ayrılırken cebinde ne kadar para varsa verdi.

Bizans dilberinin çok garip ve anlaşılmaz bir karakteri vardı. Birçok âşığı arasında en az sevdiği erkekler Anivas’la Priamos olduğu hâlde, Klio en ziyade onlarla meşgul olur, onların yüzünden çekmediği ıstırap kalmazdı.

Klio, Bizans’ın tanınmış aşüftelerinden biri; gözleriyle istediği erkeği etkileyen çok cazibeli ve sesi güzel bir kızdı. Bütün şair ve bestekârlar şarkılarını onun ağzından dinlemek isterlerdi. Sefahat âlemlerinde ve düğünlerde şarkı söylemesi için Klio’ya bin bir kişi gelir, yalvarırdı.

Ve işte bütün kavgalar, rekabetler, çekememezlikler, hatta bütün cinayetler hep bu yüzden olur, birçok kişi hapse girerdi.

Klio aynı zamanda çok zeki bir kızdı. Dans ve tiyatro mekteplerinden birincilikle çıkmıştı. İvansaray’da babasından kalan evinde üvey annesiyle birlikte oturur ve âşıklarından aldığı paralarla geçinirdi.

Anivas’a gelince, İmparator Konstantin’in çok sevdiği, yakışıklı ve kibar olan genç askerin yegâne arzusu Klio’ya sahip olmaktı. Kendisi asil, fakat Klio fakir bir aileye mensuptu. Anivas onunla nasıl evlenebilirdi? Klio’yu herkes tanıyordu! Saraya bağlı bir askerin, böyle orta malı addedilen bir aşüfte ile evlenmesi Anivas’ın saraydaki vaziyetini tehlikeye düşürebilirdi.

Genç ve tecrübesiz asker, kendi aklınca buna bir çare bulmuştu: Anivas sarayda mühim ve siyasi bir meselenin takibi ile meşgul oluyordu. Klio’ya gizlice bu meseleden bahsedecek ve onunla birlikte siyasi bir başarı sağlayarak yalnız sarayın değil bütün Bizanslıların dikkatini çekecekti. Klio, Bizans’ın kurtuluş yolunda halkın takdir ve minnetini kazanacak olursa, bütün günahları affolunacaktı!

Bizanslılar arasında, herhangi bir günahkârın aniden bir “azize” veya “kahraman” oluvermesi pek de gayritabii bir hadise olarak görülmeyecekti! Bizans’ta, bu şekilde şöhret bulmuş ve kirli mazisi çarçabuk unutulmuş birçok ünlü kadın vardı.

Anivas bu yolda çizdiği programı hızla uygulamayı başarırsa, kısa zamanda sevgilisine kavuşacaktı.

İmparatorun Sarayında

Türk-Bizans ilişkileri gittikçe gerginleşiyordu.

Konstantin, Sultan Murat’ın karısı Prenses Mari ile evlenememesinden dolayı çok üzgündü.

Sultan Murat’ın vefatı üzerine dul kalan Prenses Mari; siyasete aklı eren, zeki ve Türkler tarafından çok saygı gören bir kadındı. Sultan Mehmed Edirne’de tahta geçince üvey validesi Mari’yi evlilik hususunda serbest bırakmışsa da, Sırbistan Prensinin kızı olan Mari, Türklerle Bizanslıların arasının açık olduğunu görerek İmparatorun evlenme teklifini reddetmişti.

Aradan epeyce zaman geçtiği hâlde, İmparatorun bu hadiseden duyduğu öfke ve üzüntü henüz geçmemişti.

Başvekil Lukas’a,

“Bu işi yapabilirdin!” diyerek daima söylenirdi.

Lukas Notaras, devlet siyasetini başlı başına idare etmek isteyen diktatör ruhlu bir adamdı. Prenses Mari’nin Bizans sarayına girmesini istemeyenlerden biri de kendisiydi. Prenses Mari, İmparator Konstantin’in karısı olacak olursa, Bizans’ın Sırplara ve Türklere karşı yeni ve uyumlu bir siyaset cephesi alması lazımdı. Halbuki Notaras’ın bu yeni cephelerde vaziyeti çok tehlikeli olacak, belki hayatı da tehlikeye düşecekti.

