Kitabı oku: «Aşk ve Nefret Kitabı», sayfa 3
– Sen… – zorlukla konuşmaya başlamıştı, uyuşukluğunu üzerinden atarak. ‘Sen… güzel vücudunu takas ediyorsun, vücudunu hiç utanmadan açık artırmaya çıkarıyorsun… Güzelliğini nasıl bu kadar acımasızca ayaklar altına alabilirsin?’ Neden böyle bir itinatsızlıkla, böyle bir alaycılıkla, güzelliğini ilk tanıştığın kişinin ayaklarına atıyorsun?
Kız utanmak yerine yüksek sesle güldü ve onun şaşkınlığını ve ezikliğini görünce daha da fazla kahkaha attı.
– Bugün aydan mı düştün yoksa ne? Hangi fantezi dünyasında yaşıyorsun?.. Kısacası – dinle. Zevk almak istiyorsan – parasını ödersin. Bu kuralı ben koymadım, bunu zaman belirlemiş. Ve zaman bizim yegane hükümdarımızdır…
“Hiçbir şey anlamıyorum,” dedi Jarashan şaşkınlıkla. – Yani, sence, vicdan azabı duymadan kolayca bir duyguyu, şefkati, insani bir duyguyu, bir güzellik duygusunu satabilir misin? Mesela, sana para ödersem, o zaman bana karşı tutku duyacak mısın, gerçekten bana karşı sevgi hissedecek misin? Tüm ruhunla teslim olacak mısın?
“Eh, bakarız,” diye omuz silkti güzel kız. – Önce bir öde…
– Ama bu bir taklit, zavallı bir sahtelik! Bu durumda aşık olmanın gerçek hissini bilebilir misin? Büyük şairlerin söylediği saf, kristal, güzel duygu nerede? – diye sordu Jarashan pes etmeyerek.
– Duygu! Duygu! Güzellik! Neden hep aynı şeylere takılıp kaldın?.. Şimdilerde duyguyu anlayacak ve güzelliği takdir edecek bir erkek mi kaldı? Bunu onlar umursamıyorlar. Herkes ve her şey hayatın kırılganlığının kölesidir. Burada herkes büyük bir iştahla lezzetli bir lokmayı kapmaya çalışır. Bunu anlayamayan birisi olarak nereden karşıma çıktın? Yüce değerler hakkında konuşuyorsun, ama kendin vücudumdan bedavadan zevk almak istiyorsun. Öfkesine hakim olamayan güzel kız, küçümseyici bir şekilde ona – ‘Ve sen ahlaktan bahsediyorsun’ diye haykırdı.
Mahzunlaşan Jarashan o anda zavallı bir izlenim bırakmıştı. Bir duraklamadan sonra umutsuzca haykırdı:
– Tanrım, ne kabus bir zamanda yaşıyoruz, duygular bile pazarlık konusu olmuşsa!
Kızın yüzüne bakmadan, artık söylenecek başka bir şey olmadığını açıkça ifade edercesine eski, ezilmiş koltuğuna çöktü. Genç kız ise, üstüne hiç alınmadan, çevik bir şekilde oturduğu yerden fırladı ve aceleyle giyinmeye başladı. Hareket halindeyken düğmelerini ilikleyen kız, dişlerinin arasından alaycı bir şekilde fısıldadı:
– Öf! Ne çok zamanım boşa gitti…
O anda, Jarashan hiçbir duygu hissetmiyordu, son zamanlarda tutkuyla yanıp tutuşan ruhu donmuş gibiydi.
Daha sadece bir veya iki saat önce hayran olduğu ve aklını yitirecek derecede aşık olduğu kişinin bir iz bile bırakmadan kaybolduğuna bakmadan: ‘Duygu!.. Pazarlığın konusu haline gelen duygu …” diyerek – umutsuzca ve acı bir şekilde serzenişte bulundu.
Jarashan, sanki dayanılmaz bir yük tarafından eziliyormuş gibi, omuzlarını istemsizce indirerek sarkmış bir halde oturmuştu. Ve kalkmak, uyuşukluktan kurtulmak için kendisinde güç ve istek bulamıyordu.
“İnsan imajı, dış özelliklerin, düşüncelerin saflığının, karakter özelliklerinin, gerçek duyguların bir kombinasyonundan oluşur ve eğer sıradan bir ölümlü bu nitelikleri ve erdemleri kaybederse, o zaman ne olur?
Kendisinin en emin olduğu görüşlerinde bu şekilde acımasızca aldatılmış olarak hayale uğrayan Jarashan, insan denilen varlığın, ne kadar çekici bir dış güzelliğe sahip olsa da, ahlaki temellerden ve katı prensiplerden mahrum olması durumunda, onun eninde sonunda itici bir etki yaratacağını ve tiksinti doğuracağını acıyla düşündü.
Ağır bir şekilde içini çekti. Bu, onun ruhunu karıştırarak çekip giden güzel kızla birlikte, bu ölümlü ve tezatlar dünyasında güzel, büyülü ve harika olan her şeye yürekten olan inancını anında kaybeden duygusal ve acı çeken bir kişinin iç çekişiydi.
