Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Fetih 1453», sayfa 3

Yazı tipi:

“Geçen sabah Romanos Portas’tan (Topkapı) geçerek Edirne’ye giden tüccarlar kontrol edilirken, bir peynir tacirinin üzerinden Hrisokeras’ın haritası çıkmış.”

“Haritayı ve taciri ne yaptılar?”

“Romanos Portas’taki nöbetçiler sarayın aleyhinde bulundukları için, yolcuları serbest bırakmışlar ve haritayı yırtmakla yetinmişler.”

“Bunlardan niçin benim haberim olmuyor?”

“Bu işlerden haberdar olduğunuzu zannediyordum.”

“Hayır, hiçbir şeyden haberim yok.”

Lukas önüne baktı. Teofilos sustu. Konstantin düşünüyordu.

Bu esnada oda kapısından bir baş göründü.

“Haşmetmeab! Elvira şimdi Edirne’den geldi. Sizi görmek istiyor!”

Elvira’nın Edirne’den ani olarak gelişi herkesi merak ve telaşa düşürmüştü.

Lukas Notaras ve Teofilos, İmparatoru yalnız bırakarak çıktı.

Elvira büyük bir telaş ve korku içinde titreyerek Konstantin’in huzuruna girdi.

İmparator bu esnada, Ayasofya Meydanı’nda saraya karşı yumruklarını sıkan halkın, muhafız kıtası tarafından dağıtılmasını emretmişti.

Konstantin, Elvira’yı kolundan tutarak yanına oturttu ve saraya karşı gösterdiği sadakat ve fedakârlıktan dolayı kendisini tebrik etti.

“Seni hiçbir zaman unutmayacağım, Elvira! Niçin böyle habersiz geldin?”

Elvira biraz sükûnet buldu.

“Nasıl haber verebilirim? Sağımda solumda sayısız ajan vardı.”

“Padişah ne yapıyor? Senden şüphelenmedi ya?” Agripas’ın karısı gülerek cevap verdi:

“Şüphelenmez olur mu? Her şeyi biliyor…”

Konstantin’in somurtkan çehresinde mânâlı hatlar belirdi.

“Her şeyi biliyor mu dedin?”

“Evet. Hatta heyetin oradan döneceği gece, Padişah bizim ne maksatla Edirne’ye gittiğimizi anlamıştı.”

“Peki, siz ne yaptınız?”

“O gece Sultan Mehmed beni sabaha kadar oyaladı ve Agripas’ı bir dakika bile görme fırsatı vermedi. Edirne seyahatinde, benim orada kalmamla Bizans’a zaman kazandırmış olmaktan başka bir faydamız olduğunu zannetmiyorum.”

“Orada kaldığın bu bir ay zarfında Padişahtan ve saray çevresinden mühim bir şey öğrenemedin mi?”

“Türkler geceli gündüzlü çalışıyorlar.”

“Ne yapıyorlar?”

“Macarlara büyük çapta top döktürüyorlar. Edirne‘ de hummalı bir faaliyet var.”

Konstantin sinirlendi.

“Padişahın fikri ne?” diye bağırdı. Elvira korkak bir sesle,

“Padişahın fikrini açıklamaya lüzum var mı, Haşmetmeab?” dedi.

İmparator şiddetle haykırdı:

“Çabuk söyle! Edirne’ye gönül eğlendirmeye mi gittin yoksa iş görmeye mi?”

Elvira kekeleyerek anlatmaya başladı:

“Padişahın odasında Bizans’ın haritası var. Sultan Mehmed, odasında yalnız kaldığı zaman, bütün vaktini bu haritanın önünde geçiriyor.”

İmparator, yumruklarını sıkarak odanın içinde dolaşıyordu.

“Başka bir şey söylemiyor mu?”

“‘Ah Bizans… Sana ne vakit kavuşacağım?’ dediğini iki defa kulaklarımla işittim.”

“O hâlde dostluk muahedesinin hükmü yok demek. Öyle mi?”

“…”

“Edirne’de Bizanslılarla dost geçinmek isteyen devlet adamları ne diyorlar?”

“Rüstem Bey istisna edilecek olursa, halkla beraber bütün devlet adamlarının daima konuştukları ve düşündükleri Bizans’tan başka bir şey değil. Hatta Bizans’tan ticaret maksadıyla gelen bazı kimseler, ahaliye Bizanslıların Türkleri beklediklerini bile söylemişler. Edirneliler, Türklerin yakında Bizans’ı zaptedecekleri kanaatindedirler.”

“Boğaz’da yapılan yeni kale hakkında Padişahın ne düşündüğünü öğrenebildin mi?”

“Sultan Mehmed‘in bütün ümidi bu kalededir. İnşaatın süratle tamamlanması için, öyle zannediyorum ki benim arkamdan hududa yeni inşaatı teftişe gitmiştir.”

“Zan ile söylüyorsun. Aynen duyduklarını niçin tekrar etmiyorsun?”

Elvira’nın cesareti yoktu. Padişahtan kendi kulağıyla duyduklarını söylerse, Konstantin hiddetinden yerinde oturamayacaktı. Bununla birlikte, Elvira bunu kendisi için bir izzetinefis meselesi addetmişti. İlk şeref ve tesiri kaybetmek, kendini zor duruma düşürmek istemiyordu. Siyaset sahasında oynamaya başladığı rolü sonuna kadar devam ettirecek ve rakibelerinin yüzünü güldürmeyecekti.