Notaras’ı Türklerden ziyade Sırplar sevmiyordu. Ve hiç şüphe yoktu ki, Prenses Mari de en çok Notaras’ı Bizans’ın tarafında gördüğü için İmparatorun teklifini reddetmişti.

Konstantin, bütün bu düşünceleri dikkate almakla beraber devlet işlerinde Notaras’a güveniyor, onu iş başından ayırmıyordu.

Bizans etrafında Türklerin tacize başladıkları dedikodusu gün geçtikçe artıyor ve başkent ahalisi arasında, bazen de isyan mahiyetini alan dedikodular ve hükümet aleyhtarlığı çoğalmaya başlıyordu.

Ara sıra sefahat âlemlerinden başlarını kaldıran Bizanslılar, surları etrafında Türklerin dolaştıkları haberini işitince saraya hücum ediyorlar, İmparatorun devlet işleriyle meşgul olmadığından, gece gündüz zevk ve sefahatle vakit geçirdiğinden şikâyet ediyorlar, başkent etrafındaki asayişsizliğe son verilmesini istiyorlardı.

Bir akşam Ayasofya’da, İmparatorun sarayındaki mühim bir toplantıda Anivas da hazır bulunuyordu.

Konstantin, asker toplamak ve Bizans etrafındaki köylerin güvenliğini destek birlikleriyle temin etmek niyetinde olduğunu söyledi.

Lukas Notaras, İmparatorun bu fikrine katılmamıştı. Diğer kumandanlar da bunun faydasız olacağını ileri sürmüşlerdi.

Mecliste son sözü söyleyen Notaras oldu:

“Yeniden asker toplamaya başlarsak, bu tedbirin, Sultan Mehmed’i aleyhimize tahrik etmekten başka bir faydası olmayacak. Ben bu işin dostane halledilmesi taraftarıyım.”

Esasen herkes Türklerle savaşmaktan korkuyordu. Notaras’ın bu teklifi, meclis üyeleri üzerinde iyi etki bırakmıştı.

İmparator,

“Ne yapalım?” diye sordu.

Notaras,

“Sultan Mehmed’e bir heyet gönderelim,” dedi. “Bu heyet üyeleri, Edirne’ye karılarıyla beraber gitsinler.”

İmparator ve meclis üyeleri bu teklifi oybirliğiyle kabul ederek beş kişilik bir heyet oluşturmaya karar vermişlerdi.

Edirne Yolunda

Ertesi gün erkenden, üstü kapalı beş araba Edirne yolunu takip ederek ilerliyordu.

Her arabada bir kadın, bir de erkek vardı. Heyet azasından evli olanlar karılarıyla, evli olmayanlar da buldukları kadınlarla ikişer ikişer arabalara binmişlerdi. Bekâr olanlar Konstantin’in teşrifatçısı Agripas ile genç bir asker idi. Bunlar da İmparatorun bilgisi altında birer kadın bulmuşlardı.

En arkadaki arabada soğuktan birbirine sokulmuş yakışıklı bir askerle genç bir kadın vardı.

Serin, sert bir rüzgâr esiyordu.

Edirne uzaktan görünmüştü.

Arabadaki asker yanındaki kadının boynuna sarıldı.

“Klio!”

“Ne var, Anivas?”

“Üşüdün mü?”

“Biraz.”

“Paltomu vereyim mi?”

“Ya sen?”

“Ben üşümüyorum.”

Genç asker, paltosunun pelerinini yanındaki kadının omuzlarına örttü.

“Hava gittikçe sertleşiyor.”

“Edirne’nin havası bizi fena karşıladı.”

“Kötüye yorma, Klio; siz kadınlar, daima, her şeyden bir anlam çıkarırsınız!”

