Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Beyaz Diş», sayfa 3

Yazı tipi:

Ay ışığının olduğu bir gece sessiz ormanda koşarlarken Tekgöz aniden durdu. Burnu havaya kalktı, kuyruğu dikleşti. Havayı koklarken burun delikleri genişledi. Bir ayağını da köpek misali havaya kaldırmıştı. Tatmin olmadığından vermek istediği mesajı anlamaya çalıştığı havayı koklamaya devam etti. Alelade bir koklama eşini memnun etmeye yetmişti. Ona güven vermek için yürümeye başladı. Her ne kadar dişi kurdu izlemeye başlasa da hâlâ şüpheleri vardı. Uyarıyı incelemek üzere bir kez daha durmaktan kendini alamadı.

Ağaçların arasındaki geniş bir açık alana dikkatle ilerledi. Bir müddet yalnız kaldı. Daha sonra sürünerek ilerleyen bütün duyuları harekete geçmiş, vücudunun her kılından şüphe yayılan Tekgöz ona katıldı. Yan yana durup izlemeye, dinlemeye ve koklamaya başladılar.

Köpeklerin hırlaşma ve didişme sesleri, erkeklerin bozuk sesleri, kadınların azarlamaları, bir çocuğun tiz ağlama sesini duydular. Deriden yapılma koca çadırlar hariç araya girenlerin engelledikleri ateşin alevi ve bu ateşin gökyüzüne yavaşça yükselen dumanı dışında bir şey görünmüyordu. Burunlarına Kızılderili kampının kokuları geliyordu. Bu Tekgöz’ün anlayamayacağı bir hikâyenin parçalarıydı. Dişi kurdun her detayını bildiği bir hikâyenin…

Garip bir heyecan duyuyordu dişi kurt. Gittikçe artan bir zevkle koklamaya başladı. Ancak Tekgöz şüpheliydi. Endişesine ihanet edip tereddütle gitmeye başladı. Dişi kurt geriye dönüp boynuna burnuyla güven verici bir şekilde dokundu ve kampa bakmaya devam etti. Yüzünde yeni bir isteklilik vardı. Fakat bu açlıktan kaynaklı bir isteklilik değildi. Kendisinde ilerleme isteği uyandıran bir arzunun heyecanını taşıyordu. Ateşe daha da yaklaşmak, köpeklerle dalaşmak adamların sendeleyen ayaklarından kaçınmak isteğiydi bu.

Tekgöz, onun yanında sabırsızca duruyordu. Yeniden tedirgin oldu ve bulmaya çalıştığı şeyi yeniden aramak ihtiyacı bastırdı. Geriye dönüp ormanda koştu. Bu Tekgöz’ü rahatlatmıştı. İhtiyat, yeniden ormanın korumasına ulaşıncaya dek az biraz önünde koştu.

Ay ışığında gölge misali sessizce ilerlerlerken bir geçide geldiler. İkisi de kar üzerindeki izleri incelemek üzere burunlarını eğdi. Bu ayak izleri tazeydi. Tekgöz önden dikkatle ilerlerken eşi arkasındaydı. Geniş ayakları kara, kadife misali temas ediyordu. Tekgöz beyazların arasındaki beyaz bir hareketliliği yakaladı. Kayıp geçercesine yürüyüşü hızlıydı ancak Tekgöz’ün hızının yanında hiçbir şeydi bu hız. Keşfettiği beyaz leke önündeydi.

İki yanı genç ladin ağaçlarıyla çevrili dar patikada koşuyorlardı. Ay ışığında, ağaçların arasından geçidin ağzı görülebiliyordu. Yaşlı Tekgöz, kaçıp giden beyaz şekli yakalamaya çalışıyordu. Aradaki mesafeyi kapatmaya başladı. Şimdi yakınındaydı. Tek bir sıçrayışla dişleri üzerine saplanacaktı. Ancak bu sıçrayış gerçekleşmedi. Beyaz şekil havada süzüldü. Beyaz tavşan zıplarken yere geri inmeden tuhaf bir dans icra ediyordu havada.

Ani bir korkuyla geri çekilen Tekgöz kara çömeldi. Kendisini korkutan, ne olduğunu anlayamadığı bu şeye tehditkâr bir şekilde hırlıyordu. Ancak dişi kurt sakince yanından geçti. Bir müddet temkinle dursa da sonra dans eden tavşana doğru sıçradı. Kendisi de havada süzüldü. Ancak yetişemedi. Dişleri mekanik bir kapanmayla birbirine değdi. Sonra bir kez daha sıçradı ve bir kez daha…

Çömeldiği yerden hafifçe kalkan eşi onu izliyordu. Tekrar eden başarısızlıklarından rahatsız olduğu belliydi. Kendisi de güçlü bir şekilde sıçradı. Dişleri tavşana saplandı ve onu yere indirdi. Ama aynı zamanda şüpheli bir çatırdama sesi duyuldu. Hayret içinde gözleri genç bir ladin ağacının kendisine vurmak üzere eğildiğini gördü. Dişlerini serbest bırakarak tuhaf dansçının kaçmasına izin verip geri çekildi. Dişlerini gösteriyor ve hırlıyordu. Vücudundaki her bir tüy ve kıl öfke ve korkuyla havaya dikildi. O anda genç ağaç tekrar yükseldi ve tavşan havada süzülmeye devam etti.

Dişi kurt öfkeliydi. Azarlarcasına dişlerini geçirdi eşinin omzuna. Zaten korkmuş olan Tekgöz, bu saldırının sebebini anlayamadan geri saldırdı ve dişi kurdun burnunu yandan yaraladı. Eşinin böylesi bir azarlamaya tepki göstermesi dişi kurt için beklenmedik bir durumdu. Öfkeyle hırlayıp üzerine atladı. Bunun üzerine Tekgöz hatasını anlayıp onu sakinleştirmeye çalıştı. Fakat dişi kurt tepki göstermeye devam etti. Ta ki Tekgöz yatıştırma çabalarından vazgeçip cezasını çekmeye razı gelinceye dek.

Bu arada tavşan havada dans etmeye devam ediyordu. Dişi kurt karda oturmuştu. İhtiyar Tekgöz ise gizemli fidandan korkarak yeniden tavşanı yakalamaya davrandı. Tavşanı dişlerinin arasına geçirdiğinde gözlerini fidandan ayırmadı. Fidan bir kez daha yere kadar izledi onu. Darbe beklentisiyle çöktü. Tüyleri diken diken olmuştu. Dişleriyle hâlâ tavşanı sıkıca kavrıyordu. Fakat darbe gelmedi. Fidan hâlâ üzerinde eğik vaziyette duruyordu. Kendisi hareket ettiğinde o da hareket ediyordu. Sımsıkı dişlerinin arasından hırladı. Kendisi sabit durduğunda o da sabit duruyordu. Tekgöz sabit durmanın daha güvenli olduğuna kanaat getirdi. Ne var ki tavşanın sıcak kanının tadı güzeldi.

İçinde bulunduğu tereddütten kendisini kurtaran eşiydi. Tavşanı ondan aldı. Üzerindeki fidan tehditkâr bir şekilde sallanırken sakince kafasını kopardı tavşanın. Fidan daha sonra dikleşerek tekrar olağan hâlini aldı. Daha sonra dişi kurt ve Tekgöz tuhaf fidanın kendileri için yakaladığı avı yediler.

Tavşanların havada asılı durduğu başka geçitler vardı ve kurt çifti onları aramaya koyuldu. Dişi kurt önden giderken Tekgöz itaatkâr bir şekilde onu takip ediyor, tuzakla hayvan yakalama yöntemini öğreniyordu. Gelecek günlerde işine yarayacak bir bilgiydi bu.

YUVA

İki gün boyunca dişi kurt ve Tekgöz Kızılderili kampının etrafında dolaştı. Tekgöz endişeliydi. Ancak kamp, ayrılmaktan nefret ettiği eşini kendine çekiyordu. Bir sabah bir kurşun Tekgöz’ün kafasından birkaç santim uzakta bir ağaca isabet edince daha fazla tereddüt etmediler. Kendileriyle tehlikenin arasına kilometrelerce mesafe koyacak bir yere çekildiler.

Çok fazla uzaklaşmadan birkaç günlük uzaklıktaki bir yere geldiler. Dişi kurdun aradığı şeyi bulma ihtiyacı artık zorlayıcı bir seviyeye gelmişti. Gittikçe daha da ağırlaşıyordu. Koşabilse de yavaşça koşuyordu. Bir seferinde bir tavşan peşindeyken normal şartlarda kolayca yakalayabileceği avını bırakıp uzandı ve dinlendi. Tekgöz yanına geldi. Burnuyla boynuna nazikçe dokunduğunda onu öyle bir ısırdı ki ihtiyar arkaüstü düştü. Dişlerinden kaçmak için tuhaf şekillere giriyordu. Her zamankinden daha öfkeliydi dişi kurt. Tekgöz’se her zamankinden daha sabırlıydı.

Nihayet aradığı şeyi buldu. Yazları Mackenzie Nehri’ne akan fakat o zamanlarda dibine kadar donmuş derenin birkaç kilometre yukarısındaydılar. Dişi kurt güç bela yürüyordu. Eşi de önündeydi. Yüksek bir dere yamacına gelmişlerdi. Dişi kurt yamaca çıktı. Bahar fırtınaları ile eriyen karlar ufak bir mağara meydana getirmişti.

Dişi kurt mağara girişinde durdu ve dikkatle bakındı. Etrafı inceledi. Sonra tekrar mağaraya dönerek dar ağzından içeri girdi. Bir metre boyunca çömelerek ilerledi. Daha sonra duvarlar ve taban yükseldi. Tavan başının az biraz üzerindeydi. Burası kuru ve rahattı. Dikkatle inceledi. Bu arada mağara girişindeki Tekgöz sabırla bekliyordu onu. Dişi kurt burnunu yere eğerek birkaç daire çizdi. Sonra homurdanmayı andıran yorgun bir iç çekmeyle başı girişe dönük vaziyette yere çöktü. Kulakları dikleşmiş olan Tekgöz ona gülüyordu. Kuyruğunun uysalca sallandığını görebiliyordu dişi kurt. Kendi kulakları geri düştü, ağzı açıktı ve dili dışarı sarkıyordu. Bu hâliyle memnun ve keyifli olduğu belliydi.

Tekgöz açtı. Her ne kadar mağara girişinde uyusa da uykusunda rahatsızdı. Devamlı uyanıyor ve kulaklarını karlar üzerine vuran nisan güneşine doğru dikiyordu. Suyun akma sesi kulaklarına belli belirsiz gelince kalkıp dikkatle dinliyordu. Güneş geri dönmüştü. Uyanan Kuzey Diyarı kendisini çağırıyordu. Hayat kıpırdıyordu. Bahar hissi havadaydı. Kar altında ağaçlar yeşeriyor, tomurcuklar dağılıyordu.

Eşine gergin bir bakış attı. Ama onun kalkmaya niyeti yoktu. Dışarı baktığında yarım düzine kadar ardıç kuşunun kanat çırparak önünden geçtiğini gördü. Ayağa kalkıp tekrar eline baktı. Sonra tekrar yatıp uyudu. Kulağına tiz bir ses geldi. Bir ya da iki kez uyku sersemliğiyle burnuna dokundu. Sonra uyandı. Havadaki vızıltının sebebi burnunun üzerindeki sivrisinekti. Büyük bir sivrisinekti. Bütün kış boyunca kuru bir kütüğün içinde donmuş vaziyette kalmıştı. Şimdi de güneşle beraber dışarı çıkmıştı. Tekgöz dünyanın çağrısına daha fazla kayıtsız kalamadı. Üstelik acıkmıştı.

Eşinin yanına kadar sürünerek gidip onu uyanmaya ikna etmeye çalıştı. Fakat dişi hırlamakla yetindi. Dışarı yalnız çıkan Tekgöz karlı zeminin yumuşadığını ve hareket etmenin güçleştiğini gördü. Akıntının donmuş yatağına gitti. Ağaçların gölgelediği kar hâlâ sert ve buz hâlindeydi. Sekiz saat boyunca dolaştı. Geri döndüğünde başladığından daha açtı. Bir av bulsa da onu yakalayamadı. Eriyen karda düşüp debelenirken, beyaz tavşan narince kaçtı oradan.

Mağaranın girişinde ani bir şüpheyle durdu. İçeriden tuhaf sesler geliyordu. Eşine ait olmayan bu sesler sanki tanıdıktı. İçeri yöneldiğinde dişi kurdun uyarı mahiyetindeki hırlamasıyla karşılaştı. Bu uyarıya itaat ederek geri çekilse de seslere dikkat kesilmeye devam etti. Zayıf, bastırılmış hıçkırıklar ve iniltiler…

Eşi onu uyararak uzaklaştırınca girişte kıvrılıp uyudu. Sabah olduğunda loş ışık mağaradan içeri yayılınca belli belirsiz tanıdığı sesin kaynağını öğrenmek istedi bir kez daha. Eşinin uyarı hırlamasında yeni bir ton vardı. Bu kıskanç bir tonlamaydı. Tekgöz uygun bir mesafede durmaya özen gösterdi. Yine de dişi kurdun bacakları arasında beş ufak canlı gördü. Çok zayıf, acizdiler. Minik sızlama sesleri çıkarıyorlardı. Gözleri henüz açılmamıştı. Şaşırmıştı. Uzun ve başarılı hayatında başına ilk kez gelmiyordu bu durum. Çok seferler yaşamıştı bunu. Her seferinde de taze bir şaşkınlığa sebep oluyordu.

Eşi, Tekgöz’e endişeyle baktı. Arada bir alçak sesle uluduğu oluyordu. Olur da Tekgöz fazla yaklaşırsa bu uluma keskin bir hırlamaya dönüşüyordu. Dişi kurt daha önce böyle bir tecrübe edinmemişti. Fakat bütün ana kurtların sahip olduğu içgüdü yeni doğan yavruları yiyen baba kurtlara dair hatıralar sokmuştu beynine. Bu içinde bir korku olarak açığa çıkıyordu. Ve bu korku Tekgöz’ün babası olduğu yavrulara yaklaşmasını engelliyordu.

Fakat tehlike yoktu. Tekgöz, bütün baba kurtların sahip olduğu bir içgüdünün etkisini hissediyordu. Bunu sorgulamadı ya da kafası karışmadı. Bu dürtü içindeydi. Varlığının özündeydi. Yeni avlar bulmak üzere yola koyulup yeni doğan yavrularından oluşan ailesine sırtını dönmesi dünyanın en doğal şeyiydi.

Mağaradan sekiz dokuz kilometre uzakta akarsu bölünüyor ve çatalları dağlar asasından akıyordu. Sol çatala giden yerde yeni bir iz buldu. İzi kokladı ve taze olduğunu anlayınca çömeldi ve izin kaybolduğu yöne bakındı. Sonra geri dönüp sağ çatala saptı. Bu izler kendi ayak izinden daha genişti. Böyle bir izin olduğu yönde kendisine fazla et çıkmayacağını biliyordu.

Sağ çatalın bir kilometre kadar ilerisinde bir çiğneme sesi duydu. Peşinden gittiğinde bunun bir kirpi olduğunu gördü. Dişlerini ağaca geçirmişti bu kirpi. Tekgöz dikkatlice ve umutsuzca yaklaştı. Bu türü biliyordu her ne kadar kuzeyde daha önce rastgelmemiş olsa da. Uzun hayatında daha önce hiç kirpi yememişti. Fakat şans ve fırsat gibi şeyleri bildiğinden yaklaşmaya devam etti. Ne olacağını kestirmek mümkün değildi. Çünkü canlılar arasında olaylar her zaman farklı istikamette gelişirdi.

Kirpi yuvarlanarak bir top hâlini aldı. Keskin iğnelerini çıkararak saldırıyı karşılamaya koyuldu. Tekgöz gençliğinde bir başka kirpiye çok yaklaşmıştı. Dikenlerle kaplı hareketsiz kuyruğunu aniden suratına vurmuştu. İğnelerden biri burnuna isabet etmiş, haftalarca kalmış ve iltihaplanmıştı. Bu sebepten otuz santimetre kadar uzakta, kuyruğunun uzağında beklemeye başladı. Bu şekilde sessizce bekledi. Ne olacağını kestirmek mümkün değildi. Bir şeyler olabilirdi. Kirpi yeniden açılabilirdi. Hassas korunmasız gövdesine usta bir pençe savurabilirdi.

Fakat yarım saat kadar sonra kalktı. Hareketsiz topa öfkeyle kükredi ve yürümeye başladı. Geçmişte kirpilerin açılması için boş yere o kadar çok beklemişti ki daha fazla zaman kaybetmek istemedi. Sağ çataldan ilerlemeye devam etti. Gün geçiyordu ve arayışı ödüllendirilmemişti.

Babalık içgüdüsü fazlasıyla kuvvetliydi. Et bulmak zorundaydı. Öğlen vakti bir kar tavuğuna tesadüf etti. Çalıların arasından çıktığında eksik akıllı bu kuşla yüz yüze gelmişti. Bir kütüğün üzerinde, burnunun ucundan otuz santim kadar ilerideydi. Birbirlerini gördüler. Kuş irkilerek uçmaya davransa da ona pençesiyle bir darbe savurdu. Sonra da üzerine saldırdı. Kar tavuğu debelenip yeniden yükselmeye çalışırken dişlerini geçirdi. Dişleri, hassas etine ve kırılgan kemiklerine değince hâliyle yemeye başladı. Ama sonra hatırlayıp hayvan ağzında evin yolunu tuttu.

Dere çatalının bir buçuk metre kadar ötesinde alışkanlığı üzere hassas adımlarla ilerleyip gölge misali kayarken yoldaki her yeniliğe dikkat kesiliyordu. Sabah gördüğü izlerin yenilerini fark etti. İzler kendi gideceği yolda olduğundan takip etti. Her an bu izlerin sahibiyle karşılaşmaya hazırdı.

Irmağın geniş bir dönemecindeki bir kayadan geçtiğinde gördüğü bir şey derhâl çökmesine sebep oldu. Bu izin sahibine aitti. Kocaman dişi bir vaşak. O da iğne topunun karşısında kendisi gibi çökmüştü. Daha önce kayan bir gölgeydi ama şimdi gölgenin hayaleti oldu. Sürünüp dolandığında hareketsiz çifte yaklaştı.

Kara yatıp ağzındaki hayvanı yanına koydu. İğnesiz ve kısa bir ladin ağacının arasından gözünün önündeki yaşam oyununu izlemeye başladı. Bekleyen vaşak ve bekleyen kirpi. İkisi de yaşamak niyetindeydi. Bu oyunu ilginç yapan ise birinin hayatının diğerini yemeye, ötekinin hayatınınsa yem olmamaya bağlı olmasıydı. Bu arada ihtiyar Tekgöz de kendi rolünü oynuyordu. Şansın tuhaf bir oyunu kendi yaşam biçimi olan avlanma konusunda yardımcı olabilirdi.

Yarım saat, bir saat geçti ama bir şey olmadı. Diken topu taşa, vaşak mermere dönüşmüş olabilir, Tekgöz ölebilirdi. Yine de bu üç hayvan neredeyse acı veren bir yoğunlukla yaşama tutunmuştu. O anki taş kesilmelerinde tecrübe ettikleri yaşama duygusunu nadiren hissetmişlerdir.

Tekgöz hafifçe hareket etti ve artan bir istekle izlemeye koyuldu. Bir şeyler oluyordu. Kirpi nihayet düşmanın uzaklaştığına kanaat getirmişti. Yavaşça ve dikkatlice nüfuz edilemez zırhını açmaya koyuldu. Tehlike öngörmediğinden telaşsızdı. Yavaş yavaş açılıyor ve genişliyordu. Bunu izleyen Tekgöz ağzının aniden nemlendiğini fark etti salyaları akıyordu. Karşısında yemek misali açılan canlı et onu istemsizce heyecanlandırıyordu.

Kirpi düşmanını fark ettiği anda tamamen açılmamıştı. Vaşak o anda saldırdı. Darbe âdeta şimşek misaliydi. Keskin pençelerini hassas karnına geçirip parçaladı. Eğer ki kirpi tamamen açılsa ya da darbeyi saniyeden az bir zaman önce fark etmemiş olsaydı pençe zarar görmemiş olabilirdi. Ancak kuyruğun yandan darbesi üzerine vaşağa sert iğneler batırdı.

Her şey bir anda gerçekleşti. Darbe ve karşı darbe. Kirpiden bir acı ciyaklaması duyuldu. Koca kediden ise ani acı ve şaşkınlık bağırması. Tekgöz heyecanla hafifçe kalktı. Kulakları dikilmiş, kuyruğu havadaydı ve titriyordu. Vaşak öfkesine yenik düştü ve canını yakan şeye vahşice saldırdı. Fakat hâlâ acı çeken kirpi hasar görmüş vücuduyla zayıf düşmüş bir şekilde kapanmaya çalışıyordu. Kuyruğuyla tekrar vurunca iri kedi tekrar ciyaklamaya başladı acıyla. Geri çekilerek aksırdı. Burnu devasa bir iğnelik gibiydi. Pençelerini burnuna götürdü ve iğnelerden kurtulmaya çalıştı. Burnunu kara gömüyor ya da ağaçlara sürterek kurtulmaya çalışıyordu. Bu arada büyük bir korku duyuyor ve acı çekiyordu.

Defalarca aksırdı. Ani ve vahşi titremelerle kuyruğunu etrafa çarpıyordu. Sonra bir süre için sakinleşti. Tekgöz izlemeye devam ediyordu. Vaşak, aniden sıçrayıp korkunç bir ses çıkardığında yaşlı kurt ürpermekten kendini alamadı. Daha sonra uzaklaştı, her bir sıçramasında acı bir şekilde haykırarak.

Gürültüsü iyice uzaklaşıp sona erdiğinde Tekgöz ilerleme cüretinde bulundu. Bütün zemin kirpi iğneleriyle kaplanmışçasına hassas adımlarla ilerledi. Kirpi bu yaklaşıma öfkeli bir haykırışla ve uzun dişlerini birbirine vurarak karşılık verdi. Yeniden top hâlini almıştı. Ancak eskisi kadar iyi kapanamamıştı çünkü kasları hasar görmüştü. Neredeyse yarısına kadar yara almıştı ve hâlâ fazlasıyla kan kaybediyordu.

Tekgöz kanla kaplı kardan doldurdu ağzına. Çiğnedi, tattı ve yuttu. Bu hoşuna gidiyor, açlığı artıyordu. Ancak dikkati elden bırakmayacak kadar uzun bir süre yaşamışlığı vardı. Bekledi. Uzandı ve bekledi. Bu arada kirpi dişlerini gıcırdatıyor acı çekiyor, keskin keskin ciyaklıyordu. Kısa bir süre sonra Tekgöz iğnelerinin eğildiğini ve sarsılarak titrediğini gördü. Titreme sona erdi aniden. Uzun dişlerini son bir kez çarptı birbirine. Sonra bütün iğneleri indi. Vücudu serbest kaldı ve hareket etmemeye başladı.

Tekgöz, ürkek bir pençe darbesiyle Kirpi’yi açtı ve çevirdi. Bir şey olmadı. Kesinlikle ölmüştü. Bir süre için inceledi. Sonra akıntının aşağısından ilerlemeye başladı. Kirpiyi kâh taşıyor kâh sürüklüyordu. Dikenli hayvana basmamak için başını yana çevirmişti. Bu arada aklına bir şey geldi. Yükünü bıraktı ve kar tavuğunu aldığı yere geri koştu. Tek bir an için dahi tereddüt etmedi. Ne yapılması gerektiğini biliyordu. Kar tavuğunu yedi. Sonra da geri dönüp yükünü yüklendi.

Bir günlük avının ürününü götürdüğünde dişi kurt dikkatle inceledi. Burnunu Tekgöz’e uzatıp omzunu hafifçe yaladı. Fakat sonra yavrulardan uzak durması için eskisinden daha az sert ve tehditkâr olmaktan çok özür diler bir tavırla hırladı. Yavruları için babalarından korkma içgüdüsü azalmıştı. Bir baba kurdun davranması gerektiği gibi davranıyor, dünyaya getirdiği canlıları yemek gibi fena bir istek belirtileri ortaya koymuyordu.

BOZ YAVRU

Kardeşlerinden farklıydı o. Sadece tüyleri dahi annesi dişi kurdun kızılımsı rengine ihanet ediyordu. Sadece o babasından almıştı rengini. Yavrular arasında gri renkli olan bir tek oydu. Hakiki bir kurttu. Aslında Tekgöz’e ait bütün özellikleri taşıyordu fiziksel olarak. Tek bir istisna dışında: Babasının tek gözü varken kendisinin iki gözü vardı.

Boz yavrunun gözleri uzun süredir açık olmasa da çoktan net bir şekilde görebiliyordu. Gözleri kapalıyken ise dokunuyor, tadıyor ve kokluyordu. İki erkek kardeşi ile iki kız kardeşini iyi tanıyordu. Onlarla çelimsiz, tuhaf bir şekilde boğuşmaya, hatta dalaşmaya başlamıştı. Küçük boğazı tuhaf bir ciyaklama sesiyle (ulumanın habercisi) titremeye başlamıştı. Gözleri açılmadan çok önce dokunarak, tadarak ve koklayarak annesini tanımıştı. Sıvı gıdanın ve sevecenliğin kaynağıydı annesi. Küçük ve yumuşak bedenine değdiğinde kendisini sakinleştiren nazik, hassas bir dili vardı. Onu annesine yaslanarak uyumaya itiyordu.

Hayatının ilk ayının çoğu bu şekilde uyuyarak geçti. Ama artık çok iyi görebildiğinden daha uzun süreler uyanık kalmaya başladı. Dünyayı öğrenmeye de başlıyordu. Onun dünyası kasvetliydi ama o bunu bilmiyordu. Başka bir dünya tanımıyordu çünkü. Loş ışıklıydı ve gözleri başka bir ışığa alışamamıştı. Dünyası çok küçüktü. Sınırları mağaranın duvarlarıydı. Fakat dışarıdaki dünyanın ne kadar geniş olduğunu bilemediğinden içinde bulunduğu dar alanda baskılanmış hissetmiyordu.

Fakat erkenden öğrendiği şey dünyasının duvarlarından birinin diğerlerinden farklı olduğuydu. Burası ışığın da kaynağı olan mağara ağzıydı. Kendisine ait düşünceleri bilinçli bir iradesi olmadan keşfetmişti bu duvarın diğerlerinden farklı olduğunu. Daha gözlerini açıp bakamadan bile dayanılmaz bir çekiciliği vardı. Buradan gelen ışıklar mühürlü gözlerine vuruyor, gözleri küçük kıvılcım benzeri sıcak renkli ve keyif veren şeylerle titriyordu. Vücudundaki hayat, her bir hücre vücudunun özü olan canlılık, kendi şahsi yaşamı dışındaki bu canlılık bedenini keşfetmesine yol açıyordu.

Başlarda, bilinçli yaşamı ortaya çıkmadan önce her zaman mağaranın ağzına doğru kıvrılırdı. Kardeşleri de aynı şekilde. O zamanlarda hiçbiri arka duvarın karanlık köşelerine doğru kıvrılmadı. Işık onları bitki misali çekti. Kendilerini oluşturan kimya, ışığı varlığın bir gerekliliğiymişçesine talep ediyordu. Böylece minik bedenleri körce ve kimyasal bir yaklaşımla âdeta asma filizleri gibi yavaş yavaş ilerliyordu. İleriki zamanlarda her biri kendine ait kişilik geliştirip dürtülerinin ve arzularının bilincine vardığında ışığın cazibesi arttı. Hep ona doğru yöneliyor ve uzanıyorlardı. Sonra da anneleri tarafından geri çekiliyorlardı.

Boz yavru annesinin yumuşak, yatıştırıcı dili dışındaki özelliklerini işte bu şekilde öğrendi. Işığa doğru ısrarla yöneldiği zamanlarda annesinin azar anlamına gelen keskin burun dürtmesini keşfetti. Sonraları hızlı ve hesaplanmış bir pençe darbesiyle kendisini nasıl yuvarladığını gördü. Bu şekilde acıyı öğrendi. Daha da önemlisi acıdan kaçınmayı öğrendi. İlk olarak o riske girmemeyi, olur da o riske girerse kaçmayı ve geri çekilmeyi kavradı. Bunlar bilinçli eylemlerdi ve dünyaya dair ilk genellemelerin sonuçlarıydı. Öncesinde ışığa yöneldiğinde otomatik bir şekilde geri çekilirdi. Sonra ise acıdan dolayı geri çekildi çünkü acı canını yakardı.

Haşin bir küçük yavruydu. Kardeşleri de aynı şekilde. Beklendiği gibi. Etçil bir hayvandı. Et öldürenlerle et yiyenlerin soyundan geliyordu. Yaşamının ilk anlarında emdiği süt doğrudan etten geliyordu. Şimdi bir aylıkken, gözleri bir haftadır açıkken kendisi et yemeye başlamıştı. Dişi kurt tarafından kısmen sindirilmiş etti bu. Memelerinden fazla talepte bulunan beş yavrusuna kustuğu et…

Fakat o, yavrular arasında en haşin olanıydı. Hepsinden daha yüksek sesli ciyaklayarak ulurdu. Minik öfke hâlleri diğerlerinkinden daha korkunçtu. Başka bir yavruyu kurnaz bir pati darbesiyle yere serme oyununu ilk o öğrenmişti. Başka bir yavruyu kulaklarından yakalayıp çekerek dişlerini geçirmeyi öğrenen de yine ilk oydu. Yavrularını mağara ağzından uzaklaştırmak konusunda anneyi en çok zorlayan da kesinlikle oydu.

Işığın cazibesi boz yavru için günden güne artıyordu. Devamlı olarak mağaranın girişine doğru bir metre uzunluğundaki bir maceraya atılıyor ve devamlı olarak geri çekiliyordu. Girişler, birilerinin bir yerden bir yere geçerken kullandığı geçitler hakkında bir şey bilmiyordu. Başka bir yere nasıl gidileceği bir yana başka bir yer olduğunu dahi bilmiyordu. Ona göre mağara girişi bir duvardı. Işıktan duvar. Bir mumun pervaneyi kendine çekmesi gibi kendine çekiyordu. Ona ulaşmak için her zaman çabalıyordu. İçindeki hayat, dışarıya ait bir çıkış olduğunu biliyordu. Fakat kendisi buna dair hiçbir şey öğrenmemişti henüz. Bir dışarısı olduğunu bile bilmiyordu.

Bu ışık duvarına ait bir başka tuhaf şey daha vardı. Babasının (dünyada ikamet eden bir başka kimse olan babasını çoktan tanımaya başlamıştı, annesi gibi olan bir yaratık, ışığın yanında uyuyan ve et getiren) uzaktaki beyaz duvara kadar gidip kaybolmak gibi bir alışkanlığı vardı. Boz yavru bunun sebebini asla anlayamadı. Annesi her ne kadar o duvara yaklaşmasına izin vermese de diğer duvarlara yaklaşmış ve hassas burnuyla sert engellere çarpmıştı. Bu canını yakmıştı. Bu tür maceralardan birkaç kez sonra duvarları bıraktı. Duvarın içinde kaybolmanın babasına ait, süt ve yarı sindirilmiş etin de annesine ait bir tuhaflık olduğunu hiç düşünmeden kabul etti.

İşin aslı boz renkli yarı düşünemezdi, en azından insanlar gibi düşünemezdi. Onun beyni daha bulanıktı. Yine de vardığı sonuçlar insanların hükümleri gibi keskin ve belirgindi. Nedenini ve nasılını düşünmeden bir şeyleri kabul etme yöntemi vardı. İşin aslı bu bir sınıflandırma eylemiydi. Herhangi bir şeyin nedenini düşünme zahmetine girmezdi. Nasıl olduğu kendisi için yeterliydi. Bu sebepten burnunu duvara birkaç kez vurduğunda duvarların içinden geçemediğini kabullendi. Aynı şekilde babasının duvarların içinden geçtiğini de kabul etti. Fakat kendisi ve babası arasındaki farkı anlamak için en ufak bir istek duymuyordu. Mantık ve fizik onun zihinsel yapısının parçaları değildi.

Vahşi yaşamın birçok yaratığı gibi o da açlığı erkenden tecrübe etmişti. Öyle zamanlar oluyordu ki sadece et değil, annesinin memelerinden süt de gelmiyordu. Yavrular ilk seferlerde sızlanıp ağlasalar da çoğunlukla uyudular. Açlıktan bayılmaları çok zaman almadı. İtişmeleri ve dalaşmaları son buldu. Minik öfke nöbetleri ya da uluma teşebbüsleri yoktu. Bu arada beyaz duvara yaklaşma maceraları tamamen kesildi. İçlerindeki hayat titreyerek yok olurken yavrular uykuya daldılar.

Tekgöz çaresizdi. Genişçe bir alanda dolanıyordu. Artık neşesiz ve sefil olan mağara girişinde çok az uyudu. Dişi kurt da aynı şekilde yuvasından ayrılıp et peşinde koştu. Yavruların doğumundan bir iki gün sonra Tekgöz birkaç sefer yerli kampına gidip tuzağa yakalanmış tavşanları getirmişti. Ancak karların erimesi ve akıntıların açılmasıyla beraber yerli kampı taşındı. Böylece bu kaynak ortadan kalkmış oldu.

Boz yavru hayata dönüp de uzaktaki beyaz duvarla yeniden ilgilenmeye başladığında dünyasının nüfusunun azaldığını fark etti. Bir tek kız kardeşi kalmıştı. Geri kalanı yoktu. Güçlenmeye başladıkça tek başına oynamak zorunda kaldı. Çünkü kardeşi kafasını kaldırmıyor ve hareket etmiyordu. Kendisi yemeye başladığı et sayesinde şişmanlarken kız kardeşi için çok geçti. Sürekli uyuyordu, bir deri bir kemik kalmıştı ve içinde gittikçe azalan ateş nihayet söndü.

Daha sonra öyle bir zaman geldi ki boz yavru babasının duvarda bir görünüp bir kaybolduğunu, girişte uyuduğunu göremedi. Bu ikinci ve daha az şiddetli bir açlık sonrasında gerçekleşmişti. Sadece dişi kurt biliyordu Tekgöz’ün geri dönmeme sebebini. Fakat ne gördüğünü boz yavruya anlatabileceği bir yol yoktu. Tek başına avlanırken vaşağın yaşadığı akıntının sol çatalında Tekgöz’ün izlerini takip etti. O yolun sonunda onu, daha doğrusu ondan kalanları buldu. Edilen kavgaya dair bir sürü işaret vardı ve galip gelen vaşak yuvasına çekilmişti. Dişi kurt, kendi yuvasına dönmeden önce vaşağın inini buldu. Ama izlerden anladığı kadarıyla vaşak hâlâ içerideydi ve girmeye cesaret edemedi.

Bunun üzerine dişi kurt, avlanırken sol çataldan uzak durdu. Çünkü biliyordu ki vaşağın ininde yavruları vardı. Vaşak vahşi, öfkeli bir hayvandı ve feci dövüşürdü. Yarım düzine kurdun, tüyleri kabarmış bir vaşağı ağaca itmesi bir şey, yalnız bir kurdun bir vaşakla tek başına mücadele etmesi ayrı bir şey. Özellikle de bu vaşağın kendisini bekleyen aç yavruları varsa.

Fakat yaban hayatı yaban hayatıydı ve analık analıktı. Anneler her zaman yavrularını şiddetle korurlardı. Yabanda olsun olmasın. Ve dişi kurdun boz yavrusunun hatırına sol çataldan, taşlar arasındaki yuvaya ilerleyip vaşağın öfkesini göze alacağı zamanlar gelecekti.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺40,30
₺62,01
−35%