Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Zeno'nun Bilinci», sayfa 5

Yazı tipi:

Bana bir tanıdığının mektubunu gösterdi, mektupta benden de bahsediliyor, hâlim hatrım soruluyordu: Kendisi okul arkadaşımdı, büyük bir kimyager olacağına inanıp çok severdim onu. Şimdi ise aklıma bile gelmiyordu, kimyager olmamıştı, önemli bir gübre tüccarı olmuştu, dolayısıyla onu bildiğim gibi değildi artık. Giovanni, beni sırf kendi arkadaşının arkadaşıyım diye davet etti, -tahmin edileceği gibi- ben de bu daveti hemen kabul ettim.

O ilk ziyareti daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Sıkıcı ve soğuk bir sonbahar gününün öğleden sonrasıydı, ev sıcaktı, paltomu çıkarırken duyduğum rahatlamayı bile anımsıyorum. Limana varmak üzereydim işte. O zamanlar bana basiretmiş gibi gelen o körlüğe, o kadar şaşıyorum ki şimdi… Sağlığın, meşruiyetin peşinden koşuyordum. Bu isimlerinin baş harfi ve son harfi “a” olan dört kızdan üçü derhâl elenecek, dördüncüsü ise ciddi bir incelemeye tabi tutulacaktı. Pek sert bir yargıç olacaktım. Ama bu esnada, ondan beklediğim ya da olmamasını temenni ettiğim nitelikler nedir diye sorsalar cevaplayamazdım.

Bir taraftan XIV. Louis, diğer taraftan deri üzerine altın rengi işlemeler bulunan Venedik tarzı mobilyalarla donatılmış, o zamanlar kullanıldığı gibi ikiye ayrılmış, zarif ve geniş oturma odasında pencerenin kenarında kitap okuyan Augusta’yı gördüm. Elimi sıktı, adımı biliyordu çünkü babası benden bahsetmişti, beni beklediklerini de söyleyip annesini çağırmaya gitti.

İşte adları aynı harfle başlayan dört kızdan birini, o sırada çıkardım kafamdan. Nasıl olup da güzel derlerdi bu kıza? İnsanın onda dikkat ettiği ilk şey şaşılığıydı, öyle bir şaşıydı ki bu onu bir süre göremediğinizde, aklınızda bir tek bu özelliği kalıyordu. Pek de gür olmayan sarı saçları vardı ancak bu sarı renk ışıktan yoksun, bulanıktı. Görüntüsü ve kilosu yaşına göre biraz talihsizceydi. Odada yalnız kaldığım birkaç dakika içinde aklımdan şöyle geçti: “Umarım diğer üçü de bunun gibi değildir!”

Kısa bir süre sonra adaylarımın sayısı ikiye indi. Annesiyle birlikte içeri giren kızlardan biri, henüz sekiz yaşındaydı. Omuzlarına dökülen parlak, uzun ve bukleli saçları vardı, pek güzel bir kız çocuğuydu! Dolgun ve tatlı yüzü Raffaello Sanzio’nun5 hayal dünyasından çıkmış düşünceli bir meleği -sessiz kaldığı sürece- andırıyordu.

Kayınvalideme gelince… Onun hakkında dilediğimce yazamıyorsam kendisine duyduğum derin saygıdandır. Yıllardır bir anne olarak görüp sevdim kendisini ancak şimdi burada bana pek de dostça davranmadığı bir hikâyeden bahsedeceğim, bu defteri hiç görmeyecek olsa bile kelimelerimi özenle seçmeye niyetliyim. Zaten bu hikâyedeki varlığı, o kadar kısa sürdü ki unutmam çok zor olmazdı: En doğru zamanda ağzından çıkan tek bir söz, zaten zayıf olan dengemi hepten kaybetmeme neden olmuştu. Belki de onun müdahalesi olmasa da kaybedecektim dengemi, hem kim bilir, o da işlerin böyle gitmesini mi istemişti?

O kadar iyi eğitim görmüştü ki kocası gibi şişenin dibine vurup bana oynadığı oyunu aşikâr etmesi imkânsızdı. Asla etmedi de. Bu yüzden çok iyi bilmediğim bir hikâyeyi anlatmak üzereyim, kızları arasında asla aklımda olmayanla evlenmem, onun kurnazlığından mı yoksa benim saflığımdan mı kaynaklanıyor emin değilim.

Bu arada evlerini ilk kez ziyaret ettiğim vakitler kayınvalidemin epey güzel bir kadın olduğunu söyleyebilirim. Zarifliğinin bir sebebi de göze çarpmayan ama lüks giyimiydi. Onunla ilgili her şey, yumuşak ve uyumluydu.