“Seninle ilk tanıştığımız geceyi hatırlar mısın, Anivas? Pencerenin önünde sessizce otururken birdenbire müthiş bir fırtına çıkmıştı. O vakit ben sana, ‘Eyvah, bu çılgın rüzgâr bize fena bir haber getirdi!’ demiştim. Sense, ‘Şu kocakarı laflarına hâlâ inanıyor musun?’ diye sormuştun. Fakat biraz sonra başımıza neler geldiğini, nasıl basıldığımızı hatırlarsın, değil mi?”

“Rica ederim, Klio bırak artık şu mânâsız lafları! Bu kocakarı inançlarına esir olmaktan kurtulamayacaksın.”

Rüzgâr, arabanın tentesini koparırcasına kamçılıyordu.

Sultan Mehmed’e giden heyete girmeyi başaran Ani-vas, geleceği için bu seyahatten çok şey ümit ediyordu.

Heyetin Edirne’den muzaffer olarak döndüğü günü düşündükçe, arabanın içinde sevincinden ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmiyordu.

“İşte! Edirne’nin minareleri göründü, Klio! Yarım saat sonra şehrin kapısına varacağız.”

“Rüzgârdan korkuyorum.”

“Korkma!”

“Korkuyorum dedim ya! Vahşi rüzgâr içime bir korku saldı. Eğer suratlarımız asık, önümüze bakarak dönersek, artık beni Bizans’ta yaşatmazlar, Anivas! Halbuki sen bir askersin. Sana bir şey yapmazlar!”

“Niçin böyle fena şeyler düşünüyorsun?”

“Düşünmez olur muyum? İmparatorun böyle şeylere ne kadar önem veren bir adam olduğunu unuttun galiba?”

“Bundan sonra aramıza hiç kimse giremez, Klio! Mademki senin benimle gelmene izin verdiler, artık sen benimsin. Benim olacaksın!”

Klio güldü.

“Peki. Zaten seninim, çok daha senin olacağım. Fakat zaferle dönemezsek, Bizans’ta bana ‘uğursuz kız!’ demelerine mani olabilecek misin?”

“Söz veriyorum.”

“Nasıl?”

“Nasıl mı? Fakat yarınki vaziyeti şimdiden nasıl tahmin edebilirim?”

“Anivas, aklını başına topla! Nereye ve kimin huzuruna gittiğimizi unuttun mu?”

“Hayır, unutmadım. Nereye ve kiminle görüşmeye gittiğimizi pekâlâ biliyorum. Padişah teklifimizi kabul etmezse, ben de Bizans sokaklarında şerefsiz bir asker gibi gezeceğime, askerlikten istifa eder ve hürriyetime, sonra da sana kavuşurum. İşte Edirne’nin kızıl seması ile şu çılgın rüzgârlar şahidim olsun, senden ölünceye kadar ayrılmayacağım.”

Arabalar durdu. Türk sarayına mensup birçok adam, Bizans elçilerinin etrafını sardı. Anivas, sevgilisini kolundan tutarak aşağıya indirdi.

Karşılamaya gelen memurlar, Bizans heyetindeki üyelerin ayrı ayrı hatırlarını sordular.

Anivas, sevgilisinin kulağına eğildi.

“İltifat yerinde.”

“Bizi bu şekilde karşılayacaklarını hiç tahmin etmezdim.”

“Anlaşılıyor ki Türkler de Bizanslılarla dostluğun devamına taraftardırlar.”

“Hayal kırıklığına uğramayalım!”

“İhtimali yok! Eğer bizim için fena fikirleri olsa, on günlük yoldan gelen heyetimizi böyle mi karşılarlardı?”

Klio cevap vermedi.

Teşrifatçılarla beraber tatlı tatlı konuşarak saraya doğru yürümeye başladılar.

