Kitabı oku: «Her Yol Mübah », sayfa 3
8. Bölüm
Saat 05:45
Baltimore, Maryland – Fort McHenry Tüneli’nin Güneyi
Eldrick, panelvandan on metre uzakta, tek başına duruyordu. Yine kusmuştu. Artık sadece kuru kuru öğürüyor ve kan geliyordu. Kan onu oldukça rahatsız etti. Hala başı dönüyordu, hala ateşi vardı ve kıpkırmızıydı, ama midesi boşaldığı içindir ki bulantısı çoğunlukla geçmişti. En iyi şey, panelvandan çıkmış olmasıydı.
O kirli ufukta bir yerde, gökyüzü aydınlanmaya başlamış, soluk, hastalıklı bir sarı renk almıştı. Yeryüzü hala karanlıktı. Deniz kenarındaki kasvetli, tenha bir otoparkta park etmişlerdi. Yirmi kat üstlerinden bir anayol geçiyordu. Yakında, terkedilmiş, çift bacalı ve tuğladan yapılmış endüstriyel bir bina vardı. Camları kırılmıştı, bu boşluklar ölü gözler gibiydi. Etrafı dikenlerle çevrili bu binanın çitlerinde, her on metrede bir yazı asılmıştı: UZAK DUR. Tel çitte gözle görülür bir delik vardı. Binanın çevresindeki alan fazlasıyla uzamış çalı ve çimlerle kaplıydı.
Ezatullah ve Momo’yu izledi. Ezatullah, aracın üstüne yapıştırılmış Dun-Rite Çamaşır Servisi yazan mıknatıslı araç baskısını söktü, suyun kenarına gitti ve kenara attı. Geri döndü ve aynısını öbür taraftaki için yaptı. Eldrick o yazıların çıkabildiğini hiç düşünmemişti. Bu sırada, Momo aracın önüne diz çöktü ve bir tornavidayla plakasını çıkarıp başka bir plakayla değiştirdi. Bir süre sonra, arka tarafa geçti ve oradaki plakaya da aynısını yaptı.
Ezatullah panelvanı işaret etti. “Yaşasın!” dedi. “Tamamen başka bir araç. Şimdi yakala bakalım, devlet amca.” Ezatullah’ın suratı parlak kırmızı renkti ve terlemişti. Burnu akıyor gibi gözüküyordu. Gözleri kan çanağı olmuştu.
Eldrick etrafına baktı. Ezatullah’ın fiziksel durumu, neler olduğunu anlatıyordu. Bu fikir aklına bir yıldırım gibi çaktı, geldiği gibi, anında gitmişti. Bu, düşünmenin en güvenli yoluydu. İnsanlar, diğerlerinin ne düşündüğünü gözlerden anlardı.
“Neredeyiz?” dedi.
“Baltimore,” dedi Ezatullah. “Senin o süper Amerikan şehirlerinden biri daha. Yaşamak için hoş bir yer sanırım. Düşük suç oranı, doğal güzellik, sakinleri sağlıklı ve zengin, herkesin imrendiği bir yaşam.”
Eldrick gece boyunca kötüydü. Birden fazla kere kendinden geçmişti. Zaman kavramını yitirmişti ve şimdi nerede olduklarının da farkında değildi. Ama bu kadar uzaklaştıklarını fark etmemişti.
“Baltimore? Neden buradayız?”
Ezatullah omuz silkti. “Yeni istikametimize doğru yoldayız.”
“Hedef burada mı?”
Ezatullah buna güldü. Gülümseme radyasyondan zehirlenmiş yüzünde pek tuhaf görünüyordu. Ölümün ta kendisi gibi gözüküyordu. Titreyerek elini uzattı ve Eldrick’in omzuna hafifçe vurdu.
“Üzgünüm, sana kızgındım, kardeşim. İyi bir iş çıkardın. Sözünü verdiğin her şeyi yaptın. Eğer Allah istiyorsa, umarım bugünden cennetesindir. Ama benim elimden değil.”
Eldrick sadece bakakaldı.
Ezatullah başını salladı. “Hayır. Baltimore değil. Dünya çapında, acı çeken kitlelerin içine mutluluk verecek bir yere saldırı yapmak için güneye gidiyoruz. Şeytanın ta kendisinin inine girip, kafasını kendi ellerimizle keseceğiz.”
