Kitabı oku: «Aşk ve Nefret Kitabı», sayfa 2
– Görgüsüzlük mü? Neden bahsediyorsun?! Terbiye, ahlaklı davranış, eğitim unsurları tüm Kazaklarda ve hatta tüm insanlıkta ortak değil midir? İnsanlık, ahlak gibi kavramlarından haberin yok mu? Ve tüm bunlar, her şeyden önce, açık bir vicdanla, bir haysiyet duygusuyla başlar. İcat ettiğiniz özel davranış normları umurumda bile değil. Bu, yeni, ultra-modern bir şey için ahlaksızlığı ve yobazlığı savuşturmaya yönelik acıklı girişimlerden başka bir şey değil.
– Hey hey, bırak öfkelenmeyi! Hırsını yeterince gösterdin! İlk olarak, seni değerli kişilerin ortamına kimin soktuğunu unutma. Tanınmış bir soydan ve kabileden olmayan birisi olarak senin taşra alışkanlığınla onurlu bir yere çıkmaya yeltenmemen ve kendi yerini bilmen için seni ve öfkeni daha ne kadar dizginleyebilirim!
– Senin kibirli olarak sandığın taşralı alışkanlıklarından değil, insan davranışından, iletişim kültüründen bahsediyorum. Fakat, görünüşe göre, boşuna uğraşıyorum, bunu sizin gibilerinin anlama olası olmadığı gibi basit gerçekleri anlatmaya çalışıyorum…
– Ah, her şeyi sadece senin anladığın ortaya çıkıyor ve bizim de aptal ve beyinsiz olduğumuz anlamına geliyor. Arkadaşlarım da demek böyle. O zaman konuşacak bir şey yok. Pekala, yolun açık olsun! Kapı önünde. Dört bir yöne yolun var! Seni tutan kimse yok…
– Bak şimdi nasıl konuşmaya başladın! Öyleyse aşkına ne oldu, tanıştığımızda hissettiklerin? Ayrıca seni nikah masasına zorla sürüklemedim. Peki en derindeki hislerin, tutkuyla ve ihtirasla bana fısıldadığın, sevgini gösteren romantik sözlerin nereye gitti? Bunların hepsi bir gösteriş ve aldatmacadan mı ibaretti? diye sordu sesi titreyerek.
– Gösteriş ve aldatma yok. Her şey doğruydu. Sadece her şeyin zamanı var… Evet, sana aşıktım, ama şimdi duygularım soğudu, ruhumda şüpheler belirdi, tamamen farklı düşüncelerle meşgulüm, diyerek- başını eğdi Sem.
– Anlaşıldı. Şimdi her şey artık benim için açık, – diye fısıldadığında gözlerinden yaşlar süzülüyordu ve sesinde acı hissediliyordu Sapargül’ün.
V
Sem ve Semiha boşandılar.
Pansiyondaki eski odasına geri dönmüştü, istismara uğramış aşkını ve başarısız evliliğini korkunç bir rüya olarak unutmaya, işe dalmaya, uzun süredir devam eden bir alışkanlık ritmine girmeye ve yaşanan şoku hatırlamamaya karar vermişti. İlk başlarda, bunları becerebilmişti. Ancak, her geçen gün ruhu daha fazla acı çekiyordu. Geceleri, kabuslarla işkence görmeye başladı, anlaşılmaz depresyon nöbetleri ve açıklanamayan kaygılar onu sarıyordu. Böyle dönemlerde kalbi nedense daha hızlı atmaya başlardı ve nefes alması zorlaşırdı.
Daha önce hiç böyle bir şey başına gelmemişti. Vücutu kurşun yorgunluğuyla dolduğunda, ona itaat etmeyi reddettiğinde boğazı spazmlarla inliyordu, bütün bunlar Sapargül’ün ruh hali üzerinde iç karartıcı bir etki yapıyordu, kasvetli düşüncelere yöneltiyordu.
‘Ve ne tür bir anlaşılmaz, sıkıntılı bir zaman geldi’?! diye şikayet etti, her şeyi anlamaya çalışarak. – Bana hangi çağı yaşamak nasipmiş? Kiminle, hangi gençlikle? Ben kimin çağdaşıyım? Bugünün ahlakı nedir?.. Rahmetli annem sık sık tekrar etmeyi severdi: ‘Vicdan insanın aynasıdır.’ Artık hayatta bu basit gerçeğe gerçekten yer yok mu?! Biz gençler kimi taklit ediyoruz, nereye gidiyoruz?”
Başka bir düşünce de aklını çeliyor ve rahat bırakmıyordu: ‘Eski Kazaklar, yeni Kazaklar diye bir şey var mı? Ve birbirlerinden nasıl farklıdırlar? Bugünün Kazak’ı sadece uzak atalarının değil, hatta yakın akrabalarının – babaların ve büyükbabaların – temellerini, geleneklerini, göreneklerini kibirli bir şekilde reddederse, gelecekte bizi ne bekler? Geriye dönüp Batılı yaşam biçimine bakıp kendi milli özelliklerimizi reddederek canımızın istediğini yaparsak kim oluruz? Geçmişten gelen ahlaki değerlerin hiçbir anlamı yokken, şimdi her yerde ve her şeyde namussuzluk ve vicdansızlık mı hakim oldu? Bununla övünmek mümkün mü? Bu bir rezalet!’