Bizans dilberi, Edirne’de bulunduğu müddetçe bütün bunlardan başka, çok daha mühim şeyler de öğrenmişti. Padişahın Bizans hakkındaki emel ve arzusu herkesçe malumdu. Bu konuda fazla söz söylemek, nihayet İmparatoru büsbütün çileden çıkarmaktan başka bir şeye yaramayacaktı.

Elvira,

“Haşmetmeab,” dedi, “çok yorgunum! Biraz istirahat etmeme müsaade buyurunuz!”

Bu esnada sokaktan gürültülü sesler işitildi:

“Kahrolsun İmparator!”

“Kahrolsun saray erkânı!”

“Yaşasın Bizanslılar!”

“Yaşasın hürriyet!”

İmparator pencerenin aralığından baktı.

“Zavallı mahluklar! Bir şeyden haberiniz yok…” Perdeyi kapadı.

Halk, sürü hâlinde sarayın önünden geçerek uzaklaştı. Konstantin bu manzaradan fena hâlde sinirlenmişti.

Elvira’ya hitaben:

“Haydi git! Gece tekrar görüşürüz!” dedi. Elvira, İmparatorun odasından çıkıyordu. Konstantin genç kadının arkasından seslendi.

“Elvira! Sakın kimseye bir şey söyleme. Hatta Agripas’a bile!”


Kocası, Elvira’ya soruyordu:

“Sultan Mehmed‘in Bizans hakkında neler düşündüğünü elbet öğrenmişsindir.”

“Bunu sormaya lüzum var mı?”

“Tabii. Bu bizim için hayat memat meselesidir.”

Elvira, İmparatorun son ihtarını hatırlayarak başka bir mevzuya geçmek istedi.

“Bu akşam benim şerefime bir ziyafet vermelisin Agripas.”

“Niçin?”

“Sevgiline kavuştuğun için memnun değil misin?”

“Bu soruyu çok mânâsız görüyorum. Fakat, ziyafet… İşte bu, bu akşam olmayacak bir şey!”

Elvira hiddetle kocasının kolları arasından fırladı.

“Ben İmparator için hayatımı tehlikeye attım. Bu önemli maceradan sonra, düşmanlarıma karşı kendimi hiçbir zaman şerefsiz ve muvaffakiyetsiz bir kadın mevkisinde bulundurmak istemem.”

Agripas tekrar itiraz etti:

“Israr etme, Elvira!”

“Hayır, dediğim olacak.”

“Bu gece sırası değil.”

“Eğlencenin sırası olur mu?”

“İmparator hiddetli.”

“Bana ne!”

“Onun neşesi yokken…”

“Benim neşem var!”

“İmparator kızarsa?”

“Ben cevap veririm.”

Agripas ağzını kapadı. Karısı devam etti:

“Klio’dan hariç bütün dostlarımızı hemen davet et. Hizmetçiler de içki sofrasını hazırlasınlar.”

Agripas, karısının çok kıskanç bir kadın olduğunu biliyordu.

“Klio’yu çağırmadan ziyafet verilir mi?” dedi.

Elvira kaşlarını çatarak düşündü. Sonra birden, hatırına önemli bir şey gelmiş gibi kocasını omzundan tuttu.

“Kıskançlığımdan çağırmak istemiyorum zannediyorsun, öyle değil mi?”

“Şüphesiz.”

“Bu akşam yalnız Anivas’ı çağıracağız. Gizlice ona söyleyeceğim sözlerin yalnız seni ve beni değil, bütün Bizanslıları alakadar edeceğini göreceksin!”

“O hâlde bana şimdiden anlatmanı istiyorum.”

“Ona söyleyeceğim sözleri şimdiden öğrenirsen, meseleyi İmparatora ihbar edersin!”

“Ben, karımı felakete sürükleyecek kadar sefil ruhlu bir ajan değilim.”

“Israr etme!”



Elvira’nın odasında kadın erkek on beş kişi kadar davetli vardı.

Anivas içki masasının başında, başka bir arkadaşının karısı ile konuşuyordu.

Agripas ayağa kalktı.

“Karımın sıhhati şerefine!” dedi.

Bütün davetliler ayağa kalkarak kadehlerini uzattılar ve güzel kadının şerefine içtiler.

Herkes birbiriyle yavaş yavaş konuşuyordu. Ziyafete İmparatordan gizli olarak katılmışlardı.

Elvira’nın hayranları, bu sevimli ve güzel kadının şerefine kadehlerini sık sık doldurup boşaltmaya başladılar.

Odanın bir köşesinden davetlilerin haletiruhiyelerini incelemekte olan Agripas, karısının bu ziyafeti vermekte gizli bir maksadı olduğunu keşfetmişti.

Elvira, kafalar dumanlanmaya başladığı bir sırada kimse farkında değil zannederek Anivas’la konuşma fırsatını bulmuştu.

“Anivas!”

“Elvira…”

“Niçin bu kadar durgun ve mahzun görünüyorsun?”

“Benim böyle olmamı sen istemedin mi?”

