Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi», sayfa 3

Yazı tipi:

Şeppeli Memme’den kötü bir cevap duymak korkusu ile, kendisi de farkında olmadan zamanı uzatıyordu. O kanapede, Memme’yse kanapenin karşısında boydan boya dizilen kitap dolaplarının tam ortasından yatak odasına açılan kapının arasında, sandalyede oturup, başını göğsüne doğru eğerek, aralıksız sigara içiyordu. Onun yanında yatak odasında üzerine yeşil ipek örtülmüş çift kişilik kanepe, bir açık dergi ve Zemfira’nın renkli portresi görünüyordu. Eskiden Bakü’ye gelip Zemfira’yı burada bulamadığında, onun yerine canlıymış gibi duran bu portreyi öpüp okşardı. “gelininin” omuzlarına dağılmış sarı saçları arasında beklenmedik bir tezatla gülümseyen simsiyah gözlerine bakıp kafasını sallar, “Seni gidi hınzır şey seni…” derdi. Bu sözleri öylesine bir şeyler söylemek için demiyordu. Bu sözlerin arkasında büyük bir anlam vardı.

Profesörün ailesiyle tanıştıktan bir hafta sonra Zemfira çiftliğe, “dyadya Buratino”ya bir mektup yazmıştı. Şeppeli mektubu Pericihan’a gösterdi. Zemfira’nın Memme ile nikâh kıydırmak için onlardan, yani Pericihan’la Şeppeli’den izin istediğini anlattı.

Pericahan müstakbel gelininin apayrı bir dünyanın insanı olduğunu ilk bakışta fark etmişti. Zemfira’nın kayınvalidesi ile kendi dilinde serbest konuşamaması, çok zaman Memme’nin aracılık yapması bir yandan; gelinin müzik okulunda artistlik okuması, kayınvalidesinin önünde yüzünü öteye çevirerek oturması, kıvıra kıvıra yürümesi, onu umursamaması da bir yandan Pericihan’ı memnun etmiyordu. Ancak daha sonra, Memme’nin Zema’yı çok sevdiğini görerek her şeyi kabul etti. Hatta bir kez Şeppeli’yle Zemfira ile ilgili konuşurken gülümsedi ve “Çok tatlı…” dedi. “Yeter ki oğlum mutlu olsun, ben gelinimin ne söylediğini anlamasam bile, kaldırabilirim.”

Şeppeli Pericihan’ın gelininin dilini öğrenmek istemediğini hissetti.

Mektup ve nikâh konusuna dayanamadı. Bastı yaygarayı: “Allah’ım, beni öldür de bu günleri görmeyeyim! Bu nasıl bir gelin?! Daha parmağına yüzük takalı bir hafta oldu, nişan yok, düğün yok, bu nikâhtan mı bahsediyor?! Elalem ne der?! Bir de neden Memme kendi değil de, bu yazıyor sana, yahu ?!”

Niçin Memme’nin değil de, gelinin yazdığına Şeppeli de anlam veremiyordu. Ama nikâhın ne için gerektiğini biliyordu. Bu konudan mektupta da bahsedilmişti fakat Şeppeli henüz o kısmı çevirmemişti. Pericihan’a, Bakı Sovyet’i metrosu civarında Memme’ye bir odalı ev vermek istediklerini anlattı. Hem de şehir dışında, ıssız bir yerde, beşinci mikrorayon denilen yerde vermek istiyorlarmış. Gençlerse, Zemfira’nın yazdığı gibi, Baksovyete bunu yutturmak, nikâh kağıdını sunarak iki odalı ev almak istiyorlardı. Zemfira’nın yazdığı gibi, “Nikâh cüzdanı elimde olsa, Memme’yi alıp kendim giderim Bakü Sovyet`ine , para bile veririm.”

Zemfira mektubunda şöyle yazıyordu: “Çok zorlanırsam, hamile olduğumu söyleyeceğim. Bunun içinse nikâh gerek.” Şeppeli ilk önce bu sözleri Pericihan’a söylememeyi düşündü. Ama farkında olmadan, mektubun ahengine kapılıp hamile olduğumu söyleyeceğim” sözlerini de çevirdi. Bunu duyan Pericihan şoka girdi. Tüm gece söylendi durdu. “Hanım köylü” oğlunu kınadı durdu.

Şeppeli çok pişmandı. Nasıl olur da, mektubun o kısmını çevirirdi? Acaba şimdi ne yapsa, nasıl bir çözüm bulsaydı? Memme ile Zemfira geniş bir ev almak için mutlaka birilerini kandırmak zorundaydılar. Bunda ciddi bir şey yoktu, kabahat sayılmazdı. Bunu anlayabilirlerdi. Eğer Zemfira bu kadar açık ve rahatca bunu yazdıysa, bunu da anlamak gerekti. Çünkü Zemfira, özgür ruhlu bir kızdı. Peki bunları Pericahan’a nasıl anlatabilirdi?

Şeppeli postaya gitti. Profesörün evini arayarak Zemfira’yı telefona çağırdı. “Bakı Sovyetinden başka, Pericihan anneyi de kandırmayı başarırsanız iş düzelir, yani nikâh kıydırıp Pericihan anneden saklayın.” dedi.

Nikâh kıyıldı, daire alındı, profesörün parasıyla çeyizlik oturma odası ve yatak odası aldılar. Ama Zemfira, Şeppeli’nin söylediği gibi Pericihan anneden biraz çekindi. Sırf korktuğu ve çekindiği için “dyadya Buratino”yu karşılayarak, boynuna sarılıp onu öptükten sonra, gözkırparak sordu: “Yalanımızı öğrenmedi değil mi?” Şeppeli her defasında Bakü’ye geldiğinde gelinini evde görmediğinde portreyi öperken dediği: “Seni gidi hınzır şey!” sözlerinin arkasında bu olay duruyordu.

Gençlerin mutluluğu için bir şeyler yaptığı zaman Şeppeli daha önce hissetmediği duyguları yaşardı. Bu yüzden bazen duygulanır, gözlerindeki yaşı gizlice silerdi. Bazense duygularını paylaşmak için birilerini arar, bulamadığı zaman da iş arkadaşına anlatmaya başlardı:

“Mursakulu, ne düşünüyorum biliyor musun? Aile, çoluk çocuk hepsi boş, bazen bir yabancıya bile iyilik yaptığında bir bakarsın gelip senin öz oğlun kadar yakının oluvermiş. Örneğin, Zemfira… Benim neyim ki? Hiçbir şeyim! Ama aradaki sevgiye, saygıya bak! ..

İş arkadaşının “Evet…”, “Hımm…” gibi belirsiz geçiştirmelerinden bıkarak köye, zaman bulup Pericihan kadının yanına gidiyordu.

“Bizim Mursakulu’ya dert anlatmak yerine kör bir kuyuya laf anlatmak daha iyi!”, diyerek devam ediyordu: “Benim inanacım şu Pericihan, insan insana derman olur.” diyordu.

Bu fikirlerini Bakü’ye gidince Memme’nin yanında da söylüyordu:

“Sen doğru yoldasın, yavrum. Sen herkese içinden geldiği gibi yardım ediyorsun, iyilik yapıyorsun. Senin yanına gönderdiğim herkesi tedavi ettin, iyileştirdin. Bir süre sonra bir baktın ki, hepsiyle arkadaş olmuşsun. Bundan başka ne isteyebilirsin ki? Haksız mıyım yavrum…

Şeppeli böyle konuşurken, Memme pek tepki vermiyordu. Sadece bazen, Şeppeli “Haksız mıyım, doğru söylemiyor muyum?”, diye ısrarla sorduğunda Memme hafifçe gülümsüyor, ve onu onaylıyordu. Bu arada adam kendini tutamayıp ona sarılıyor, “Benim doktorum! Yavrum! Gözümün nuru! diyordu. Sonunda, Memme’yi de duygulandırdığını görünce onu rahat bırakıyordu.

Bu gün o hislerden uzaktılar. Birisi kanepede, öteki sandalyede oturup mutfağa kadar tüm pencerelerinin ardına kadar açık olmasına rağmen, havasız kalan dairede “temizlik”, “lekelilik”le ilgili düşünüyorlardı. Memme’nin suskunluğu, yorgun ve içine kapanık hâli Şeppeli’yi gittikçe daha çok korkutuyordu. Memme’den kötü bir yanıt, Mursakulu’nun çiftliğe götürdüğü habere uygun tek kötü kelime duyarsa, tüm hayatının birden anlamsızlaşacağını, “Memme” adlı aydınlık dünyasının mahvolacağını düşündükçe Şeppeli’nin sesi titriyordu.

“Baban, rahmetli Oruç o kadar iş yaptı, çalıştı, çabaladı. İşçilerle beraber, tozun, toprağın, çamurun içinde tütün ekerek, çiftliği genişletti, dört yüz koyunu yirmi bine ulaştırdı. İşbilmezler hayvanları kurda kaptırmasalar, baban şimdi bile aynı şekilde devam ederdi. Sen Oruç’un oğlusun! Ben senin yanlış yola sapacağına inanmıyorum. Sen kim, rüşvet kim?! Rüşvet öyle bir çirkef ki, adamın yürümesini değiştirir, bakışlarını bile etkiler! Otuz yılda kafamdaki saç teli kadar şahit oldum bunlara. Yıllar önceden tanıdığım biri vardı; pörtlek gözlü, göbekli bir adamdı. Bir defa rica etti, arabasını yıkattırdı bana ama giderken “Sağol, teşekkür ederim!” bile demedi. Peşinden bakıp Mursakulu’ya dedim ki, bu adam her kim ise midesine düşkün biri bu. Mursakulu bana kızdı. Aslında konu onun göbeği değildi. O adamın davranışı beni çok rahatsız etmişti. Nerede araba görsem, o adam gözümün önünde canlanır, gelip dururdu önümde. Geçen yıl bir baktım, Mursakulu gelip masamın önünde durmuş bana bakarak kafasını sallıyor. “Ne oldu, neden kafanı sallıyorsun?” diyorum… Ne dese iyi? “Hani o adam vardı ya, sana arabasını yıkatan. O sahiden boğazına düşkün biriymiş. Sen bayağı insan sarrafıymışsın, Şeppeli!” Meğerse, o adam Mursakulu’nun özbeöz amcasının torunuymuş. Kuzeninin bölgede saygınlığı var, sözünü dinlerler diye düşünüp yanına gitmiş. Böbreklerini tedavi ettirebilmek için kendisine tatil ayarlamasını istemiş ama adam Mursakulu’dan yarısı kendisi, yarısı tatili ayarlamak için iki yüz kırk manat istemiş. Bu işler için bir iki kişiyi yedirip içirmek gerek demiş. Neyse…

Şeppeli derin nefes alarak biraz sustu.

“Allah kimseye yaşatmasın o kadar kötü insana dönüşmeyi!” diye düşünceli düşünceli ekledi: “Yedirip içirir misafir de edersin. Sevindirmek, mutlu etmek de olur. Biz de insan içinde yaşıyoruz. Ben kendim mektup yazıyorum, sana hasta gönderiyorum. Buradan, Bakü’den dönerken bir kutu tatlıyla beni andıklarında ben de mutlu oluyorum. Ancak öyle rezillik etmek, hastadan para istemek olur mu?! Bilmiyorum, kim demiş o haberi Mursakulu’ya, neden söylemiş. Tek bildiğim, Oruç’un oğlu öyle şeyler yapmaz! Benim Memmem hastanın boğazına yapışıparak “Ver!” demez! Demez!.. Sabah evden çıkınca Pericihan’a: “Mursakulu’nun saçmalamasına inanma. İnsanların içinde böyle üzgün üzgün dolaşma!”, dedim. Zavallı annen zamanında baban için çok üzüldü. Sen sağ ol, okul bitince çalışmaya geldin. Bak zavallı annen neler çekti! Oruç’a, bir milyon ceza kestiler. Bakü’den geldiler, bütün dosyaları incelediler, aradılar, taradılar. Mursakulu’yla biz, gelenlerin aslında bunların kendi adamları olduklarını daha sonradan öğrendik. Gelenler ortalığı öyle bir karıştırdılar ki, değil Mursakulu felek dahi olayı çözemezdi. Bir milyon ceza kestiler Oruç’a, herkes dedi ki, yemiş, götürmüş, canavarmış, yırtıcıymış. Vefat edene kadar masumiyetini, suçsuzluğunu kanıtlamak için mektup yazdı… Oruç’un tek derdi vardı, o da sendin! Ben sana kurban olurum! Baban korkuyordu. Ona yaşatılanları görüp de intikam hissi ile yanlış yollara sapmandan korkuyordu. Mektubun başında da sonunda da yazıyordu: “Memme’yi size emanet ediyorum.” Zavallı, göremedi! Memme’sinin doktor çıktığını, nasıl iyi bir doktor olduğunu bilmedi bile gariban Oruç! Ancak Oruç’un ruhu her şeyi görüyor! Görüyor, Mem-me! Başını kaldır, yüzüme bak, duyduklarımın yalan olduğunu söyle. Ben bilmek istiyorum. Seni işten atmışlar. Hangi gerekçeyle çıkarmışlar? Benim her şeyi net öğrenmem lâzım. Öğrenip çiftlikte herkese anlatmam lâzım. Anlatayım da sen lekelenme, şu lanet iftiradan kurtul…

Memme konuşmuyordu.

“İlla ki, bir şey olmuş. Zemfira gözyaşları içinde gitti… Sense böyle suskun, sanki hiç o eski Memme değilsin…” Şeppeli yeniden başlayarak, kim bilir daha ne kadar konuşacaktı. Birden burnuna kötü bir koku geldi. Pencerelerin arkasında çınarların yaprakları hışırdadı, evde rüzgâr esti ve sabahtan valizde kalmış etin kokusu içeri yayıldı. Şeppeli Memme’den duyabileceği korkunç cevabı biraz daha ertelemek için fırsat bulmuş gibi, hemen kalkıp, koridora bıraktığı bavulu mutfağa götürdü. Yaklaşık yirmi kiloluk etin tamamen morararak bozulduğunu gördü fakat buna üzülmedi. Şu an çiftlikteki tek odalı dairesindeki malından, mülkünden de, son birkaç yılda, Memme için yetiştirdiği bahçeden de, Memme’nin düğünü için beslediği hayvandan da vazgeçerdi… Yeter ki, Memme Mursakulu’nun dediği Memme olmasındı…

Şeppeli çarşafa sarılmış eti omuzuna alarak avluya indi, evin meydan ve kafe tarafındaki yoğun ışığın, temizliğin tam tersi yönde; karanlık, pis bir avluda etrafa bakındı. Eti atacak uygun bir yer aradı. Leşi çöp tenekesine atacakken aniden bir kadın belirdi.

“Ne bu attığın? Ne kötü kokuyor!” Herhalde bekçiydi…

“Et?!.

“Tüm sivrisinekleri, kediyi, köpeği buraya mı toplamak istiyorsun ?!”

Buna benzer laflara devam ederek eti çöpteki kâğıt ve diğer ıvır zıvırla beraber çekerek Şeppeli’nin sırtına yükledi. Sonra da adamın boğazına yapışarak onu tenha, karanlık bir yere götürdü.

Kadın habire konuşuyordu. Üzerindeki güzelce temizlenmiş, ütülenmiş siyah takıma, gömleğe rağmen onun köylü olduğu kanısına vardı. “görgüsüz, kültürsüz köylü” gibi laflar sarfediyordu.

Eskiden Şeppeli gelir gelmez hemen onu banyoya sokan, “Yoldan geldin, bir duş al da rahatla…” diye ilgi gösteren, Şeppeli yıkanınca ona çay ikram eden, rus salatası yediren, votka içiren Memme, şimdi Şeppeli’nin eti omuzuna alıp çıktığını bile görmemişti. Ceketin yakasını kravatla birlikte avucunda toparlayıp çeken kadının ardından karanlığa gittiğinde de, eti kuyu gibi yutan derinliğe atarak döndüğünde de, sandalyede hareketsiz oturup sigara içen Memme’yi gören, Şeppeli’nin kulaklarında “Cahiller, eşekler!” diye bağıran kadının sesi çınlayıp duruyordu. Memme’nin omuzunda nasıl bir yük vardı ki, yol yorgunu adamın çabaladığını bile görmüyordu.

“Bana bak, sen kime güveniyorsun?!”

Şeppeli deminden beri, ilk kez burada kadının yüzüne baktı ve onun sorusu yerine, gözlerinin altındaki torbalara dikkat etti: “Evet, böbrekleri hastaydı.” Sonra aklına baska bir düşünce geldi: “Bu böbrek hastalığı ne biçim bir hastalıksa, bizim arkadaşı bile mahvetmiş. Bu sabah nasıl bağırdı bana! Hayatımda ilk kez bana bağırıyorlar, bir tek bugün. Sabah Mursakulu, şimdi de bu densiz! Ne istiyor bu benden? Eti öteye at dedi, attım …”

“Sağır mısın, dilsiz misin be adam?!”

Kadın ceketini nasıl çekiyorduysa, Şeppeli daha dayanamadı:

“Ne istiyorsun, be hatun ?!”

“Dilin de varmış … Bana söyle bakalım, hangi kata çıkıyorsun?”

“Diyelim ki, ikiye, eee?”

“İkide kimin dairesine?”

“Sana ne yahu, niye beni rahatsız ediyorsun?!”

“Bilmek istiyorum. Rüşveti kime getirdin?”

“ Ne rüşveti?! Delirdin galiba ?!”

Kadın ellerini beline koydu.

“O doktorun, Oruçoğlu mudur, nedir, kebabının dumanı da az daha bizi kör edecek. Herif sanki süpürge çöpü, onca yemeği neresine yiyorsa artık....”

Şeppeli kendini içeri attı deminki yerine, kanepeye oturdu, nöbetçi kadınsa, hâlâ konuşuyordu.

“Memme, kurbanın olurum, ben daha dayanamıyorum! Kurbanın olayım, ben dayanamıyorum daha. Başını kaldır da bana bir söz söyle!

“Ben anlamıyorum, dayı.”

Şeppeli buna şaşırdı:

“ Neyi? Neyi anlamıyorsun, yavrum?”

“Benim rüşvet aldığımı şimdi mi öğrendin?”

Memme yine sigarasını içine çekti. Duman dağıldı. Ama Şeppeli yıllardır alıştığı, beyaz yüzlü, sakin bakışlı, naif Mem-me’sini gördü. En vahim olansa, Memme her zaman olduğu gibi gülümsüyordu.

Şeppeli yutkundu.

“Yalan!”

“Yalan olan ne, dayı?”

“Sen öyle birine benzemiyorsun.”

“Benzemek için nasıl olmalıyım?”

“Ben sana söyledim, haram yiyen adam farklı olur. Yemesi, oturması, kalkması, göz bebeğibile…

“Bende bir değişiklik görmüyor musun?”

“Görmüyorum!”

“İyice bir bak.”

“Görmüyorum!”, diye Şeppeli inatla tekrar edince Memme iç çekti.

“Görmüyorsan, değişiklik benim içimde demek ki dayı. Buna ne diyeceksin?”

“Yine aynı şeyi söylüyorum: inanmıyorum! Nasıl olur da, senin böyle bir şey yaptığından benim haberim olmaz?!

“Beni şaşırtan da o ya dayı. Bir saattir konuşuyorsun, ‘Acaba bu adama ne oluyor?’ diye düşünüyorum. İlk rüşveti bana sen vermedin mi?

“Ben ?! Sana? Rüşvet ?!”

“İlk kez sen bana kuzu verdin. Hatırlamıyor musun?”

“Hey kurban olduğum, yahu beni neden üzüyorsun! Bana böyle şakalar yapma! Kuzu, kuzu ha? Söyle bakalım kim dedi, nasıl oldu da Mursakulu öyle kötü haberle gitti memlekete? Sahiden mi seni işten çıkardılar?

“Çıkardılar hafif kalır, dayı. Kovdular!

“Neden?”

“Rüşvet nedeniyle.”

“İftira mı atılar sana?”

“Hayır dayı, iftira değil.”

“İnanmam, hayatta inanmam.”

“Çok saçma. Kullandığım arabaya bak. Buzdolabına, televizyona… Evde ne görüyorsan hepsini rüşvetle aldım. Maaşla yaşayan mı kaldı bu çağda dayı? Geçinemiyorsun… Değiştim, dayı… Çok değiştim…”

“Yavrum, bu evdekileri benim gözümün önünde, kayınpederinin parasıyla almadın mı?! Neden üzüyorsun beni?! Zemfira kızımın çeyizi değil mi bunlar?!

“Yok, dayı… Çeyiz diyorum işte.”

Şeppeli son kez:

“İnanmıyorum!” dedi. İki kaşının ortasını göstererek, “Rüşvet alanların ta şurasında mühür oluyor!” Elleri yoğun şekilde terliyor, alt dudağı titriyordu. “Sende ben mühür görmüyorum!”

Memme bir şeylere üzülüyormuş gibi, yine iç çekti.

“Mühürü benim sicilime basmışlar.” dedi. “İşten atılsın.” İmza. Mühür.

Umursamazca:

“Sigara içmekten ağzım zehir gibi”, dedi, “Kavunların tatlı mı dayı?”

Şeppeli cevap vermedi. Şimdi o da ayaktaydı. Memme mutfağa geçerek tepsi, çatal, bıçak getirdiyse de, kavunu özenle keserek “Hava sıcak, ama sen sıcağa takmazsın, içiyorsun.” diyerek buzdolabından votka çıkarınca da Şeppeli çocuk gibi adım adım onun peşinden yürüyor; değişmiş, donuk, neredeyse ifadesiz gözlerle onun hareketlerini izliyordu.

Memme iki kadehe votka süzdü. Kendi kadehini aldı.

“İçelim, dayı… Yaz aylarında ben pek içmem ama sen geldin, şimdi içmesem olmaz… Aç mısın? İstersen bir yerlere gidelim? Parka? ‘Drujba’ ya! Ha?”

Şeppeli konuşmuyordu.. Artık her şeyi fark etmişti. “Aydın dünya”sının zifiri karanlığa gömülerek yok olup gittiğini; masala, efsaneye dönüştüğünü anlamıştı. Şimdi Memme değil, Şeppeli boşluğa, hiçliğe bakıyordu.

“Gitmek istemiyor musun?.. Haydi kaldır! Şerefine, dayı. Ne kadar tuhaf, farklı bir adamsın! Güvenilir, sadık insansın. Benim kötü günümde de hep yanımdasın. Bu senin Medet olduğunu tekrar ispat ediyor. Senin şerefine!

Mursakulu nasıl demiştiyse, öyle de oldu: Şeppeli dayanamadı…Çiftliğe dönerek, restorantta oturdu ve “ölçü bardağı”nı içtikten sonra: “Geliyorum, Oruç. Bu dünya benim yerim değil, sana geliyorum” dedi ve başını masaya koyarak, öyle sakin, rahat öldü ki, oturduğu yerde uyuduğunu düşünerek, restorant kapanana kadar, öldüğünü anlamadılar bile.

Öğrendiklerindeyse, şaşırmadan, heyecanlanmadan, “Evet, bu da böyle bitti… Bitti… Şeppe de böyle gitti.” dediler.

Tek bir adam, arkadaşı ağladı:

“Farklıydın… Başkaydın sen, Medet! Medet! ..” dedi.

İSI MELIKZADE
(1934-1995)


Ünlü Azerbaycan yazarı ve senaryo ustası. 1968 senesinde Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin üyesi olmuştur. “Hasretin Sonu”, “Başkasının Annesi”, “İnce Kanatlar”, “Sokaklara Su Serptim”, “Yeşil Gece”, “Güneşli Güz”, “Dede Palıt”, “Kuyu”, “Gümüşgöl Efsanesi”, “Kırmızı Yağmur”, “Şebnemli Çimenlerin Işığı” gibi kitapların sahibi olmuştur. Eserleri birçok dillere çevirilmiştir. Ondan fazla filmin senaryo yazarı olmuştur.

Muska

Ağarahim, Borçalı`da sadece bir gece kaldı. Bu da iş miydi şimdi? Bu gün gel, yarın dön. Hiç değilse, üç dört gün Bakü’nün kalabalığından, gürültüsünden uzak olsaydı. Borçalı’nın kaymak gibi havasını solusa, bal gibi tatlı suyundan içseydi. Ağa-rahim hevessiz “Ciguli”ye binerken kayınvalidesi ona gitmesin diye ısrar etti. Ağarahim’in eşi Pervane Hanım onun yerine cevap verdi: “Gitmesi gerek; Pazartesi Üniversitede olup akşam öğrencilerine sınav yapması gerek…”

Ağarahim, sağında ve solunda küçük, gri tepeler gördüğünde arabada yalnız başına gitmenin ne kadar zor olduğunu anladı. Arabada yalnız gitmek işkence gibiydi. Geldiğinde çoluk çocuk bir aradaydı ve o zaman buralar bu kadar gri, kimsesiz, eğri, dolambaçlı durmuyordu. Asfalt insanın gözünü yormuyordu. Geçerken tekerleklerin sesi duyulmuyordu ama şimdi… Sese bakar mısın? Sanki çağlayandı, insanı uykuya daldıracakmış gibi ninni söylüyordu.

Ağarahim daha gitmesi gereken dört yüz kilometreyi düşündüğünde sıkılmaya başladı. O an sıkılarak giderse daha çok daralacağını fark etti. Kendi kendini sakinleştirmeye çalıştı. İçinden boş vermek gerektiğini söyledi. Altında ceylan gibi “Ciguli”si vardı. Dörtyüz kilometrenin lafı mı olurdu? Kaldı ki yalnızlık… Onun da çaresi var. Radyoyu aç, ses gelsin ya da teybi çalıştır, ne kadar istiyorsan söyler o, senin için. Anam babam teybi ne için aldı; Şu Japon işi teybe bin manat ne için verdi?

Ağarahim teybin ucuna takılmış kasedi parmağıyla içeriye doğru itti ve şarkıcı kadının sarhoş adam sesine benzeyen boğuk, yorgun sesi aracın içine dolup, tekerleklerden kopan çağlayan sesini batırdı.

 
Benim gönlüm sarhoştur
Yıldızların altında.
Sevişmek ah, ne hoştur
Yıldızların altında.
Yanmam gönlüm yansa da,
Ecel beni alsa da,
Gözlerim kapansa da
Yıldızların altında.
 

Şarkıyı dinlerken Ağarahim`in düşünceleri dağıldı. Tabi ya… Bakü’deki üç odalı dairesinde tam tamına bir ay yalnız kalacaktı. Bir ay ne karısının yüzünü görecekti ne de kızının. Kendi kendine hizmet edecek; çay demleyecek, çorba kaynatacak, evi derleyip toplayacaktı. Arada sırada ağabeyine gidecek ama bu bile onu yalnızlık acısından kurtarmayacaktı.

Ağarahim evlendikten bu yana her yaz bu durumu yaşıyordu. Pervane, lisede öğretmendi. Dersler bitince çocuğu da alıp ailesinin yanına gidiyordu. Ağarahim de Bakü’de tatil gününü bekleyerek geçiriyordu. Eşiyle çocuğu bu kez trenle gitmemiş, Ağarahim onları yeni aldığı “Ciguli” ile götürmüştü. Araba iyi bir şeydi vallahi; nerede istiyorsun dur, dinlen, bekle. Günün hangi zamanında istersen bin aracına, çek istediğin yere; dağa, bağa, ormana… Ama Pervane’nin garip bir huyu vardı; gencecik kadın olmasına rağmen, gezip tozmaya hiç hevesli değildi. Pervane nereye dese Ağarahim onu oraya, yurtdışına bile götürüyordu. Sağolsun kardeşi Ağakerim’in tüm kapıların ardına kadar açılması için bir kez araması yeterdi. Tatil ayarlamak onun elinde çok da zor bir iş değildi. Ama Pervane Borçalı’dan başka yeri beğenmiyordu. Hem de “Yaşlıların gözü yolda, bizden başka da kimseleri yok zaten. İki ay onların yanında kalmamız bile yeterli.” diyordu.

Eşinin sözleri Ağarahim’in aklına yatıyordu. Gerçekten de yılda iki ay için bile olsa Borçalı’daki yaşlıları sevindirmek çok sevaptı ama yine de Ağarahim bir karar verdi. Artık karısının isteklerine teslim olmayacak, ağustosun sonuna kadar Borçalı’da takılıp kalmayacaktı. Eskiden arabası yoktu, eli kolu bağlı gibiydi; şimdiyse şükürler olsun arabası da vardı, parası da. Borçalı’da bir iki hafta kalması yeterliydi, sonra çoluk çocuğunu Ciguli’ye bindirip gezmeye götürecekti. “Anam, babam arabayı neden aldım, niye onca para verdim? Pervane’nin de akrabaları artık bir zahmet affetsinler bizi, ben de artık içimden geldiği gibi yaşamak istiyorum.” diye düşündü.

Ağarahim ciddi bir sorunu çözmenin rahatlığıyla derin bir nefes aldı. Kafasında dönen düşüncelerle bir baktı ki Gazah’a varmış. İlerideki uçak heykeline vuran gün ışığı onu kanatlı bir güneşe benzetmişti. Ağarahim bu uçağı ilk pilotun anısına diktiklerini biliyordu. Sağolsun Gazahlılar, işle güçle uğraşmalarına rağmen ölmüş yiğitlerini unutmuyorlardı. Anıtın başlangıcında yol ayrımı vardı. Sola dönen yol geniş asfalttı. Ta Gazah’ın içine giriyordu ve bu yol Ağarahim’i Bakü’ye götürüyordu. Sağa doğru ayrılan yol köy yoluydu. Bu yolda uzakta ot kümesine benzer bir şey vardı ama yaklaşınca bunun arkasına ot yüklenmiş bir araç olduğu anlaşıldı.

Yol ayrımına varınca Ağarahim teybi kapattı, hızı azalttı, ayrımın başlangıcındaki aracın yanından geçerken ani bir ses duydu. Ciguli sallandı, sağ yandan ön kapının camı kırılarak parçalar koltuğun üzerine döküldü. Ağarahim bu sesten, bu sallanmanın sebebini anlamamıştı. Daha sonra böbreklerine bıçak saplanmış gibi beline bir ağrı saplandı. Eli ayağı titredi. Freni güçlükle çekerek arabadan indi.

Ciguli’nin sağ ön kapısı eğilip içeri girmiş, sağ feneriyse kırılmıştı. Ağarahim korkudan kalbine inecekmiş gibi titreyerek kamyona doğru baktı. Zayıf, genç bir çocuk donup kalmıştı. O kadar zayıftı ki, avurdu avurduna geçmişti. İnsan ince, siyah bıyığını görmese onu çocuk sanırdı. Ağarahim’in belindeki ağrı hâlâ dinmemişti. Kolları, bacakları sıtmaya yakalanmış gibi titriyordu. Boğazı düğümlü:

“N’aptın, kardeşim?” dedi. O an, sesinin ağzının içinde boğulup kaldığı düşüncesine kapıldı. Ama adam onun sorusunu duymuştu. O da sesi titreyerek:

“Bilmeden oldu amca, vallahi görmedim.” dedi.

Adamın gözleri ya doğuştan böyle büyücekti ya da korkudan büyümüştü. Ağarahim’in zorlandığı zamanlar olmuştu, korktuğu zamanlar bile olmuştu. Fakat, beli hiçbir zaman böyle ağrımamıştı. Böbreklerinin bu şekilde ağrıması, sırtının bu tarz zonklaması ilkti. Sırtındaki ağrı nefesini kesiyordu. Güçsüz kalan bedenini ne olursa olsun dinlendirmeye ihtiyacı vardı. Ama, çocuğa benzeyen bu güçsüz gencin yanında bunu yapmayı gururu kaldırmıyordu. Ne desin, ne konuşsun hiç bilmiyordu. Ağzına geleni mi söyleseydi yoksa çocuğu tekme tokat dövse miydi? Neydi bu böyle, nasıl bir kazaydı? Bu ot dolu araba nerden çıkıvermişti? Şeytana benzeyen bu iti nasıl görememişti?

Tirtir titrerken birden aklına Pervane’nin sözleri geldi.

Pervane defalarca onu, “Arabada muska filan bulundur, nazar değerse, kazadan, belâdan korur seni!” diye tembihlemişti. Ağarahim nazara, nazar boncuğuna, büyüye filan inanmıyordu ama Pervane’nin uyarısını dikkate almadığı için şimdi pişman olmuştu.

Ağarahim içindeki titremeyi belli etmemek için nefes alışlarını ayarladı.

“Kör müydün? Geldiğimi görmedin mi?” dedi. Genç adam yutkunarak.

“Görmedim, vallahi. Bu gerizekalı arabanın arka tarafı gösteren aynası yok. Ot da izin vermiyordu. Bir an dönmek isteyince....” adam cesaretini topladı. Ağarahim’e yaklaşarak: “Şükür çok ciddi bir durum yok.” dedi. Aracın berbat hâle gelen kapısına baktı: “Düzelir düzelir, yeter ki ölüm falan olmasın!” dedi. Ağarahim çevreye bakındı. Böyle işlek bir yolda kimse gözükmüyordu. Olsa, hiç değilse Ağarahim’in tarafını tutardı, onun günahsız olduğunu filan savunurdu.

Genç de Ağarahim gibi çevreye filan bakındı sonra büyücek gözlerini Ağarahim’in yüzüne dikti:

“Amca, polis filan gelmeden kaybolalım hemen burdan.” dedi. Ağarahim olmaz anlamında kafasını salladı.

“Polis çağıralım.”

Genç yalvarmaya başladı:

“Vallahi arabanı yaptıracağım. Darbe aldığı belli bile olmayacak. Tüm masrafları da karşılayacağım.”

Ciguli’nin daha önceki Ciguli olmayacağı fikri aklına geldiğinde Ağarahim`in damarlarındaki kanı dondu sanki. Ağarahim, öfkesini bu pörtlek gözlü adamdan çıkarmak istedi. Bağırmak istedi fakat neden sesinin çıkmadığını bir türlü anlayamadı. Kendi güçsüzlüğünden dolayı ağlamaklı oldu.

“Neyi yaptıracaksın? Mahvettin arabayı. Benim yarın Bakü’de olmam gerek. Ne yapacağım ben şimdi ?”

Pörtlek gözlü gencin yüzünde mahzun bir ifade oluştu; Korktuğu gözlerinden belli oluyordu ve bu gözler dile gelip dedi ki:

“Döv, söv, vur, öldür, haklısın, ama…”

“Gidelim. Hemen bugün yaptıracağım. Seni de gece bizzat ben götüreceğim Bakü’ye.”

Ağarahim’in susması çocuğu biraz daha cesaretlendirdi.

“Kurban olurum, amca. Zaten benim bir sürü sorunum var. Bir belâdan yeni kurtuldum. İkinci belâyla uğraşmamın sana nasıl bir faydası olacak ki?

Gidelim mi polis falan gelmeden? Genç yük dolu araca bindi. “Peşimden gel!”, dedi. “Takma kafana, vallahi hâllolacak.” Ağarahim uykudan yeni kalkmış, nerede olduğunu kestiremeyen insan gibi sersemlemişti. Ot arabasının peşinden gidip gitmemek konusunda kararsızdı. Beklese miydi acaba? Ama neyi bekleyecekti? Belki de polisler akşama kadar hiç buraya gelmeyecekti. Belki, bu şeytana benzeyen çocuk Cigulu’yi sahiden yaptıracaktı. Polisi beklemek gereksizdi. Ağarahim’e yeni bir araba alacak değildi ya?

Ağarahim Ciguli’ye bindi. Neden bindiğini bilmiyordu. Çünkü çocuğun peşinden gitmek istemiyordu. Ağarahim ateşle su arasında kalan hastalıklı bir adam gibiydi lakin ateş ne tarafta su ne tarafta bilmiyordu.

Ot yüklü araba yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Ağarahim arabanın arkasından bakıp deminkinden daha fazla korktu, “İt oğlu it, kaçıp gidiyor galiba”. Ot aracı durdu, çocuk kafasını camdan çıkarıp Ağarahim’e el salladı ve Ağarahim Ciguli’yi köy yoluna doğru çevirdi.

Birbirine bağlı iki üç köyün içinden geçtiler. Sonra ana yoldan çıkıp dar toprak yola girdiler. Köyün adının yazılmış olduğu demir levha köşedeki direğe monte edilmişti. Ağarahim bir bakış atarak demir levhadaki yazıyı okudu: “Alpoud.” Ağarahim nefes alarak kafasını salladı. “Adı Alpoud olan köyün insanları nasıldır kim bilir? Alpoud nedir yahu?”

Geniş sokaklı, çitleri ağaçtan yapılmış bahçeye girdiler. Çocuk araçtan iner inmez direksiyon başında kalakalmış Ağarahim`e yaklaştı.

“Hoş geldin, kardeş” dedi. Sonra eve doğru dönerek seslendi:

“Anne, misafirimiz var!”

Ağarahim çocuğun yöneldiği yöne bakarak arabadan indi. Evin balkonunda sedirin üzerinde yaşlı, kilolu bir kadın oturuyordu. Kadın yanındaki eşarbı alarak başını kapadı.

“Kurban olurum ben o misafire!” diyerek zar zor sedirden indi.

İhtiyar kadın yaşlı bir erkek yardımıyla yürüyordu. Uzun, geniş eteği onun daha da kilolu gözükmesine sebep oluyordu. Ağarahim`in yanına vararak el uzattı, selâmlaştı, nefessiz kalarak: “Yavrum, hoş geldin!” dedi.

Ağarahim kafasını salladı. Tanımadığı insanlarla merhabalaşmaya mecbur değildi. Bu kaza olmasaydı hayatı boyunca “Alpoud” adlı bir köyün varlığından bile habersiz kalacak, şeytan suratlı bu çocuğa rastlamayacak, beyaz gömleğinin altından şişman göbeği belli olan sarkık göğüslü bu kadını da görmeyecekti. Bunlar olmadan da hayatını rahatça devam ettirecekti. Bu insanlarla aynı yerde, aynı alanda yaşamakla başka bir kıtada, mesela Afrika’da yaşamak arasında çok da büyük bir fark yoktu.

Kadının erkeği andıran esmer, yuvarlak bir yüzü vardı. Bir gözü yarıya kadar beyaz perde ile kaplıydı. Öncekinden daha sakin bir sesle:

“Eve geçsene kurban olduğum!” dedi.

Ağarahim dudaklarının arasından mırıldandı. Kadın eve doğru giderken:

“Gelin, hey! Bir sandalye getiriver misafire!” dedi.

Gelin, elinde sandalyeyle odadan çıktı. Sanki içeride elinde sandalyeyle hazır bekliyordu. Sandalyeyi koşar adım getirerek armut ağacının gölgesinde bir yere bıraktı ve hemen eve döndü.

Yabancıyı böyle ağırlama Ağarahim’in hoşuna gitmedi. Ağarahim bakışlarıyla şeytan suratlı çocuğu aradı. Çocuk ot yüklü aracının yanında durarak dalgın dalgın sigarasını tüttürüyordu. Yanında üç dört yaşında, keten kumaştan yapılmış bebeğini göğsüne bastıran bir kız çocuğu bu genç adamı süzüyordu fakat onu görmüyor gibiydi. Ağarahim kızın nereden çıktığını, nereden geldiğini görmemişti ama şimdi kızı düşünmenin hiç sırası değildi. Acelesi vardı. Aracı yaptırması gerekti.

Genç adam sigarayı yere atarak ayakkabısı ile ezdi. Yakınlarda yem yemekte olan tavukların üzerine yürüdü. Tavuklar, ayrılarak koşturup ahırın arkasına saklandılar. Çocuk hâlâ onların peşinden koşuyordu. Az sonra iki elinde birer piliçle geri döndü.

Ağarahim’in dili damağı kurumuştu. Araç kaza yaptığından beri içinde tüten bir ateş vardı sanki.

Çocuk piliçleri kestikten sonra Ağarahim:

“İçecek su var mıdır, biraz?” dedi.

Gencin büyücek gözleri parladı.

“İçecek için de yıkanmak için de var.” dedi. Koşa koşa giderek sürahiden bir bardak su koyup getirdi.

Ağarahim yüzünü yana dönerek suyu hızla içti. Su sanki içindeki koru söndürerek süzülüp gitti. Olsa bir bardak daha içerdi fakat istemedi. Bardağı çocuğa verirken içinden, “Sağ ol!” demek geçse de demedi.

Genç adam utanarak sordu:

“Adın ne, amca?”

Gencin “amca” demesi Ağarahim’i hiç mi hiç memnun etmiyordu. İçinden gelmese de adını söyledi. Çocuk bu tanışmadan çok memnunmuş gibi gülümsedi:

“Benim adım da Binnet.” dedi. “ Sen dinlen burada, ben usta aramaya gidiyorum. İnşallah köyde bulurum onu. İşinin eri olduğu için hep koşturmaca içerisinde. Sürekli oraya, buraya götürüyorlar. Bozuk arabaların anası. Kendi yapar, kendi boyar. Çok becerikli bir ustadır.” Ağarahim “Alpoud” adlı köyde becerikli bir ustanın olacağına inanmıyordu.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.