Heyet reisi Agripas, Konstantin’in en sadık ve güvenilir adamlarından biriydi. O da Anivas gibi olumlu görünüyor ve Padişah tarafından iyi niyetle kabul göreceklerini kuvvetle ümit ediyordu. Kendilerini karşılamaya gelen Yunus Bey, sarayda heyete rehberlik ediyordu. Evvela elçilerin hepsini ayrı ayrı odalara yerleştirdiler. Yunus Bey,

“Hünkâr tarafından dinlenmenizi sağlamakla görevliyim. Padişahımızın hepinize selamı vardır. Biraz dinleniniz. Bendeniz, hangi saatte huzura kabul buyrulacağınızı size haber veririm,” demişti.

Türk sarayında ayrı ayrı odalara yerleştiler. Klio, genç askerin boynuna sarıldı:

“Anivas! Ben rüzgâr hakkındaki fikir ve kanaatimi bu dakikadan itibaren değiştirdim.”

“Ben sana yolda da söylemiştim. İşte, dediğim çıktı.”

“Hakkın var, Anivas! Bize gösterilen saygı ve iltifata hiç diyecek yok.”

“Sultan Mehmed’in bize karşı fena bir fikir ve maksadı olsaydı, karşılamaya gelen adamlar muhakkak bizi geldiğimiz yere gönderirlerdi.”

“Sen geleceğin büyük bir diplomatı olacaksın! Artık sözlerine güveneceğim.”

Klio odayı incelemeye başladı. Odanın içinde eski bir Acem halısı ile örtülmüş uzunca bir sedirden başka göze çarpacak kıymetli eşya görünmüyordu.

“Anivas! Bu ne biçim saray?”

“Yavrum, sen Konstantin’in sarayına geldiğin zaman altın sedirler üzerinde oturmaya ve Horasan halıları üstünde gezmeye alışmışsın! Bu mütevazı sarayda ne görsen beğenemezsin.”

“Acaba bizi ne zaman çağıracaklar?”

“Kırk yıl burada kalmayacağız ya!”

“Bu gece Padişahın huzuruna çıkabilecek miyiz?”

“Zannederim.”

“Belki de yarın çağırır.”

“Sultan Mehmed’in çok sabırsız bir hükümdar olduğunu işitmiştim. Eğer doğru ise, sabaha kadar sabredemez!”

1.Bizans papazlarından Polikarpos’un hatıratından: “Fole tu piitu ine to stitos tis yinekos!” Tercümesi: “Şairin yuvası kadının göğsüdür!” Bizans’ın son günlerinde şairler genellikle bu imtiyaza sahiptiler. Bizans kadınlarının, bilhassa sefahat alemlerinde, şairlere karşı hissedilir derecede zaafları vardı.
2.Saray rezaletleri, Bizanslılar üzerinde büyük ve yıkıcı etkiler yapıyordu. Şairlere “to stema tis piiseus” yani “şairlik tacı” giydirildikten sonra, herhangi bir şair, halk arasında özel bir mevki sahibi olur ve toplumsal hatalar ahlaksızlık derecesine de varsa affedilirdi. (D. C. Brovon. V. 1, C. 3)
3.Bizans kadınları şairlere ne derece saygı duyuyorsa, erkekleri de o derece düşmandı. Hiçbir şair güneş battıktan sonra sokağa çıkmaz ve karanlıkta dolaşmazdı. Bizans’ın en hassas şairi olan Friksos’u da böyle bir gece tiyatrodan gelirken öldürmüşler ve üzerine “Mağdur kocaların intikamı…” yazan bir kâğıt bırakmışlardı.
4.İvansaray’da bulunan Panaghia ton Vlahernon Ayazması, halkın çok taptığı kutsal bir yerdi. Bu münasebetle bu civar ahalisi diğer semtlerden çok daha tutucu ve batıl inançlıydı. İvansaray’daki saraya da, bu ayazma yüzünden Vlaherna derlerdi. Şair Priamos’un evvelce bu sarayla bağı vardı ve kadehle talih denemek âdetini oradan öğrenmişti.