Böylece, kayınpederim ve kayınvalidemde, hayalini kurduğum bütünleşmiş karı koca ilişkisini yakaladım. Birlikte çok mutlu olmuşlardı, adam vara yoğa bas bas bağırıyor, kadın da kimi zaman onaylayarak, kimi zaman acıyarak gülümsüyordu. Kadın bu irice adamı seviyordu, adam da elde ettiği başarılı işlerle onu ele geçirmiş ve bir daha da bırakmamış olmalıydı. Kadını kocasına bağlayan çıkar değil, ona duyduğu hayranlıktı, ben de aynı duyguyu paylaştığım için bunu yadırgamadım. İçinde bir mal ve iki düşmandan -alıcı ve satıcı- başka bir şeyin bulunmadığı o daracık alana, öylesine bir canlılık getirmişti ki orada her daim, yeni bileşenler ve ilkeler doğuyor ya da keşfediliyordu, bu da yaşama insanın soluğunu kesen bir heyecan katıyordu. Adam karısına tüm işlerini anlatıyordu, kadın ise asla tavsiye vermeyecek kadar iyi eğitilmişti çünkü adamı yanıltmaktan korkuyordu. Giovanni’nin ihtiyaç duyduğu gibi sessiz bir destekti bu, ara sıra karısının tavsiyesini alacağı inancıyla eve geliyor, nihayetinde kendini bir monolog içinde buluyordu.

Onu aldattığını, kadının bunu bildiğini ve hiçbir kin beslemediğini öğrendiğimde şaşırmadım. Evleneli henüz bir yıl olmuştu, bir gün Giovanni pek üzgün bir hâlde yanıma geldi, çok değerli bir mektubu kaybettiğini, bana verdiği evraklar arasına karışmış olabileceğini umduğunu, bu yüzden de evrakları gözden geçirmek istediğini söyledi. Aradan birkaç gün geçince keyifli keyifli mektubu bulduğundan bahsetti, cüzdanındaymış. “Bir hanım arkadaştan mıydı?” diye sordum, başını evet anlamında sallayıp talihi ile övünmeye başladı. Sonra bir gün bir olay oldu, beni evrakları kaybetmekle suçladılar, ben de kendimi savunmak için karıma ve kayınvalideme, “Kusura bakmayın, babam kadar şanslı değilim ki kaybettiği evraklar, kendi kendilerine cüzdanıma geri dönsünler.” dedim. Kayınvalidem, o kadar çok güldü ki o mektubu Giovanni’nin cüzdanına koyanın, o olduğu düşüncesine kapıldım. Görünüşe göre ilişkilerinde bu tarz konulara önem vermiyorlardı. Herkes bildiği gibi sevişir, bana göre tercih ettikleri yol, en aptalcası da değildi.

Hanımefendi beni büyük bir nezaketle karşıladı. Başkalarıyla bırakamadığı için küçük Anna’yı yanında tutmak zorunda kaldığından özür diledi. Küçük kız, içimi okumak ister gibi dikkatli bakışlarla süzdü beni. Augusta dönüp Bayan Malfenti ile oturduğumuz kanepenin karşısındaki ufak sedire yerleşince, kızcağız ablasının kucağına uzanmaya gitti, o ufacık kafasının içinde dolaşıp duran düşünceleri bilmediğim sürece, beni eğlendiren bir azimle gözlemledi beni.

Sohbet başlarda pek tatlıydı diyemem. Hanımefendi, tüm iyi eğitimli insanlar gibi ilk buluşmada oldukça sıkıcıydı. Ayrıca o eve girmemi sağlayan, benim ise adını bile hatırlamadığım arkadaşım hakkında çok fazla soru sordu.

Sonunda Ada ve Alberta içeriye girdi. Derin bir nefes aldım: İkisi de çok güzeldi, o ana kadar varlığı eksik olan ışığı odaya taşımışlardı. İkisi de esmer, uzun ve inceydi ama yine de birbirlerinden oldukça farklıydılar. Seçim yapmakta çok zorlanmayacaktım. Alberta o zamanlar on yedi yaşındaydı. Esmer olmasına rağmen teni, annesi gibi pembemsi ve duruydu, bu da görüntüsündeki çocuksuluğu kuvvetlendiriyordu. Ada ise kar beyazı yüzünü renklendiren mavimsi gölgeleri, ağırbaşlı bakışlarla dolu gözleri, kıvırcık, gür ve zarafetle taranmış saçları ile tam bir kadın görünümündeydi.

Üzerinden zaman geçince içimizde büyük bir kuvvetle hissettiklerimizin köklerini keşfetmemiz zordur, yine de Ada’ya karşı hissettiklerimin darbe de foudre6 olmadığına eminim. Yıldırım aşkına tutulmamış olsam da onu görür görmez bir kanıya kapıldım: Beni ihtiyacım olan kutsal tek eşli evlilik yoluna, oradan sağlığa ve ahlaklı bir yaşama itecek olan kadındı o. Şimdi yazarken geriye dönüp baktığımda ona yıldırım aşkı ile tutulmayıp, böyle bir düşünceye kapılmama şaşırıp kalıyorum. Biz erkekler sevgililerimizin hem taptığımız hem nefret ettiğimiz özelliklerini eşlerimizde aramayız, bunu herkes bilir. Bundan dolayı olsa gerek, ilk bakışta Ada’nın tüm zarafetini ve güzelliğini fark edemedim, ona ağırbaşlılık ve enerji gibi nitelikler atfettim, yani biraz hafifletilmiş olsa da babasında sevdiğim özellikleri onda da görüp hayran kaldım. O zamandan bu yana -şimdi bile böyle düşünüyorum- bu düşüncemde yanılmadığımı sanıyorum, Ada kızlığında, daha evlenmemişken sahipti bu niteliklere, bu yüzdendir ki iyi bir gözlemci sayabilirim kendimi ama yine de biraz kör bir gözlemci. Ada’ya ilk kez baktığımda aklımdan tek bir dilek geçti: Ona deli divane âşık olmalıydım ki evlenebilelim. Sağlığımla ilgili giriştiğim denemelerimde olduğu gibi büyük bir enerji ile giriştim bu işe de. Ne zaman başladım tam olarak bilemem, kim bilir belki de o ilk ziyaretimin kısa sayılabilecek bir süresi içinde.