“Ben hayata bu gece yeniden kavuşmuş bir insanım. Bütün dostlarımın neşelenmesini isterim.”

Anivas neşesizliğinin sebebini söylemeye fırsat buldu:

“Dostlarınızın hepsi neşelidir.”

“Ya siz?”

“Beni dostlar sırasında çağırmadınız ki…”

“Niçin? Ne demek istediğini bir türlü anlamıyorum. Ben dostlarımı ayırmadan çağırdım.”

“Yalan söylüyorsun, Elvira!”

“Ben mi?”

“Evet.”

“Yalan söylemeye sebep ne?”

“Ben de bilmiyorum ve akşamdan beri bu muammayı çözemediğim için merakımdan çatlıyorum.”

Anivas, güzel kadının kulağına eğilerek devam etti.

“Elvira, artık sabrım tükendi. Bu mecliste bir kimsenin eksikliğini hissetmiyor musun?”

Elvira kahkahayla cevap verdi:

“Hayır!”

Ve etrafına bakınarak yapay bir merakla inceledi.

“Bütün dostlarım burada, Anivas!”

“Biraz daha dikkat et bakalım.”

“Ediyorum, fakat…”

“Klio’yu bir türlü burada görmek istemiyorsun, değil mi?”

Odanın köşesinden ikinci bir kahkaha daha yükseldi. Fakat bu kahkaha, evvelkinden çok daha mânâlı ve alaycı idi.

Anivas asabi bir gençti.

“Rica ederim benimle alay etme,” dedi. “Başkaları hissederse, bu çirkin hareketine karşılık vermeye mecbur kalacağım.”

Elvira, sarhoş bir kadın edasıyla elindeki şarap kadehini Anivas’ın üzerine fırlattı ve arkasını dönerek misafirlerinin yanına doğru yürüdü.

Agripas, garip olduğu kadar da mânâsız bulduğu bu manzaradan, Klio’nun bir kıskançlık neticesi olarak davet edilmediğine hükmetmişti.

“Acaba Elvira ile Anivas arasında gizli bir ilişki mi vardı?” Agripas, zihnini kurcalayan bu soruyu kendi kendine tekrarlayıp duruyordu. Klio’yu niçin çağırmamışlardı?

Ziyafette kadınsız bir erkek yok gibiydi. Yalnız, saray kâtiplerinden ihtiyar ve bekâr bir adam vardı.

İhtiyar zaten göze çarpan bir şahsiyet değildi. Karısı çoktan ölmüştü. Elli beşlik saray kâtibine herkesin hürmeti vardı. Bilhassa Agripas’ın…

Saray kâtibi, Elvira ile Agripas’a İmparatorun en gizli haberleşmelerini bile haber verirdi. Onun dışında, Anivas’tan başka ziyafette göze çarpan kadınsız erkek yoktu. Kâtip, Anivas’ın yanına gidip,

“Seninki nerede?” dedi.

Genç asker, Elvira’nın yüzüne bakarak:

“Rahatsız olduğu için gelemedi,” diye cevap verdi. Davetlilerden bazıları,

“Öyleyse Klio’nun sıhhatine de içelim,” dediler ve şarap kadehlerini doldurdular.

Fakat tam bu sırada çok çirkin görünen bir hadise oldu. Elvira, Klio’nun şerefine şarap içilmesini teklif eden misafirlerinin kadehlerine çarparak hepsini yere devirdi ve çılgınca bağırdı:

“Hayır! Sizi men ederim! Onun şerefine, benim odamda bir yudum su bile içemezsiniz!”



Halbuki Klio bir kıskançlık yüzünden Teofilos tarafından zindana atılmıştı. Ve bu esnada Klio’nun yattığı zindan, sebepsiz ve esrarengiz hadiselere sahne oluyordu.

Klio, Anivas’ın idam edildiğini zannettiği günden beri zindanda hasta ve şuursuz bir insan gibi ne yaptığını, ne söylediğini bilmeyerek yaşıyordu.

Bir sabah gözlerini açtığı zaman, kendisini tehdit eden siyah hançerli meçhul bir elin göğsüne doğru uzandığını gördü. Bağırmak istedi.

“Kimsin? Benden ne istiyorsun?”

Klio’nun bu sorusu cevapsız kaldı. Meçhul el, Bizans dilberinin sol memesi üzerine uzanmıştı. Klio korkudan bağıramadı. Ve siyah saplı hançer, sol memesi üzerine saplandı.

Klio, tıpkı birinci tehditte olduğu gibi, bu defa da yalnız korkudan değil, can acısından da bayılmıştı.

Zindan kapısında duran nöbetçi, ekmek vermek üzere içeriye girdiğinde Klio’nun kanlar içinde yerde yattığını gördü.

Bizans dilberini beş on gün evvel aynı el bir daha tehdit etmişti. Acaba bu meçhul el kimindi?

Zindan nöbetçisi yalnız Teofilos’tan aldığı emir üzerine hareket ediyor, Klio’yla kimsenin görüşmesine meydan vermiyordu.

Nöbetçi, zindan kapısını kendi eliyle açmıştı. Klio’ nun yerde kanlar içinde yattığını hayretle görünce, zindanı boş ve yalnız bırakmamak için, boynunda asılı olan imdat borusunu çalmaya başladı.

