Kitabı oku: «Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi», sayfa 2
İSA HÜSEYINOV
(1928-2014)
Halk yazarı, senaryo yazarı ve film editörü, “Nesimi” Ödülünü ilk alan şahıs. “Yanar Yürek”, “Yakın ve Uzak İnsanlar”, “Telegraf”, “Flüt Sesi”, “Dallı Muhtar”, “Ömrümde İzler”, “Mahşer”, “İdeâl”, “Mezarlık”, “Cehennem” gibi çok sayıdaki eserin yazarı olmuştur. Eserleri İngiliz, Fransız, Alman, Rus ve eski Sovyetlere bağlı birçok dillere çevrilmiştir.
Şeppeli
Kaymakamdan, muhasebeci Mursakulu’dan işçilere, çobanlara kadar Şeppeli’ye işi düşen herkesin selâm sabahtan önce mutlaka doktor Memme’yi sorması, en azından bir iki dakika Memme ile ilgili yeni olayları dinlemesi gerekir. Örneğin, herkes Memme’nin annesi Pericihan’ı Bakü’ye götürmek ve ona orada iyi şartlar sağlamak için yeni yer gerektiği, profesör kızı gelin Zemfira’nın Pericihan Hatun’a kıyafetler göndermesi ve bu yapılanların Pericihan’ı memnun etmesi gibi konuları Memme’ye bildirmesi gerektiğini biliyordu. Yoksa Şeppeli ile anlaşamazlardı.
Kimin ki Bakü’de “Köylü Hastanesi”ne gitme gibi bir zorundalığı vardı Şeppeli’nin yanına gidiyordu. Doktor Memme’nin hâlini, hatrını sorarak isteğini anlatıyordu. Şeppeli’yse masanın orta çekmecesinde “özel çalışmalar için” sakladığı “yağlı kâğıtlardan” birini alarak, gözlüklerini alnından burnunun üzerine indirip kalemi mürekkebe bandırıp acele etmeden, titzlikle yazmaya başlardı: “Yavrum, canım, gözüm Mem-me…” Eğer “Köylü Hastanesi”ne gidenlerden birisi yanlışlıkla Şeppeli’nin kendi keyfini sorsaydı, muhakkak gri, seyrek kirpikler arasında ufacık gözlerinin öfkeli bakışlarıyla karşılaşırdı. Bu arada Şeppeli’nin alnında duran gözlüğün camları da sanki öfkeyle parlardı: “Doktor Memme’nin keyfi nasılsa, benimki de öyle!” Bak bakalım öğrenebiliyor musun beş yüz kilometre ötede Memme’nin keyfi nasıl?!.. Muhasebeci Mursakulu evli barklı, çoluklu çocuklu adamdı. Saat tam sekizde işe gelir, dörtte de çıkardı. Şeppeli’ninse, kaderin cilvesi işte, ne evi vardı ne de çoluk-çocuğu. Ta ışıklar yanana kadar masasının arkasında hesap kitapla uğraşır ve sadece midesinin guruldadığını hissedince kalkıp yemeğe çıkardı. Yemekhanede bir köşe bulur, yavaş yavaş votkasını içerdi. Şeppeli’nin bir şeyin aşırısına kaçtığını kimse görmemişti. Ama insanların dilinde bazı laflar dolaşıyordu. “Şeppeli’nin ölçü bardağı” , diye bir tabir oluşmuştu. İşte bu “ölçü bardağı”nı o, sadece hafta sonu, ya da Pazar günlerinde yemekhane kapanınca dolduruyordu. Bu arada Şeppeli ayağa kalktığında herkes önceden onun ne söyleyeceğini biliyodu: “Doktor Memme Oruçoğlu’nun şerefine içiyorum!” Bu, “Kim içmek istiyorsa buyursun!” demekti. Söylenilecek sözler de önceden belliydi: “Memme’nin canı sağolsun!” “Memme’nin şifalı elleri varolsun!”, “Memme’nin annesi Pericihan’ın şerefine!”, “Memme’nin nişanlısı profesör kızı Zemfira’nın şerefine!” En sonundaysa; “Memme’nin arkadaşı Şeppeli’nin şerefine!”
Herkes içiyor, Şeppeli’yse, “ölçü bardağı” elinde, yorulmadan, usanmadan doktor Memme’den bahsediyordu.
Muhasebecinin sohbeti her ne kadar vasat ve sıkıcı olsa da, “Köylü Hastanesi”ndeki genç ve zeki doktorun adı anıldı mı herkes mutlu olurdu. Memme; insanlık, iyilik sembolüydü. Mem-me; akıl, yetenek demekti. Son olarak Memme; büyük şehirlerden uzak, dağ çifliğinde, küçük bir odada oturup hesap yapan bir adamın umuduydu.
Bir yaz sabahı bu dünyanın yıkıldıldığına dair haberler çıktı: Şeppeli’nin mektubu ile köylü hastanesine gitmiş muhasebeci Mursakulu çifliğe döndüğünde doktor Memme’nin hastaneden kovulduğunu haber verdi. Sebep? Rüşvet?! Dehşet! Duyanlar Memme’nin öz annesi Pericahan’ı değil Şeppeli’yi düşündüler: “Şeppeli bu derde dayanamaz!”
Bu fikri Şeppeli’yi herkesten iyi tanıyan iş arkadaşı Mursakulu da onayladı. İnsanların arasında:
“Şeppeli ölecek.” dedi.
Mursakulu sessiz, sakin biriydi. İnsanların olduğu yerde, kalabalıkta, toplantılarda ondan çok güçlükle bilgi alırlardı. Bur-da ise Mursakulu, hem de böyle kesin fikir söylediğinde, herkes gerçekten Şeppeli’nin öleceğine inandı.
Tek bir kişi Mursakulu’nun söylediğine itiraz etti:
“Şeppeli’yi gömmek için bu kadar çabalamayın!”, dedi.
Bu, Şeppeli’nin kendisiydi. Elinde bir kâğıt, gözlüğü alnında, üç adım ötede duruyordu.
“Memme benim bildiğim Memme olmaktan çıktığı zaman ölürüm ben.”
Yaklaşarak elindeki kağıdı Mursakulu’ya verdi.
“İmzala! Bakü’ye gidiyorum. Eğer Memme dediğin Memme’yse, o zaman Şeppeli’nin bu dünyayla daha da işi olmaz. Bakü’den mezarımı kazın diye haber vereceğim. Gelip içine girerim, üzerimi örtersiniz, olur biter.
Mursakulu kağıda imza attıktan sonra geri verdi.
Herkes sessizce bakıyordu.
Doktor Memme ile Şeppeli’nin dostluğunun nerede nasıl başladığını ve neden bu kadar güçlü bağlara dayandığını doğru dürüst bilen yoktu. Bir tek, Şeppeli’nin Memme’siz yaşayamayacağını biliyorlardı. Bu nedenle şimdi, onun böyle apar- topar gitmesini doğal sayıyorlardı.
Şeppeli gözlüğü alnından indirdi, yıllarca belgelerdeki her şeyi yerinde ve zamanında teşhis ettiğinden, Mursakulu’nun yazdığı onayı oracıkta okudu: “Eylül ayının maaşı verilsin!”
Şeppeli maaşı aldıktan sonra, ilk önce onun Bakü’ye hazırlıklı gitmesine her zaman yardım eden yemekhane müdürüne, sonra da Pericihan kadına uğradı.
“Mursakulu’nun saçmaladığına bakma. Milletin içinde kendini kötü duruma sokma, Pericihan! Eğer Memme Mursakulu’nun anlattığı Memme olsa, o zaman ben adam değilim!” dedi ve hemen yola çıktı.
Daha gençken, evlenme çağındayken felç olmuştu. O yüzden ona Şeppeli diyorlardı. Kendisinin de söylediği gibi, ağzı kulağına kadar giderdi. O zaman, Şeppeli’nin söylediği gibi, “kötü bir dönemdi”. Doktor falan pek bulunmuyordu.
Kardeş saydığı Oruç onu komşu köye bir imamın yanına götürdü.
Dışarıdan bakınca toprakla aynı renkte olan küçük çatıların arasında tek insan barınağı gibi görünen, balkonunun direkleri ve pencerelerinin çerçeveleri maviye boyanmış, duvarları ve tavanı sarı toprakla sıvanmış ev bugün bile Şeppeli’nin aklındaydı. Çünkü o eve tamtamına bir ay gidip gelmiş, bu evde cehennemi gözüyle görmüştü.
Her sabah kapıda onu şişman, peçeli, suskun bir kadın karşılıyordu. Bu, imamın kız kardeşiydi. Oruç’la Şeppeli’yi karşılar, içeriye, üzerine yeni hâlı örtülmüş yere davet ederdi. Her birinin dirseğinin altına bir yastık koyarak kaynayan semaver, bembeyaz ekmek, yağ, bal, kaymakla hastaya değil, sanki değerli misafirlerine hizmet ediyordu. Oruç bunları hep iştahla, zevkle yiyordu, Şeppeli’yse keyifsiz. Sabah sabah nehrin kenarında abdest almaya giden imamın kollarını sıvayarak vurmaya başlayacağını, yediğine pişman edeceğini biliyordu. Tıpkı ablası gibi şişman, simsiyah sakallı imamın geniş avuçlu ağır eliyle vurdukça parlayan büyücek gözlerinin parlaklığı bugüne kadar Şeppeli’nin aklındaydı.
İmam tamtamına otuz gün, her sabah Şeppeli’ye tokat attı, otuz birinci gün ona bir kase gül suyu tadında su verdi. Şeppeli bu suyu içip, birden bire hâlsizleşti ve uykuya daldı.
Uyandığında başının üzerinde gülümseyen imam ile elindeki aynayı ona doğru uzatan Oruç’u gördü.
Şeppeli aynaya baktı: ağzı normale dönmüştü. Sadece alt dudağında biraz tebessüm vardı. Şeppeli biraz baktıktan sonra, birden güldü: “Yahu imam efendi, imanına kurban olayım. Otuz gün beni tokatlamak yerine bir kere o sudan içirseydin keşke, bu çileyi çekmeseydim!” dedi.
İmam ona: “nankör yaratık” derdi. Sonra Şeppeli’nin yüzünde ne gördüyse, bıyık altı gülerek eğilip kulağına fısıldadı: “Seni otuz gün tokatlamasaydım, arkadaşın Oruç bana hergün bir tavuk getirir miydi? Doğruyu söyle.” Şeppeli: “Getirmezdi.”, dedi Bu, imamın hoşuna gitti: “Bir daha hastalanırsan tek sefere otuz tavuk getir, ayaküstü iyileştiririm seni, gidersin.” dedi.
Şeppeli sevinçle kahkaha attı: “Lokman, sevdim seni!”, diyerek çıktı. “bir daha hastalanmak” konusunda düşünmedi bile. Fakat, meğerse imam bunları şakasına söylememiş. Bu olaydan on yıl sonra, Şeppeli tokatları tamamen unuttuktan sonra tekrar felç oldu.
Bu, Oruç’a mahkemede on beş yıl hapis cezasının kesildiği gün yaşandı. Oruç’la son kez vedalaşarak ayrılınca, Şeppeli çevresindeki kişilerin ona tuhaf, gizemli bakışlarla baktıklarını hissediyor, ama bunu önemsemiyordu. Sonra adamların nereye baktıklarını görünce, birden telaşla elini yüzüne götürdü ve hemen, yılların ötesinde kalarak unutulmuş imam aklına geldi.
Fakat imam çoktan vefat etmişti.
Şeppeli, tüm ihtimallere karşı, pazardan birkaç tavuk alarak, imamın evinde yaşayan yaşlı ablasının yanına gitti. Kadın onu, yemin ederek, imamın şeppe suyunun sırrını da kendiyle beraber mezara götürdüğüne inandırdı.
Sakin, ılık bir yaz sabahıydı. Dağların eteğinde onun hızasında inşa edilmiş taş barınakların karşısında yollarla çaprazlanan geniş, yeşil çimenlikte, sırayla durmuş insanların arasında kuzular koşuşuyordu. Şeppeli de burdaydı. Diğerleri gibi, o da avucunda sayaç tutmuştu. Koşuşan kuzular gelip önünden geçtikçe, Şeppeli’nin parmakları cihazın düğmesine basıyor, hızla artan rakamlar çiftliğin kârını yeni yılda onun küçük avucunda biriktiriyordu. Bu dakikalar öyle bir süreçti ki, ateş açılsa Şeppeli duymazdı. Bu nedenle toplam on adım ötede duran aracın kornasını duysa da oralı değildi. Mursakulu sayacı elinden aldıktan sonra Şeppeli beyaz renkli “Volga”yı ve direksiyonun arkasından işaret ederek onu çağıran beyaz tenli genci gördü.
Volga’yı görünce, Şeppeli kötü bir olayı hatırlardı.
Bir akşam, herkes gittikten sonra muhasebeye şişman, pörtlek gözlü bir adam geldi. Selâm bile vermeden yaklaşarak göbeğini masaya dayayarak durdu.
Şeppeli masasının üzerindeki kağıdı değişti, köşelere düğme takarak, çekmecede sakladığı eski kumaşla mürekkepkabının kenarlarını temizliyordu. Masanın üstüne dökülen kağıdı baştanbaşa çeşitli kayıtlarla, rakamlarla dolduran ve bu nedenle kağıdı sık sık değiştirmeyi sevmeyen Mursakulu’dan farklı olarak, Şeppeli, akşamları odada tek kaldıklarında ayağının altına tabure koyarak dolabın üst çekmecesinden kalın kâğıt tomarlarını indirir, sanki hayatının monoton döngüsüne az da olsa, bir şey katmak niyetiyle hergün bir renk, bazen beyaz, bazen lacivert, bazen de pembe kâğıt seçerek masanın üzerine seriyor, onları avuçları ile düzelterek pürüzsüzleştirir ve köşelerine düzenli bir şekilde, boncuk gibi düğme takardı. Tesadüfen mühasebeye birileri geldiğinde Şeppeli başını kaldırmamaya çalışırdı. Uzun yıllar içersinde alışkanlığa dönüşmüş bu davranışıyla herkesin alay ettiğini biliyordu. Üç, beş dakika düğme dizerek veya mürekkep kabını silerek zaman geçiriyordu ki, gelen insan bu davranıştan bir sonuç çıkararak gitsin.
“Şişko”ysa bir türlü gitmedi. Masaya yaslanarak bir süre onun ellerini inceledikten sonra sakin, umursamaz bir şekilde güldü.
“Boş yere çabalıyorsun, Şeppeli!” dedi, “Ne kadar çabalarsan çabala bu masa muhasebe masası olmaktan öteye geçemeyecek. En iyisi sen gel yardım et, müdürün yanında da bir değerin olur.”
Şeppeli bu adamı tanımıyordu. Tavrından ve sözlerinden çok rahat biri olduğunu anladı.
“Ne istemiştiniz?”
“Şişko”nun anlattığına göre, çiftlikteki hayvanlara bakmaya gittiği için “Volga”sı çamura bulanmıştı, şimdi burada uygun birilerini bulamadığı için Şeppeli’den aracı yıkarken ona yardım etmesini istiyordu.
Araç çamur içindeydi.
Şeppeli, yardım etti. Kova ile su taşıdı, tekerlekleri ve elinin ulaştığı yerleri yıkadı, kuruladı. Tamam, “şişko” da yardım etti, ama giderken öylesine de olsa Şeppeli’ye teşekkür bile etmedi. Yine de o arsız gülüşüyle: “Evet, şimdi gidip masanı tekrar düzenleye bilirsin, Şeppeli!”, diyerek araca bindi.
Bu olaydan sonra birkaç yıl geçmişti, ama araç görünce Şeppeli ister istemez hep o “şişko”yu, “deli”yi hatırlıyordu.
Çimenlikte duran beyaz renkli “Volga” nın çelik kısımları, camları güneşin altında parlıyordu. Sahibi dirseğini pencereden çıkararak, lacivert camlı gözlüklerini kolsuz gömleğinin yakasına takarak başını hafifçe yana eğmiş, gülümseyerek, güldüğü için azıcık küçülmüş gözlerle Şeppeli’ye bakıyor, onun yaklaşmasını bekliyordu. Bu, elbette, o “Şişko” gibi insanlardan değildi. Nur dolu bir yüzü vardı. Yemyeşil çimenlerin ortasında parıl parıl parlayan aracı gibi kendisi de parlıyordu. Şeppeli tek bakışta değeri biçti: “Ne iyi, kültürlü birine benziyor.” Ama, aynı zamanda Şeppeli bunu da buraların “sosyetik” insanlarından biri saydı. Bu da yardım için ihtiyacı olanlardan biriydi ve onu yardıma çağırıyordu. Bunu tahmin edince kafasını salladı.
“Ne istemiştiniz?”
“Merhaba, amca.”
“Aleyküm selâm.”
“Beni tanımadın mı?”
Şeppeli ona baktı.
“Siz çoksunuz, bense tek”, dedi.
“Siz, derken kimlere kastetin, amca?”
“Siz yani araçla gezenler.”
Çocuk Şeppeli’nin ufacık boyuna baktıktan sonra sanki altmışlık adamla değil de küçücük bir çocukla konuşuyormuş gibi:
“Arabayla dolaşanların çok olmasını istemiyor musun?” dedi.
Şeppeli doğrularak, daha da ciddileşti.
“Ben memurum.” dedi. Buyur bakalım, nasıl yardım edebilirim!”
Onun tavrı, galiba genci şaşırttı.
“Ben sana yardım etmek istiyorum, amca.” dedi ve bu sözüyle Şeppeli’yi şaşırttı.
“Bana? Yardım ?!”
Çocuk Şeppeli’ yi bir kez daha baştan aşağı süzdü.
“Sen Medet amca değil misin?”
Bu beklenmedik soru Şeppeli’yi daha da şaşırttı. Şeppeli gerçek adını unutalı çok olmuştu. Ayda yılda bir birileri onun gerçek adını söylerdi. O zamanlar da sanki dünyayı ona verirlerdi. Onun birdenbire yüzü değişti, bu beyaz tenli genci saygıyla, minnettarlıkla seyretti:
“Evet, Medet’im, oğlum.” dedi. Fakat değişti artık. Ne adım kaldı ne de adamlığım. Şimdi bana Şeppeli diyorlar. Muhasebeci Şeppeli.
Genç tebessüm etti.
“Çok mu üzülüyorsun Şeppeli denildiğinde?”
Şeppeli:
“Usandım artık.” dedi ama hemen de pişman oldu: “Böyle kibar bir gençle neden samimi konuşmasın ki?”
Hemen hatasını düzeltmeye çalıştı:
“Adım gerçekte olduğu gibi olsaydı, hayatım farklı olurdu, oğlum.” dedi.
Şeppeli irkildi.
“Evet, amca, konuşmayacak mısın? Adını kendine geri versem bana ne vereceksin? Otuz tavuk yerine o kuzulardan birini verir misin?”
Şeppeli hayretle bakıyordu. Otuz tavuk ?! Bunu bu çocuk nereden biliyordu? Çünkü, rahmetli Oruç’tan, Pericihan kadından, bir de Şeppeli’nin kendisinden başka, bu eskimiş, unutulmuş tavuk öyküsünü hiç kimse bilmiyordu.
Şeppeli gözünü bile kırpmadan, bir süre delikanlıya baktı.
“Yavrum, sen kimsin?”
“Hâlâ mı tanımadın?” Çocuk güldü. “Ordan bir tane kuyruklu kuzu seç de gel gidip kafa çekelim.”
“Nereye?”
“Bakü’ye. Seni hastaneye götürmeye geldim.”
“Dur oğlum, dur!” Şeppeli’nin kalbi çarpıyordu. “Eskiden benim bir arkadaşım vardı oğlum; iyi günümde, kötü günümde ne zaman gerekse yanımda olurdu. Sen o arkadaşımı hatırlattın, moral oldun…”
“Ben Oruç’un oğluyum işte… Memme’yim!.. Genç adam gülümseyip kapıyı açarak arabadan indi. Elini uzattı.
Şeppeli geri çekildi.
“Kıpırdama!… Bırak da dünya gözüyle iyice bir seyredeyim. Bakalım Oruç’a benziyor musun?”
Çocuk bunu tamamen doğal bir şey gibi algılayarak, sakince durup sabırla bekledi.
Şeppeli ise bir hayli enine boyuna izledi.
Adamın kalbi hoplamıştı. Rahmetli arkadaşının oğlu Memme’nin Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Bakü’de çalışmaya başladığını biliyordu. Pericihan’ı her gördüğünde, neredeyse sadece Memme ile ilgili konuşuyorlardı. “Soğumuş, kalbi taş olmuş, buz tutmuş! Yılda bir kere ya arar ya aramaz. Geldiğinde de “Toparlan da gidelim Bakü’ye! Toparlan haydi! diyor. Hiç düşünmüyor yaşlandığımı, saçlarımın beyazladığını. Oruç’un evini ben nasıl boş koyarım?!” diyen Pericihan sürekli oğlundan yakınıyordu. Şeppeli’yse hep tek şeyi düşünüyordu: “Acaba Oruç’a benziyor muydu?” Şimdi, yirmi yıldan sonra rahmetli Oruç adeta dirilmiş gibi önünde duruyordu. Eskiden Bakü’de okuyorlarken Oruç da böyle yalın, narin, beyaz tenli bir gençti. Acaba nasıl olmuştu da Şeppeli bu genci tanıyamamıştı?
Adam o kadar üzüldü ki sanki yılların ötesinden Oruç’un sesini duydu: “Bir imam tanıyorum. İmam ama aslında lokman. Gidelim onun yanına. Varımı yoğumu sarfetsem bile seni iyileştireceğim!” Daha sonra dirilmiş Oruç Memme sordu:
“Benziyor muyum, amca?”
Şeppeli ağladı.
“Toprağı kadar yaşa, kurban olurum ben sana!”
…
Memme onu bir ay, tek kişilik odaya yatırarak tedavi etti.
Odanın kapısını her açtığında Memme, tıpkı merhum babası gibi, hafifçe gülümseyerek:
“İmam tokatlamaya geliyor!” diyordu.
Şeppeli hep “Gelsin, kurban olduğum gelsin!” diye duygulanırdı. Fakat imam tokadı yerine Şeppeli’nin yüzüne, taş gibi bir kadının, hemşirenin yumuşacık elleri değerdi. Hemşire gün içinde üç kez onun yüzüne kremlerle masaj yapardı, şeppe suyu yerineyse çeşitli vitaminler içirirdi.
Şeppeli “B-1” vitaminine “Bebir1, C-1”eyse “sabır” diyordu.
Bunu duyan Memme zevkle kahkaha atıyordu.
“Peki amca, bunların toplamı nedir?”
Şeppeli ise:
“Bebirle sabrın toplamından erkek türer, yavrum!” derdi.
Elbette, hiç kimse uzun yılların alışkanlığından vazgeçerek Şeppeli’ye farklı isimle hitap etmedi. Adı hep Şeppeli kaldı.
Hastaneden çıktıktan çok sonraları, hediye hazırlayıp Memme’nin ziyaretine giden Şeppeli:
“İlçe merkezinden çiftliği arayınca: ‘Buyurun, kiminle konuşuyoruz?’ dediklerinde ‘Medet’le’, diyorum. Cevabında: ‘Medet kim, biz öyle birini tanımıyoruz.’ diyorlar. ‘Muhasebeci Medet.’ diyorum. ‘Sizi oraya yeni mi almışlar?’ dediklerinde çaresiz kalarak ‘Konuşan Şeppeli!’ diyorum. Bu sefer de yahu deminden desene şunu diye dalga geçmeye başlıyorlar. ‘Altmış yaşına gelmişsin, kalkıp kendine yeni isim icad etmişsin.’ filan diye laf ediyorlar.” diye yakındı.
Böylece Şeppeli “Memme” isimli yeni bir dünya kurdu. Ölçü bardağı, şerefe içmeler, Köylü Hastanesi’ne mektuplar… İş o yere vardı ki, nihayet, Memme onu atalarının yurdunda bu kadar tanıtmış Şeppeli’ye mektup yazdı. Rahmetli babasının en yakın arkadaşı ve kendisinin en sadık hastasını Bakü’ye davet etti. Ünlü bir cerrahın, Profesör Mehmetali’nin, kızına görücü gitmek için çağırıyordu. Söylemeye gerek yoktu. Bu, Şeppeli’nin hayatının en mutlu günüydü!.. Varını yoğunu toplayıp Pericihan kadını da alarak gitti. Profesör Mehmetali’nin ailesi ve akrabaları ile tanışma esnasında Şeppeli’yi yeni, beklenmedik bir mutluluk daha bekliyordu. Memme onu hasta konumunda değil, özbeöz dayısı olarak takdim edince, sevincinden Şeppeli’nin, aynı felç olduğundaki gibi alt dudağı titremeye başladı. Ağzı yine kulağının dibinde duracakmış gibi geldi.
Ama neyse ki bir şey olmadı. Galiba, Memme onu çok iyi tedavi etmişti.
Şeppeli, profesörün kızı Zemfira’nın parmağına yüzük taktı. Neredeyse Memme gibi genç biri olan Prof. Memmetali ile karşı karşıya oturarak bayağı bir içti, sonra haftasonu olduğunu hatırlayarak, Memme’nin şerefine tekrar içti.
“Şeppeli de iyice toparlandı.”
“İçince gençleşiyor.”
Bunları çiftlikte diyorlardı.
“Memme’nin çok iyi bir dayısı var.
“Mükemmel bir adam!”
Bunu da Bakü’de diyorlardı.
Özellikle Zemfira Memme’nin dayısına hayrandı.
“Kakoy u tebya simpatiçnıy dyadka, Memme! Şuplenkiy, dlinnonosıy, vılitıy Buratino! ..”
Şeppeli hediyelerle beraber Bakü’ye giderken taksiyi hep Nergis Kafe’nin yanında durdururdu, Memme’yi arayarak bavulları çıkarmaya yardım etmesini isterdi. Bu arada, kafenin karşısındaki binanın ikinci katında pencere ardına kadar açılır, Zemfira’nın narin vücudu belirir, sevinç dolu çığlığı duyulurdu:
“Dyad Buratino! ..”
Bunu duyan Memme ona hep kızardı:
“Ben adamın eski ismi geri gelsin diye çabalıyorum, sense yeni bir isim takıyorsun!”
Uyarıyor fakat aynı zamanda gülümsüyordu.
Şeppeli’nin adı anılınca gülümsemeyen biri var mıydı? Yoktu. Bakü’de de, çiftlikte de. Ama Şeppeli’ye göre, onu duymayan, onun adı anıldığında gülümsemek yerine surat asan tek bir adam vardı. O da kendi iş arkadaşı – muhasebeci Mursakulu’ydu. Uzun yıllar bir odada, birlikte çalışmalarına rağmen, Şeppeli bu suskun, asık suratlı adamla bir türlü sohbet etmenin, anlaşmanın yolunu bulamamıştı. Bir muhasebeci, adaletli, namuslu vatandaş olarak Mursakulu belki de kötü bir adam değildi. Ama arkadaş olarak dert anlatacak, muhattap olunacak biri değildi. Ne zaman ki, Şeppeli Memme’den bahsetmeye başlardı, Mursakulu’nun hemen yüzü asılırdı. Tamam, saygı icabı elindeki kalemi bırakırdı, hatta bakışlarını Şeppeli’ye doğru dikerdi ancak “evet, hım” dan başka bir kelime söylemezdi
“Yahu, insanoğlu hesap makinesi filan mı ki, işi her zaman doğru olsun? İnsan işte! Bazen çok düzgün biri bile yanlış yapabiliyor. Örneğin, sen! Ben sana Memme’den bahsediyorum “Ciddi ol, ciddi şeyler konuş!” diyorsun. Saçmalamak değil de ne bu ?!”
Şeppeli, onunla bir türlü anlaşamayan, onun adı anıldığında hemen surat asan bu arkadaşı ile ilgili çok düşünüyordu. Mursakulu yaşlı da olsa, Şeppeli onun da kendisi gibi bir insan olmasını istiyordu. Bunun için durumu da müsaittti, ortamı da: durum, Memme; ortam , Köylü Hastanesi’ydi.
Bir sabah işe geldiğinde Şeppeli sordu:
“Baksana Mursakulu! Sormayalı çok oldu, böbreklerin nasıl, hâlâ aynı mı?”
Mursakulu evet anlamında kafasını salladı.
Sinirliydi.
Mursakulu her yıl Ağustos, Eylül aylarında iki-üç çuval dolusu mısır püskülü toplar, tüm yıl çay yerine mısır püskülünü kaynatarak suyunu içer.
Şeppeli masasının arkasına geçti, orta çekmecedeki yağlı kâğıtlardan birini çıkardı, kalemini mürekkebe bandırarak yazmaya başladı:
“Sevgili Memme… Bu adamı yanına gönderiyorum. O benim müdürüm. Baban Oruç hayattayken muhasebeciydi. Bu adam da onun gibi çiftliğin tüm yükünü çekiyor. Bir taraftan işinin zorluğu, öteki taraftan böbreklerinin ağrısı onu mahvetmiş; kendin de göreceksin, yüzü hep asık. Bunu adam et de gönder. Gözlerinden öpüyorum. Oruç’un kokusunu senden alan, kulun Medet.”
Mursakulu mektubu tam bir hafta cebinde taşıdı. Nedense tuhaf bir inatla, hatta gizemli bir inatla Memme’nin yanına gitmek istemiyordu. Bu bir haftada Şeppeli, hemen hemen hergün onu uyardı.
En sonunda Mursakulu gitti.
Ve gittiği gibi de geri döndü.
“Memme orada yok.”
“Nasıl yok?”
“Hastaneden atmışlar.”
“Nasıl yani atmışlar?”
“Kovmuşlar … Hastalardan para alıyormuş.”
“ Ne diyorsun sen, be adam!”
Şeppeli’nin alt dudağı titremeye başladı.
Mursakulu, başka bir doktora görünmüş, muayene olmuş, testler yaptırmış ve reçetede yazılan ilaçları alarak çiftliğe dönmüştü.
Masasının arkasına geçerek, iki günlüğüne gitmiş olmasına rağmen işini özlemiş gibi, hemen kâğıtları karşısına dizdi.
Şeppeliyse, artık çalışamazdı…
Koridora ve mühasibe odasının kapısına çok insan toplanmıştı. Gâh Şeppeli’ye, bazen de yere bakıyor, susuyorlardı. Sanki cenaze vardı da o yüzden oraya toplanmışlardı.
Şeppeli avucunu yüzünün sol tarafına ve dudaklarının köşesine sıkıştırıp, öylece kalakalmıştı.
“Mursakulu! .. Soruma cevap ver, Mursakulu!”
Muhasebeci gözlüğünün camlarını onun gözlüğünün camına taraf çevirdi.
Şeppeli yutkundu.
“Söyle bakalım … O haberi sana kim söyledi? Memme ile bu haberin ilgisi yok.”
Cevap yerine gürültü duyuldu.
“Yeter! Yeter, Şeppeli, yeter! ..”
“Mursakulu belki de ömründe ilk defa böyle çılgınca bağırarak yumruğunu masaya vurdu.
“Ne kadar çok Memme’den bahsediyorsun. Hesap yerine de Memme’nin adını yazar olduk! Canım boğazımda artık. Bıktım. Sabah, Memme! Öğlen, Memme! Akşam, Memme! Uykudayken bile senin sesini duyuyorum! Ya sen ve senin Memme’n, ya da ben! Duydun mu, Şeppeli ?!”
Mursakulu birden bağırmaya başladığı gibi, birden de sustu. Muhasebeci odasında sessizlik doldu.
Mursakulu bir elini böbreğine kemer yerinin üzerine, öteki elini alnına koyarak, eğilerek hareketsiz oturuyordu. Kuru, cansız suratında gözlüğün camları altında kenarları kırışmış yarı-kapalı gözlerinde sanki ağlayacakmış gibi bir ifade vardı. Bir yeri mi ağrıyordu, yoksa otuz yıl boyunca onunla birlikte masada oturan, onun hastalığı için üzülen bir adama bile aniden bağırdığına pişman mı olmuştu? Her neyse, muhasebeci acı çekiyordu. Şeppeli’yse, ömründe ilk kez kendi arkadaşına ilgisizce davranıyordu. Daha doğrusu, beyni uyuşmuştu. “Nasıl yani rüşvet?! Nasıl yani hastalardan para?!” Bu soruları defalarca beyninde döndürüyor, baska bir şey düşünemiyordu.
Kapıdan geçerken onu kim görse, bir şeyler söylüyordu.
“Dert etme, Şeppeli. Sağlık olsun! Mesleğini de elinden almamışlar ya… Oturur evinde bağımsız çalışır, olsun!
Pencereden geçen güneş ışığı Şeppeli’nin masasındaki tertemiz silinmiş mürekkepkabı ve knopkalari parlatıyordu. Şeppeli gözlüğünün altından gözlerini bu manzaraya dikerek kalakalmıştı.
Bir süre geçtikten sonra başını kaldırdı. Güneş ışığının içerisinde de mini mini parıltılar vardı, ufak ufak parçacıklar sakince dönerek parlıyordu. Şeppeli ışığın arkasında kapının ağzında duranlara ve ona teselli verenin kim olduğuna dikkat etmeden, aydınlatıcı parçacıklara bakarken sakin sesle sordu:
“Ben çok şey yaşadım.”, dedi. “Bu masanın üzerinde hesap yaptıkça ağlayanları, gülenleri gördük. ‘Öyle yazma, şöyle yaz’, diyerek ayağımıza kapnanaları da gördük. Oruç’tan sonraki yönetim her sene ‘Sekreter parasını ver’, diye diye her yıl hesap zamanı bizi sorguladıklarında, ikimiz de yana yana ağlamıştık bu odada…Böyle rezillikleri göre göre ben insanlıktan çıktım.
Mursakulu’ya doğru döndü, birden sesini yükseltti:
“Şimdi nasıl Memme’yi anmayayım, Mursakulu?! Nasıl dersin anma şu Memme’yi?! Sen bana söyle bakalım hangi şom ağızlı verdi sana o haberi ?! Memme kim, böyle şeyler kim ?!
Muhasebeci cevap yerine belirsiz bir tarzda “Hımmm” yaparak ayağa kalktı, her iki eli böbreklerinin üzerinde eğilmiş hâlde, kapıya taraf yürüdü. Kapının önüne toplananlar çekilip saygıyla muhasebeciye yol verdiler, sonra birbirlerine bakarak onun ardından çıktılar.
Biraz sonra avluda, insanların arasında Mursakulu, deminki çığlığının tam tersi, hüzünlü ve dertli dertli diyordu:
“ Şeppeli dayanamaz bu derde … Şeppeli ölür.”
… Telefondan ilk önce Zemfira’nın sesi geldi. Şeppeli’nin kalbi titredi: “Şükür! Şükür! Kötü gününde bile Memme’nin yanında! .. “
“Zemfira, yavrum! Benim güzel kızım! Gelinim! Tanımadın mı ?! Dyadya Buratino işte! ..
Zemfira susuyordu…
“Ahizeden Memme’nin sesi geldi:
“Dayı, nerdesin, nereden konuşuyorsun?”
Şeppeli şaşırdı.
“Nasıl nereden oğlum? Her zamanki yerden, Nergis’ in yanından!”
“Gel, amca, bekliyoruz.
“Aaaa” Şeppeli şaşa kaldı. Diğer taraftaysa telefon kapandı: “Düt-düt! ..”
Şeppeli dükkandan çıktı. İkinci katta sonuna kadar açık, gür, aydınlık pencerelere; sonra hasattan yeni çıkmış kavunlar ve içerisinde koyun eti olan tahta valize, hasır sepetlere baktı. Neydi bu, gençler ne diyordu ? Nasıl yani “Gel, bekliyoruz?” Şeppeli durup, bir süre gözlerini pencerelerden ayırmadı. Orada kimse görünmüyordu.
Kafe ile evin arası yirmi adım ya vardı ya yoktu ama meydanı geçene kadar nefes nefese kaldı.
Kemerini sepetlerin kulplarına geçirip omuzlarına almıştı. Bavul elindeydi. Bir yandan omuzu kopacak gibiydi, diğer taraftan kolu. Bacakları titriyordu.
Bir defasında o dağın eteğindeki barakalarda, o çimenlerde kesilmiş koyunların etleri tartılırken mobanlar birbirlerine kaş- göz işareti yaptılar, Şeppeli’yi alarak tartıya attılar. Az evel kocaman bir koç kırk kilo gelmişti. Şeppeli’yse otuz kilo geldi. Bunu görünce çok üzüldü. Daha önce tartıya çıkmadığı için kilosunu ilk kez öğreniyordu. Bu yüzden de hayâl kırıklığına uğradı. Kendini toplamak için “Görev insanıyım kardeşim, görev canıma okudu işte!”, diyerek durumu kurtarmaya çalıştı. Kendine hak vermek için dedi, ama aslında burada bir gerçek vardı: Şeppeli’nin vücudunda, hemen hemen hiç kas yoktu. Bu kassız vücudun şimdi yaklaşık yetmiş kilo, yani kendisinden iki kere ağır yükü kaldırması mucizeydi. Ama Şeppeli bunun derdinde değildi bile. Orada, evde ciddi bir şey olmuştu. Eğer Zemfira pencerede görünerek “Dyadya Buratino!”, diyerek seslenmiyorsa, yani sevinmiyorsa ve eğer Memme karşılamaya, yardım etmeye çıkmıyorsa kötü bir şey olmuş demekti.
Sonunda meydan bitti. Şeppeli kaldırım boyunca dizilmiş ıhlamurların altındaki çim alanı da çok iyi bir şekilde geçti. Ayağını kaldırıma koyduğundaysa birden durdu: öyle bir hâle gelmişti ki, bir metre öteye gidecek gücü bile kalmamıştı. Böylece, bir ayağı “çim” de, diğeri kaldırımda takılıp kaldı.
Memme’nin pencereleri tam yanıbaşında, başının üzerindeydi ama Şeppeli Memme’yi yardım için çağırmadı. Zaten, çağırmak istese de sesi çıkmazdı. Ayrıca, kendisi hiç umrunda değildi, beyninde sadece deminki düşünce dönüyordu: Orada, yukarıda bir şeyler olmuştu. Kim bilir Memme ne hâldeydi? Oyle bir hâldeydi ki, karşılamaya dahi çıkamıyordu.
Şeppeli’yi tepeden tırnağa kadar ter bastı. Başı döndü. Bavul elinden düştü. Bir şekilde sepetleri kaldırıma koymak, çabucak yukarıya çıkarak ne olduğunu öğrenmek istedi. Bu arada birileri kaldırıma çıktı. Durup Şeppeli’ye baktı. Sonra, arkasından çıkan kadının (!) kolundan tutarak, hızla adımladı.
Şeppeli bu şişman şapkalıyı Profesör Mehmetali’ye, Memme’nin kendisi gibi gencecik kayınpederine, benzetti. Ama buna inanmadı. Daha doğrusu, Profesörün onunla karşı karşıya gelerek en azından öylesine bir merhaba bile demeden geçip gideceğine inanmak istemedi. Şeppeli ona baktı ve onun Profesör Mehmetali olduğuna dair bir şüphesi kalmadı.
“Profesör! .. Oğlum! ..”
Sepetler devrilerek düştü, kavunlar kaldırıma dağıldı. Ama Şeppeli’nin gözünde kavun filan yoktu:
“Zemfira, kızım! .. Oğlum! .. Dünür! ..
Korkunç bir tehlikeden kaçıyormuş gibi hızla uzaklaşan dünürlerinden Şeppeli’nin aklında ebediyen iki şey kaldı: kumaş mağazasının vitrininin ışığında, profösörün sinirli elinde parlayan siyah çerçeveli, mat camlı gözlük; bir de gittikçe geriye dönerek “dyadya Buratino” ya bakan Zemfira’nın uzaklaştıkça yanağından akan göz yaşları.
Düşünceli düşünceli, yeniden eşyaları alarak ikinci kata çıktı. Kapı açılır açılmaz konuşmaya başladı:
“Profesörle gelinimin öyle gitmesi beni yıktı. Galiba aranızda bir şey olmuş. Şimdilik onu sormuyorum. İlk önce bana söyle bakalım, dayının bildiği Memme misin, yoksa Mursakulu’nun anlattığı Memme mi? Bak! Kem küm yapma kuzum. Bir kere söyle, ya öleyim ya da dirileyim. Şu an benim canım yarım! Gerçekten açıkça söyle! Mursakulu o haberi söylediğinden beri yine dudaklarım titriyor. Eğer sen suçsuzsan, doğru yolda yürüyorsan, isterse bir felç daha vursun umrumda olmaz. Vallahi, şimdiye kadar nasıl yaşadıysam yine aynı keyifle yaşarım! Eğer kalbin kirlenmişse onu da, dediğim gibi açıkça, utanmadan söyle; ben de işimi bileyim oğlum. Çiftliğe haber vereyim, mezarımı kazıp hazırlasınlar, gidip içine gireyim, üzerimi kapatsınlar. Zaten, doğduğumdan beri, felekten tokat yemişim. Daha gençken, tecrübesizlikten hesaplamada yanlış yapmıştım, beni sorguya alıp, “Devletin malını çalıyorsun.” dediler. Bir o feleğin tokadı değdi, ağzım eğildi; öz amcamın kızı, nişanlım, benden yüz çevirdi. O eğrimi Oruç düzeltti. Sonra da sen düzelttin. Beni yaşatan sensin, sen ! Sen benim aydınlık dünyamsın! Eğer Allah korusun, sende bir sorun varsa daha benim değilsen, daha benim yaşamamın ne anlamı var ki?