Giovanni, benim hakkımda kızlarıyla epey konuşmuşa benziyordu. Eğitim hayatım boyunca Hukuk Fakültesinden, Kimya Fakültesine, oradan da tekrar Hukuk Fakültesine geçtiğimi biliyorlardı. Açıklamaya çalıştım: İnsan kendini bir fakülteye kapattığında, bilinmesi gereken şeylerin çoğuna cahil kalıyor, dedim. Ayrıca ekledim:

“Hayat tüm ciddiyeti ve var gücüyle üzerime gelmeseydi -bu ciddiyetin son zamanlarda aldığım evlenme kararından kaynaklandığını söylemedim- bir fakülteden diğerine geçmeye devam ederdim.”

Sonra onları güldürmek için:

“Pek tuhaf tesadüf doğrusu, fakülteden ayrılacağım zamanlar, tam da sınavlara denk geliyordu! Şans işte!”

Yalan söylediği aşikâr birinin gülümsemesiyle söyledim bunları. Doğru olansa öğrenimimi çeşitli mevsimlerde değiştirmiştim.

Böylece Ada’nın kalbini kazanmak niyetiyle yola çıkmış oldum, onu ağırbaşlılığından ötürü seçtiğimi unutup devamlı güldürmeye çalışıyordum. Zaten biraz tuhaf bir insanımdır, ona da hepten deli gibi görünmüştüm herhâlde.

Ancak tüm hata bende değil, bunu seçmediğim Augusta ve Alberta’nın hakkımdaki görüşlerinden anlayabilirsiniz. Yine de o sıralar gözlerini dört açıp ağırbaşlılıkla yuvasına kabul edeceği adamı soruşturan Ada’nın, kendisini güldüren kişiyi sevmesini bekleyemezdim. Güldü, uzun uzun güldü, öyle ki kahkahaları onu güldüren kişiyi gülünç duruma düşürüyordu. Pek küçümseyici bir durumdu bu, sonunda zararlı çıkacaktı ama zarar eden, ilk ben oldum. Sessiz kalmayı becerebilseydim kim bilir, belki de işler başka türlü ilerlerdi. Bu sırada o konuşma fırsatı bulur, bana içini açması için zaman kazanmış olurdu.

Dört kız, Anna Augusta’nın kucağında olmasına rağmen sıkışmış ufak sedirin üzerinde oturuyorlardı. Beraberken pek güzeldiler. Bende hayranlık ve sevgi uyandırdıklarını fark edip için için sevindim buna. Gerçekten güzellerdi! Augusta’nın soluk rengi diğerlerinin kumral saçlarının rengini vurgulayıp ortaya çıkarıyordu.

Üniversiteden söz ettim, lisenin sondan bir önceki yılını okumakta olan Alberta da bana biraz derslerinden bahsetti. Latincenin kendisi için çok zor olduğundan yakındı. Saşırtıcı değil dedim çünkü bana göre kadınlara uygun bir dil değildi, o kadar ki eski Romalılar zamanında bile kadınların İtalyanca konuştuğunu düşünürdüm. Oysa Latince -pek güvenerek söyledim- benim en sevdiğim dersti. Ancak kısa bir süre sonra, Alberta’nın beni düzeltmek zorunda kalacağı Latince bir özdeyiş söyleme cüretkârlığında bulundum. Gerçek bir rezaletti! Yine de çok önemsemedim ve Alberta’yı, bir on yarıyıl üniversite okusa da Latince özdeyişler hususunda dikkatli olması için uyardım.

Geçenlerde İngiltere’de babasıyla birkaç ay geçiren Ada, o ülkedeki birçok kızın Latince bildiğini söyledi. Sonra her zamanki gibi ağırbaşlı, herhangi bir müzikaliteye yabancı, nazik minyon bedeninden beklenenden biraz daha alçak ses tonu ile İngiltere’deki kadınların bizim kadınlarımızdan oldukça farklı olduklarını ekledi. Hayır işleri için dinsel hatta ekonomik amaçlar ile dernekler kuruyorlarmış. Kız kardeşleri Ada’yı konuşmaya devam etmesi için zorladılar, o dönemde şehrimizin kızlarına rüya gibi gelen, o harika şeyleri tekrar duymak istiyorlardı. Ada da gönülleri olsun diye kürsüye çıkıp yüzlercesi karşısında yüzü kızarmadan konuşan, sözü kesildiğinde ya da argümanları çürütüldüğünde şaşırmadan ya da bocalamadan sözlerine devam edebilen başkan, gazeteci, sekreter ve politikacı kadınları anlattı. Yalın, renklendirmeden, insanları konu hakkında meraklandırmaya veya güldürmeye çabalamadan konuşuyordu.

Ben ağzını açar açmaz olayları ya da insanları çarpıtan, aksi hâlde konuşmanın faydasız olduğunu sanan biriyimdir, onun bu yalın üslubunu sevmiştim. Hatip olmasam da konuşma hastalığım vardı. Benim için kelimelerin başlı başına bir olay olması gerekirdi, başka bir olayın onları hapsetmesi mümkün değildi.

Ancak hain Albione’ye7 karşı özel bir nefretim vardı ve bunu Ada’yı gücendirmekten korkmadan açık ettim, zaten o da İngiltere’yi sevdiğini ya da nefret ettiğini söylememişti. Orada birkaç ay geçirmiştim ancak seyahat ederken babamın iş arkadaşlarından aldığım bazı tanıtım mektuplarını kaybettiğim için gerçek bir İngiliz ile tanışamamıştım hiç. Bu nedenle Londra’da sadece birkaç Fransız ve İtalyan aile ile görüşmüş ve o şehirdeki tüm iyi insanların kıtadan geldiklerini düşünmeye başlamıştım. İngilizce bilgim çok sınırlıydı. Bununla birlikte, arkadaşların da yardımıyla Adalıların yaşamına dair bilgiler edinebilmiş ve her şeyden önce, İngiliz olmayan tüm insanlara karşı besledikleri antipatiyi öğrenebilmiştim.

Kızlara böyle düşmanların ortasında kalmış olmanın yarattığı tatsız duygudan bahsettim. Yine de eğer başıma talihsiz bir olay gelmeseydi, babam ve Olivi’nin İngiliz ticaretini -hiç karşılaşmamıştım çünkü tenha yerlerde yapıldığı söyleniyordu- öğrenmem için dayattıkları altı aylık staj süresine katlanabilir, İngiltere’ye tahammül edebilirdim. Bir gün, sözlük almak için bir kitapçıya gitmiştim. Girdiğim dükkânda, tezgâhın üzerinde, ipekten kürkü ile okşanmaya davetiye çıkaran, kocaman, şahane bir Ankara kedisi uzanıyordu. Ben kibar kibar onu okşarken, haince bana saldırıp ellerimi fena hâlde tırmalamaz mı! Bu son olay bardağı taşırdı, artık İngiltere’ye katlanamazdım, ertesi gün soluğu Paris’te aldım.

Augusta, Alberta ve hatta Bayan Malfenti hikâyeme içtenlikle güldüler. Ada ise şaşırdı ve yanlış anladığını düşündü. Yoksa canımı yakan ve beni tırmalayan kitapçının kendisi miydi? Hikâyemi tekrarlamak zorunda kaldım ancak yeniden anlatınca sıkıcı oldu, kendini tekrar eden şeyler her zaman sıkıcıdır.

Bilge bir edayla Alberta, bana yardım etmek istedi:

“Eski insanlar da kararlarını verirken hayvanların hareketlerine bakarlarmış.”

Yardımını kabul etmedim, İngiltere’deki o kedi kâhin falan değildi, kaderin kendisiydi!

Ada gözlerini kocaman açarak daha fazla açıklama istedi:

“Yani bir kedi, sizin için tüm İngiliz halkını mı temsil ediyordu?”

Ne kadar da talihsizdim! Anlattığım hikâye doğruydu ama bana sanki biri onu belli amaçlarla yazmış kadar eğitici ve enteresan gelmişti. Hikâyemi anlatmak için pek çok insan tanıdığım ve sevdiğim İtalya’da olsaydım o kedinin yaptığı hareketin, benim için bu kadar önemli olmayacağını hatırlamak yetmez miydi? Ama bunu söylemedim ve onun yerine dedim ki:

“Şüphesiz hiçbir İtalyan kedisi böyle bir şey yapmazdı.”

Ada uzun süre güldü. Başarım bana büyükmüş gibi göründüğünden başka açıklamalar da ekledim, maceramı küçülttüm:

“Kitapçı da benden başka herkese iyi davranan kedinin bu tavrına şaşıp kalmıştı. Bu macera beni etkiledi çünkü ben olduğum için veya belki de İtalyan olduğum için gelmişti başıma, It was really disgusting8, kaçmak zorunda kaldım.”

Bu sırada beni aslında uyarması ve dahası kurtarması gereken bir şey oldu. O zamana kadar beni gözlemlemek için hareketsizce dinleyen Küçük Anna, veryansın ederek Ada’nın duygularını açığa vurdu:

“Deli bu! Hem de zırdeli öyle değil mi?”

Bayan Malfenti onu tehdit etti:

“Sus bakayım sen! Yetişkinler konuşurken karışmaya utanmıyor musun?”

Tehdit durumu daha da kötüleştirdi. Anna bağırdı:

“Ama deli işte! Kedilerle konuşuyormuş! Keşke bir ipimiz olsa da bağlasak onu hemen!”

Augusta sinirden kıpkırmızı kesildi, ayağa kalkıp onu bir güzel azarladı ve alıp götürdü, sonra benden kusuruna bakmamamı istedi. O küçük engerek yılanı; kapıda durmuş gözlerini yine üzerime dikmişti, suratını ekşiterek bir kez daha bağırdı:

“Seni bağlasınlar da gör gününü!”