Sapargül işinden tamamen soğumuştu. Önceden yataktan kalkar kalkmaz hızlı bir kahvaltı yaptıktan sonra, en sevdiği işini zevkle yapmak için işyerine diğerlerinden daha önce acele ederken, şimdi yorgun ve her şeyden tiksiniyordu. Kayıtsızlık ve ilgisizlik ona hakim olmuştu. Dikkatlililik ve itina isteyen ve kendisine zevk veren işi artık çekiciliğini kaybetmiş, ona can sıkıcı, anlamsız ve ağır gelmeye başlamıştı ve haftanın beş iş günü işkenceye dönüşmüş, sanki bir kendini kandırmacaya dönüşmüştü ve sanki hayalet gibi gerçek hayatın görünümünü ortaya koymaya çalışıyordu, ancak bunlar birer yanılsamadan ibarettiler sadece! Gözlerinizi açmanın zamanı geldi: gerçekler tamamen farklı. Ya Sem gibi insanlar gerçek, dolu bir hayat yaşıyorlarsa? İyi beslenme konuları veya modaya uygun kıyafetlerin alınması hakkında kesinlikle bir endişeleri yoktur. Her şeye sahiptirler, hiç bir şeyden geri kalmamışlardır. Hayat, tüm maddi imkanlarıyla birlikte kaygısız ve güvenlidir onlar için. Belki de varoluşun anlamı budur? Anlayamadığı tek bir şey vardı, dünya uygarlığına ayak uydurmaya çalışan bu insanlar, nasıl olup da milli köklerinden kopmak için çırpınarak çabalıyorlar, diyorlar ki, eski, sözde modası geçmiş her şeye bir son vermenin zamanı geldi, ve bunu küstahça ‘Kazakçılık’ olarak adlandırıyorlardı… Ciddi anlamda yeni çağın sözcüsü olarak gördükleri yeni kuşağa görkemli kadehler kaldırıyorlar. Yeni çağın ruhuna ve eğilimlerine tam olarak uyan modern gençliğin kendileri olduğuna boş yere inanıyorlar. Ama bu kibirlerinde şunu bilselerdi, tam tersine kendileri çok şey kaybediyorlardı, kendilerini soyuyorlardı. Ve bunu da bilmeleri çok zor. Ve görünüşe göre, bilmek te istemiyorlar. Bu küstah ve vicdansız tiplere dur diyecek, akıl ve vicdan sahibi bir insan çıkmayacak mı?..’
Sapargül, benzer düşüncelerin zihnini doldurduğunda, gözlerini kapatmasına izin vermeyen ve bir depresyon ve baskı durumuna yol açan, uykusuz geceler geçiriyordu. Ve böyle manevi işkenceler içinde daha kaç sıkıcı gün ve kasvetli gece yaşamak zorunda kalacaktı…
İşte yeni sabah ta istenen rahatlamayı getirmemişti, acı veren düşünceler hala kalbine işkence ediyor ve ruhunda acı bir iz bırakıyordu. Gece gündüz kendini kamçılaması zaten dayanılmazdı. Ayrıca ileride bir ışık ta görmüyordu.
“Allah hepsini kahretsin! Gerçekten her şeyin suçlusu ben miyim? Neden memleketimde onlar gibi özgür ve rahat, aşağılanmış ve muhtaç gibi hissetmeden dolaşamıyorum? Diğerlerinden eksik olan tarafım ne? Taşralıysam, unutulmuş bir köyden olmuşsam ne olmuş, en nihayetinde ben de iyi bir eğitim aldım, akıl ve yetenekten mahrum da kalmış değilim. Neden utanayım? Onlar Rusça biliyorsa ben de Kazakça biliyorum. Hatta onlara göre bir avantajım var, onların aksine her iki dili de çok iyi biliyorum. Yani bu narsist gururlu insanların beni suçlayacak hiçbir şeyleri yok. Onur ve gurur tartışmalarına gelince, bu tamamen farklı bir konu. Görüşlerim, ahlak, insan onuru hakkındaki fikirlerim taşradan ilham alıyor. Bu, baba ve annenin, akrabaların, sevdiklerinin çocukluğundan bu yanaki iyi bir etkisidir. ‘Vicdan insanın aynasıdır” derdi annem. Ve yorulmadan kızların onurunu, kızların gururunu koruması gerektiğini söylerdi. Bunda komik, utanç verici ne olabilir? Nedir bu önyargılar?! Bu ahlaki ilkeler değil mi? Bu durumda kim çıldırmış olabilir – ahlak ilkelerini muhafaza eden bir insan mı yoksa zaman mı? Kim en nihayetinde? Kim?’