Silahşorlar sarayın zemin katına koştular.

Teofilos, saraydan Hipodrom’a doğru gitmek üzereydi. İmdat borusu, Teofilos’u yolundan çevirdi.

Hassa askerleri ona, Bizans dilberinin meçhul bir kimse tarafından yaralanmış olduğunu haber verdiler.

Teofilos zindana koştu. Klio’nun göğsü kanlı, gözleri kapalıydı. Nöbetçi, korkusundan titriyordu. Kumandanı sormadan anlatmaya başlamıştı:

“Kapının önünden bir dakika bile ayrılmadım, Efendim! Şimdi getirdikleri ekmeği vermek için kilidi açtım, içeriye girdiğim zaman Klio’yu bu hâlde gördüm.”

Teofilos, sevgilisini bu hâlde görünce hiddet ve kederinden ne yapacağını şaşırdı.

“Çabuk, hekim getiriniz. Hadiseyi kimse duymasın. Haydi, hepiniz dışarıya çıkınız!”

Hassa askerleri odadan çıktılar. Eski nöbetçi, silahını çatarak zindan kapısının önüne dikildi.

Teofilos, Bizans dilberinin yarasını muayene etti. Klio’nun yarası çok hafifti. Siyah saplı hançer genç kadının kalbi üzerine saplanmışsa da, yaranın vaziyetinden hançerin öldürmek kastıyla vurulmadığı anlaşılıyordu!

Teofilos hayretinden çıldıracaktı.

“Klio! Klio!” diye bağırdı. Klio gözlerini açtı. Bizans dilberinin çenesi tutulmuştu. Karşısında Teofilos’u görünce, kendisini onun vurduğunu zannedip buhran ve korku içinde çırpınarak başını yere bıraktı.

Klio kendinde değildi.

Teofilos, her cinayeti işlemiş, sevgilisini elde etmek için akla hayale gelen her fenalığı yapmıştı. Fakat Klio’ yu vuran o değildi.

Sarayda zindandan daha emin bir yer yoktu. Kapısında koskoca bir kilit asılıyken ve önünde en sadık adamlarından biri nöbet beklerken, bu zindanda Klio’ yu kim ve nasıl vurabilirdi?

“Klio! Klio!” dedi. “Kendine gel! Seni vuran adamın şeklini, ismini bana söyle. Onun cezasını şimdi, senin gözlerinin önünde vereyim. Aç gözlerini!”

Klio’nun dudakları bile kıpırdamadı. Başı Teofilos’ un kucağında, göğsü bir körük gibi yükselip alçalarak yatıyordu.

Kumandanın gözleri sulanmıştı.

Zindanın kapısı şiddetle açıldı. Teofilos hekim bekliyordu. Kapıdan Lukas Notaras’ın başı göründü.

“Müthiş bir imdat borusu sarayı telaşa verdi. Ne oldunuz?”

Teofilos şaşırdı.

Lukas’la bu vaziyette karşılaşmak kendisi için hiç de iyi bir sonuç vermeyecekti.

“Ben de efendimiz gibi boru sesine koştum. Böyle kapalı bir yerde Klio’yu kimin vurduğunu anlamak mümkün olamadı!”

Lukas mânâlı bir bakışla zindanın içini inceledikten sonra bir adım daha ilerledi.

“Klio’yu âdeta bir âşık gibi kucaklamışsınız!”

Teofilos mahcubiyetinden kıpkırmızı oldu. Lukas,

“Kapısı kilitli bir odanın içinde bu cinayetin işlenmesi hayret verici değil midir?” dedi.

Teofilos, sevgilisinin başını kucağından kaldıramıyordu.

“Ben de hayret ve merak içindeyim,” dedi. “Bu cinayeti gerçekleştiren meçhul eli muhakkak yakalayacağım.”

Lukas Notaras, Persefoni’nin söylediklerinde isabet olduğunu görmüştü. Sarayda azim ve irade sahibi metin bir kumandan olarak tanınan Teofilos, Klio’nun karşısında irade ve metanetini kaybetmiş bir âşık gibi tir tir titriyordu.

Böyle bir hançer, bundan evvel İmparatorun yatağına da konulmuştu.

Lukas, İmparatorun yatağında bulunan siyah saplı hançeri de o meçhul şahsın koyduğuna kanaat getirdi.

Teofilos’un o dakikadaki zaafından istifade etmekle bütün bu hadiselerin esrar perdesini kaldıracağından emin olan Lukas,

“Bu günlerde sarayın içinde çok esrarengiz şeyler oluyor. Bunlarla uzaktan olsun alakadar olmuyor musunuz?” dedi ve koynundan sözü geçen hançeri çıkardı.

“İşte bu da İmparatorun yatağına meçhul bir el tarafından bırakılmış.”

Teofilos, şaşkın ve bitkin bir hâlde hançeri inceleyerek,

“Bu hançer bana çok yabancı değil,” diye mırıldandı.

Lukas başını salladı ve muhatabının gözünün içine bakarak konuştu:

“Öyle zannediyorum ki, hançeri İmparatorun yatak odasına bırakan o meçhul el, bu saldırıyı da gerçekleştirmiştir. Siz de benim gibi düşünmüyor musunuz?”

Bu esnada hekim gelmişti. Lukas müsaade etti. Klio’ nun yarası sarıldı. Teofilos hekimden sordu:

“Yarası tehlikeli mi?”

“Hayır.”

“Niçin ayılmıyor?”

“Can acısından… Şimdi kendine gelir.”

Hekim, genç kadının burnuna ufak bir şişe uzattı. Klio aksırarak, korkulu bir rüya görmüş gibi birden gözlerini açtı. Kendisini Teofilos’un kolları arasında görünce silkinerek bağırdı:

“Tanrım! Yine mi bu hain adamı karşıma çıkardın?” Lukas’ın işaretiyle hekim dışarıya çıktı. Teofilos,

“Felaketzedelerin imdadına koşan insanlar daima aynı vaziyete düşerler,” diyerek yapay bir tebessümle Klio’yu yere yatırdı.

Lukas daha ciddi bir tavırla Teofilos’a hitap etti:

“Sizi çok üzgün görüyorum!”

“Esrarengiz bir surette yaralanan şu zavallının hâline acımamak mümkün mü, Efendimiz?”

“Vazifenin her şeyden kutsal olduğunu nasıl unuttunuz?”

Klio, cesaret ve muhakemesini toplayarak, sağ elini Lukas’a uzattı:

“Efendimiz,” dedi, “O elinizdeki hançeri size kim verdi?”

“Onu meçhul bir el, İmparatorun yatak odasına bırakmış. Niçin sordun?”

“Geçen gün aynı hançer, burada bana meçhul bir el tarafından uzandı da… Elinizde görünce tanıdım. Onun için soruyorum!”

Lukas esaslı bir emare yakalamış gibi güldü.

“Demek ki sen bu hançeri tanıyorsun, ha?”

“Evet, tanıyorum, Efendimiz.”

Teofilos susuyordu. Klio sözüne devam etti:

“Bu hançer on beş, yirmi günden beri Elvira’nın yanında bulunuyor.”

“Elvira’nın mı?”

“Hayret etmeyiniz! Ona da, kendisi Edirne’de iken Türkler hediye etmişlerdi.”

Lukas hançerin sapındaki işaretleri göstererek,

“Fakat, bu resim ve yazılar Hintlilere aittir,” dedi.

Klio’nun bu hançer hakkında kâfi derecede bilgisi vardı. Rüstem Bey’le Türk sarayında görüşülürken, Elvira’ya Padişah tarafından verilen bu hançer hakkında da uzun boylu münakaşalar olmuştu. Hatta bu çok kıymetli ve zehirli hançerin Bizanslılara verilmesine Rüstem Bey’in canı sıkılmıştı.

Klio, Lukas’a bu açıklamayı yaptıktan sonra,

“Bu sihirli hançeri Hint mihracelerinden biri Sultan Mehmed‘e hediye olarak göndermiş… Bu hançerle vurulan bir insanın vücudu yavaşça zehirlenir ve ancak üç, dört ay sonra ölürmüş,” diyerek ağlamaya başladı.

“Hayatım, geleceğim, bütün emellerim artık mahvoldu. Keşke Anivas yerine beni öldürselerdi…”

Lukas, genç kızın elini okşayarak sordu:

“Anivas’ın öldüğünden emin misin, Klio?”

“Onu gözlerimin önünde, şuradaki bahçede idam ettiler!”

Ve Teofilos’a hitaben,

“Öyle değil mi?” dedi, Klio.

Teofilos’un gözleri döndü. Avının üzerine atılmak isteyen aç kurt gibi dişlerini göstererek soğuk soğuk güldü.

“Efendimiz! Vazifem icabı kendisine bu şekilde anlatmaya mecbur olmuştum.”

Lukas, konuşma ilerledikçe hayretten hayrete düşüyor ve meselenin gittikçe derinleştiğini görüyordu.

“Bu gibi tedbirlere neden lüzum gördünüz?” diye sordu.

Teofilos,

“İmparator hazretlerine sadakatle hizmet eden bir kumandanın izzetinefsine hürmet ediniz, Efendimiz!” dedi ve birden ayağa kalktı.

Klio, Anivas’ın kurşuna dizilmediğini anlayınca büyük bir sevinçle yattığı yerden doğruldu.

“Hayvaniyetinden başka bir şey düşünmeyen bu canavarın yanında cariyenizi daha fazla söyletmeyiniz, Efendimiz! Sizden çok rica ederim, benim hayatımı emniyet ve muhafaza altında bulundurunuz! Çünkü ben İmparatora ve Bizans’a lazım olacağım.”

Teofilos’un bakışlarından sezilen mânâ çok açıktı. Şehvetini tatmin edemeyen Teofilos, genç kızdan intikam almaya karar vermişti.

Klio yalvarıyordu:

“Tanrı aşkına beni buradan kurtarınız! Hayatım iki şekilde de tehlikededir. Teofilos bana sahip olmak için beni muhakkak öldürecektir. Mutlaka ölmem lazımsa, bu zehirli hançerin açtığı yara, beni her hâlde üç ay zarfında adem diyarına götürecektir. Hiç olmazsa kendi kendime, yumuşak bir yatak içinde öleyim.”

Lukas bu esnada zindanın kapısını açmıştı. Dışarıda bekleyen hassa askerlerine seslendi:

“Kumandan Teofilos’u tutuklayınız!”