Uğradığım saldırı benim için o kadar beklenmedikti ki kendimi savunmanın yolunu bulamadım hemen. Ancak Ada’nın kendi hislerinin bu şekilde ifade edilmesinden dolayı üzüldüğünü fark edip rahatladım. Küçük kızın küstahlığı bizi yakınlaştırmıştı.

İçtenlikle gülerek evde usulüne uygun yöntemlerle hazırlanmış, akıl sağlığımı kanıtlayan damgalanmış bir belgemin olduğunu söyledim. Böylece yaşlı babama oynadığım numarayı da anlatmam gerekti. O belgeyi Annacığa göstermeyi teklif ettim.

Gitmek için ayaklandığımda oturttular beni. Şu ikinci kediden yediğim tırmıkların acısını unutmamı istiyorlardı. Beni yanlarında alıkoyup bir fincan çay ikram ettiler.

Kendimi Ada’ya beğendirebilmek için olduğumdan farklı davranmam gerektiğini az çok anlamıştım, olmamı istediği kişiye dönüşmenin kolay olacağını sanıyordum. Babamın ölümü hakkında konuşmaya devam ettik ve içimde ağırlaşan büyük acıyı açığa vurursam Ada da bu acıyı benimle birlikte hissedermiş gibi geldi bana. Ama bir yandan ona benzeme çabası içinde olduğumdan, doğallığımı yitirdim ve bu nedenle -hemen anlaşıldığı gibi- ondan uzaklaştım. Böylesi bir kayıp, öyle bir acı veriyordu ki çocuklarım olursa sırf onlardan günün birinde ayrılmak zorunda kalacağım, onlar da böylesi bir acıyı çekecekler diye korkumdan beni daha az sevmelerini sağlayacağımı söyledim. Bana bunun için ne yapacağımı sorduklarında biraz utandım. Onlara kötü davranıp pataklayacak mıydım? Alberta gülerek dedi ki:

“En güvenli yol, onları siz ölmeden öldürmek olacaktır.”

Ada’nın beni incitmek istemediğini görüyordum. Bu nedenle konuşmakta tereddüt ediyordu, ne kadar çabalasa da tereddüt etmekten öteye gidemiyordu. Nihayetinde dedi ki gelecekteki çocuklarıma karşı böyle bir düşüncem olması, elbette iyiliğimden kaynaklanıyormuş, ne var ki ölüme hazırlanarak yaşamak doğru gelmiyormuş kendisine. Israr ettim ve ölümün, yaşamın gerçek düzenleyicisi olduğunu iddia ettim. Ben her zaman ölümü düşünürdüm, bu yüzden de tek bir şey yakardı canımı: Ölümün kaçınılmazlığı. Böyle düşününce diğer her şey, o kadar önemsiz hâle gelirdi ki gülüp geçerdim hepsine. Çok da gerçek sayılamayacak şeyler söylemeye kaptırmıştım kendimi, üstelik onunla birlikteyken, üstelik hayatımın çok önemli bir anında. İşin aslı sırf mutlu, neşeli bir insan olduğumu görsün diye onunla böyle konuştuğumu sanıyorum. Kadınlara karşı neşeli görünmem, lehime olmuştu hep.

Düşünceli hâlde, duraksayarak böyle bir ruh hâlinden hoşlanmadığını itiraf etti. Ona göre bu düşünce, hayatın değerini azaltarak onu doğanın amaçladığından daha tehlikeli hâle getiriyormuş. Bu sözlerle kendisinin benim için uygun olmadığını göstermek istiyordu, yine de onu tereddüte düşürmeyi ve düşündürmeyi başarmıştım ya, bana bir başarı olarak geldi.

Alberta eski bir filozoftan benim yaşam görüşümü destekleyen bir alıntı yaptı, Augusta da gülmenin çok iyi bir şey olduğunu söyledi. Babasının da kahkahası eksik olmazmış.

“Kârlı işlerle ilgilenmek hoşuna gider çünkü.” dedi Bayan Malfenti gülerek.

Hiç unutmayacağım o ziyareti kestim sonunda.

Bu dünyada dilediğinizce bir evlilik yapmaktan daha zor bir şey yoktur. Benim durumumda evlenme kararımın nişanlımı seçmemden evvel ortaya çıktığını görebilirsiniz. Neden birini seçmeden önce bir sürü kızı görmeye gitmedim ki? Ama hayır! Sanki çok fazla kadınla tanışmışım gibi mücadele etmek istememiştim. Nişanlımı seçtikten sonra onu biraz daha iyi inceleyebilir, en azından mutlu sonla biten aşk romanlarında olduğu gibi benimle yarı yolda buluşmaya istekli mi görebilirdim. Bense tutup o sert sesli, gür ama titizlikle taranmış saçları olan kızı seçtim, o kadar ağırbaşlıydı ki benim gibi iyi bir aileden gelmiş, çirkin sayılmayacak, zengin bir adamı reddemeyeceğini düşündüm. Aslında karşılıklı iki çift laf eder etmez aramızda kimi çatlak sesler çıkmamış değildi ama bu sesler uyumlu bir çift olma yolunda bir adımdı. Dahası üzerine şunu düşündüğümü de itiraf etmeliyim: “O olduğu gibi kalmalı çünkü onu bu hâliyle sevdim ve isterse değişecek olan ben olacağım.” Pek mütevazıydım doğrusu çünkü kendini değiştirmek, başkalarını eğitip değiştirmekten daha kolaydır.