Karmaşık duygular içinde Sapargül düşüncesizce ayağa kalktı ve balkona çıktı. Güneş artık gökyüzünde zirveye ulaşmıştı, ama sanki daha az önce ışınlarını göstermeye başlamıştı. Işınları, sıcaklıklarıyla doğayı cömertçe besliyordu. Gözün alabildiği uzaklardan, Alatau’nun karla kaplı heybetli zirveleri ona küçümseyerek bakıyordu. Bunların en yükseğinde, güneş parlaması hayali bir şekilde oynuyor, bu yüzden keskin dağ zirveleri hançer bıçaklarını andırıyordu. Böyle bir izlenimde, sanki ilkel gücüyle ezici bu devasa silüet kendisiyle gurur duyuyordu: ‘Benimkinden daha yüksek bir zirve, benden daha güçlü ve görkemli bir şey gördünüz mü?’ Bir an için Sapargül’e dağlar onunla alay ediyor, dalga geçiyorlarmış gibi gelmişti…
Ve kalbini yırtan baskıcı düşüncelerin akışı hala kesilmiyordu. ‘Sığır ruh için bir kurbandır, vicdan ise ruh için bir kurbandır’, – sonuçta Kazaklar çok eski zamanlardan beri böyle derlerdi. Tüm öğütleri görev bilinciyle dinlemiş olmam, kafama sokulan her şeye körü körüne inanmam gerçekten benim suçum mu? Öyleyse, hata aynı zamanda iffetli olmayı, bir kızın onurunu koruması gerektiğini, melek gibi saf bir ruhu korumayı görevim olarak görmemde mi?
Göğsü, bilinmeyen bir kaba kuvvet tarafından acımasızca sıkışıyordu, kalbinin çırpınmasına, kıvranmalarına neden oluyordu. Kasvetli ve acı düşünceler, şiddetli bir fırtına öncesi kara bulutların kütlesi gibi yoğunlaşmıştı. Sapargül kendisini, hayattaki desteğinden mahrum kalmış, etrafındaki dünyaya olan tüm ilgisini kaybetmiş, hem mutluluğunu hem de daha önce tüm engelleri aşmasına yardımcı olan ruhunu kaybetmiş küçük, savunmasız ve talihsiz bir varlık gibi hissediyordu.
Ve sinirleri böyle bir gerginliğe daha fazla dayanamazdı. Boğazından yürek parçalayıcı bir çığlık koptu ve Sapargül isterik bir çığlık attı:
– Tanrım, sana karşı neyi yanlış yaptım? Neden beni böyle cezalandırıyorsun? Neden beni böyle bir çıkmaza sürükledin? Çıkış nerede? Allah’ım, merhamet et, ne yapmam gerektiğini söyle, beni doğru yola ilet! Şimdi kimim ben?.. Kime gerekliyim?! – Kalbi paramparça, büyük bir umutsuzluk içinde, sınırsız hıçkırıklarla sarsılarak bağırdı.
Sapargül, birilerinin onun inleyişlerini duymasını umursamıyordu. Başını dizginlenemez bir öfke nöbeti içinde kaldırarak, birikmiş tüm öfkesini, savunmasız, titreyen ruhunu aşırı bir yükle ezen tüm umutsuzluğunu dışarı kustu. Hayat sert ve acımasızca ona vahşi kurt sırıtışını göstermişti.
Artık yaşamak istemiyordu…
GÜZELLİKTEN BÜYÜLENEN
Bu hikayenin ana karakteri, Mirza Jarashan, hayatta sadece güzellikten etkilenen ve onu gerçekten idolleştiren ölümlülerden biridir. O etrafını saran dünyanın umursamaz bir algılayıcısı değildi, onu dolduran renkleri ve en küçük tonlarını da hissedebiliyor, doğanın ihtişamını büyük bir coşkuyla ve derinden yaşıyordu, onun karşısında eğiliyordu ve, doğal olarak, kadın güzelliğine hayrandı, çünkü ruhunun en derinliklerine kadar işleyen aşk duygusuyla, doğadan ve kadından daha mükemmel bir şeyin olamadığına tüm benliğiyle inanıyordu.
Hayır, romantik bir ortamda olmanın gizli ve samimi yanlarını hala algılayan tecrübesiz ve saf bir genç değildi – zaten oldukça olgun bir yaştaydı, önemli bir yaşam tecrübesi vardı. Ancak, görünüşe göre, yine de, garip bir şekilde, bir tür hayali dünyadaydı, çünkü değişken insan hissinin kolayca alınıp satılabileceğini hayal edemiyordu.
* * *
Jarashan kısa bir süre önce küçük ama hızla büyüyen bir şehre geldi; bu şehir, hızlı bir şekilde gelişmek ve sıradan bir Sindirella’dan bir peri masalı prensesine dönüşmek gibi mutlu bir kadere sahipti. Jarashan kendisini burada kısa bir süreliğine yeni acemi olarak hissetmişti, ancak buraya oldukça hızlı bir şekilde adapte olmuş ve kendisini kalabalık ve gürültülü bir bulvardaki bir muhafaz gibi ve aynı zamanda berbat bir sokakta buradaki yaşamın tüm inceliklerinden anlayan birisiymiş gibi gösterebilirdi. Bu şehirden olması gerektiği gibi, felsefi olarak çok şey aldı. Ve kışın ortasında kendisini bu sert topraklarda bulduğundan alışamadığı tek şey, felaket kasırga rüzgarları ve dondurucu soğuklardı. Üstüne üstlük, hava hemen hemen her gün çarpıcı biçimde değişiyordu: bugün – şiddetli bir kar fırtınası, böyle karlı bir kasırga, beyaz ışığın görünmediği gri bir pus, yarın ise – yakıcı bir rüzgarla beraber güçlü bir ayaz. Bu değişken hava, Jarashan’a eksantrik ve saçma bir kadının öngörülemeyen mizacını ya da hırçın ve kötü niyetli yaşlı bir adamın inatçı karakterini hatırlatıyordu. Bundan önce, Jarashan, adapte olamadığı yerel iklimin aşırı tezahürlerini deneyimlemeye dayanamayarak, çaresizlikten neredeyse mesleki ilerleme umutlarından vazgeçip, kışları bu soğuktan farklı olarak hafif ve kısa süreli olan, bereketli güney sıcaklığına, alışılmış yaşam koşullarına geri dönecekti. ‘Sağlık olduktan sonra, gönlüne göre bir iş her zaman bulunur… İnsan hayata iki kez gelmiyor, hayat sadece bir defalık… Ve bu hayatı da çılgın fırtınaları, dayanılmaz ayazları ve şiddetli rüzgarları olan aptalca bir şehirin hakimiyetine vermenin, öldürücü bir girdaba düşmüş zavallı bir balık gibi kendini hissetmenin, ya da korkudan ve çaresizlikten ötürü tir tir titreyen zavallı bir varlık olmanın bir gereği yoktu. Evet, hayat sadece bir defalıktır…’ diye düşünüyordu Jarashan, nihai kararını vermeye hazırken. Sıradan bekar eşyalarını valizine yerleştirmeye artık niyetlenmişti ve rahatlamış olarak ‘ayt – şu’ veda sözünü söylemeye hazırdı… Fakat, ayrı bir daire alma sırasındayken yaşadığı yurt odasına kurnaz ve atılgan genç olan Seribek geldi. Gürültülü, hareketli, girişken, neşeliydi – ölçülü Jarashan’ın tam tersiydi. Her zaman neşeli bir ruh hali içinde olan Seribek, ne Ocak ayının çatırdatan ayazlarına, ne de Şubat ayının kar yağışlarına ve şiddetli kar fırtınalarına en ufak bir ehemmiyet göstermiyordu. Durmadan dalga dalga gelen ve insanın kemiklerine sızan acı verici rüzgarlar bile ona hiç dokunmuyorlardı, sanki onlar yoktular. Seribek bunlara kayıtsızca boş veriyordu: “Ah, bunlar bir şey değil, – diyerek sırıtıyordu. “Buna kızmamalısın, çünkü sadece bir kez yaşıyorsun, sevgili agay.” Seribek’in ara sıra tekrarladığı bu deyim, Jarashan’ın “sadece bir hayat var” düşüncesiyle örtüşüyordu. Bu kutsal sonuca sadece farklı kavramlar koymuşlardı. Jarashan, bu “tek hayatı” nerede, nasıl ve kiminle yaşayacağına dair düşüncelerle ızdırap çekerken, cesur genç Seribek, herhangi bir şehirde tam olarak güzel yaşamanın mümkün olacağına inanıyordu. İster çılgın bir kar fırtınası patlasın, buz gibi bir kasırga çıkdın, isterse de gökyüzü yeryüzüne karışsın – bu bizim endişemiz olmamalı, sadece havanın tüm kaprislerine alışmamız ve şunu hatırlamanız gerekiyor: bir kez yaşıyoruz, öyleyse yaşamalı ve sızlanmayı bırakmalı, bahtsız bir hasta olarak kendi ruhunuzu parçalamamalısınız. Ve bu durumda dahi kendinizi dört duvara kilitlemenize gerek yok, günlük hayatı sıkıcı bir rutine indirmenize de gerek yok: iş – ev, ev – iş olarak. Böylelikle de hayatı monoton ve sıkıcı gündelik yaşama dönüştürmeyin. Kendinizi toparlamanız, ızdırap veren düşüncelerinizin üstesinden gelmeniz, çevrenize farklı gözlerle bakmanız, sıradan bir varoluşa yeni, ilginç bir şey getirmeniz, bu hayatta bir tür güzellik ve çekicilik bulmanız gerekiyor. Ve sonra nereye giderseniz gidin, nereye adım atarsanız atın, ayaklarınızın altında taşlı toprak değil, kuğu tüyü gibi yumuşak bir toprak olacaktır.
Böyle ya da bunun gibi bir şey, diye düşündü görkemli yakışıklı Seribek, kasvetli ve suskun komşusunu canlandırmaya çalışarak. Ancak kurnaz konuşmaları şimdiye kadar hedefine ulaşmamışlardı.
Jarashan ne kadar uğraşırsa uğraşsın yine de ruhsal dengesini bulamamış, sakinleşmek için herhangi bir destek bulamamış ve rahat bir nefes alamamıştı. Zihninde, yalnızca bir hayatın olduğu ve ne zaman sona ereceğini yalnızca Tanrı’nın bildiği gibi aynı saplantılı düşünce durmaksızın yankılanıyordu. Ve bu ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, burada takılıp kalmaya niyeti yoktu, çılgın, dondurucu rüzgarların şiddetle estiği bu sevmediği ve yabancı şehirde ölümünü beklemek istemiyordu. Evet, iş konusu, onun için bir arzu varsa, özellikle de oldukça deneyimli bir uzman için ve bununla birlikte sağlıktan yoksun olmayan, güçlü bir fiziğe sahip birisi için her zaman bulunacaktır. Tek ve değerli hayatınızı güzel, arkadaş canlısı, kalbe yakın, bakımlı, pırıl pırıl temiz, soğuk olmayan verimli bir iklime sahip başka bir şehirde geçirmek için var olan doğal arzuya sahip olmanın neresi günahtı? Ve o, Jarashan, yeryüzünde hiçbir şeyin olmadığı kadar güzel olan kendi memleketinin topraklarına karşı konulamaz bir şekilde dönme arzusundan ötürü suçlu muydu? Ancak bu genç, büyüyen şehir de aynı şekilde, kaotik düşünceler ve belirsiz duygular tarafından boğulmuş Jarashan’ın onu sevememesinden kabahatli değildir. Burada kimse suçlanamaz. Ve hayat gerçekten tektir. Ve bunu nasıl ve ne şekilde yaşayacağını da insanın kendi bileceği iştir. Bu kimseyi ilgilendirmez. öyle değil mi?
Ve yine de… bu kusurlu dünyada, var olan her şeye güvenen, kolay başarının peşinden koşanlara aylak, zor denemelerden kaçınan ve zorluklardan korkanlara korkak ve sızlanan denir. ‘Yaban mersini’ tabirli insanlar ise – ruhen zayıf olanlar ve kendilerini olağandışı koşullarda bulur bulmaz hemen geri çekilip kendine güneşin altında sıcak bir yer aramak için acele edenlerdir.
O gerçekten öyle birisi miydi? Zayıf ve sızlanan, ilk dünyevi rahatsızlıklardan korkan “Yaban mersini” ve bir korkak mı?
Ama gerçek şu ki, sadece bir hayat var. Ve insan, işini layıkıyla ve dürüstçe daha uygun koşullarda yapabilecekken, kendi gücünü test etmek için hangi yüce hedefler adına, deneysel bir tavşan gibi olmanın ne anlamı var? Ne kadar acı çekebilirsin, kendini tüketebilir misin? Bu deneyimlere kararlı bir şekilde son vermenin ve bu şehire ‘elveda’ demenin zamanı gelmedi mi?
Kapıyı çalarak, kaygısız ve neşeli bir şekilde Seribek odaya girdi ve Jarashan’ı kaotik düşüncelerden uzaklaştırdı.
Jarashan gülümsedi, yine kendi yaşam formülünün “Hayat sadece tektir” ile komşusunun en sevdiği deyim “Bir kez yaşıyoruz” sözüyle çakışmasına hayret etmişti. Hatta ona öyle geliyordu ki, her iki ifade de birbirlerine yakındı ve bir ‘ortak dil’ buldukları görülüyordu.
Seribek de Jarashan ile bu meyanda konuşarak akşam sohbetini bu şekilde açmış oldu.
– Siz, agay, lütfen “Bir kere yaşıyoruz” ifademi yanlış anlamayın. Demek istediğim, hayat zaten kısa ve mümkünse tüm çabaların faydalı eylemlere, önemli başarılara yönlendirilmesidir…
‘Boş ver’ diyerek onunla mutabık olduğunu ifade etti Jarashan. – Önemli değil, kardeşim, senden on on beş yaş büyük olmama rağmen ben de sonuçta bu zamana aitim. Yaş yaştır, ama ruhum hala genç. Ve yaşlanmak için acelem de yok. Biz istesek te istemesek te o gelip bizi zaten bulacaktır. Doğanın kanunu böyledir. Ve “Sadece bir kez yaşıyoruz” e gelince, ben de sürekli düşünüyorum bu konu hakkında.
“Ah, beni anlaman harika,” diye memnuniyetle güldü Seribek. Jarashan da gülümsedi. O akşamdan itibaren genç, aceleci, cesur Seribek ile sakin Jarashan yavaş yavaş yakınlaşmaya başlamışlardı, yatmadan kısa bir süre daha havadan sudan konular hakkında keyifli konuşmalar yaptılar. İlişkileri, dört dörtlük arkadaşça olmasa da gayet yakın bir dost havası içinde olmaya başlamıştı.
Kısa bir süre sonra, pervasız komşusunun kurnazca söylemlerine Jarashan da hak vermiş ve kendisine ısrarla dört duvar arasına tıkılıp kalmaması, kafeye gitmesi, eğlenmesi, keyfini çıkarması, çünkü hayatın gelip geçici olduğu fikrine katılmaya başlamıştı…
Genç arkadaşının ısrarına boyun eğen Jarashan, kasvetli bir ev sahibi olmayı bıraktı ve serbest akşamlarını Seribek’le geçirmeye, ruhunda kademeli bir rahatlama hissetmeye başladı. Bu kadar külfetli olan, onu rahatsız eden, sinirlerini yoran şeyin, dikkat edilmemesi gereken bir saçmalık olduğu ortaya çıktı. Ve saçma bir kadının inatçı öfkesine benzeyen yerel değişken hava, artık ona hiç dokunmuyordu, ruh halini etkilemiyordu. Aralıksız çılgın rüzgarların esmesine, ısıran ayazların çatırdamasına, kar fırtınalarının şiddetlenmesine izin verin – bunun için üzülmeye değer miydi? İsterse gökyüzü bile yere düşsün – bunu umursamıyordu. Buna takılıp kafasını boş yere lüzümsuz şeylerle doldurmasının bir anlamı yoktu. En önemli şey, sıradan günlük yaşamını küçük bir bayrama dönüştürebilmekti. Gün boyunca, elbette, tüm özen ve titizlikle kendine verdiği işiyle ilgilenecekti, akşamları ve hafta sonları – kendi kendisinin efendisi olarak – kafeler, barlar, restoranlar bekleyecekti… Hoş müzik , büyüleyici danslar… Bütün bunlar heyecan verici, eğlenceye özel bir çekicilik veriyordu. Belki de gerçek olan hayat buydu?
Şimdi onun için her gün, baştan çıkarıcı bir akşam beklentisi içinde, iyi bir ruh haliyle, neşeyle ve kaygısızca sona ermekteydi. Jarashan, ruhunu ve beynini uzun süre ezen ağır ve acı düşüncelerin nasıl çözülmeye başladığını bile fark etmemişti, öbür dünyaya erken göç eden karısını nadiren hatırlıyordu, neredeyse onu rüyalarında görmeyi kesme noktasına gelmişti. Ah kader! Onun güzel yüzünü, çekici gülüşünü, tatlı tavırlarını asla unutamayacağını düşünüyordu… Ama sadece birkaç yıl geçmişti – ve şimdi geceleri onu hayal etmeyi, onu hassasiyet ve özlemle hatırlamayı kesmişti. Ya da belki de onlardan tek bir ortak kan bağı kalmadığından, hiç çocukları olmadığından mıydı? Gerçekten bu yüzden mi? Yoksa cüretkar Seribek’in “Bir kere yaşıyoruz” dediği tılsımlı çığlığının etkisiyle, sevgilisinin ruhunu dolduran anılarından giderek uzaklaşıp gerçek dünyaya dönmesinde mi yatıyor? Bundan mı? Belki sadece zaman insanın en derin kalp yaralarını iyileştiriyordur?
Jarashan, herhangi bir şeyi değiştirmek konusundaki çaresizliğini fark ederek, merhum karısı hakkında giderek daha az düşünmeye başlamıştı ve aldatıcı bir hayatın bazı sevinçleriyle yetinmeye başlamıştı “Yani bir kez yaşıyoruz.”
Şimdi genç şehrin kar fırtınaları, rüzgarları, şiddetli soğukları ona rahatsız edici gelmiyorlardı. Düşünceleri normal bir akışa girmişti. O artık daha sakin ve derin bir uykuya dalıyordu.
Serikbek, akşamı odada geçirmeyi planlayan ve onun yaşındaki birisi için her akşam sağa sola takılmanın doğru olmayacağını düşünerek akşamı evde geçirmeye niyetlenen Jarashan’ı yeniden ayağa kalkmaya zorladı. Genç komşusu geri adım atmadı. Jarashan yorgunluğunu ileri sürerek ne kadar reddetmeye çalışsa da, Seribek yine de onu giyinmeye ikna etmişti ve heyecanla anlatmaya başladı ‘Ah, değerli agay, öyle bir yer keşfettim ki, siz böyle bir yeri hayatınızda görmemişinizdir, gidelim, yalvarıyorum size, kesinlikle bundan pişman olmayacaksınız, keyif çıkarmak için mükemmel bir yer. Tüm yorgunluğunuzu üzerinizden hemen atacaksınız’. Ve onu bir gece barına getirdi, burada sabaha kadar: müzik, danslar, şarkılar vardı. Jarashan ikna olmuştu. Aslında buraya geldiklerine göre boş boşuna geri dönmek, burada olup bitenlere bakmamak günah olurdu. Ve gerçekten de, Jarashan bu duruma çok geçmeden alıştı: zarif bir şekilde dans eden büyüleyici kızlara hayran kaldı, hoş müzik kulaklarını memnun etmişti, konforlu salonun loş ortamı rengarenk ışıltılarla aydınlanıyordu. Ziyaretçiler – çoğunlukla genç insanlardı – masalarda oturmaktansa dur durak bilmeden sürekli dans ediyorlardı.
Dans edenlere bakarken düşüncelere dalmış olan Jarashan, Seribek’in masalarına söğüt dalları gibi ince figürleri olan iki genç kızı getirdiğinde kendine gelmişti.
‘Görüyorum ki henüz dans etmeye niyetiniz yok, bu durumda bu sevimli hanımlarla arkadaşlık edin,” diye önerdi Seribek, alnındaki teri avucuyla silerek.
– Pekala, buyrun, oturunuz, konuşalım, – Jarashan kibarca yanıtladı, göğsünü dikleştirdi ve vücudunda bir enerji dalgası hissetti.
Başlangıçta kızlar onun üzerinde bir etki yapmamışlardı, ancak kızların çok rahat hareket ettiklerini, her hangi bir çekinme ve sıkılma olmadan, hararetli bir şekilde konuşmaya rahatça girdiklerini ve her hangi bir konuda fikir yürütebildiklerini farkedince onlarla sohbete dalmıştı. Ancak, sadece bununla yetinmemişti. Yavaş yavaş, Jarashan kendisine daha yakın oturan sevimli varlığa sempati duymaya başlamıştı. Gizlice kıza bakarken, yanındaki varlığın mükemmelliğin ta kendisi olduğuna, gerçek bir güzellik abidesinin durduğuna giderek daha fazla ikna olmuştu – ince asil özelliklere sahip açık tenli bir yüz; yumuşak, şeftali rengi yanaklar, gülümsediğinde üzerinde beliren sevimli gamzeler; incelikle şekillendirilmiş burun; bir tel ile çekilmiş iri gözlerin gizemli parıltısı; minyatür bir ağız… Ona bir mıknatıs gibi çekiliyordu ve Jarashan sanki kazara uzun parmaklarına ya da yuvarlak dizlerine dokunmaya çalışıyordu. Bu kısacık dokunuşlardan, kalbi genç bir delikanlının ki gibi, tatlı bir şekilde çarpıyordu. Ve ne kadar büyüleyici bir gülüşü vardı! Gümüş bir çanın tekrarlayan sesleri gibi, ruhunda bir tepki uyandırıyordu. Ancak Jarashan belirsiz bir şaka yapar yapmaz, kızın yanaklarında haşhaş rengi gibi bir mahcubiyet kızarması anında belirip kayboluyordu. Kırk yaşını çoktan doldurmuş, ömrü boyunca pek çok güzellik görmüş olan Jarashan’a, bu kızın onlardan hiçbirine benzemediği düşüncesi hakim olmuştu. Ve sadece görünüşü, endamı ile değil, baştan çıkarıcı bir gülüşü, hafifçe dolgun şehvetli dudaklarıyla… Hayır, o büsbütün benzersiz, olağanüstü! Bu bir doğa mucizesi, cennetvari, meleksel bir yaratıktı. Bütün varlığıyla, güzel ellerinin her hareketiyle, mermer sütunlu boynunun, zarif başının hafif bir dönüşüyle, göğsündeki baştan çıkarıcı dolgunluklarıyla, kız, kalın kirpikli gözlerinin altından durgun, davetkar bakışlarıyla büyüleyici bir çekici güç yayıyordu. Bu tılsımlar erkeklerde karşı konulmaz bir çekiciliğe neden olurdu ve kadın güzelliğinin incelikli bir uzmanı olan Jarashan da bir istisna değildi. Baştan çıkarıcı gizem, içinde karşı konulmaz bir tutkuyu alevlendirmişti, bu ilahi bedene dokunma, dalgalı saçlarının gür buklelerini parmaklarına dolama, saten tenini öpücüklerle kaplama arzusu onu ele geçirmişti…
Jarashan sanki şok halindeydi, bir türlü bütün bunlara bir anlam veremiyordu, ya da kızın güzelliğinden ve çekiciliğinden hipnoz durumuna düşmüştü, ya da bu açıklanamaz bir masal büyüsüydü, veya bütün bu duyguların hepsini kapsayan bir duygu ortaya çıkmıştı, – bazen ilk görüşte aşk olur ya.
Bu onun başına gelmiş olamaz mı? Bir düşünce fırtınası tarafından boğulmuş, bir süre konuşma gücünü kaybetmiş gibi görünüyordu, sanki bir şey ruhunu felç etmiş gibiydi. Ateşli gözlerini bu güzellikten ayırmadan sessizce oturuyordu. Genç kız ise sürekli konuşuyordu, sinsice derinden hareket ediyor, davetkar gözleriyle ona bakıyordu, sanki onu uzun zamandır tanıyormuş gibi özgürce, rahat davranıyordu. Bir kırlangıç gibi tatlı bir şekilde cıvıldıyordu. Bu hayalden uyanan Jarashan şu sözleri duydu:
– Biliyor musunuz, hayat geçicidir. Bugün – var, yarın – yok, öyle değil mi? – kız ona sorgular gibi bakmıştı.
Hafifçe gülümseyerek, yine de başıyla onaylamıştı:
– Hayır, katılmıyorum. Mesela, sizin gibi bir güzelliğe sahip olan için, böyle harika verilerle, harika bir figürle, muhteşem bir yüzle hayat geçici olabilir mi?
– Benim özelliklerimi fazla abartıyorsun, dedi – kız utanarak.
– Ama yine de hayat hızla geçiyor. Dedikleri gibi, “geçmiş ile gelecek arasında sadece bir an vardır.”
– Güzellik zamana tabi değildir! – diye coşkuyla haykırdı Jarashan. – Bilmek istersen, hızlı akan zaman gerçek güzelliğe hayrandır ve ona imrenir. Ve en azından bir an için zaman kırılganlığını, geçiciliğini unutur.
– Meğerse siz, bir filozofmuşsunuz! – diyerek güldü genç kız. – Muhtemelen, her kız sizi dinledikten sonra bir gün yaşlanacağını ve hayatının uçup gideceğini unutacaktır.
Jarashan kızın eline nazikçe dokundu, elini şefkatle okşadı.
Bir cevap yerine – ‘Tek kelimeyle harikasın’!, diye fısıldayarak, dudaklarını kızın narin parmaklarına dokundurdu.
Kız utanarak gözlerini indirip, güldü. Onun güzelliğinden başı dönen Jarashan, anlamlı bir ifadeyle şunları söyledi:
– Benzersiz bir çekiciliğe sahipsin, sende diğer güzellerden ayrılan bir incelik var. Sen özel birisin…
Bu sözlere kız gülümsemedi, ama kaprisli bir şekilde dudaklarını büktü:
– Kesin bunları, lütfen. Belki sadece size güzelim gibi geliyor, diğerlerinin dikkatini bile çekmiyorum.
– Hayır, hayır, öyle demeyin! İnan bana, sen gerçekten en güzelisin, bir benzerin yok. Sadece kendi kıymetini bil. Kendine iyi bak ve güzelliğine saygı duy.
Yüzünde ani bir gölge dolaştı genç kızın ve cevap vermeden bakışlarını uzaklara dikti. Görünüşe göre, onun sözleri, bir şeyler onu incitmişti.
Jarashan, bu akşamın kendisini benliğinden kopardığını, duygularını kontrol edemediğinin giderek daha çok farkına varıyordu. Seribek buna anında tepki vererek, hemen açık yüzlü kadına ima ederek fısıldadı:
– Amca senden hoşlandı. Onunla gider misin?
Kız başıyla onayladı. Bir süre sonra, Seribek’in ustaca taktiği ile eğlence mekanından uğurlanan çift, artık Jarashan’ın odasındaydı. O ise, güzel konuşma krizine dalmış bir şekilde, kıza olağanüstü güzelliği hakkında hayranlıkla sözler sarfediyordu. İlhamı bitmek tükenmek bilmiyordu, yüce sözleri aralıksız bir şekilde akıyordu ve sanki ona söylemek istediklerinin yalnızca yüzde birini ifade etmiş gibi geliyordu. Jarashan, bunlardan tekrar tekrar bahsetmek, onun içini kaplayan duyguların yoğunluğunu ifade etmek için en samimi, en canlı kelimeleri bulmak arzusuyla yanıp tutuşuyordu.
Ancak, Jarashan’ın güzel konuşmalarından yorulan genç kız, konuşmacının sözünü kesti, şevkini soğuttu ve coşkulu hayranını göklerden günahkar dünyaya geri döndürdü.
– Affedersiniz, elbette, güzellik hakkında çok güzel konuşuyorsunuz, daha önce güzellik hakkında bu kadar çok kelime duymamıştım. Ancak, estetik üzerine bu çok ilginç dersiniz uzayacak gibi görünüyor, hatta bugün ve yarın da bitmeyebilir. Daha özel konuşmaya geçmenin zamanı gelmedi mi sizce?..
Sözlerini yarıda kesti ve utanarak mırıldandı, heyecanla kelimeleri bulmaya çalıştı:
– O halde… Ne demek istiyorsun?.. Bunu mu demek istiyorsun… Şey mi…
– Evet, onu kastediyorum… Kısacası, konuya gelelim…
Neden bahsettiğini tahmin eden Jarashan aceleyle yaklaştı, kızı belinden tuttu, sıkıca kollarına aldı ve yatağa çekti. Güzel kız nazikçe geri çekildi ve adamın ihitirasını bastırarak şakacı bir şekilde gülümsedi.
– Bir dakika… Bana, yani önce bir karara varalım. Her şeyden önce, anlaşmamız gerekir …
– Ne hakkında? – Jarashan aceleyle sordu. Ve tahmin ettikten sonra şaşkınlıkla ağzını açtı:
– Sen… bir para mı ima ediyorsun?
Kız başını salladı.
– Peki ne kadar?
– Elli dolar… Oldukça makul bir ücret.
– Hayır hayır! Şok olmuştu Jarashan, önünde bir canavar görmüş gibi bağırdı. – Yani… Böyle bir güzellikle… Böyle bir çekicilikle… Sadece bozulmuş olanlar vücudunu satar. Peki, sen… Senin entellektüel bir güzel olduğunu sanıyordum…
Güzel kız inatçılaşmıştı. Talihsiz ve saf hayranına, eğer ödeme gücüne sahip değilse, sarılmalar ve öpücüklerle ona dokunmanın bir anlamı olmadığını ve güzellik hakkındaki tüm konuşmalarının da beş para etmeyeceğini açıkça belirtti. Jarashan’ın kalbinde rahatsız edici bir şekilde ağrı belirmişti. İlhamının alevi sönmeye, küçülmeye, gri bir küle dönüşmeye ve bu kül tabakasının altında kaybolmaya başlamıştı. Yüce duyguların, güzellliğin vermiş olduğu sarhoşluğun yerine, güzelliğin büyülü dünyası için titreyen özlem yerine, ruhunda acı bir tat kalmıştı. Görünen o ki, hiçbir sır, harika bir gizem yoktu. Her şey tiksinti noktasına kadar banal bir şekilde basitti. O anda Jarashan’ın gözleri, en değerli şeyi kaybediyormuş gibi kapanmaya başlamıştı. Göğsünde her şey kabarıyordu, öfkeden ve iğrentiden yüreği yanıyordu.