Klio yine zindanda kapalı kalmıştı. Teofilos’u cebren İmparatorun huzuruna çıkarıyorlardı.

Sarayın içerisi altüst olmuştu.

“Teofilos neden tutuklanmış?”

Herkes büyük bir merak ve heyecan içinde bu tutuklanmanın sebebini soruyordu.

Lukas, Teofilos’un Klio’ya sahip olmak için sarayda çevirdiği fırıldakları birer birer İmparatora anlatmıştı.

Fakat meydanda bir de hançer meselesi vardı.

Lukas, Klio’nun verdiği esrarengiz bilgiyi Konstantin’e aynen nasıl söyleyecekti?

Elvira… Sarayın bu en güzel ve kibar kadına bu fenalığı nasıl yapacaktı?

Siyah saplı hançerin Sultan Mehmed tarafından Elvira’ya verildiği kanıtlayacak olursa, Klio’nun yattığı zindana Elvira’nın gireceğini tahmin eden Lukas, bu işi kendi lehine halletmek için bir çare bulmuştu.

İmparator her şeyden çok hançer meselesine ehemmiyet veriyordu.

“Yatak odama kadar giren küstahı buldun mu?” diye sordu.

Lukas, Elvira’yı tehlikeye düşmekten kurtarmış olmak için lastikli bir cevap vermeye mecbur oldu.

“Haşmetmeab!” dedi, “Anivas’ın idamında ısrar eden Teofilos’un çevirdiği fırıldaklar tamamıyla meydana çıktı. Teofilos, Klio’yu seviyormuş!”

İmparator, gözlerini açarak Teofilos’un üzerine yürüdü.

“Sana gösterdiğim yakınlığı bu kadar kısa zamanda suistimal edeceğini hiç aklımdan geçirmezdim… Sen de beni kandırdın, öyle mi?”

Teofilos, güneş karşısında eriyen bir buz parçası gibi gittikçe küçülüyor, büzülüyor, İmparatoru teskin edecek bir cevap veremiyordu.

“İftira…” diye mırıldandı.

Lukas, Konstantin’in gözlerinin içine bakarak şu sözleri ilave etti:

“Kabahatsiz olarak kaç günden beri zindanda yatan Klio’yu bir defa dinlerseniz mesele tamamıyla aydınlanacak ve her hakikat meydana çıkacaktır. Şu kadar arz edeyim ki, o meçhul el, bu hançerle Klio’yu tam kalbinin üstünden yaralamıştır!”

“Klio zindanda değil mi?”

“Evet.”

“Zindan kapısı daima kapalı durmuyor mu?”

“Şüphesiz. Kapalı durması lazımdır!”

“Kapısı kilitli olan odasında bir mahkûmu kim ve nasıl yaralayabilir?”

“İşte, efendimiz gibi, herkes hayrettedir. Fakat Klio her şeyi itiraf etti.”

Teofilos tekrar mırıldandı:

“Klio kendini kurtarmak için iftira ediyor… Yalan söylüyor…”

Lukas İmparatora hitaben,

“Yalan söyleyen biri varsa, o da Teofilos’tur. Pekâlâ bilirsiniz ki ölümle karşılaşan insanlar daima hakikati söylerler. Klio, kendisinin ve Anivas‘ın masumiyetini ispata kâfi derecede açıklamada bulunmuştur. Azim ve irade sahibi bir kumandan olmakla ünlenen Teofilos’a yalan söylemek hiç de yakışmıyor. Görüyorsunuz ki huzurunuzda korkusundan dizleri titriyor. Yüzünde beliren iki büyük şahit var: Gözleri. Gözlerine bakınız! Başka bir şey sormaya ve başka bir sebep araştırmaya lüzum kalmaz!”

Konstantin merak ve hiddetinden ne yapacağını şaşırmıştı.

“Teofilos benim en sadık ve cesur kumandanlarımdan biri idi. Onun bu hıyanetinin dışarıya aksetmesini arzu etmem. Bu işi bizzat ben tahkik ve takip edeceğim. Tahkikat neticesine kadar, kendisine başkalarıyla görüşmeyi men edip onu sarayda bir odaya hapsediniz!” dedi.

Hassa askerleri Teofilos’u odadan çıkarıyorlardı. Bu esnada kapının önünden, nöbetçilere yalvaran bir kadın sesi işitildi:

“Tanrı aşkına, İmparator hazretlerine haber veriniz. Beni beş dakika için huzurlarına kabul etsinler. Kendi hayatlarıyla ilgili bir mesele hakkında maruzatta bulunacağım…”

Teofilos bu sesi tanıdı. Dişlerini gıcırdattı.

“Bu alçak kadını buraya kabul etmeyiniz!” diye haykırdı.

Lukas da bu kadını sesinden tanımıştı.

“Haşmetmeab!” dedi, “Dışarıda, İmparator halkın şikâyetlerini dinlemiyor diye genel bir kanaat var. Bu kadını çağırınız, belki mühim bir şey söyleyecektir.”

Konstantin müsaade etti.

İki asker, genç ve uzun boylu bir kadını içeriye getirdi. Kadın, İmparatorun huzuruna girer girmez yerlere kapandı.

“Size önemli ve acil maruzatta bulunmama müsaade buyurunuz, Haşmetmeab!”

Konstantin, genç kadını omzundan tutarak yerden kaldırdı.

“Söyle, seni dinliyorum,” dedi.

Kimliği belirsiz kadın, ağzını açıp söze başlayacağı sırada Teofilos’u görerek korktu ve hayretle İmparatorun yüzüne baktıktan sonra:

“Eski kocam… Evet, ta kendisi!” diye haykırdı. Lukas, bu tesadüften memnun olmuştu.

Teofilos, dört seneden beri rüyada bile görmediği eski karısının İmparatora ne söyleyeceğini merakla bekliyordu.

İmparator,

“Kadın, çabuk söyle. İşimiz var!” dedi. Teofilos’un karısı anlatmaya başladı:

“Kocam beni terk ettiği günden beri Romanos (Topkapı) civarında bir peynir tacirinin evinde oturuyorum.”

“Zavallı kadın…”

“Hayır, Efendimiz, ben zavallı değilim. Ben merhamete layık bir kadın değilim. Ben kocama hıyanet ettim, ve şimdi onun cezasını çekiyorum. Fakat vatanımı sevmekten, memleketime ve siz Efendimize hizmet etmekten beni kimse men edemez zannederim.”

İmparator kaşlarını çattı. Lukas’ın kulağına eğildi.

“Bu kadına biraz para versinler. Deli dinleyecek vaktim yok,” dedi.

Kadın bu sözü işiterek sözüne devam etti:

“Tanrı aşkına beni dinleyiniz! Bugün dışarıya çıkarsanız, Efendimizin hayatı tehlikeye düşecektir!”

Konstantin sarası tutmuş insanlar gibi titreyerek geriye çekildi.

Teofilos, Lukas’ın yüzüne bakıyordu. Karısının sırf İmparatoru görmek için geldiğine kanaat getirmişti.

Lukas:

“Bu kadını dinleyelim, Efendimiz!” dedi. “Dilinin altında mühim şeyler var.”

İmparator, korkak bir tavırla elini salladı.

“Söyle!”

“Cariyeniz gençliğimde Bizantiyon Okulu’nda okudum, Efendimiz! Bana güveniniz! Memlekette çok gizli bir ihtilal hazırlığı var. Dün sabah, misafir bulunduğum eve iki şüpheli adam geldi ve Türklerle her şeyi hallettiklerini, sizi öldürmek için sarayda genç bir kadından söz aldıklarını söyledi!”

İmparator fenalaştı. Çenesi tutuldu. Teofilos derin bir nefes aldı. Lukas’ın yüzünde mânâlı çizgiler belirdi. Kadın, sözüne devam etmek için fırsatı kaçırmak istemiyordu.

“Eve gelen bu şüpheli adamlar arasında uzun saçlı ve kuvvetli bir genç vardı. Bizim ev sahibinin kulağına eğilerek, ‘Babamın intikamını alacağım!’ dedi.”

Korstantin metanetini korumaya çalışarak sordu:

“Babasının intikamını almak isteyen adamın kim olduğunu öğrenemedin mi?”

“Hayır, Efendimiz! Kim olduğunu bilmiyorum. Fakat bu gence çok hürmet ettiklerini gördüm. Babası geçenlerde idam edilmiş.”

Lukas, bu adamın kim olduğunu derhâl anlamıştı.

“Şair Priamos…” diye mırıldandı. Konstantin de aynı ismi tekrarladı:

“Şair Priamos…”

Kadının oturduğu evin adresini aldılar. İmparator, hiddetinden deli gibi sağa sola saldırmaya, haykırmaya başlamıştı. Kadının geçici olarak sarayda alıkonulmasını emretti ve,

“Bizi Lukas’la yalnız bırakınız!” dedi.

Muhafız askerleri Teofilos’u götürdüler. Teofilos’un karısı, kapıdan çıkarken İmparatoru yerlere kadar eğilerek selamladı.

“Hakkımda gösterdiğiniz bu samimi kabul ve ilgiden dolayı Efendimize ilelebet minnettar kalacağım. Eski kocam, düşmanlarınızın başlarını koparmak için size çok iyi celltlık edebilir. Hiç merak etmeyiniz!”

Teofilos’un karısı serbest bırakılmıştı.

Teofilos, özel bir odada saray muhafızlarının nezareti altında bulunuyordu.

Siyah saplı hançerin esrarı henüz keşfedilmemişti. Lukas Notaras, bu esrarengiz hadisenin mesuliyetini Teofilos’a yüklemek fırsatını kaçırmamıştı.

Konstantin, Teofilos’un karısının verdiği izahat üzerine Romanos Kapısı’ndaki peynir tacirinin evini bastırmış ve orada Bizans aleyhinde yazılmış birçok mektup ve kitap bulunmuştu.

Peynir tacirinin evinde düzenlenen suikastın hedefi saraydan başka bir yer değildi.

Elde edilen evrak tetkik edilirken, peynir tacirinin de ünlü bir şair olduğu ve peynir ticaretine, saraya olan kırgınlığı neticesinde başladığı anlaşılmıştı.

İmparator bunlardan bahsederken,

“İhtilalci şairleri muhakkak yakalamalıyız!” diyordu.

Sarayda ardı arkası kesilmeyen dedikodular, bu hadise üzerine münakaşa ve mücadelelere doğru kaymıştı. Saraylılar,

“İhtilalci şairler tutuldu mu?”

“İhtilalci şairler tutulursa asılacaklar mı?” diyerek birbirlerinden malumat almaya çalışıyorlarsa da, meselenin mahiyetini İmparatorla Lukas’tan başka kimse bilmediğinden, herkes merak ve telaş içinde vaziyetle çok yakından alakadar oluyordu.

İmparator, Priamos’un babasını idam ettirdikten sonra halkın galeyanını işitmiş ve şairin araştırmasını çok gizli tutmuştu. Priamos, halkın en sevdiği ve saydığı şairlerden biriydi.

Babasının öldüğü gün, Hipodrom’un önünde toplanan insanlar,

“Priamos yaşayacak!”

“Priamos’u korumalıyız!”

“Priamos için ölmeliyiz!” diye hep bir ağızdan bağırmış, büyük tezahüratla sarayı tehdit etmişlerdi. İmparator, tetkik ettiği evrak arasında ufak bir de kitap bulmuştu.

“Ehmalote Yinekes…”

Bu kitap, Şair Priamos’un el yazısıyla yazılmıştı. Lukas bu tehlikeli kitabın şu satırlarını İmparatora okudu:

Bizans’ta yıkılacak bir müessese var: Saray! Bizans’ta yakılacak bir müessese var: Saray! Sarayları yakmalı ve esir kadınları kurtarmalıyız!

Konstantin dişlerini gıcırdatarak yerinden fırladı.

“Yeter! Yeter Lukas! Daha fazla dinleyemem. Bu melunu mutlaka bulup aşmalıyız.”

Lukas kitabı masanın üstüne bıraktı.

“Merak etmeyiniz Haşmetmeab!” dedi “Onu ve arkadaşını muhakkak ele geçireceğiz.”

Lukas İmparatorla beraber yemek yiyecekti.

Efendisinin üzülmemesi için ona tarihî hikâyeler anlatıyor; halkın daima saltanata ve saraya karşı kin ve düşmanlık beslediğini, ecdadı Paleologların da aynı hücuma maruz kaldıklarını söylüyordu. Bu esnada saray muhafızlarının kumandanı telaşla huzura girdi.

“Efendimiz!” dedi, “Klio’yu zindandan kaçırmışlar!”

İmparator, Lukas’la beraber derhâl sarayın zemin katına indi. Zindan kapısındaki nöbetçilerin bir şeyden haberleri yoktu. Muhafız kumandanına bu haberi dışarıdan vermişlerdi.

Lukas’ın emri olmadıkça zindan kapısı açılmayacaktı.

Konstantin kapının kilidini kendi eliyle açtı.

Klio içerde yoktu.

Zindanın penceresindeki demir parmaklıklar kırılmıştı.

Lukas yerde şu pusulayı buldu:

Birdenbire pencerenin demirleri kırıldı. Karşımda kimliği belirsiz birkaç gölge göründü. Bana ‘Haydi, hazır ol. Seni kaçıracağız!’ dediler. Muhakemesini kaybetmiş bir sarhoş gibi, bu emre itaat ederek gidiyorum.

Klio

İmparator bu pusulayı okuyunca hiddetle bağırdı:

“Artık bu rezalete tahammül edilmez. Kapısında nöbetçilerin beklediği bir mahkûm nasıl ve nereye kaçabilir? Bahçedeki nöbetçiler uyuyor muydu?”

Muhafız kumandanı şunu da ilaveye mecbur oldu:

“Haşmetmeab,” dedi, “bahçedeki nöbetçilerden iki kişi de bıçakla arkasından yaralanmış.”

Konstantin:

“Bu faciaya şimdi son vermeli,” dedi. Lukas, Klio’ nun kimin tarafından kaçırıldığını keşfetmiş gibi mağrurane bir tavırla efendisini temin ve teskine çalıştı.

“Bu işi Anivas’tan başka kimse yapamaz. Hemen onun yattığı zindana gidelim.”

“Anivas tutuklu değil mi?”

“Şüphesiz. Fakat belki o kaçmış ve sevgilisini de kaçırmıştır. Çünkü sarayın zemin katındaki bu gizli yolları onun kadar iyi bilen kimse yoktur.”

İmparator kamçısını sallayarak zindandan çıktı, Anivas’ın bulunduğu zindana geldiler. Konstantin, muhafız kumandanının yakasından tutarak suratına şiddetli bir kamçı indirdi.

“Eğer Anivas’ı da zindanda bulamazsak, seni geberteceğim, anladın mı?”

Zindanın önünde iki nöbetçi bekliyordu.

Lukas,

“Kapıyı aç!” diye seslendi.

Nöbetçiler Lukas’ın arkasından İmparatorun geldiğini görünce korktular.

Kapı açıldı. Konstantin, nöbetçinin uzattığı feneri takip ederek zindandan içeriye girdi. Muhafız kumandanının yüzü gülmüştü. Anivas uzun bir tahtanın üzerinde yatıyordu. Lukas’ın bütün şüphe ve düşünceleri boşa çıkmıştı.

Konstantin, zindana geldiğini genç askere bildirmek istedi. Lukas’ın kulağına,

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.