Kısa bir süre sonra Malfenti ailesi hayatımın merkezi oldu. Akşamlarımı Giovanni ile geçiriyordum, beni ailesi ile tanıştırdıktan sonra daha nazik ve cana yakın olmuştu. Bu nezaketten hemen faydalandım. Başlarda hanımları haftada bir ziyaret ediyordum, sonra bu sayı arttı, artık her gün öğleden sonraları birkaç saat geçirmek için o eve gider olmuştum. Eve girip çıkmak için bahane bulmam pek gerekmedi, dahası teklif edildiğini iddia edersem yanlış söylemiş sayılmam. Bazen kemanımı da yanımda götürdüğüm olurdu, evde piyano çalmayı yalnızca Augusta biliyordu, birlikte bir şeyler çalıyorduk. Ada’nın çalmaması kötüydü, sonra benim keman çalmam da kötüydü ve Augusta’nın da pek başarılı bir müzisyen olduğu söylenemezdi. Her sonattan birkaç bölümü çok zor olduğu için çıkarmam gerekiyordu, nicedir keman çalmadım diye bahane buluyordum. Bir piyanist, ne olursa olsun amatör kemancıdan üstündür, Augusta’nın da iyi bir tekniği vardı ama gel gelelim, ondan çok daha kötü çaldığım hâlde yine de kendisinden memnun olmuyordum. “Piyano çalmayı bilseydim ondan daha iyi çalardım kesin.” diye düşünüyordum. Ben böyle Augusta’yı yargılarken diğerleri de beni yargılıyordu, daha sonra öğrendiğim gibi bu yargılar pek de olumlu değildi. Augusta sonatlarımızı yenilemekten pek memnundu ama Ada’nın sıkıldığını fark edince birkaç kez kemanı evde unutmuş gibi davrandım. Augusta da daha sonra bundan bahsetmedi.

Ne yazık ki o evde geçirdiğim saatlerde Ada ile baş başa kalamıyordum. Ancak kısa bir süre sonra hayali tüm gün bana eşlik etmeye başlamıştı. Seçtiğim kadındı ya, zaten benim sayılırdı, hayallerimde daha da süslüyordum onu, hayatımın ödülü bana pek kıymetli görünsün istiyordum. Onu süsledim, ihtiyaç duyduğum ve eksik olduğum birçok niteliği ona bahşettim. Çünkü o sadece eşim değil, aynı zamanda beni bütün bir hayata, erkekçe bir mücadeleye ve zafere ulaştıracak olan ikinci annem olacaktı.

Bir başkasına teslim etmeden evvel, onu fiziksel olarak da düşlediğim oluyordu. Gerçek şu ki hayatımda birçok kadının peşinden koştum ve birçoğu da kendilerine ulaşmama izin verdi. Rüyalarımda ise tümüne ulaşıyordum. Elbette özelliklerini değiştirerek güzelleştirmeye çalıştığım yoktu. Sadece çok ince ruhlu bir ressam arkadaşımın yaptığını uyguluyordum, güzel kadınları canlandırırken başka bir güzel şeyi de düşünüyordum: Örneğin narin porselenleri. Tehlikeli bir rüyadır bu. Çünkü hayalini kurduğumuz kadınlara yeni bir güç verebilir, onları gerçek ışıkta tekrar gördüğümüzde rüyalarınızdaki meyvelerin, çiçeklerin, porselenlerin izlerini taşırlar.

Ada’ya yaptığım kurlardan bahsetmek benim için zor. Hayatımın uzun bir dönemi boyunca, kendimden utanmama neden olan, bunları ben yapmış olamam diye düşündüren bu aptal macerayı unutmak için çabaladım. “Bu kadar da ahmak olamam ben!” diyordum. Yadsımak rahatlamamı sağlıyordu, bu nedenle bunda ısrar ediyordum. On yıl önce, yirmi yaşında böyle davranmış olsaydım yine neyse! Ama sırf evlenmeye karar verdiğim için böylesi ahmaklıklarla cezalandırılmak, haksızlık gibi geliyordu. Her türlü maceradan yüzsüzlüğe varan bir rahatlıkla geçip gitmişken burada utangaç bir çocuğa dönüşmüştüm, sevgilisinin eline belki de farkına bile varmazken dokunmaya çalışan, sonra bedeninin böylesi bir temasla onurlandığı kısmına tapınan. Bu macera her ne kadar hayatımın en temiz macerası olsa da bugün yaşlanmışken onu en çirkini olarak hatırlıyorum. Sanki on yaşında bir çocuk, ninesinin göğsüne dadanmış gibi tatsız bir anı. Mide bulandırıcı.