Tüyleri diken diken olmuştu. Bu durum, şiddetli rüzgarların ve çatırdatıcı soğukların etkisinden değil, başka bir şeyden ortaya çıkmıştı…
* * *
…İnsanların güzelliğin cazibesine boyun eğmeyi bırakmakla kalmayıp, aynı zamanda alaycı bir şekilde bir kızın onurunu açık artırmaya çıkardığı, içinde bulunduğumuz çağın görünümüne dikkatlice bakın! İğrenç görünümüne yakından bakın, Mirza Jarashan!
İşte, sana gerçek hayat…
DOĞUM EVİ POLONEZİ
Doğumdan önceki sıkıntıların zorluğu
Firuza’nın morali bozuktu. Ve doğum evinin kapısından girer girmez bu durum daha da belirginleşmişti .
Ama bugün, öyle görünüyor ki, durumu biraz daha iyiye doğru değişmişti. Dünkü gibi değildi. Belki de bu yüzden Firuza karamsar düşüncelere dalmamıştı, son zamanlarda çok baskı altında olduğu gerçeğinden kendini uzaklaştırmaya çalışıyordu. Daha bir kaç gün önce, şiddetli ağrıları ortaya çıktığında, ruhunda, ne pahasına olursa olsun, rahmindeki istenmeyen ceninden kurtulma kararı vermişti. Gün batımından önce, alacakaranlıkta başlayan doğum sancıları Firuza’ya dayanılmaz geliyordu. Tombul bir Tatar olan ev sahibesi, onu böyle içler acısı bir durumda bulunca, bir kadın olarak içtenlikle endişelenmeye başlamıştı:
– Ah canım, yüzünde renk kalmamış, doğumunun çok yakın olduğunu hissediyorum… Yani bekleyecek ve zaman kaybedecek bir şey yok, ambulans çağırmak gerekiyor…
Ve ev sahibi kadın hiç tereddüt etmeden hemen acil servisi aradı. O olmasaydı, Firuza doğumun yakında başlayacağını düşünemezdi bile. Ama tombul ev sahibesi bu kadar telaşlanınca Firuza’yı da bir korku almıştı, bu yüzden ambulans çağırmayı kabul etmişti.
Ev sahibesinin tavsiyelerini her zaman dinlerdi. Ve bu da sebepsiz değildi. Hamileliğini öğrenir öğrenmez ve bu sırrını saklamaya çalışırken, Firuza acilen kendine bir daire aramaya başlamıştı. Günlerce tüm sokakları bir aşağı bir yukarı şekilde umutsuzca dolaşmıştı, ta ki bu Tatar kadına rastlayıncaya kadar.
– Evim rahattır. Küçük çocuk yok. Yalnız yaşıyorum, kendi odan olacak, bu yüzden daha iyisini bulamazsın ”demişti ev sahibesi.
O günden sonra Firuza ve Tatar kadın aynı çatı altında sakin ve dostane bir şekilde yaşadılar.
İlk başta, ev sahibesi hiçbir şeyden şüphelenmemişti, ancak birden kiracısının karnının gözle görülür şekilde yuvarlak bir şekil aldığını görünce gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı:
– Aman Tanrım! Demek sen… hamileymişsin!
‘Evet, öyle oldu işte…’ Firuza, bunu daha fazla saklayayamacağını anlayarak utanmıştı.
Bununla birlikte, ev sahibesi – iyi kalpli biriydi – kiracısını evi tutarken hamile olduğunundan bahsetmediği için azarlamadı. Aksine, buna sempatiyle, kibar bir şekilde tepki gösterdi, akrabasıymış gibi koruyucu davrandı ve moralini yükseltmeye çalıştı:
– Gören de bir felaket oldu sanır! Çocuk – en değerli servettir. Ayrıca, olan biten her şey onun suçu değildir. O halde tereddüt etme, vazgeçme, doğur çocuğunu! Mutlaka doğur! Bu durumda olan ilk sen değilsin!
Ev sahibesinin bu kadar yardımsever ve sıcak tavrı, ruhunu ısıtmış ve talihsiz kıza güç vermişti. Kim bilir, şefkatli bir Tatar kadınının yerinde başka bir kadın olsaydı, kayıtsızca nasihat ederdi: ‘Neden ellerini bağlayacaksın ki? Kürtaj yaptır ve bu dertten kurtul!’ – o zaman Firuza, belki de böyle yapmak isteyecekti…
Ve genç yaşamının bu zor döneminde tam da bu sempatik kadınla tanışması ne kadar iyi olmuştu. Kiracısının hamileliğini öğrendikten sonra hemen onu eğitmeye, pratik tavsiyelerde bulunmaya başlamıştı:
– Hamilelik sırasında canım, ani hareketler yapmamalısın. Kendine dikkat etmelisin, ağır şeyler kaldırma. Kendine iyi bakacaksın – o zaman bebek beklendiği gibi gelişir – diyerek bir anne bilgeliğini onunla paylaşıyordu.
İlk aylarda, karnında kolik ağrılar olduğunda, hiçbir sebep yokken, başı sık sık dönüyordu, ev sahibesi Firuza›yı sakinleştiriyordu:
– Sabırlı ol canım. Bunlar olur. Korkacak bir şey yok. Ancak dokuzuncu ayda biraz daha zor olacaktır. Özellikle sancılı spazmalar…
…Ve şimdi, öyle görünüyor ki, Firuza’nın çok korktuğu, o uzun zamandır beklenen sancılar başlamıştı. Çok şükür, ev sahibesi o anda yanında bulunuyordu. Kader buydu ki, bu iyi huylu ve sevecen kadın kendi hayatında talihsiz bir insandı. Firuza’nın yaşlarındayken iki kez hamile kalmış, ancak hiçbir zaman anne olamamıştı- her iki bebek de anne karnında ölmüştü. Sonra da kocası bir araba kazası geçirmiş ve bu kazada ölmüştü. Ve anne mutluluğunu yaşamak kısmet olmadan, kalbindeki acıyla yıllarca yalnız yaşamak durumunda kalmıştı. Allah ona çocuk vermemiş, hiç değilse bu zavallı kızcağız, inşallah çaresizlikten aptalca bir şeyler yapmaz da sonradan pervasızlığı için pişmanlık duymaz, diye düşünüyordu.
– Çocuk, Yüce Allah’ın bir armağanıdır. Doğum yapmalısın. Çocuk çabuk büyür ve bu yükün ileride sana nasıl destek olmaya başladığını fark etmezsin bile.
Bu sözler Firuza’yı büyük bir güçle teselli etmişti.
Ambulans oldukça hızlı bir şekilde gelmiş ve sokakları tiz bir siren sesiyle sağır edercesine hamile kadını doğum evine teslim etmişti. O geceden beri Firuza iki gündür buradaydı ama bu yükten henüz kurtulmamıştı.
Ağrısı biraz dinip sağlığı düzeldiğinde, kız koğuşta doğum yapmaya hazırlanan başka bir kadın daha olduğunu fark etti. Bu yaklaşık otuz beş-kırk yaşlarında, saçları paspas gibi darmadağınık bir kadındı. Her yöne doğru uzanan bu saç tellerine hiç tarak değmediği izlenimi veriyordu. Geleceğin anneleri tanıştılar. Büyük olanın adı Fatima idi.
‘Sen, canım, görünüşe göre, buraya erken gelmişsin,’ diye seslendi bir uzman havasıyla. – İlk doğum sancıları çoğunlukla aldatıcıdır. Bir süre daha evinde, sıcacık yatağında kalsan daha iyi olurdu. Ne de olsa, burası bir doğum evi… Her zaman gürültülü… Ve bu kargaşada gerçek doğum sancılarını bile gözden kaçırabilirsiniz. Böyle durumlar da oluyor.
Firuza neredeyse kahkahayı patlatacaktı. ‘Ev, sıcacık yatak’… Görünüşe göre, anne babasının evinden geldiğini sanıyordu… Sadece bir yatak için yeri olan küçük ve sıkışık bir odada yaşadığını bilseydi. Ancak, Fatima bunu nereden bilebilsin ki? Doğum evindeki koğuşta bütün gün gürültü olmasına rağmen, koğuş Firuza’ya neredeyse bir cennet köşesi gibi görünüyordu. Temiz yatak… Bedava yemek…
– Bu arada, daha önce doğum yapmış mıydın? diye sordu Fatima. – Yoksa ilk doğum mu?
– Daha önce mi? Ben mi? Firuza ürpermişti. – Ben daha gençim… On dokuzuma daha bu yıl gireceğim…
‘Pekala, peki’ diye kıkırdadı Fatima. – On dokuz, diyor! Bu ilk doğum için küçük bir yaş mı? Bu on altı-on yedi yaşındakilerin neler yapabildiklerini bilmiyormuş gibi konuşuyorsun… İşte, geçenlerde on beş yaşında bir genç kızın buraya karnı burnunda geldiğini duydum… Bu genç ve erken gerçekten!
Firuza tiksintiyle yüzünü buruşturdu:
– Neden bahsediyorsunuz? Bu olamaz! Eğer bu doğruysa…
– Tabii ki doğru! Dahası! Çok yakın zamandaydı… Daha bir lise öğrencisi… Kabahatini ebeveynlerinden gizleyerek gizlice doğum evine gitmiş ve şöyle demiş: ‘Cenini bir an önce rahmimden çıkarın, yoksa derse geç kalacağım’…
– Ah, ne ayıp! Bu doğru mu sahiden?
– Doğru! Neden yalan söyleyeyim?
Firuza arkasını dönmüştü: Bu tür hikayeleri dinlemek onun için hoş bir şey değildi. Ancak Fatima pes etmedi. Şimdi de başka bir şey hakkında öğretici bir şekilde konuşmaya başlamıştı.
– İlk hamilelik büyük bir sınavdır. Anne adayı psikolojik olarak ona hazır olmalıdır… Kapsamlıca… Ne de olsa artık küçük bir kız değilsin, genç bir kadınsın, günden güne anne olacaksın. Yani hayatta seni büyük değişiklikler bekliyor. Ve bunu tüm benliğinle kavraman gerek… Bü yükün altından kolayca kalkman için sadece olumlu olarak düşünmelisin, ilk yavrunun geleceğine dair tahminlerde bulunup hayaller kurmalısın, onun büyüdüğünde nasıl biri ve ne olacağını, hayatta hangi yolu seçeceğini zihninde canlandırmalısın… İşte o zaman nasıl doğum yaptığını farketmezsin bile.
Bu sözler Firuza’nın hoşuna gitmişti ve komşusuna döndü.
– Abla, söyle bana, doğum yapmak zor mu olacak?
‘Neden zor olsun ki’ Fatima küçümseyici bir şekilde gülümsedi. – Zor mu, diyor! Neden zor olsun? Esas zor olan kasılmalardır. Onlara direnirsen, doğumu normal şekilde geçirirsin. Sadece cesur olmalısın…
‘Eğer dediğiniz gibiyse’, Firuza rahatlayarak içini çekti.
– Hayır, başka ne söyleyeceğimi dinle. Kasılmalar farklıdır. Örneğin, senin kasılmaların hayatındaki ilk olanlardır. Ve çoğu zaman yanıltıcıdırlar… Gelip geçerler. Hiçbir şey olmamış gibi. Ama gerçek kasılmalar geldiğinde…
– Peki, sonra ne olur?
– O zaman anlarsın! Ancak, sabredersen…
– Dayanırım! Oğlum için her şeye katlanırım…
– Ah, donup kaldım! Ah, sen daha bir çocuksun!.. Önce söyle bana, orada, ana rahminde bir oğlun olduğunu nereden biliyorsun, ha?
– Biliyorum!
– Nereden?
– Ultrason filminden.
Bak sen şu işe… Devir hızlılar devri! Daha doğurmadan her şeyi biliyorsunuz. Bizim gibi değil… Koca bir karınla, kız mı, oğlan mı taşıdığımızı bilmeden, doğum anı gelene kadar tahmin yürüterek zamanımızı geçirirdik. Şimdi siz gençler, her şeyi önceden biliyorsunuz …
– Abla, buradaki konu gençliğin atikliği ile ilgili değil. Artık zaman farklı. Teknolojik ilerleme çağında hamilelik geçiriyoruz. Bilgisayar çağı geldi…
– Ah, saf kız, bu aptal bilgisayar hakkında konuşmayı bırak. Onun yüzünden çocuklar aptallaşıyor, gergin oluyorlar, gözleri bozuluyor…
– Öyle düşünmemelisiniz! Bilgisayar çağın büyük bir başarısıdır. O olmadan gelecek yok. 21. yüzyıl bilgisayar yüzyılı…
– Amma da laf ettin!.. ‘Onsuz gelecek olmaz’ diyorsun… Kazakların tüm sorunları, onsuz yüzyıllarca mükemmel bir şekilde hayatlarını idrak ettiklerini düşünürsek, bu bilgisayarlara mı dayanıyor?
– Aynen böyle! Bu çağın talebi. Bilmek isterseniz, söyleyeyim, şimdi genç bir uzmanı, isterse üç diploması olsun, bilgisayar kullanamıyorsa hiçbir yerde işe almıyorlar. Artık talepler böyle.
– Bununla şunu mu demek istiyorsun? Deneyimli bir muhasebeci olan ben, aptal bilgisayarı kullanmayı bilmiyorsam, o zaman iş bulamayacak mıyım?
‘Sizin için bir şey söyleyemem. Bilmiyorum. Belki sizin deneyiminizi göz önüne alarak işe alabilirler. Ancak, söz konusu gençler olunca, durum böyle.
– Bak sen şu işe, ne hale gelmişiz! Yıllar önce de, yırtık insanlar Kazakları şöyle uyarmışlardı: ‘Rus diline hakim değilseniz, önemli görevlere alınmazsınız.’ Bir şekilde bunu aştık ve şimdi de başka bir talihsizlik başımızda: “Bilgisayarı bilmiyorsan, iyi bir işi umut etme” … Ey- Allah’ım… bu, görünen o ki, bizim Kazak kaderimiz… Anlaşılan, bizler – şanssız insanlarmışız…
Firuza neredeyse gülecekti ama kendini toparlamayı başardı. Yine de dayanamadı, kahkahayı bastı. Fatima hoşnutsuz bir şekilde ona doğru baktı.
– Neye gülüyorsun? Haksız mıyım?
– Afedersiniz, size gülmüyorum. Sadece bir şey hatırladım…
– Peki neye, eğer sır değilse? Sen, bir tilki gibisin, kurnazlık yapma!
–Burada bilgisayar bilgisi olmadan işe alınmayacaklarından endişeleniyorsunuz. Kazakların şanssız bir halk olduğunu düşünüyorsunuz… Bu sadece Kazakların sorunu mu? Bilgisayar artık tüm dünyayı ele geçirdi. Tüm gezegen onun gücünün etkisinde. Ve biz… İşte söylemek istediğim şey: 21. yüzyıldaki tüm faaliyetler bilgisayar tabanlı olacak. Bu, monoton el emeğinin yavaş yavaş ortadan kalkacağı anlamına gelir. Mesela, tüm karmaşık hesaplamalar, çizimler bir bilgisayarda yapılacaktır. Son zamanlarda bir gazetede şunlar yazıyordu: “Gelecekte uygarlığın tüm başarıları bir bilgisayar ağına bağlanacak, herhangi bir ülkede gerekli bilgileri ihtiyaç duyulduğunda kullanmak mümkün olacaktır. İlginç olan, gelecekte, mesela bir bilim adamı olmak için kütüphanelere, arşivlere gitmeye gerek kalmayacak, ihtiyaç duyulan tüm bilgilere bilgisayardan ulaşılacaktır. Bilgisayarın yazarların ve şairlerin yaratıcı yeteneklerine sahip olması da oldukça muhtemeldir… İşte bilgisayarın gücü bu!
‘İnanması zor,’ diye karşı çıkmıştı Fatima. – Bilgisayar başında oturan biri nasıl büyük bir bilim insanı olabilirdi? Ve bu… şair olmak için… nasıl bir yeteneğe sahip olmak gerek!
– Sadece gerçek yetenekler harika şiirler yazabilir. Bu, Tanrı’nın bir armağanıdır. Bu tür ruhsuz demir parçaları şiirle de mi uğraşacaklar… Böyle bir şey olamaz.
– Buna inanmayabilirsiniz, ancak ilerlemeyi durdurmak imkansızdır. Bahsettiğim zaman çok uzak değil. Evet, yakında tüm bunların gerçekleşeceğine kendiniz de ikna olacaksınız. Sadece şu anda eskiye dönük fikirlerin tutsağısınız.
– Bırak bu saçmalıkları! Kafamı karıştırma, – diyerek komşusu elini boşver dercesine salladı ve uzun süre kendi içine kapanarak sustu. Firuza kendisini tuhaf hissetmişti: yoksa onu istemeden gücendirmiş miydi? Hayır gibi görünüyor. Bir süre sonra Fatima hiçbir şey olmamış gibi tekrar konuşmaya başladı.
– Yani bunun ilk çocuğun olduğunu mu söylüyorsun?
– Evet, ilk.
– Bu durumda, canım, onu mutlaka doğur. İlk doğum önemlidir. Ayrıca doğumdan sonra vücudun da temizlenir. Kan dolaşımı iyileşir. Bu arada, kocan nasıl? Baba olmaktan memnun mu?
Firuza cevap vermemişti.
– Babası kim? O nerede çalışıyor?
– O… o yok.
– Ah, peki nerede?
– Bilmiyorum.
– Nasıl yani ‘Bilmiyorum’?
– İşte öyle…
– Ah, canım, sen neden bahsediyorsun?! Çocuğunun babasını nasıl bilmezsin?
Bana öyle geliyor ki siz gençler, kiminle vakit geçirdiğinizi, dolaştığınızı, kiminle sevgili olduğunuzu ve yattığınızı düşünmüyorsunuz bile… Nasıl bir vurduymazlık bu ha?
Firuza’nın kafası karışmıştı.
– Abla, hayatımda bir kez hata yaptım. Bir arkadaş partisinde, biraz şarap denedim… sarhoş olmuşum…
– Nasıl sarhoş oldun? Hafızanı kaybedecek şekilde ne kadar içmek gerek, bir düşünsene! Hiçbir şey hatırlamıyor musun?
Kız olumlu anlamda başını salladı.
– İşte ebeveynlerin de sanırım hiçbir şey bilmiyorlar. Her şey kendiliğinden olmuş. Partide sarhoş olmuşsun… kendini kimin kollarında bulduğunu hatırlamıyorsun. Vay! Uçmuşsun! Böyle bir durumda ne bilebilirsin ki?
Firuza mekanik bir şekilde elini şişkin karnında gezdirdi.
– Tanrıya şükür, en azından bu varlığı hatırlıyorsun…
Ve o sırada genç kızın içinde keskin bir acı nefesini kesmişti. Firuza karnını kavrayarak inliyordu.
– Ah zavallı kızcağız! Yine azap çekiyor… İnsan ne yapabilir ki… Kadının payına düşen bu… Allah’ın takdiri bu… Dayanmalısın…
– Abla! Dayanamıyorum! Çok acıyor…
– Tamam, tamam, şimdi doktoru çağıracağım.
Fatima koridora koştu ve ardından görevli kadın doktor onu koğuşa kadar takip etti.
Fatima duruma dair açıklamalara başladı:
‘Sanırım doğum öncesi kasılmalar yaşıyor. Onu sakinleştirmek için bir iğneye, ağrı kesiciye ihtiyacı var.
– Lütfen karışmayın. Biz kendimiz de iyi biliyoruz … Şimdi kontrol edeceğiz, – diyerek hoşnutsuzca cevap verdi doktor.
Ama Fatima’nın susmaya niyeti yoktu. İddialı bir şekilde, hararetle konuşuyordu:
– Unutmayın, ben sadece bir kadın değilim. Ben iki çocuk annesiyim ve ben de bir şeyler anlıyorum, o yüzden sözümü iyi dinleyin bacım.
– Uzaklaşın, kenara çekilin… Uzaklaşın! ..
Doktor, Firuza’nın ayağa kalkmasına yardım etti ve onu dikkatli bir şekilde koğuştan çıkardı, aynı zamanda Fatima’dan uzaklaştı. Ama daha önce olduğu gibi, o geride kalmıyordu. Çok geçmeden Firuza tedavi odasından döndü, artık sakinleşmişti. Görünüşe göre, kasılmaları kısa sürmüştü ve şimdi epeyce azalmıştı. Her halukarda, Firuza bunlara kendini tahammül edebilir hissetti. Komşusu memnun bir ses tonuyla açıklamalarda bulunmaktan geri kalmıyordu:
– Sana henüz doğum sancılarının başlamadığını söylemiştim. Ben bunlardan iyi anlarım. Ben yanılmam!
– Abla, kocanız neden görünmüyor? O buraya gelemez mi? Fatima, Firuza’nın naif sorusuna yürekten güldü. Ve gülümseyerek, kaygısız bir hafiflikle ve biraz da kabadayı uslübuyla cevap verdi:
Bilgin olsun, bu aptalı uzun zaman önce evden gönderdim. Karşılıklı anlaşarak boşandığımızdan bu yana altı yıl geçti. Ve tüm bu yıllar boyunca kendi başımaydım. Kiminle gezeceğimi, kiminle yaşayacağımı biliyorum. Yalnız senden ricam, Allah aşkına, bana onu hatırlatma, yoksa midem bulanıyor…
Firuza şaşırmıştı. Kocasından böylesine tiksintiyle bahseden bir kadınla ilk kez karşılaşıyordu. Yasal olarak evliyse nasıl birdenbire boşanır?.. Ve kocası yoksa neden çocuk doğurur? Buna bir türlü akıl erdiremiyordu.
– O halde… altı yıldır yalnız yaşıyorsunuz… o zaman… beklediğiniz bu çocuk nereden?..
– Eh! Fatima küçümseyici bir tavırla elini salladı. – Bu çocuğun babası o aptal değil, başka birisi. Kısacası, sevgilimden.
– Sevgilinden mi? Peki niye? Sonuçta, zaten iki çocuğunuz var. Bu sizin için yeterli değil mi?
– Haklısın. Bana iki tane yeter. Senden saklamayacağım, hamile kaldım çünkü sağlımı düzeltmek istedim. Kısacası, kanımı tazelemek ve vucüdumu arındırmak için.
Firuza’nın yüreği sanki ağzına gelmişti.
– Yani…Bebeğinizin doğup doğmayacağı, nasıl ve hangi durumda olacağı umurunuzda değil miydi?
– Aynen öyle. Benim için ölü doğması daha da iyi aslında… Hiçbir sorun ve sıkıntı olmayacak. Bir yetim daha az olmuş olur.
– Ya sağlıklı doğarsa? ..
– O zaman bir şeyler düşünürüz. Bir sürü öğüt veren çıkar. Uygun bir şeyler düşünürüz.
– Peki çocuğun suçu ne? Firuza gergin bir şekilde bağırdı. Komşusu sert bir şekilde başını kaldırdı.
– Şuna bak! Bana akıl mı öğreteceksin? Ben kendim ne yapacağımı gayet iyi biliyorum. Sen kendine bak önce. Babasız, gayri meşru doğacak oğlunu düşün… Kendini nasıl zincirlere bağladığını düşün…
Firuza kırgın bir şekilde yüzünü duvara döndü, uzun süre sessiz kaldı. Sonra hıçkırıkları Fatima’nın kulaklarına kadar ulaştı, morali bozulan kız gözyaşlarına boğuldu. Komşusu acıyıp, yanına gitti.
– Ağlamayı bırak canım! Böyle bir yükümüz var. Ağır ama taşınması gerekiyor. Yapacak bir şey yok. Sakin ol, bir gün tüm bu kötü şeyler geride kalacak. Ve bana karşı kin besleme. Sana söylediğim şey ruhumun sadeliğinden, sözlerime aldırma.
Komşu kadın Firuza’nın alnını okşadı. Kız içten bir şekilde ona sarıldı. Fatima ona sanki ninni söylüyormuş gibi erkeklerden bahsetmeye başladı.
– Bütün erkekler alçak ve şerefsizdirler. Elbette hepimiz bir babadan doğduk. Ama bir babanın durumu tamamen farklı bir konudur. Sokaklarda dolaşan erkek müsvettelerine gelince, bunlar tam bir canavardırlar…
Firuza aceleyle arkasını döndü ve bu düşünceye tamamen karşı çıktı:
– Bütün erkeklere canavar demek mümkün mü? Bu çok ağır bir itham olmadı mı, abla?
– Hayır! diyerek, cevapladı Fatima. – Aynen böyle! Bundan kendim emin oldum.
– Nasıl? Neden bu kadar kesin yargılısınız? ..
– Bunun nedenleri var. Ben de çok çektim böyle bir tipten… Pek çok aşağılanmaya mahruz kaldım…
– Ne aşağılanmaları?
– Öyle işte…
– Boşuna ne diye anlatayım ki. Bunları daha anlamazsın. Zamanla her şeyi öğreneceksin, benim yaşlarıma gelince.
– Neyi, abla?
– Her şeyi.
– ‘Her şeyi’ demekle neyi kastediyorsun?
– Her erkek kendini bir kadından daha üste çıkarmak için elinden gelen her şeyi yapar. Emir altına almak ister, kadınların namusunu küçük düşürür, haysiyetini ayaklar altına alır. Kendisi bir kuş gibi özgür olmak ister, ama bir kadının ayaklarının dolaşması için çabalar… Daha ne var? Ah, evet, o kadar çok ki, hepsini sayamazsın…
– Belki bir erkekle eşit olmak için ona saygı duyulmalıdır? Onun fikri dinlenmelidir…
– Saçma! Her şeyi onun istediği gibi yapmaya başlarsanız, başınızın üstüne nasıl çıktığını, bacaklarını nasıl uzattığını fark etmezsiniz bile. Daha fazla itip kakmaya başlayacaktır. Öyle bir noktaya gelecek ki, eşi olmadan tuvalete bile adım atmayacaktır…
“Eh, siz de amma abarttınız,” diye söylendi Firuza.
– Canım, senden yıllar önce doğdum. Acı tecrübelerim var. Bir sürü elbise eskittim. Sana örnek olsun diye değil, bu boş hayatın acı tadını biliyordum, o yüzden söylüyorum. Ben hiçbir şeyi kafamdan uydurmuyorum, kendi gözlerimle gördüklerim, bizzat yaşadıklarım bunlar.
Yani kocan…
– Bana yine bu alçağı hatırlattın! ima bile etmemeni rica etmiştim…
– Neden bu kadar gerginsiniz?
– Çünkü, gençliğimi mahvetti, ablacığım. Ama aptallığımdan, ona tamamen güvenmiştim, öyle ki, ayaklarını bile yıkamaya hazırdım… Ama o, tam bir haylazın, utanmazın biri olduğu ortaya çıktı. Ben ise, tam bir aptal gibi, ona yavrular vererek memnun etmeye çalıştım, ardı ardına hamile kaldım… ona iki bebek doğurdum… Beni dört duvara hapsederek, kendisi, meğerse, fahişelere kaçıp gidiyormuş… Evden erkenden çıkardı ama geç saatlerde dönerdi. Kötü bir şeyden şüphelenmedim bile. Belki uzun bir süre daha cehalet içinde kalırdım, ta ki, bir gün bir arkadaşım benim gözlerimi açıncaya kadar: ‘Neden kocana bu kadar serbestlik tanıyorsun? Daha dün bir kafede bir sürtükle nasıl öpüştüğünü gördüm’dedi. Az kalsın kalbime inecekti. Eve geldim, kocam henüz evden kaçacak zamanı bulamadan üzerine atıldım: ‘Her şeyi itiraf et, doğruyu söyle, nerede ve kiminle birlikte oluyorsun?’ Şaşırmıştı, kafası karışmış bir şekilde mırıldandı: ‘Bütün bunlar dedikodu, yalan! Hiç bir kafeye gitmedim…’
Geri adım atmadım: ‘Dürüstçe itiraf etsen iyi olur! Aksi takdirde boşanma davası açacağım!’ dedim. Bağırdı, yemin etmeye başladı: ‘Gerçekten, Tanrım, orada değildim.’
İnandım. affettim. Hiçbir şey olmamış gibi eskisi gibi yaşamaya devam ettik, sonra başka bir arkadaşım bana bir uyarı ile gelince: ‘Kocan gerçek bir kadın avcısı bunu unutma’ demişti. Soruyorum: ‘Bunu nereden biliyorsun?’
– Flört ettiği kişilerden biliyorum.
– Yanılmış olmayasın? Bu doğru mu?
– Tamamen gerçek! Kesin olarak biliyorum. Sadece senin için üzgünüm. Yoksa başkalarının problemlerinden bana ne? Bak, aç gözünü, uyuma. Yoksa kocanı elinden alırlar.
– İşte, bu zehirli örümceğin tüm maceraları tüm ihtişamıyla önüme böylece çıkmış oldu. Kötü söylentilerin kurgu, dedikodu olmadığı ortaya çıktı. Sonunda her şey doğrulandı. Ben de kollarımı sıvadım ve hücuma kalktım. Her gün ona ‘dırdır etmeye’, sitemlerle onu rahatsız etmeye başladım. Saldırılarıma dayanamayacak hale geldi ve evi terk etti. Pılını pırtını topladı ve bir hırsız gibi ortadan kayboldu. Böylece özgür bir kadın oldum. Artık kendi kaderimi kendim kontrol edebilirdim. Böyle bir kadın düşkünü ile birlikte olmaktansa kocasız yaşamak daha iyiydi.
– Ya sonra… neden tekrar evlenmedin?
– Ah, bugün aile kurmak için normal bir erkek bulabilir misin ki? Hepsi de normal bir kadın için fazladan bir yük. Alkolikler. Kadın düşkünleri. Kavgacılar… Eğlenmek ve bir süre vakit geçirmek için onlarla sadece geçici olarak buluşabilirsin. Ve sonra – Çao!
– Düzgün adamların bulunmaması mümkün değil. Az olsalar da, muhtemelen akıllı, zeki kişiler vardır.
– Ah, canım, şu anki – serseriler ve puştlarda nereden entellektüellik olsun? Öyle ki, onları hangi yönden karakterize etsem… onların niteliklerini tek tek saymak için yeterli zamanım ve sabrım yetmez. Bunu kendin deneyimlemelisin. Bunu kafana yerleştir: Erkekler arasında bir sürü sinsi yırtıcı var. Allah kimseyi onlarla karşılaştırmasın.
Saf kalpli Firuza hiçbir şeyi anlayamamıştı.
– Siz ilginç bir insansınız. Aralarında çok sayıda yırtıcı hayvan olduğunu söylüyorsunuz. Allah kimseyi onlarla karşılaştırmasın diyorsunuz. Bu durumda… peki doğru mu: bugün biriyle, yarın başka biriyle flört etmek?.. Kendinizle çelişiyorsunuz…
Fatima güldü.
“Henüz her şeyi anlamak için çok gençsin,” diye yanıtladı. – Ama zaman her şeyi öğretecek. Ve bunda da bir çelişki yok. Ya istiyorsan, ama kocan yoksa, ne yapacaksın? ..
– Allah korusun, diyerek itiraz etti Firuza. – Böyle bir şey yapmam! Her durumda, sadece biriyle olacağım, sadece sevdiğimin üzerine titreyeceğim.
– Ha ha! Fatima gülerek. – Önce sevdiğin birini bul. Ve sonra, şanslıysan böyle bir insanla tanışırsın, önce sana bir baksın, ilgilensin ve eğer senin kıymetini takdir ederse, o zaman… – Kendine birini seçmeyi umuyorsunuz… Biliyoruz böylelerini çok gördük…
– Ne olursa olsun. Sadece ona adamak için hayatım boyunca sevdiğimi sabırla arayacağım.
Görünüşe göre bu sözler Fatima’yı çok eğlendirmişti.
– Ah tatlım! dedi küçümseyerek. – Saf bir bakire kızmış gibi düşünüyorsun. Kendine gel, kendine bir bak. Hamilesin. Ha doğurdun ha doğuracaksın. Üstelik beklediğin çocuğunun babasının kim olduğunu bile bilmiyorsun. Ve böyle bir durumda dahi, yine de : ‘Arayacağım’ diyorsun…
– Arayacağım! Neden aramayayım ki? – Firuza inatla, monoton bir sesle tekrarladı.
– Peki şimdi sana kim bakacak? En azından bir düşün! Söyle bana, kimden olduğunu bilmeden hamile kalan bir kıza aklı başında hangi erkek ilgi gösterir ve onu sever? Tabi ki, sadece… şey… iyi bir vakit geçirmek istiyorsa…
Son sözleri Firuza’nın gururunu incitmişti. Tekrar arkasını döndü ve hıçkıra hıçkıra burnunu çekti. Sonra kız gene kendini kötü hissetti.
2
Karnındaki ağrılar azalır azalmaz Firuza’ya eski ruh hali yeniden dönmüştü ve bu kez kendisi sorularıyla komşusunu rahatsız etmeye başlamıştı.
– Ya siz, abla, her şeyde sürekli olarak sadece erkekleri suçluyorsunuz. Düşüncesiz davranışlarıyla onları kendine çeken çok az mı kadın var…yani önüne gelenle yatıp kalkanları kastediyorum? Bu konuda neden sususyorsun?
‘Bu ne saçmalık,’ diye içini çekti Fatima. – Bütün belalar erkeklerden gelir. Ve bu konuda aksini söyleyerek beni ikna edemezsin. Hala hayattan hiçbir şey anlamış değilsin. Onların dar zihinlerinden herşey. Saf kızları doğru yoldan saptıranlar erkeklerdir. Ve sonrasında ancak, şehvetli erkekler tarafından baştan çıkarılan kadınlar, onlara tuzak kurmaya, cezbetmeye başlarlar. Hayır, kadınları kötü yola itenler erkeklerdir…
– Yani sahiden de erkeklerin mi kadınları günahkar bir yola ittiğini düşünüyorsun?
– Evet, aynen öyle!
Ancak gazetelerde eşlerin kaprisleri ve sürekli dırdırlarıyla kocalarını ancak kendilerinden uzaklaştırdıklarını ve özgür kadınların ise cilveleriyle erkekleri büyülediklerini, kendilerine çektiklerini yazıyorlar… Gerçekten yalan mı bu yazdıkları? Hayır. Bunda gerçek payı var elbette. Ne de olsa biz kadınlar, neden saklayalım, erkeklerden yüz kat daha kurnazız! Bir kadın isterse her erkeği fethedebilir.
Bu böyle…
Fatima sanki kendinden geçmişti, yüzü ışık saçıyordu, kendine güvenen ve karşı konulmaz bir kadın gibi hissetti kendisini, büyüleyen cazibesiyle herkesi fethedebilirdi.
Ve Firuza, düşünceleri ona çok alışılmadık ve ilginç gelen komşusunu sorgulamaya devam etti.
– Bir gazetede, Amerika’nın Kuzey Karolina eyaletinde evli bir kadının, kocasını baştan çıkardığından şüphelendiği bir fahişeye, kocasını kötü etkilemesinden ve aile içinde anlaşmazlıklara sebeb olmasından ötürü manevi tazminat talebiyle dava açtığını okumuştum. İşte gerçek demokrasi budur!
– Peh! Fatima burun kıvırarak. – Hangi kadın, hatta bir fahişe, bir erkekle ilişkisini alenen kabul eder? Bunun için zina yerinde onları yakalamanız gerekir… Bu da tartışmaya açıktır, her zaman bunu kanıtlayamazsınız… Kimleri tanık olarak çağıracaksınız? Duruşmada hangi gerçekleri delil olarak sunacaksınız?.. Bütün bunlar saçmalık… Biliyor musun canım, bu hayattaki en harika şey kocasız olmak, rahat hissetmek, dalgaların iradesinde kolayca yelken açmak. Elbette bunun için mükemmel bir sanatçı olmanız gerekiyor – yetenekli bir sanatçı…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.