Eldrick vücudunun üst kısmında bir üşüme hissetti. Kollarındaki tüyler diken diken olmuştu. Tişörtünün terden sırılsıklam olduğunu fark etti. Duydukları hoşuna gitmemişti. Güneye gidiyorlarsa ve Baltimore’dalarsa, sıradaki şehir…
“Washington,” dedi.
“Evet.”
Ezatullah tekrar gülümsedi. Bu sefer gülüşü zafer doluydu, cennetin kapılarında duran, giriş izni verilmiş bir aziz gibi.
“Kafasını ezersen, vücut da ölür.”
Eldrick, Ezatullah’ın gözlerinde görebiliyordu. Adam aklını kaybetmişti. Belki hastalık, belki başka bir şeydi ama net olan şey doğru düşünemediğiydi. En başından beri planları malzemeyi çalmak ve aracı Güney Bronx’taki yere bırakmaktı. Tehlikeli bir işti, planı uygulamak zordu ve başarmışlardı. Ama yönetici ya planı değiştirmişti ya da en başından beri yalan söylüyordu. Şimdiyse radyoaktif bir panelvanda Washington’a doğru gidiyorlardı.
Ne yapmak için?
Ezatullah tecrübeli bir cihatçıydı. İma etiği şeyin imkansız olduğunu bilmeliydi. Ne yaptıklarını düşünürse düşünsün, Eldrick biliyordu, hedefe yaklaşamayacaklardı bile. Aracı kurşun delikleriyle kaplı, Beyaz Saray veya Pentagon veya Kongre Binasına üç yüz metre mesafede canlandırdı gözünde.
Bu bir canlı bomba görevi değildi. Bir görev bile değildi. Bu politik bir mesajdı.
“Endişelenme,” dedi Ezatullah. “Mutlu ol. Onurların en büyüğü için seçildin. Nasıl olacağını hayal edemesen bile, becereceğiz. Bu yaptığımızı zamanla daha berrak göreceksin.” Döndü ve panelvanın yan kapısını kaydırarak açtı.
Eldrick Momo‘ya bir bakış attı. Arka plakayı takıyordu. Momo bir süredir konuşmamıştı. Kendisi de pek iyi hissetmiyor olmalıydı.
Eldrick geriye doğru bir adım attı. Daha sonra bir tane daha. Ezatullah aracın içinde bir şeyle kendini meşgul ediyordu. Arkası dönüktü. Komik olan, bunun gibi bir anın bir daha hiçbir zaman gelmeyecek oluşuydu. Eldrick orada, geniş ve açık bir arazide sadece duruyor ve kimse ona bakmıyordu.
Eldrick lisede koşucuydu. Bu konuda iyiydi. Manhattan 168. Sokak’taki eski cephanelikteki koşu parkurunu, içerideki kalabalığı, tabelada sıralanmış isimleri, ve başlama işaretini hatırladı. O, yarış öncesi patlamaya hazır olma duygusunu midesinde hissetti, o yeni koşu parkurundaki delicesine hızı, baskı dolu, dirsekler yukarıda, o kadar hızlı ki bir rüya gibiydi.
O günlerden beri Eldrick hiç o kadar hızlı koşmamıştı. Ama belki, her şey buna bağlıyken, odaklanmış bir enerji patlamasıyla o hızlara tekrar ulaşabilirdi. Duraksamanın ve hatta düşünmenin bir anlamı yoktu.
Döndü ve fırladı.
Bir saniye sonra arkadan Momo’nun sesi:
“EZA!”
Daha sonra Farsça bir şey.
Terkedilmiş bina ilerideydi. Hastalık gümbür gümbür geri geldi. Berbat haldeydi, tişörtüne kan püskürüyordu, ama devam etti. Nefesi çoktan tükenmişti.
Bir zımba sesi gibi bir şey duymuştu. Zayıf bir ses yankılandı binada. Ezatullah’tı bu, tabii ki ateş ediyordu. Silahında susturucu vardı.
Arkasından bir vızıltı geçti. Kaldırıma düştü, kolları soyuldu. Hemen ardından, silah sesi bir kere daha yankılandı. Eldrick kalktı ve koşmaya devam etti. Neredeyse çitlere ulaşmıştı. Döndü ve deliğe doğru koştu.
Vızıltı bir kez daha geçti. Öne doğru düştü ve tellere tutundu. Bütün gücü sanki ayaklarından doğru akıp gidiyordu. Orada asılıyordu, ölümüne tutunduğu tellerden destek alıyordu.
“Devam et,” sesi ölüyormuş gibiydi. “Devam et.”
Dizlerinin üstüne düştü, yırtık teli bir kenara itti ve deliğin içinden sürünerek geçti. Uzun çimlerin arasındaydı. Ayağa kalktı, birkaç adım sendeledi ve görmediği bir şey yüzünden yere düştü, toprak setin üzerinden aşağıya doğru yuvarlandı. Kendini durdurmaya çalışmadı. İvmenin vücudunu en dibe kadar götürmesine izin verdi.
Durdu, yoğun şekilde nefes alıyordu. Sırtındaki ağrı gerçek ötesiydi. Yüzü toprağın içindeydi. Burası ıslak, çamurluydu, ve nehir kenarındaydı. İsteseydi kendini karanlık nehre bırakabilirdi. Bunun yerine çalıların derinlerine doğru emekledi. Güneş henüz yüzünü göstermemişti. Eğer orada kalır, hareket etmez, ses çıkarmazsa, bir ihtimal…
Göğsüne dokundu. Çektiğinde, eli kanla kaplanmıştı.
*
Ezatullah çitlerdeki delikte durdu. Dünyası dönüyordu. Eldrick’in peşinden koşmak başını döndürdü.
Elleri çitlerdeki zincire tutunarak ayakta durmasına yardım ediyordu. Kusmak isteyeceğini düşündü. Çalıların arası karanlıktı. Onu orada bulmak için saatler harcayabilirlerdi. O büyük, terkedilmiş binaya girebilirse, onu hiçbir zaman bulamayabilirlerdi.
Moahmmar, yanında duruyordu. Eğilmişti, elleri dizlerinin üstünde derin derin nefes alıyordu. Vücudu titriyordu. “Girmeli miyiz?” dedi.
Ezatullah kafasını salladı. “Zamanımız yok, onu iki kere vurdum. Hastalık onu öldürmezse, kurşunlar öldürecektir. Burada yalnız başına ölmesine izin vereceğim. Belki Allah, onun bu korkaklığına acır. Umarım. Öyle ya da böyle, onsuz devam etmeliyiz.”
Arkasına döndü ve panelvana doğru yürümeye başladı. Araç çok uzağa park edilmiş gibi duruyordu. Yorulmuştu, hastaydı, ama bir ayağını diğerinin önüne atmaya devam ediyordu. Her bir adım onu cennetin kapılarına yaklaştırıyordu.
9. Bölüm
Saat 06:05
Terörle Mücadele Müşterek Komuta Binası – Manhattan Şehir Merkezi
“Luke, yapabileceğin en iyi şey adamlarını toplamak ve Washington’a gitmek” dedi takım elbiseli adam.
Luke, kontrol merkezinin ana odasında, baş döndürücü bir kaosun içinde duruyordu. Gün doğmuştu bile ve o zayıf gün ışığı çalışma odasının iki kat yukarısındaki pencerelerden sızıyordu. Zaman çok hızlı geçiyordu, ve kontrol merkezi bu süreçte karmakarışık, berbat bir hale gelmişti.
Odaya iki yüz kişi doluşmuştu. En az kırk çalışma istasyonu vardı, bazılarında iki bazılarında üç kişi beşer bilgisayarın karşısında oturuyorlardı. Karşılarındaki büyük ekranda yirmi farklı televizyon ve bilgisayar ekranı gösteriliyordu. Ekranlarda Manhattan’ın, Bronx’un, Brooklyn’in dijital haritaları, Holland ve Lincoln Tünellerinin giriş ve çıkışlarını gösteren canlı yayınlar ve ülkede olduğu bilinen Arap teröristlerin sabıka fotoğrafları gösteriliyordu.
Ekranlardan üçünde, yardımcılarının cüce gibi görünmesine sebep olan iki metrelik boyuyla, kürsüdeki mikrofona, cesur New York sakinlerine evde kalmalarını ve evlatlarına sarılmalarını salık veren Vali DeAngelo vardı. Konuşmasını daha önceden hazırlanmış kağıtlardan okuyordu.
“En kötü senaryoda,” dedi Vali, sesi odanın farklı yerlerine yerleştirilmiş hoparlörlerden geliyordu, “ilk patlama anında birçok insan hayatını kaybedecek, ve o an, etrafta bir paniğe yol açacaktır. Halkın radyasyona maruz kalması, daha geniş kitlelerde ve alanda korku yaratacak ve bu ülkeye yayılacaktır. İlk patlama esnasında yayılan radyasyona maruz kalanların çoğu hastalanacak ve bazıları ölecektir. Temizlik masrafları devasa olacak, ancak; psikolojik ve ekonomik masrafların yanında bu devenin yanında pire kalacaktır. New York’un ana tren istasyonlarından birinde gerçekleşecek bir kirli bomba saldırısı, doğuyla olan deniz ulaşımını, öngörülebilir gelecek boyunca büyük sekteye uğratacaktır.”
“Ne hoş,” dedi Luke. “Onun bu konuşma yazılarını kim yazıyor merak ediyorum.”
Odayı taradı. Her ajansı temsil eden birileri vardı. Alfabe çorbası gibiydi. NYPD, FBI, NSA, ATF,DEP, hatta CIA. Yok artık, DEA da buradaydı. Luke emin olamadı, radyoaktif malzemenin çalınmasının uyuşturucuyla ilgili bir suçla ne alakası olabilirdi.
Ed Newsam, ÖMT’yi bulmak için kalabalığa karışmıştı.
“Luke, beni duydun mu?”
Luke arkasına, çözmesi gereken olaya döndü. Ed, Ulusal Güvenlik’ten Ron Begley ile birlikte duruyordu. Ron, 50’lerin ortasında kelleşen bir adamdı. İri, yuvarlak bir midesi ve tıknaz parmakları vardı. Luke onun hikayesini biliyordu. Masa başı işi olan, devletten, bürokrasiden gelen biriydi. 11 Eylül’de, hazinede vergi kaçakçılarını ve Ponzi şeması, yani zincir dolandırıcılarının izini süren bir ekibi yönetiyordu. Ulusal Güvenlik yaratıldığında, terörle mücadeleye geçmişti. Hayatında hiç tutuklama yapmamış, gereksiz yere silah sıkmamıştı.
“Eve gitmemi istediğinizi söylediniz değil mi?”
“Burada insanların işine karışıp onları kızdırıyorsun Luke.” Kurt Meyerson NYPD’deki patronunu arayıp, insanlara hizmetçinmiş gibi davrandığını söylemiş. Ve bir Özel Timi komuta ettin öyle mi? Bir Özel Tim. Beni dinle, bu onların işi. Senin, onların liderliğini kabul etmen gerekirdi. Bu böyledir.”
“Ron, bizi çağıran NYPD’ydi. Öyle sanıyorum ki bize ihtiyaç duydukları için aradılar. İnsanlar bizim nasıl çalıştığımızı biliyor.”
“Kovboylar,” dedi Begley. “Rodeocu kovboylar gibi çalışıyorsunuz.”
“Don Morris, buraya gelmem için beni yatağımdan kaldırdı. Don’la konuşabilirsin…”
Begley omuz silkti. Hayalet bir gülümseme belirdi yüzünde. “Don geri çağırılmıştır. Yirmi dakika önce bir helikoptere atlayıp gitti. Sana da aynısını tavsiye ederim.”
“Ne?”
“Aynen öyle. Bu sefer bir terfi aldı ve bu işle ilgilenmeyecek. Onu durum raporlarını sunmak ve brifingler için Pentagon’a aldılar. Gerçek üst seviye işler. Sanırım bu işi yapacak bir stajyer bulamadılar ve Don’a bu işi verdiler.”
Begley sesini alçalttı, ama Luke onu hala duyabiliyordu. “Sana bir tavsiye. Don’un emekli olmasına üç yıl var ve elinde neyi var? Don soyu tükenen bir tür. O bir dinozor, ve ÖMT de öyle. Bunu sen de, ben de biliyoruz. Bu ajans içindeki minik gizli ajanslar, bunlar hep yol kenarından gidiyor. Biz artık birleşiyor ve merkezileşiyoruz, Luke. Artık ihtiyacımız olan, veriye dayalı analiz. Gelecekte, suçları hep bu şekilde çözeceğiz. Bugün de, bu teröristleri bu şekilde yakalayacağız. Maço süper-casuslara, emekli olmuş, yaşlanan, binalardan iplerle inen, eski komandolara ihtiyacımız yok. Gerçekten, yok. Kahramancılık oynamak bitti. Aslında, düşününce biraz gülünç ve saçma.”
“Harika,” dedi Luke. “Bunları tavsiye olarak algılıyorum.”
“Öğretmenlik yaptığını sanıyordum,” dedi Begley. “Tarih, politik bilim, onun gibi bir şey.”
Luke onaylarcasına kafa salladı. “Yapıyorum.”
Begley Luke’un koluna etli elini koydu, “Onunla devam etmelisin.”
Luke, adamın elini itti ve takım arkadaşlarını bulmak için kalabalığa karıştı.
*
“Elimizde ne var?” dedi Luke.
Takımı ofisin dışındaki bir odada kamp kurmuştu. Birkaç boş masa bulmuşlar ve üstlerine dizüstü bilgisayarlar ve uydu bağlantılarıyla kendi komuta merkezlerini kurmuşlardı. Trudy ve Ed Newsam ve birkaç kişi daha oradaydı. Swann, bir köşeye üç dizüstü bilgisayarla çekilmişti.
“Don’u geri çağırdılar,” dedi Trudy.
“Biliyorum. Onunla konuştun mu?”
Başını salladı. “Yirmi dakika önce. Havalanmak üzereydi. O tamam diyene kadar bu dosya üzerinde çalışmamızı, kibarca herkesi yok saymamızı istedi.”
“Bana uyar. Tamam, neredeyiz?”
Yüzünde ciddi bir ifade vardı. “Hızlı gidiyoruz. 6 adet yüksek öncelikli araca kadar indirdik. Hepsi, dün gece hastanenin bir sokak ötesine kadar yaklaşmış, ve detayları ilginç veya bir sıkıntı var gibi.”
“Bir örnek ver bana.”
“Tamam. Bir sosisli arabası eski bir Rus paraşütçü asker adına kayıtlı. Kameralardan takip ettiğimiz kadarıyla, bütün gece Manhattan’da dolaşıp, seks işçilerine, pezevenklere, ve onların müşterilerine sosisli ve kola sattı.”
“Şu an nerede?”
“11. Caddede Jacob Javits Kongre Merkezi’nin güneyinde park halinde. Bir süredir hareket etmedi. Uyuduğunu düşünüyoruz.”
“Tamam, artık düşük öncelikli bir hedef haline gelmiş gibi. NYPD’ye paslayın, ne olur ne olmaz. Onu oradan çıkarıp aracını arar, başka ne sattığına bakabilirler. Sıradaki.”
Trudy kendi listesine baktı. Bir minivan, gözden düşmüş eski bir nükleer fizikçi tarafından Uber aracı olarak kullanılıyor. Kayıtlarda, bir kazada kullanılmaz hale geldiği ve hurdaya çıktığı görülen kırk tonluk bir dorse. Özel bir çamaşır yıkama servisine ait bir sevkiyat aracı, bir panelvan, plakası Long Island’da alakasız bir yer döşeme firmasına ait. Üç yıl önce çalındığı bildirilmiş bir ambulans.”
“Çalıntı bir ambulans?” dedi Luke. “Bu bir şeye benziyor.”
Trudy omzunu silkti. “Genelde yasadışı organ ticaretinde kullanırlar. Hasatları, kısa süre önce ölen hastalardan dakikalar içerisinde alınan organlardır. Organları alır, paketler, hızlıca hastaneden çıkartırlar. Kimse hastane çevresinde park etmiş bir ambulansa ikinci kere kafasını çevirip de bakmaz.”
“Ama dün gece, belki de organ için beklemiyorlardı. Nerede olduklarını biliyor muyuz?”
Trudy başını salladı. “Hayır. Yerini bildiğimiz sadece Rus. Bu bir bilimden çok sanat gibi. Bu gözlem kameraları henüz her yerde değiller, özellikle Manhattan’dan çıkınca. Kameradan, bir kamyonun geçtiğini görüyorsun, daha sonra o kamyonu bir daha göremeyebilirsin. Belki on sokak sonra başka bir kamerada onu tekrar yakalarsın, veya belki de on kilometre sonra. Tır dorsesini en son George Washington köprüsünden New Jersey’e doğru giderken gördük. Çamaşır aracı 138. Cadde köprüsünden Güney Bronx’a geçti ve gözlerden kayboldu. Şu an bu saydıklarımın hepsini başka yollardan takip ediyoruz. Uber şirketini aradık, yer döşeme şirketini, ve çamaşırcıyı. Yakın zamanda bunlar hakkında bir şeyler biliyor olacağız. Karargahta bu kamera kayıtlarını inceleyen sekiz kişi var, hepsi de bu ambulansı arıyorlar.”
“İyi. Beni haberdar etmeye devam et. Banka işinden ne haber?”
Trudy’nin suratı taş kesildi. “Bu konuyu Swann’a sormalısın.”
“Tamam.” Swann’ın köşedeki küçük derebeyliğine doğru adım attı.
“Luke?”
Durdu. “Evet.”
Gözleriyle odayı kolaçan etti. “Konuşabilir miyiz? Özel.”
*
“Senin için yasa çiğnemediğim için beni kovacak mısın?”
“Trudy, seni kovmayacağım. Neden böyle şeyler düşünürsün ki?”
“Böyle söylemiştin, Luke.”
Şu her işe yarayan odalardan birinde ayakta duruyorlardı. İki adet boş masa ve bir pencere vardı burada. Halı yeni yapılmıştı. Duvarlar beyazdı ve üzerlerinde hiçbir şey yoktu. Köşelerden birinde, tavana yakın bir kamera vardı.
Görünüşe göre bu oda daha önce hiç kullanılmamıştı. Komuta merkezinin kendisi bir yıldan kısa bir süredir hizmet veriyordu.
Trudy’nin iri gözleri bir şey anlatırcasına ona dikilmişti.
Luke iç geçirdi. “Sana bir kaçış noktası veriyordum. Bunu anlayacağını düşünmüştüm. Eğer başın belaya girerse, suçu bana atabilirsin. Bütün yaptığın sana söylediğimi yapmak oldu. Beni dinlemezsen işini kaybedeceğinden korkmuştun.”
Trudy ona doğru bir adım daha yaklaştı. Odanın içinde, onun şampuanının kokusunu, ve sık sık kullandığı parfümün kokusunu alabiliyordu. Kokuların kombinasyonu Luke’un dizlerine bir şey yapmıştı. Ufak ufak titrediklerini hissedebiliyordu.
“Bana direk bir emir veremezsin, Luke. artık ÖMT’de çalışmıyorsun.”
“İzindeyim.”
Trudy ona doğru bir adım daha yaklaştı. Gözleri gözlerine birer lazer gibi kitlenmişti. Gözlerinde zeka ve ateş vardı.
“Ve bıraktın… neden? Benim yüzümden mi?” dedi Trudy.
Başını salladı. “Hayır. Kendime ait nedenlerim vardı. Sen onlardan biri değildin.”
“Marshall kardeşler?”
Omuz silkti. “Bir gecede iki kişi öldürdüğünde, artık bir ara vermek için zamanın gelmiş demektir. Belki de kendini daha iyi tartmak için.”
“Yani benim için hiçbir zaman herhangi bir şey hissetmediğini mi söylüyorsun?” diye sordu Trudy.
Trudy’ye baktı, soru onu şoka uğratmıştı. Trudy’nin onunla flört ettiğini hep hissetmişti, ama oltaya hiç gelmemişti. Birkaç kere, kokteyllerde sarhoşken, karısıyla yaşadığı kötü tartışmalardan sonra yakınlaşmışlardı. Ama, eşinin ve oğlunun varlığı, onları düşünmek, onu geri çekmiş, onu, aptalca bir şey yapmaktan alıkoymuştu.
“Trudy, biz birlikte çalışıyoruz.” dedi, kendinden emin, katı bir şekilde. “Ve ben evliyim.”
Trudy daha da yaklaştı.
“Ben evlenecek birini aramıyorum, Luke” dedi, kibar ve yumuşak bir şekilde, ve vücudunu aralarında yalnızca birkaç santim kalacak kadar Luke’a yaklaştırdı.
Trudy, ona yaslanmıştı. Luke’un kolları yandan sarkıyordu. Sıcaklığını, o yanındayken kontrol edilmesi güç dürtüyü, heyecanı ve enerjiyi ve şehveti hissetti. Trudy, kollarını Luke’un göğsüne koymak için kaldırdı, elleri gömleğine dokunur dokunmaz, biliyordu, Luke ya şimdi bir şeyler yapacak ya da kendini tamamen ona bırakacaktı.
Son bir üstün disiplin örneği göstererek, geriye doğru adım attı ve Trudy’nin ellerini centilmence kendinden uzaklaştırdı.
“Üzgünüm, Trudy,” dedi, sesi kısılmış gibiydi. “Seni önemsiyorum. Gerçekten. Ama bu iyi bir fikir değil.
Trudy kaşlarını kaldırdı, ama daha bir şey söyleyemeden, ahşap kapıya ağır bir yumruk geçirdi.
“Luke? Orada mısın?” Bu Newsam’ın sesiydi. “Gelip şuna bir bakmalısın. Swann bir şey buldu.”
Birbirlerine baktılar, Luke hiçbir şey yapmamasına rağmen, karısını düşündükçe deli gibi suçlu hissediyordu. Daha fazlası yaşanmadan kendini o pozisyondan çıkarmıştı ve bunu yapmasaydı, olacakların çalışma ortamını nasıl etkileyeceğini merak etmekten kendini alamıyordu.
En kötüsü de inkar etmesi imkansızdı; odadan ayrılmak istemiyordu.
*
Swann, üzerinde üç adet monitörün dizildiği bir masada oturuyordu. Seyrekleşen saçı ve gözlükleriyle Luke’a NASA’da çalışan görev kontroldeki fizikçileri anımsatıyordu. Luke, Trudy ve Newsam ile onun arkasında ayakta duruyor, omuzunun üzerinden ekranlara bakıyordu.
“Bu Ken Bryant’ın banka hesabı.” dedi Swann, fareyi ortadaki ekrana getirerek. Luke detayları inceliyordu: para yatırmalar ve çekmeler, hesaptaki toplam para, 28 Nisan’dan 27 Mayıs’a kadarki bilgiler.
“Bu internet bağlantımız ne kadar güvenli?” dedi Luke. Odanın içine ve kapıdan dışarıya göz gezdirdi. Komuta merkezinin ana odası koridorun sonundaydı.
“Bu?” dedi Swann. Omuz silkti. “Burası bağımsız bir komuta merkezi. Kendi kulemize ve kendi uydularımıza bağlıyım ben. Bizim çocuklar şifreledi bunu. Sanıyorum ki CIA veya NSA bunu kıracak birini bulabilir ama neden uğraşsınlar ki? Hepimiz aynı takımdayız, değil mi? Ben olsam endişelenmem. Bunun yerine şu banka hesabına odaklanırdım. Komik bir şey fark ettin mi?”
“Hesapta 24,000 dolardan fazla para var.”
“Evet,” dedi Swann. “Bir temizlikçi için oldukça kayda değer bir miktar. İlginç. Şimdi bir ay geri gidelim. 28 Mart ile 27 Nisan. Hesaptaki en fazla para yaklaşık 37,000 dolar, daha sonra harcıyor. İsimsiz bir hesaptan havaleler gerçekleşmiş, 5,000 dolar, sonra 4,000 dolar daha, sonra, ah gelir idaresini boş ver… 20,000 dolar ver.”
“Tamam,” dedi Luke.
“Bir ay daha geri git. Şubat sonu ile mart sonu. Başta 1,129 dolar varmış hesapta. Ayın sonuna doğru ise 9,000 doların üzerinde. Bir ay daha git, ocak sonu ve şubat sonu, ve hesap hiç 2,000 dolara ulaşmamış. Buradan da üç yıl geri gidersek, hesaptaki miktar 1,500 doların üstüne nadiren çıkmış. Bu adam aydan aya geçiniyormuş, ve Mart ayında, birden bire yüksek miktarda havaleler almaya başlamış.”
“Nereden geliyor bu paralar?”
Swann gülümsedi ve parmağını kaldırdı. “İşte eğlenceli kısmı. Gizli hesaplar konusunda uzmanlaşmış, küçük, denizaşırı bir bankadan. Banka, Grand Cayman adasında konumlandırılmış, ismi Royal Heritage Bankası.”
“Sistemlerine girebilir misin?” dedi Luke. Yanına baktı ve Trudy’nin onaylamayan bakışlarını fark etti.
“Bunu yapmama gerek yok,” dedi Swann. “Royal Heritage bankasının sahibi CIA, ajanın ismi Gregor Svetlana. Eskiden Kırmızı Ordu’da görev yapan bir Ukraynalı. Yirmi yıl önce, bazı eski, Sovyet silahları kaybolup batı Afrika’da kara borsadan çıktığında Ruslarla ters düşmüştü. Hafif silahlardan bahsetmiyorum, uçaksavar, tanksavar ve alçak irtifa gemi füzelerinden bahsediyorum. Ruslar onu baş aşağı asmaya hazırlardı. O da gidecek bir yeri olmadığından bize geldi. Langley’de bir arkadaşım var, ve Royal Heritage Bankası’ndaki hesaplar gizli olmaktan çok uzak, hatta işin aslı bütün Amerikan İstihbarat ekipleri için açık bir kitap. Tabii, banka müşterileri bunun farkında değil.”
“Yani bu havaleleri yapan hesabın sahibinin kim olduğunu biliyor musun?”
“Biliyorum.”
“Tamam, Swann,” dedi Luke. “Anlıyorum. Çok akıllısın. Şimdi sadede gel.”
Swann ekranları gösterdi. “Paraları yollayan hesabın sahibi, Bryant’ın ta kendisi. O hesap soldaki ekranda. Gördüğün gibi şuan yaklaşık 209,000 dolar var hesapta. Bu hesaptan diğerine, kişisel kullanımı için biraz biraz yolluyormuş. Birkaç ay geri gidersek görürüz ki Bryant’ın bu hesabı 3 Mart’ta, başka bir Royal Heritage Bank hesabından 250,000 dolarlık bir transferle açılmış ki o hesap da sağdaki ekranda.”
Luke sağdaki hesaba doğru baktı. Hesapta kırk dört milyon dolar vardı.
“Birileri Bryant’ı ucuza kapatmış.” dedi.
“Aynen.” dedi Swann.
“Kimmiş o?”
“İşte bu adam.” Ekranda bir adamın kimlik bilgileri ve fotoğrafı göründü. Saçı beyazlamaya yüz tutmuş orta yaşlı biriydi. “Bu Ali Nassar. Elli yedi yaşında. İranlı. Tahran’da, nüfuzlu ve varlıklı bir aileden geliyor. London School of Economist’te okumuş, daha sonra Harvard Hukuk’u bitirmiş. Eve dönüp bir de oradan hukuk diploması almış, bu seferki Tahran Üniversitesi’nden. Sonuç olarak, iki ülkede de mesleğini icra edebiliyor. Kariyerinin büyük bir bölümünde uluslararası ticaret anlaşmalarında yer almış. Burada, New York’ta yaşıyor ve şuan Birleşmiş Milletlerde İranlı bir diplomat. Diplomatik dokunulmazlığı var.
Luke elini çenesine götürdü. Uzamaya başlayan sakalını hissedebiliyordu. Yorgun hissetmeye başlamıştı. “Doğru anlamamı sağla. Nassar, Ken Bryant’a ödeme yaptı, muhtemelen hastaneye erişim için, ve aynı zamanda hastane güvenliği ve bunları aşmakla ilgili bilgi almak için.”
“Muhtemelen, evet.”
“Yani, bu kişi muhtemelen New York’ta bir terör hücresi yönetiyor, tehlikeli maddelerin çalındığı ve dört kişinin öldüğü bir olayla alakası var, ve Amerikan yasalarına göre yargılanamıyor öyle mi ?”
“Tam olarak böyle görünüyor.”
“Tamam. Zaten hesabındasın, değil mi? Başka nerelere para yolluyormuş bakalım.”
“Bu biraz zamanımı alır.”
“Sorun yok. Bu sırada halletmem gereken işlerim var.”
Luke Ed Newsam’a bir bakış attı. Newsam’ın yüzü sert, bakışları düz ve boştu.
“Ne dersin, Ed? Benimle bir geziye çıkmak ister miydin? Belki Ali Nassar Bey’i bir ziyaret etmeliyiz.”
Newsam gülümsedi, daha çok somurtmaya benziyordu.
“Kulağa eğlenceli geliyor.”