Peki, kıza bir türlü açılamayıp “Kararını ver!” demeyi bir türlü başaramayışımı nasıl açıklayacağım? Beni istiyor musun, istemiyor musun? O eve hayaller kurarak gidiyordum, birinci kata çıkan merdivenleri tırmanırken hepsini sayıyordum, tek çıkarsa beni seviyor diyordum, kırk üç merdiven olduğunda da hep tek çıkıyordu. Karşısına büyük bir güvenle dikiliyordum, bu sefer konuşacağım derken tamamen başka bir şeyden bahsetmeye başlıyordum. Ada, henüz bana küçümsemesini gösterme fırsatı bulamamıştı ve ben de tek kelime etmeye cesaret edememiştim! Ada’nın yerinde olsam bu otuz yaşındaki delikanlının kıçına tekmeyi basardım.

Şunu söylemeliyim ki ben, sevgilisinin boynuna atılmasını susarak bekleyen yirmilik delikanlılara da pek benzemiyordum. Böyle bir şey beklediğim yoktu. Konuşacaktım tabii ancak daha sonra. Henüz açılamadıysam bu, kendimden şüphe etmemden kaynaklanıyordu. İlahıma, güçlü, asil sevgilime layık olmayı bekliyordum. Bugün olmazsa yarın olabilirdi bu. Neden beklemeyecektim?

Böyle bir fiyaskoya yöneldiğimi, zamanında fark etmediğim için de utanıyorum. En sıradan kızlardan biriyle karşı karşıyaydım ancak onu, o kadar düşlemiştim ki bana iflah olmaz bir yosma gibi geliyordu. Hakkımda bir şey bilmek istemediğini bana göstermeyi başardığında duyduğum muazzam öfkemde haksızdım. Ama düş ile gerçeği o kadar birbirine karıştırmıştım ki beni bir kez bile öpmediğine ikna edemedim kendimi.

Kadınları yanlış anlamak, gerçekten de zayıf bir erkekliğin işaretidir. Daha önce hiç bu konularda yanılmamıştım ve ilişkilerimi en başında olduğundan farklı görebilmek için Ada hususunda yanıldığıma inanmak zorundayım. Niyetim onu elde etmek değil, onunla evlenmekti, bu da alışılmadık bir aşk yoludur, çok geniş rahat bir yoldur ancak insanı hedefine değil, ne kadar yakın da olsa hedefin yanıbaşına vardırır. Bu şekilde elde edilen aşkta temel özellik eksiktir: Dişinin boyun eğmesi. Böylece erkek, görme ve işitme duyuları da dâhil olmak üzere, tüm duyularına yayılabilen büyük bir atalet içinde kendi rolüne hazırlanır. Ben her gün bu üç kıza da çiçekler getirdim ve üçüne de tuhaf tuhaf hediyeler taşıdım ve hepsinden önemlisi, inanılmaz bir hafiflikle onlara her gün kendi hikâyemi anlattım.

Yaşanılan anın kıymeti arttıkça herkes geçmişi daha bir hararetle hatırlar. Nitekim ölüm vakti gelip çattığında humma içindeyken insanın tüm hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği söylenir. Mazi, beni en son vedalaşmamın katılığıyla ele geçiriyordu çünkü ondan gitgide uzaklaştığımı hissediyordum. Augusta ve Alberta’nın yoğun ilgisinin cesaretlendirdiği bu geçmişten bu üç kıza bahsedip durdum, ki belki de Ada’nın pek emin olamadığım dalgınlığını örtmek içindi bu. Augusta iyi kalpliliği ile her şeyden kolayca etkileniyordu, Alberta ise öğrencilik zamanında yaptığım taşkınlıkları, gelecekte benzer maceralara atılabilme arzusuyla yanakları kızararak dinliyordu.

Çok sonra Augusta’dan öğrendim ki bu üç kızdan bir tanesi bile hikâyelerimin gerçek olduğuna inanmıyormuş. Augusta’ya sırf bu sebepten daha değerli gelmişler çünkü bizzat benim uydurduğum şeylermiş ya kaderin bana dayattıklarından daha çok benimmiş gibi gelmiş gözüne. Alberta da inanmadığı hikâyelerimi sevmiş çünkü iyi niyetimi görmüş içlerinde. Yalanlarıma kızan tek kişi ise ağırbaşlı Ada olmuş. Tüm çabalarımın neticesinde kendi hedefini değil, tam yanı başındaki başka hedefi vuran bir nişancı gibi hissediyordum.

Oysa anlattığım hikâyelerin çoğu doğruydu. Tam olarak ne kadarı doğru söyleyemem çünkü onları Malfenti’nin kızlarından önce daha pek çok kadına da anlattığım için, elimde olmadan bazı kısımlarını çarpıtmış ve daha anlamlı hâle getirmiş olabilirdim. Nitekim gerçektiler çünkü benim onları ifade ediş biçimim buydu, bugün artık bu gerçeği ispatlamayı umursamıyorum. Benim uydurduğumu düşünüp bundan etkilenen Augusta’yı hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum. Ada’ya gelince… Bence şimdiye kadar fikrini değiştirmiş, hikâyelerimin doğru olduğunu anlamıştır.

Ada ile ilişkimde olan tüm başarısızlığım, en sonunda sesimi çıkarmam gerektiğine karar verdiğim anda ortaya çıktı. Bu sonucu şaşkınlıkla karşıladım ve en başta inanmadım da. Benden hoşlanmadığını ifade eden tek bir kelime bile söylememişti, bana pek de sempati beslemediğini gösteren ufak tefek hareketlerini ise görmezden gelmiştim. Üstelik ben de gereken sözü söylememiştim ki daha, Ada’nın onunla evlenmeye hazır olduğumdan bihaber olduğunu, bu nedenle de beni -tuhaf ve çok da başarılı olmayan bir öğrenciyi-başka bir şeylerin peşinde sandığını düşünebilirdim.

Bu yanlış anlaşılmalar, çok kararlı olduğum evlilik niyetim nedeniyle uzadıkça uzuyordu. Ada’yı tamamıyla istiyordum, titizlikle yanaklarını parlatıyor, ellerini ayaklarını ufaltıyor, boyunu düzleştirip bedenini inceltiyordum. Onu bir eş ve bir sevgili olarak istiyordum. Ancak bir kadına ilk kez nasıl yaklaşmışsanız o tavır öylece kalır.

Beni arka arkaya üç kez o evde diğer iki kız karşıladı. Ada’nın yokluğunu ilk seferinde mecburi gitmek zorunda olduğu bir ziyaret ile ikincisi sefer rahatsızlandığı ile açıkladılar, üçüncüsünde ise hiçbir mazeret sunmadılar, ta ki ben endişenip sorana kadar. O zaman rastlantı sonucu yöneldiğim Augusta cevap vermedi, yardım ister gibi Alberta’ya baktı, Alberta yanıtladı beni: Ada, teyzelerinden birine gitmişti.

Nefesim kesildi. Ada’nın benden kaçtığı açıktı. Bir gün önce yokluğuna katlanmış ve belki görürüm umuduyla ziyaretimi uzatmıştım. Ancak o gün, birkaç saniye ağzımı açamadan öylece kaldım ve sonra başıma giren ani bir ağrıyı bahane edip gitmek için kalktım. Ada’nın direnişiyle ilk kez karşılaştığım o gün, hissettiğim en güçlü duygunun, öfke ve küçümseme olması tuhaf! Hatta onu yola getirmek için Giovanni’ye başvurmayı bile düşündüm. Evlenmek isteyen bir adam böyle şeyler yapabilir, atalarını tekrar etmektir bu.

Ada’nın bu üçüncü yokluğu daha da anlamlı hâle gelecekti. Öyle ki onun evde olduğunu ama kendisini odasına kitlediğini keşfedecektim.

Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki o evde gönlünü kazanmayı başaramadığım başka bir kişi daha vardı: Küçük Anna. Diğerlerinin önünde saldıramıyordu artık bana çünkü pek bir paylamışlardı. Birkaç kez de kız kardeşleriyle birlikte hikâyelerimi dinlemişti. Ancak tam evden ayrılacağım zamanlarda eşikte yanıma geliyor, nazikçe ona doğru eğilmemi isteyip kendisi de ayaklarının ucunda yükseliyor, küçük ağzını kulağıma yapıştırıp sadece benim duyabileceğim kadar sesini alçaltarak: “Sen delinin tekisin, gerçekten delisin!” diye fısıldıyordu.

Dahası bu sinsi canavar, bana diğerlerinin yanında siz diye hitap ederdi. Bayan Malfenti oradaysa hemen kollarına sığınıyor ve annesi de onu okşuyordu:

“Küçük Anna’m nasıl da kibar bir kız oldu, sizce de öyle değil mi?”

Kibar Anna hiç itiraz etmiyor ancak yine de bana deli demenin bir yolunu buluyordu. Bu ifadeye, minnettarmışım gibi görünen bir gülümseme ile karşılık veriyordum. Küçük kızın bu saldırılarını yetişkinlere anlatmaya cesaret edemeyeceğini umuyordum, tek korkum Ada’nın küçük kız kardeşinin benim hakkımda ne düşündüğünü öğrenmesiydi. O çocuk, ne yaptı etti sonunda sıkıntıya soktu beni. Sohbet esnasında konuşurken onunla göz göze gelirsek hemen bakışlarımı başka bir tarafa çevirmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu ve bunu da olanca doğallıkla yapmak, pek zordu. İster istemez kızarıyordum. Bu masum yaratık, hakkımdaki yargısı ile bana zarar verebilirmiş gibi geliyordu. Hediyeler aldım getirdim ona ama yine de kalbini kazanamadım. Kendi gücünün ve benim zayıflığımın farkındaydı elbette ve bu yüzden de diğerlerinin yanındayken beni sorgulayan küstahça bakışlar atmaktan çekinmiyordu. Hepimizin bilincinde tıpkı bedenimizde olduğu gibi üzerine pek düşünmek istemediğimiz hassas, örtülü noktalar olduğunu sanıyorum. Ne olduklarını bile bilmeyiz ama yine de orada olduklarını biliriz. Ben de içimi okumak isteyen bu çocuksu bakışlardan gözlerimi kaçırıyordum.

5.Rafael olarak bilinen Rönesans Dönemi’nin İtalyan ressamı ve mimarıdır. (ç.n.)
6.Fransızca, yıldırım aşkı. (ç.n.)
7.Büyük Britanya için kullanılan alternatif bir isimdir. (ç.n.)
8.İngilizce, gerçekten iğrenç bir şeydi. (ç.n.)
₺36,24
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6865-91-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap