Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Zeno'nun Bilinci», sayfa 4

Yazı tipi:

Hasta mütemadiyen uyuyordu. Sadece birkaç defa anlamadığım bir iki kelime söyledi, ses tonu pek sakindi, durumu hayli tuhaftı çünkü sık soluması kesilmişti. Acaba bilincine mi yaklaşıyordu yoksa umutsuzluğa mı?

Maria, şimdi hasta bakıcı ile birlikte yatağın yanında oturuyordu. Hasta bakıcı bende güven uyandırdı ancak abartılı titizliği hoşuma gitmemişti. Maria’nın hastaya şifa olacağına inandığı bir çay kaşığı et suyu alması yönündeki teklifine karşı çıktı. Doktor et suyundan bahsetmemişti ve böylesine önemli bir eyleme karar vermek için dönmesini beklemek gerekirdi. Durumun hak ettiğinden daha kesin bir vurguyla konuştu. Zavallı Maria ısrar etmedi, ben de ısrar etmedim. Ancak yine de bir tiksinti hissettim.

Geceyi hasta bakıcı ile hastanın başında geçirecektim, yanında iki kişi yeterdi, birimiz kanepede dinlenebilirdi, bu yüzden beni yatmaya zorladılar. Kanepeye uzandım ve hemen uykuya daldım, hiçbir rüya ışıltısının kesintiye uğratmadığı -buna eminim- hoş bir bilinç kaybıydı.

Oysa dün gece, dünün bir kısmını bu anılarımı toplayarak geçirdikten sonra, beni büyük bir zamansal sıçrayışla o günlere götüren canlı bir rüya gördüm. Doktor ile sülükler ve deli gömleğini tartıştığımız aynı odadaymışım. Ancak şimdilerde eşimle yatak odası olarak kullandığımız oda olduğu için görünümü hayli değişikti. Doktora babamı nasıl tedavi edeceğini ve iyileştireceğini öğretiyormuşum, o -şimdi olduğu gibi yaşlı ve çökük değil ama o zamanlar olduğu gibi güçlü ve gergin- ise öfke içinde elinde gözlükleri ve şaşkın bakışları ile buna değmeyeceğini haykırıyormuş. Aynen şöyle diyormuş: “Sülükler onu hayata dolayısıyla acıya geri döndürecekler, yapıştırmasak daha iyi!” Ben ise yumruğumu bir tıp kitabının üzerine indiriyor ve haykırıyormuşum: “Sülükler! Sülükleri istiyorum! Deli gömleğini de istiyorum!”

Rüyam birdenbire gürültülü bir hâl aldı, öyle ki karım araya girip uyandırdı beni. Uzak gölgeler! Sizi seçebilmem için optik bir yardım almam gerek, bu da her şeyi altüst ediyor.

Huzurlu uykum o günün son anısıdır. Sonra onu her saati diğerine benzeyen birkaç uzun gün izledi. Hava düzeldi, babamın durumunun da düzeldiği söylendi. Odada serbestçe hareket etmeye başlamıştı, yataktan koltuğa gidip gelip havalanmaya çalışıyordu. Kapalı pencerenin ardından, güneşte parıldayan karlarla kaplı bahçeye de bakıyordu uzun uzun. O odaya her girdiğimde, Coprosich’in beklediği bilinci tartışmak ve bulutlandırmak için hazırdım. Ama babam, her gün daha iyi duyar ve anlar gibi olsa da o bilinçten çok uzaktaydı.

Maalesef, babamın ölüm döşeğinde, acıma garip bir şekilde tutunup onu tahrif eden büyük bir hınç beslediğimi itiraf etmeliyim. Bu hınç, her şeyden önce Coprosich’e adanmıştı ve onu ondan gizleme çabamla daha da artıyordu. Ayrıca doktorla tartışmaya devam ederek bilimine hiç aldırmadığımı ve sırf acısından kurtulsun diye babamın ölmesini dilediğimi açıkça söyleyemiyordum.

Hastaya da öfkelendim sonunda. Günlerce ve haftalarca huzursuz bir hastanın yanında kalmaya çalışan, hasta bakıcı olarak davranmaya uygun olmayan ve dolayısıyla diğerlerinin yaptıklarının pasif bir izleyicisi olan herkes beni anlayacaktır. Zihnimi temizlemek, babam ve benim için acımı düzene sokmak ve belki de tadını çıkarmak için sık sık dinlenmeye ihtiyaç duyuyordum. Oysa bir ilacını içirmek, bir odadan çıkmasını önlemek için savaşıp durmalıydım. Mücadele, her zaman kin doğurur.

Bir akşam hasta bakıcı Carlo, babamdaki yeni gelişmeyi görmem için beni çağırdı. Yaşlı adamın hastalığını fark edip beni suçlayabileceği fikrine kapılıp, kalbimde kargaşa içinde odaya koştum.

Babam odanın ortasında, sadece iç çamaşırları ve başında kırmızı ipek gece başlığı ile dikiliyordu. Yine nefes nefeseydi ama birkaç kısa aklı başında söz ettiği de oluyordu. İçeri girdiğimde Carlo’ya “Aç!” dedi.

Pencerenin açılmasını istiyordu. Carlo, dışarısı çok soğuk diyerek yapamayacağını söyledi. Babam bir süre isteğini unuttu. Pencerenin kenarındaki koltuğa gitti ve rahatlamak istercesine uzandı. Beni görünce gülümsedi ve sordu:

“Uyudun mu?”

Cevabımın ona ulaştığını sanmıyorum. O kadar çok korktuğum bilinç bu değildi. Ölüm döşeğindeyken ölüm hakkında düşünmekten başka yapacak bir sürü şeyi olur insanın. Tüm düşüncesi, nefes almaya adanmıştı. Beni dinlemek yerine, Carlo’ya tekrar bağırdı:

“Açsana şunu!”

Rahatı huzuru kalmamıştı. Koltuğundan kalkıp ayaklanıyordu. Sonra büyük bir gayretle ve hasta bakıcının yardımıyla tekrar yatağa uzanıyor, önce bir an sol tarafına, sonra hemen sağ tarafına yatıyor, orada da ancak birkaç dakika dayanabiliyordu. Tekrar ayağa kalkması için hasta bakıcıyı çağırıyor, bazen daha uzun kaldığı koltuğuna geri dönüyordu.

O gün yataktan koltuğa geçerken, aynanın önünde durdu ve kendine bakarak mırıldandı:

“Meksikalıya benziyorum!”

O gün, sanırım sırf yataktan koltuğa koşuşturmasının korkunç monotonluğundan kurtulmak için sigara içmeye çalıştı. Bir nefes çekti, hemen soluk soluğa kaldı, dumanı geri üfledi.

“Çok ağır hastayım demek ki?..” diye sordu, acı içindeydi. Bilinci bir daha, hiç o günkü kadar yerinde olmadı. Fakat kısa bir süre sonra bir hezeyan yaşadı. Yataktan kalktı, geceyi Viyana’da bir otelde geçirmiş de orada uyanmış sandı kendini. Kim bilir belki de ağzındaki kuruluk nedeniyle hasret kaldığı serinlik duygusu, ona o şehrin buzlu sularını anımsatmıştı. Hemen bir sonraki çeşmede kendisini bekleyen güzel sudan bahsetti.

Babam tedirgin ama yumuşak başlı bir hastaydı. Ondan korkuyordum çünkü durumunu anladığında bana sinirleneceğini sanıyordum, bu yüzden uysallığı muazzam yorgunluğumu azaltmayı başaramıyordu ancak o, kendisine yapılan her türlü teklifi itaatle kabul ediyordu çünkü belki kendisini sıkıntıdan kurtarır diye umutlanıyordu. Hasta bakıcı ona bir bardak süt getirmeyi önerdi, büyük bir sevince kapılarak kabul etti. Sonra hevesle bir küçük yudum aldıktan sonra devam etmek istemedi, sütü elinden alsınlar istedi, hemen alınmayınca da bardağı yere düşürdü.

Doktor, hastayı bulduğu durum karşısında asla hayal kırıklığına uğramıyordu. Bir yandan gelişme var diyordu ama bir taraftan da felaketinin yaklaştığını görüyordu. Bir gün arabayla geldi, acele ayrılması gerekiyormuş. Hastayı olabildiğince uzun süre yatmaya ikna etmemi tavsiye etti çünkü yatar hâlde olması kan dolaşımı için en iyisiymiş. Bunu babama da tembihledi, o da zekice bir havaya bürünüp, pekiyi anlamış gibi görünerek tamam dedi, o esnada odanın ortasında dikiliyordu, hemen kendi dalgınlığına, bana göre kendi acısına, geri döndü.

Takip eden gece son kez, çok korktuğum bilincinin yeniden uyanacağını sanarak dehşete kapıldım. Pencerenin yanındaki koltukta oturuyordu, camdan berrak geceye, yıldızlı gökyüzüne bakıyordu. Soluğu her zamanki gibi zahmetliydi ama bundan acı çekmiyor gibi görünüyordu, gökyüzünü seyre dalmıştı. Belki de nefesinden ötürü, başını bir şeyleri onaylayarak sallıyor gibiydi.

Korkuyla “İşte her zaman kaçındığı sorunlarla yüzleşiyor.” diye düşündüm. Gökyüzünde, tam olarak baktığı noktayı bulmaya çalıştım. Gövdesi dimdikti, çok yüksek bir delikten bakıp bir şeyler görmeye çalışan birinin çabasıyla seyrediyordu semayı. Bana Ülker yıldızına bakıyormuş gibi geldi. Belki de hayatı boyunca hiç bu kadar uzağa bakmamıştı. Aniden bana döndü, hâlâ gövdesi üzerinde dik duruyordu: “Bak! Bak!” dedi bana sert bir tavırla. Hemen bakışlarını yine gökyüzüne çevirdi, ardından bana döndü:

“Gördün mü? Gördün mü?”

Yeniden yıldızlara dönmeye çalıştı ama yapamadı: Kendini bitkin bir hâlde koltuğuna bıraktı ve bana ne göstermek istediğini sorduğumda ne anladı ne de görmemi istediği bir şey olduğunu hatırladı. Bana ulaştırmak için nice zamandır aradığı kelime, sonsuza dek yok olup gitmişti.

Gece uzundu ama itiraf etmeliyim ki özellikle hem kendim hem de hasta bakıcı için çok da yorucu değildi. Hastanın istediğini yapmasına izin veriyorduk ve o da garip kostümü içinde, ölümü beklediğinden tamamen habersiz, odada dolaşıp duruyordu. Bir keresinde buz gibi koridora çıkmaya çalıştı. Onu engelledim, hemen itaat etti. Bir başka seferinde ise doktorun tavsiyesini duyan hasta bakıcı, yataktan kalkmasını engellemek istedi ama babam, o gün isyan etti. Şaşkınlığından sıyrıldı, bağırıp küfrederek ayağa kalkmak istedi. Ben de araya girdim, istediği gibi hareket etme özgürlüğünü sağladım. Hızla sakinleşti, sessiz yaşamına, rahatlamak için gösterdiği nafile çabasına geri döndü.

Doktor geldiğinde kendisini muayene etmesine izin verdi, hatta kendisinden istendiğinde daha derin nefes almaya bile çalıştı. Sonra bana döndü:

“Ne diyor?” diye sordu.

Bir an için beni bıraktı ama sonra hemen tekrar döndü:

“Ne zaman çıkabilirim?”

Babamın uysallığından cesaretlenen doktor kendisini yatakta daha uzun süre kalması için ikna etmem konusunda beni teşvik etti. Babam sadece en çok alıştığı seslere yani benim, Maria’nın ve hasta bakıcının seslerine kulak kesiliyordu. Ben, bu konuda sözümü dinleyeceğini pek sanmıyordum ama yine de sesime tehditkâr bir hava ekleyerek babamı uyardım.

“Tabii, tabii.” diye söz verdi, aynı anda kalkıp koltuğuna gitti.

Doktor ona baktı, boyun eğerek mırıldandı:

“Arada bir yer değiştirmesi, onu rahatlatıyor herhâlde.”

Biraz sonra yatağa girdim ama uyuyamadım. Geleceğime bakıyor, kendimi iyileştirmek için çabalarıma neden ve kim için devam edebileceğimi düşünüyordum. Çok ağladım ancak sebebi, odasında bir oraya bir buraya huzursuzca dolaşan zavallıdan çok kendimeydi gözyaşlarım.

Ben kalktığımda Maria yatmaya gitti, hasta bakıcı ile birlikte babamın yanında kaldım. Çok üzgün ve yorgundum, babam ise her zamankinden daha huzursuzdu.

İşte o zaman asla unutmayacağım gölgesi çok uzaklara düşen, sahip olduğum tüm cesaret ve neşeyi bulanıklaştıran o korkunç sahne gerçekleşti. Bu acıyı unutabilmek için yılların geçmesi ve tüm duygularımın körelmesi gerekti.

Hasta bakıcı dedi ki:

“Onu yatakta tutsak ne kadar iyi olurdu. Doktor çok önem veriyor buna!”

O ana kadar kanepede uzanıyordum. Ayağa kalktım, soluk almakta her zamankinden daha fazla zorlanan hastanın yatağı başına gittim. Kararımı verdim: Babamı doktorun istediği gibi en az yarım saat dinlenmeye zorlayacaktım. Bu görevim değil miydi benim?

Babam hemen baskımdan kurtulmak ve ayaklanmak için yatağın kenarına doğru kendini itmeye çalıştı. Elimi omzuna bastırdım, kuvvetli ve yüksek bir tonla kımıldamamasını söyledim. Kısa bir süre dehşete kapılarak itaat etti. Sonra haykırdı:

“Ölüyorum!”

Ve doğruldu. Çığlığı beni korkutmuştu, elimle uyguladığım baskıyı hafiflettim. Böylece tam karşıma, yatağın kenarına oturabilirdi. Sanırım o zaman -sadece bir an için de olsa- hareketlerini engellediğim için öfkesi artmıştı ve böyle karşısında dikilerek ışığı ve pek bir ihtiyaç duyduğu havayı engellediğim ortadaydı. Sonra bir güç ayağa kalktı, sanki ağırlığından başka bir güç aktaramayacağını biliyormuş gibi elini kaldırdı ve yanağıma indirdi. Sonra yatağa ve oradan da yere yuvarlandı. Ölmüştü!

Öldüğünü bilmiyordum, o an ölmek üzereyken bana vermek istediği cezanın acısıyla kalbim sızlıyordu. Carlo’nun yardımıyla onu kaldırdım ve yatağına geri yerleştirdim. Tıpkı cezalandırılmış bir çocuk gibi ağlayarak kulağına bağırdım:

“Benim suçum değil! O lanet olası doktor istedi seni yatmaya zorlamamı!”

Yalandı. Hâlâ bir çocuk gibi davranıyordum, bir daha yapmayacağıma söz verdim:

“Söz, istediğin gibi hareket etmene izin vereceğim.”

Hasta bakıcı:

“Ölmüş.” dedi.

Beni o odadan zorla uzaklaştırmak zorunda kaldılar. Babam ölmüştü işte, artık ona masumiyetimi kanıtlayamayacaktım!

Yalnızken kendimi toparlamaya çalıştım. Kendime gerekçeler buldum: Devamlı bilinç kaybı yaşayan babamın, beni cezalandırmaya karar verecek kadar berrak bir bilince ulaşmış olması ve elini yanağıma çarpacak kadar doğru yönlendirmesi imkânsızdı.

Kendimce yürüttüğüm bu mantığın doğru olduğundan nasıl emin olabilirdim? Coprosich’e gidip sormayı bile düşündüm. O, bir doktor olarak bana ölmekte olan bir kişinin karar verme ve harekete geçme yetileri hakkında bir şeyler söyleyebilirdi. Pekâlâ nefes almaya çalışırken kalkıştığı bir hareketin kurbanı da olabilirdim! Ama Doktor Coprosich ile konuşmadım. Babamın benimle nasıl vedalaştığını ona açıklayabilmem imkânsızdı. Neticede beni, babama karşı yeterince sevgi göstermediğim için suçlamıştı.

Akşam mutfakta hasta bakıcı Carlo’nun Maria’ya olayı anlatıp “Babası elini kaldırdı, son hareketi oğluna bir tokat indirmek oldu.” dediğini işitince aklım başımdan gitti. O da olan biteni biliyordu, gidip Coprosich’e de anlatacaktı.

Odaya girince merhumu giydirdiklerini öğrendim. Hasta bakıcı güzel, bembeyaz saçlarını taramış olmalıydı. Ölüm mağrur ve tehditkâr bir edayla uzanan o bedeni çoktan sertleştirmişti. İri, güçlü ve iyi biçimlendirilmiş elleri morarmıştı ama o kadar doğal bir şekilde uzanıyordu ki hâlâ yakalamaya ve cezalandırmaya hazır görünüyorlardı. Onu tekrar görmek istemedim, içimden gelmedi.

Çocukluğumdan beri iyi kalpli ve zayıf olarak bildiğim babamı, cenazede de öyle anımsamayı başardım ve ölürken bana attığı tokatı istemeden indirmiş olduğuna ikna ettim kendimi. Gittikçe iyileştim ve babamın hatırası gittikçe daha tatlı bir hâl aldı, yanımdan ayrılmaz oldu. Keyifli bir rüya gibiydi: Artık aramızdan su sızmıyordu, ben zayıf olmuştum ve o en güçlü.

Çocukluğumun dinine geri döndüm ve uzun süre ondan kopmadım. Babamın beni duyduğunu düşünüyordum, bunun benim hatam olmadığını, doktorun hatası olduğunu söylüyordum ona. Yalan olması önemli değildi çünkü artık her şeyi anlıyordu, ben de öyle. Ve hatırı sayılır bir süre boyunca babamla yaptığım görüşmeler, yasak bir aşk gibi tatlı ve gizli devam etti çünkü herkesin önünde yine her türlü dinî törenle dalga geçmeye devam ediyordum. Oysa gerçekte babamın ruhunu biri şad etsin diye yalvarıyordum ve bunu da herkese itiraf edesim geliyordu. Üstelik yüksek sesle söylemek istiyordum, an gelir -kırk yılda bir- insan böyle bir ferahlama duymadan edemez.

V
EVLİLİĞİM

Burjuva bir aileden gelen genç bir adamın zihninde, yaşam kavramı kariyer kavramı ile ilişkilendirilir, gençliğin ilk yıllarında kariyerden bahsedildiğinde de akla I. Napolyon gelir. İnsan, pekâlâ imparator olma hayali kurmadan da dahası çok daha aşağılarda kalarak Napolyon’a benzeyebilir. En parlak yaşam en ilkel seste gizlidir, bu ses dalga oluştuğu andan yok oluncaya kadar devamlı değişen denizin dalgalarının sesidir. Bu nedenle Napolyon gibi, dalgalar gibi olmayı ve sonunda onlar gibi yok olmayı umuyordum.

Hayatım hiçbir değişikliğe uğramayan tek bir nota çıkarıyordu, bu nota oldukça yüksek perdedendi, kimilerini kıskandırsa da inanılmaz sıkıcıydı. Tüm arkadaşlarım bana gösterdikleri saygıyı ömrüm boyunca sürdürdüler, ben de akıl çağına vardığımdan beri kendime ait düşüncelerimi çok da değiştirmediğimi sanıyorum.

Belki de evlenme fikri, bu notayı duymaktan ve etrafıma yaymaktan bir hayli sıkıldığım için aklıma gelmiş olabilir. Henüz yaşamamış olanlar, evliliği olduğundan daha önemli sanırlar. Seçtiğimiz hayat arkadaşımız, soyumuzu iyileştirerek ya da kötüleştirerek çocuklarımıza aktaracaktır ancak bunu isteyen ve bizi doğrudan nasıl yönlendireceğini bilemeyen doğa ana -çünkü o sırada çocuk düşündüğümüz yoktur- eşimizin bizi de yenileyeceğine inandırır. Oysa bu hiçbir kitabın yazmadığı garip bir yanılsamadır. Aslında hiç değişmeden, yan yana yaşayıp gideriz. Tek yenilik, bizden önce farklı olana karşı duyduğumuz antipati ya da bizden üstün olan birine duyduğumuz imrenmedir.

Güzel olan evlilik maceram müstakbel kayınpederimle tanışıp evlilik çağında kızları olduğunu bilmeden kendisine hayranlık beslediğimden ötürü arkadaşlık kurmamla başladı. Dolayısıyla varlığını bile bilmediğim bir hedefe doğru ilerlememi sağlayan, kendi aldığım bir karar değildi. Bir an benim için doğru insan olduğunu düşündüğüm bir kız vardı, onu bir kenara bıraktım ve müstakbel kayınpederimin peşine düştüm. Neredeyse kadere inanasım geliyor.

Benden ve şimdiye kadar arkadaşlık kurduğum tüm insanlardan çok farklı olan Giovanni Malfenti, ruhumdaki yenilik arayışını tatmin ediyordu. Ben kültürlü bir insandım elbette, iki fakülteye gitmiştim, herhangi bir işle meşgul olmadığım o uzun dönemde de kendimi iyi eğittiğime inanıyorum. O ise bilgisiz ama iyi bir tüccardı, yerinde durmazdı hiç. Bilgisizliği ona güç ve dinginlik veriyordu, ben de bu hâline imreniyor, ona bakarken hayranlık duyuyordum.

Malfenti o zamanlar yaklaşık elli yaşlarındaydı, demir gibi sağlamdı, iriydi, uzun ve heybetliydi, bir kentalden fazla çekiyordu. Devasa kafasında hareket eden birkaç düşünceyi öyle net ifade eder, öyle titizlik ile ortaya koyar, her gün yeni bir meseleye evirirdi ki bu yöntem, onun bir parçası hâline gelmişti. Bense fikirlerimi böylesi bir berraklıkla ifade etmede çok beceriksizdim, bu huyumu zenginleştirmek için ona sarıldım.

Olivi’nin tavsiyesi üzerine borsaya gelmiştim, ticaret hayatına atılmak için Tergesteo’ya3 gidip gelmenin iyi olacağını söylüyordu, hem oradan kendisine yararlı haberler de getirebilecektim. Gelecekteki kayınpederimin hâkimiyetini kurduğu o masaya bir oturdum, bir daha da oradan kalkamadım, uzun zamandır arıyormuşum da nihayet gerçek bir ticari kürsü bulmuşum gibi hissediyordum.

Çok geçmeden hayranlığımın farkına vardı ve bana babacan bir arkadaşlıkla karşılık verdi. Yoksa işlerin nereye varacağını biliyor muydu? Yönettiği önemli faaliyetlerden etkilenerek bir akşam ona, Olivi’den kurtulmak ve işimi kendim yönetmek istediğimi söyledim, bu fikre karşı çıktı hatta neredeyse telaşlandı. Ticarete atılabilirmişim ama kendisinin de iyi tanıdığı Olivi ile ilişkimi sürdürmeliymişim.

Beni eğitmeye çok istekliydi, öyle ki bir şirketin başarılı olması için yeterli olduğuna inandığı üç gerekliliği, defterime kendi eliyle not etti:

1) Nasıl çalışılacağını bilmek gerekmez ancak başkalarını nasıl çalıştıracağını bilmeyen, yok olur gider.

2) İnsan tek bir şeyden derin bir pişmanlık duyar, o da kendi çıkarını nasıl koruyacağını bilmemesidir.

3) İş dünyasında teori çok kullanışlıdır ancak yalnızca işi bağladıktan sonra fayda sağlar.

Bunları da daha başka pek çok teoriyi de aklıma kazıdım ama bana pek bir faydalarının dokunduğunu söyleyemem.

Birine hayran olduğumda hemen ona benzemeye çalışırım. Malfenti’yi de taklit ettim. O olmak istedim ve kendimi onun gibi çok kurnaz hissettim. Üstelik bir defasında ondan daha kurnaz olup onu alt ettiğimi sandım. Ticari idaresinde bir hata keşfetmişim gibi geldi bana: İtibarını kazanabilmek için hemen onunla paylaşmak istedim. Bir gün Tergesteo’nun masasında, bir anlaşmayı tartışırken muhataplarına hayvan derken yakaladım onu. Kurnazlığını herkesin ortasında açık etmenin hata olacağı konusunda uyardım onu. Bana göre piyasada iş yapan, gerçekten kurnaz bir adamın, ahmakmış gibi davranması icap ederdi.

Benimle alay etti. Kurnazlıkla ünlenmek ticarette çok faydalıymış. Bir kere pek çokları ondan tavsiye almaya gelirmiş. İnsanlara Orta Çağ’dan bu yana biriktirilmiş bir deneyimin eseri pek yararlı tavsiyeler verirmiş, onlar da karşılığında kendisine yeni haberler taşırlarmış. Bazen haber alırken mal sattığı da oluyormuş. Nihayetinde -burada sesini yükseltti çünkü sonunda beni ikna edecek argümanı bulduğunu düşünüyordu- kâr elde etmek isteyen herkes, bir şey satmak ya da satın almak için en akıllıya gidermiş. Ahmakla yapılabilecek tek şey, ona zararına iş yaptırmak olurmuş ama ahmağın malı, daima kurnaz olandan daha pahalıymış çünkü kendisi malı satın alırken kazıklanırmış ne de olsa.

O masada onun için en önemli kişi bendim. Benimle ticari sırlarını paylaştı, ben de o sırlara hiç ihanet etmedim. Kime güveneceğini çok iyi biliyordu, o kadar ki damadı olduktan sonra beni iki kez kazıklamayı başardı. İlk seferde kurnazlığı bana pahalıya mal oldu ama kandırılan Olivi olmuştu, bu yüzden çok da üzülmedim. Olivi ondan haber sızdırmak için beni göndermişti, ben de haberi alıp geldim. Ama bunlar öyle haberlerdi ki beni asla affetmedi, ne zaman bir haber getirecek olsam hemen bana “Kimden aldınız bu haberi, kayınpederinizden mi yoksa?” diye sorar oldu. Kendimi savunmak için Giovanni’yi de savunmak zorunda kaldım ve kendimi aldatılmış olandan çok, aldatan gibi hissetmeye başladım. Çok hoş bir duyguydu.

Ama bir keresinde beni açıkça ahmak yerine koydu, o zaman bile kayınpederimden nefret etmedim. Beni imrendiyor, eğlendiriyordu. Yaşadığım talihsizliğe bakınca bana iyice açık ettiği ilkeleri, nasıl da bir bir uyguladığını gördüm. Yine de bu olaya birlikte gülmenin bir yolunu buldu, beni kandırdığını itiraf etmedi hiç, dahası yaşadığım talihsizliğe gülüp geçmem gerektiğini söyledi. Ancak kızı Ada’nın düğününde -benimle değil- genellikle yalnızca suyla sulanan bedenini tedirgin eden birkaç kadeh şampanya içince, bana oynadığı oyunu açık etmiş oldu.

Olayı anlattı, konuşmasını engelleyen kahkahalarını bastırmak için bağırarak konuşuyordu:

“Bir de baktım kararname çıkmış! Fena canım sıkıldı, zararın bana ne kadara mal olduğunu hesaplamaya başladım. Tam o sırada, damadım içeri girmesin mi! Bir de ticarete atılacağım diyor. ‘İşte harika bir fırsat.’ dedim ona. Olivi gelir de ona engel olur diye acele etti, hemen işi bağladık.”

Sonra bir de övdü beni:

“Klasikleri ezbere bilir. Bunu kim söylemiş, şunu kim yazmış bilmediği yoktur. Ama gel gelelim, bir gazete okumasını bilmez!”

Doğruydu! Gazeteleri iyi okuyor olsaydım, o kararnamenin her gün okuduğum beş gazetenin pek göze çarpmayan bir yerinde yayımlandığını görür, bu tuzağa düşmezdim. Bununla beraber kararı hemen anlamalı, sonuçlarını öngörmeliydim ama kolay iş değildi doğrusu. Çünkü bir gümrük vergisi düşürülmüş, böylece mal değer kaybetmişti.

Ertesi gün kayınpederim itirafını yalanladı. Öyle ki o iş, düğünden önceki hâline geri döndü. Sakin sakin “Şarap, yalan icat eder.” diyordu. Söz konusu kararnamenin anlaşma yapıldıktan iki gün sonra yayımlandığı açıktı. O kararı görmüş olsaydım kendisini yanlış anlayabileceğimi asla varsaymadı. Buna sevindim ama beni yüceltmesi, iyilik etmek istediğinden değildi; insanlar bu olaydan sonra gazete okumaya başlar da işleri bozulur diye korkuyordu. Oysa ben gazete okuduğumda, kamuoyuna dönüştüğümü hissederim, bir gümrük vergisi indirilince Cobden’i4 ve liberalizmi hatırlarım. O kadar önemli bir düşüncedir ki malımı hatırlayacak hâlim kalmaz.

Ancak bir defasında o bana hayran kaldı, hem de en kötü niteliklerime. İkimiz de bir süre önce, mucizeler yaratması beklenen bir şeker fabrikasından hisse almıştık. Beklentimizin aksine hisseler, her gün değer kaybediyordu. Akıntıya karşı yüzmeyi istemeyen Giovanni, kendi hisselerini sattı, benimkileri satmam gerektiğine ikna etti beni. Ben de onunla aynı fikirdeydim, borsadaki adamıma satış emri vermeye karar verdim, bunu da o sıralar tuttuğum yeni not defterime yazdım. Ancak gün içinde insan cebinde ne var ne yok bilmiyor, bu yüzden o notu ancak bir akşam yatmadan evvel fark ettim ancak çok geçti. Öyle canım sıkıldı ki bir nida çıktı ağzımdan, karıma uzun uzun açıklama yapmak zorunda kalmayayım diye dilimi ısırdığımı söyledim. Bir başka sefer, dalgınlığıma kendim de hayret ederek parmağımı ısırdım. Karım gülerek “Şimdi sıra ayaklarına geldi herhâlde, dikkat et!” dedi. Ama duruma alıştığım için, başka bir sıkıntım olmadı. Gün boyu, ağırlık edip kendini fark etmemi sağlamayı beceremeyen o incecik lanet olası deftere şaşkın şaşkın bakıyor, akşam olunca unutup gidiyordum.

Bir gün yolda yağmura yakalanınca Tergesteo’ya girmek zorunda kaldım. Orada tesadüfen hisselerim için tuttuğum adamla karşılaştım, bana son sekiz günde, o hisselerin fiyatının neredeyse ikiye katlandığını söyledi.

“Satayım onları o zaman! ” diye zaferle haykırdım.

Hisselerin değerlendiğini çoktan öğrenen kayınpederime koştum, onları sattığı için pek üzgündü, kendisi için kadar olmasa da benimkileri sattırdığı için de canı sıkılmış gibiydi.

“Boşver!” dedi gülerek. “İlk kez beni dinlediğin için kaybediyorsun.”

Kaybettiğim diğer iş onun tavsiyesinden değil, bir önerisinden kaynaklanmıştı ya, bu ikisinin çok farklı şeyler olduğunu söylüyordu.

Yüksek sesle gülmeye başladım.

“Ama ben seni dinlemedim ki!”

Şanslı biri olmak benim için yeterli değildi, bunu kendime mal etmeye kalkıştım. Hisselerin yarın ona satılacağını anladım. Sanki önemli bir adammışım da bu tavsiyesine kulak asmayacak bilgiler edinmişim ama ona söylemeyi de unutmuşum gibi zannetmesini istedim.

Çok bozulmuş ve kırılmıştı, yüzüme bakmadan konuştu:

“Seninki gibi bir kafayla ticaret yapılmaz. Böyle büyük bir halt edince, çıkıp itiraf edilmez. Daha öğrenmen gereken çok şey var!”

Onu sinirlendirdiğim için üzüldüm. O bana zarar verirken daha çok eğleniyorduk. İşlerin nasıl gittiğini anlattım dürüstçe.

“Gördüğün gibi… Asıl benim gibi bir kafayla ticaret yapmak gerekiyor.”

Hemen yatıştı ve güldü:

“Bu işten elde ettiğine kâr denmez ki. Bu olsa olsa tazminattır. Kafan sana o kadar pahalıya mal oluyor ki kaybettiğinin bir kısmını geri vermesi pek yerinde!”

Kayınpederim ile yaşadığımız anlaşmazlıkları neden bu kadar uzun anlattım bilmem, aslında pek az münaşaka ederdik. Onu çok seviyordum doğrusu. O kadar ki düşünceleri ile baş başa kalmak istediği hâlde arkadaşlığını istedim hep. Kulak zarım, çığlıklarına seve seve katlanıyordu. Eğer öyle avaz avaz bağırmıyor olsaydı, şu ahlaksız teorilerini daha incitici bulurdum ve eğer daha iyi bir eğitim görmüş olsaydı elde ettiği gücü, bu kadar önemli gelmezdi gözüme. Her ne kadar ondan çok ayrı bir yaradılışım olsa da onun da sevgime karşılık verdiğini sanıyorum. Bu kadar erken ölmemiş olsaydı emin de olurdum bundan. Evliliğimden sonra da bana dersler vermeye devam etti, bu derslere çoğu zaman haykırışlar ve küstahlıklar ekleyerek beni terbiye etmeye çalışıyordu, ben de tümünü hak ettiğimi düşünüp ses çıkarmıyordum.

Kızıyla evlendim. Gizemli tabiat ana beni ona yöneltti, hem de öyle şiddetli bir yola başvurdu ki başka çarem yoktu zaten, göreceksiniz. Şimdi zaman zaman çocuklarımın yüzünü seyrediyorum, zayıflık göstergesi olan ince çenemin, onlara devrettiğim rüyalarla dolu gözlerimin yanında kendilerine seçtiğim büyükbabalarının acımasız gücünden de bir şeyler almışlar mı diye kontrol ediyorum.

Vedalaşmamız pek sevecen olmasa da kayınpederimin mezarı başında ağladım. Ölüm döşeğinden bana dedi ki o böyle yatak döşek yatarken, benim elimi kolumu sallayarak dolaşmama izin veren, utanmaz talihime hayranmış. Şaşırdım, beni hasta görmeyi isteyecek kadar ona ne kötülük ettiğimi sordum. Ve bana şöyle cevap verdi:

“Hastalığımı sana devredip ondan kurtulabilecek olsam hemen yapardım bunu, hatta belki iki katını verirdim! Senin gibi iyi kalpli bir insanmış gibi numara yapmam ben!”

Gücenilecek bir şey yoktu, elinden gelse değeri düşmüş o malı yeniden aldırırdı bana. Hem iyi bir yanı da vardı söylediklerinin çünkü zayıflığımı insani yardımseverliğime bağlamıştı, bu da beni sevindirdi.

Mezarı başında ağladığım herkes gibi gözyaşlarımın birazı, oraya kendimden de bir parça gömdüğüm içindi. Bilgisiz, kaba, acımasız ve mücadeleyi hiç elden bırakmayan bu ikinci babamı kaybetmek, benden ne çok şey eksiltmişti. Zayıflığımı, kültürümü, pısırıklığımı gözler önüne seren hep o olmuştu! Gerçek buydu işte, pısırığın tekiydim ben! Burada Giovanni’yi enikonu incelemeseydim anlayamayacaktım da. Eğer yanımda kalmaya devam edebilseydi, kendimi daha da iyi tanıyacaktım demek ki!

Kısa süre sonra, Giovanni’nin kendini olduğu gibi ya da olduğundan daha kötü biçimde ifşa etmekten pek bir eğlendiği Tergesteo masasında şunu fark ettim: Giovanni, bir konuyu hiç açmıyordu. Evinden hiç söz etmiyordu ya da yalnızca mecbur kalırsa konuşuyordu, ailesinden bahsettiği ender zamanlarda daha edepli bir üslup, daha tatlı bir ses tonu kullanıyordu. Evine ne denli saygı duyduğu aşikârdı, kim bilir belki de masadakilerin hiçbirini, bu hususta bir şey bilmeye layık görmüyordu. O masada ailesi hakkında sadece dört kızının da isminin “a” harfi ile başladığını öğrendim. Ona göre çok pratik bir şeydi bu çünkü üzerlerinde baş harfi bulunan eşyalar değiştirmeye gerek kalmadan birinden diğerine geçebiliyormuş. Adları (Hemen ezberledim.): Ada, Augusta, Alberta ve Anna’ydı. O masada dördünün de güzel olduğu söylendi. O baş harf, hak ettiğinden çok daha fazla etkiledi beni. Adlarıyla birbirine bağlanmış, o dört kızı hayal etmeye başladım. Sanki demetle önüme sunulmuşlar gibi geliyordu. Baş harfin ifade ettiği başka bir şey de vardı. Benim adım da Zeno’ydu, yani eşimi kendi memleketimden hayli uzaktan seçmek üzereydim.

Malfenti ailesine karışmadan evvel, muhtemelen daha iyi bir muameleyi hak eden bir hanım arkadaşımla oldukça eskimiş ilişkimizi bitirmiş olmam, bir tesadüftü belki de. Ama bu tesadüfün beni pek bir düşündürdüğünü söylemem gerekir. Çok basit bir sebepten vermiştim o kararı. Zavallı kadıncağız, kendisine daha çok bağlanayım diye beni kıskandırmaya kalkmıştı. Oysa ona karşı duyduğum şüphe, ilişkiyi bitirme kararı almama yetti. Kafamda evlilik fikrini evirip çevirdiğimi ancak onunla evlenmek istemediğimi çünkü bunun arzu ettiğim gibi benim adıma çok büyük bir yenilik olmayacağını düşündüğümü nereden bilecekti. İçimde ustaca uyandırdığı şüphe, evlilik üstünlüğünün bir göstergesiydi, evlilik böyle şüpheleri kaldırmazdı. Kısa bir süre sonra bu şüphe silindi gitti, o zaman da kadıncağızın pek sık harcamalar yaptığı geldi aklıma. Bugün, yirmi dört yıllık dürüst evliliğin ardından, bu fikrimin doğru olmadığını anladım.

Ayrılığımız ona şans getirdi çünkü birkaç ay sonra, çok zengin biriyle evlendi. Böylece arzu ettiğim yeniliği, o benden önce elde etmiş oldu. Evlenir evlenmez de onunla evimde denk geldim, kocası kayınpederimin bir arkadaşıydı. Sık sık karşılaştık ancak yıllarca sanki geçmişte hiç tanışmıyormuşuz gibi davrandık, geçmişe dair tek söz etmedik. Yalnızca geçen gün, birden ağarmış saçlarla çevrelenen yüzü gençliğindeki gibi kızardı, bana sordu:

“Neden terk etmiştiniz beni?”

Samimi bir şekilde yanıtladım çünkü yalan uyduracak vaktim yoktu:

“Bilmem, yaşantımda bilmediğim o kadar çok şey var ki!”

“Ben üzgünüm oysa bittiğine.” dedi. Bu sözlerin vadettiği iltifat karşısında, saygı ile eğilecektim ki “İhtiyarlayınca pek eğlenceli biri olmuşsunuz.” diye ekledi.

Güçlükle ayağa kalktım. Teşekkür etmeye gerek yoktu.

Bir gün, Malfenti ailesinin kırda geçirdikleri yaz tatilinin ardından, oldukça uzun bir yolculuk sonrası şehre döndüklerini öğrendim. Eve nasıl girerim diye düşünüp harekete geçmem gerekmedi çünkü Giovanni benden evvel davrandı.

3.Trieste’de, Borsa Meydanı’nda borsanın bulunduğu binanın adı. (ç.n.)
4.Richard Cobden, tahıl yasalarının kaldırılmasını sağlayan İngiliz politikacı. (ç.n.)
₺36,24
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6865-91-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap