Kitabı oku: «Özbek Edebiyatı Yazıları», sayfa 10
ÖZBEK ROMANCI ABDULLAH KÂDİRÎ VE “ÖTKEN KÜNLER” ROMANI
Özbek romancılığının ilk büyük temsilcisi olan Abdullah Kâdirî, 1894 yılında Taşkent’te doğmuştur.65 Babası Kadir Muhammed, 1821 veya 1822 yılında doğmuş, okuması yazması olmayan, fakat bedenen kuvvetli, çok gayretli, cesur ve güngörmüş birisidir. Gençliğinde han ve beylerin yanında asker olarak hizmet etmiş, daha sonra ticaretle meşgul olmuş ve bu sebeple uzak şehir ve memleketlere sık sık seyahat etmiştir, (s. 5) Rus işgali sırasında (1865) Taşkent’in müdafaasına katılmış, işgalden sonra da tahminen 1870’e kadar ticarete devam etmiştir. Bu tarihten sonra iflâs edince ticareti bırakmış ve vefat ettiği 1924 yılına kadar küçük arazisinde tarımla uğraşarak çok fakir bir hayat sürmüştür. Bu ihtiyar babanın maceraları, yazarın eserlerine, bilhassa tarihî romanlarına birinci derecede kaynak teşkil etmiştir.
Abdullah Kâdirî’nin doğduğu yıllarda babası, yetmiş yaşını aşmış ve belli bir geliri olmayan bir ihtiyardır. Bu yıllar hakkında Kâdirî, oğlu Habibullah’a şu bilgileri vermiştir: “Önceleri zengin mi, yoksa fakir bir ailede mi doğdum, anlayamadım. Fakat 7-8 yaşıma gelince, karnım doymadığı ve sırtım güzel elbise görmediği için iyice anladım ki beş boğazın nafakası, sadece seksen yaşlarındaki ihtiyar babamın emeğinden ve yarım hektardan biraz fazla olan bağın yaz mevsiminde yetiştirdiği mahsûlden geliyormuş. Eğer bahar mevsimi kötü geçip de bağdaki meyveler bir felâkete mâruz kalırsa, biz de açlık felâketine uğruyorduk.” (s. 6)
Abdullah Kâdirî, ailesinin yoksul olması sebebiyle ancak dokuz-on yaşlarından itibaren birkaç yıl müddetle eski usûlde eğitim veren bir mektebe gönderilir. Büyük bir hevesle mektebe devam eden Kâdirî, bu yıllarda Yûsuf ve Züleyhâ, Hayrilikâ, Leylî ve Mecnûn, Ferhâd ve Şîrîn, Çâr Derveş, Kısasü’l- Enbiyâ, Kelile ve Dimne, Nevâyî, Meşreb, İskendernâme, Rüstem-i Dâstân, Hâtemtây, Cemşîd gibi kitapları okur. (s. 11)
Kâdirî, bu mektepteki eğitimini, ailesinin son derecede yoksul olması sebebiyle terketmek zorunda kalır. Onu, henüz on iki yaşındayken bir zenginin yanına hizmetçi olarak verirler. Ticaretle meşgul olan efendisi, Rusça bilen bir adama ihtiyacı olduğu için onu Rusça eğitim veren Rus-tüzem mektebi (Russko Tüzemnaya Şkola)’ne gönderir. Bu mektepler, Türkistan’da yerli ahaliden Rusça bilen, güzel Rusça konuşabilen tezgâhtar ve Rus idaresinin ihtiyaç duyduğu tercümanlar yetiştirmek maksadıyla açılmıştır. Kâdirî, eve dönünce efendisine hizmet etmek zorunda olduğu için bu mektepten istifade edemez. İki yıl sonra, bu hayata tahammül edemediği için babasına yalvararak evine döner. Bundan sonra aynı mektebe babasının evinden devam eder. (s. 13)
Kâdirî, tüzem mektebinden mezun olduktan sonra bir süre ağabeyinin küçük marangozluk işlerine yardım eder. 1912 yılında Resulmuhammed adlı zengin bir manifaturacının dükkânında hem tezgâhtar, hem de kâtip olarak çalışmaya başlar. (s. 14)
Bu yeni işiyle birlikte Kâdirî’nin hayatında önemli değişiklikler meydana gelir. 1914 yılında damat olacağı efendisi misafirperver, âlimlere hürmet ve iltifat eden bir insandır. Bu sebeple dükkânı, devrin bazı aydınları için bir buluşma ve sohbet etme mekânıdır. Kâdirî, dükkâna gelenlerle tanışır, dost olur. Gündüzleri dükkânı açmak, Rusça mektuplar yazmak, ticarî belgeleri tanzim etmek, zengin Ruslarla iş görüşmek, akşamları hesapları kapatmak ve misafirlere hizmet etmek, onun görevidir. Bu arada kendisi de sohbetlere iştirak eder; boş vakitlerinde misafir odasında veya dükkânda kitap okumak ve yazmakla meşgul olur. Kâdirî, hâl tercümesinde o yıllarla ilgili olarak şunları yazmaktadır:
“1912 yılında, manifaturacılık yapan birinin yanında kâtip olarak çalışmaya başladım. Bu işime 1915 yılına kadar devam ettim. Orada çalışırken Tatarların çıkardıkları gazeteleri okuyarak dünyada gazete diye bir kelimenin varlığına iman getirdim. 1913 yılında Özbekçe Sadâ-yı Türkistan, Semerkand ve Ayna gazeteleri çıkmaya başlayınca, bende de bunlara haber yazma hevesi uyandı.” (s. 16)
Oğlu Habibullah’ın tespit ettiğine göre Kâdirî’nin basındaki Yeŋi Mescid ve Mekteb adlı ilk yazısı, 1 Nisan 1914 tarihinde Sadâ-yı Türkistan gazetesinde neşredilmiştir. Ciddî bir eğitim ve öğretmen yüzü görmeyen ve kendi kendisini yetiştiren genç Kâdirî, yazarlık hayatına haberler ve birtakım küçük yazılar kaleme almak suretiyle başlamıştır. Bu yazılar, o zaman için basit görülmekle birlikte Kâdirî’yi istikbâle hazırlamıştır. 1914-1916 yıllarında, Bahtsız Küyav adlı dört perdelik tiyatro eseriyle Cüvanbaz, Ulakda ve Cinler Bezmi adlı hikâyelerini yazıp neşreder. (s. 18)
Kâdirî, 1917 Ekim ihtilâlinden önce, bu eserlerinden başka Ahvâlimiz ve Milletimge Bir Karar ( Cüvanbaz, Taşkent-1915) adlı şiirlerini, Şadmerg ( Necat, Mart-1917) adlı hikâyesini ve Teşabay Yamakçi Bilen Aynisâ Bayvuçça adlı komedi tarzındaki sahne eserini de kaleme almıştır. Son eser neşredilmemiş, fakat Ekim ihtilâlinden önce sahneye konulmuştur. (s. 20) Genç yazar, Cedit hareketinin eğitimcilik mefkûresini terennüm eden bu ilk edebî eserlerinde, yanlış âdetleri tenkit ederek halkı kendi kendisini tanımaya ve yeniliğe davet eder.
Kâdirî, 1917 yılına kadar hiçbir siyasî fikre karşı kendisinde mensubiyet veya yakınlık hissetmez. Bunun sebebi, kendi ifadesiyle savadsız avamî oluşudur, yani esaslı bir bilgiye sahip bulunmaması ve cahilliğidir, Şubat ihtilâlinden sonra ortaya çıkan Turan Cemiyeti, Türk Adem-i Merkeziyeti, Muhtariyet, Ulemâ Cemiyeti ve Şûrâ-yı İslâm dernekleri karşısında şaşkına döner; Turan Cemiyeti’ne üye olur. O sırada gazete ve dergilerde, Rusya’daki siyasî partilerden bahseden yazılarda Sosyal Demokrat, Sosyal Revolüsyoner, Kadet, İnternasyonalist gibi adlar sık sık geçmeye başlar. Kendi ifadesine göre, gazete okumasına rağmen bunların gerçek mânâsını anlayamaz. Çünkü ne Özbek ve ne de Tatar şivesiyle, bu siyasî partilerin mahiyeti hakkında henüz hiçbir eser yazılmamıştır. Yine kendi bildirdiğine göre, aslında o sırada Türkistan’da komünizm ve sosyalizm hakkında kuvvetli bir bilgiye sahip olan hiç kimse yoktur. (s. 24)
1920 yılında Şûrâ hükûmetinde kâtip olarak çalışmaya başlar. Aynı zamanda çeşitli gazetelerde ve bilhassa İştirâkiyyun gazetesinde propaganda yazıları kaleme alır. 1919-1920 yıllarında, Rus Telgraf İdaresi tarafından çıkanları RosTA adlı duvar gazetesinde yazılar yazar. 1921 yılında, Kızıl Bayrak gazetesinde yazıları yayımlanır. Aynı yıllarda İnkılâb ve Kommünist Yoldaşı dergilerinde sekreter olarak çalışır; yumruk mânâsına gelen Muştum adlı hiciv dergisinin kurucusu ve yazı kurulu üyesi olarak 1924 yılına kadar görev yapar. (s. 31) Kendisi hâl tercümesinde bu dönemden bahsederken, “Ben, şark âzatlığının ve mazlum proletarya saadetinin sadece Leninizmle mümkün olacağına inanan biriyim; Marks ve Lenin’in coşkun bir öğrencisiyim. Çünkü ben Lenin’den ruh kazandım, Marks’tan ilham aldım”, demektedir. (s. 33)
Bu yıllarda yayın organlarındaki kalem faaliyetleri, Kâdirî’nin bir gazeteci olarak tanınmasında önemli rol oynar. Bilhassa Muştum dergisindeki yazıları sebebiyle “felyeton (fıkra yazısı) kıralı Culkunbây” olarak büyük şöhret kazanır. (s. 35) Yazar, çoğunu hiciv ve fıkra üslûbunda kaleme aldığı bu yazılarında din adamlarını, ticaret erbabını, israftan çekinmeyen zenginleri, yüzsüzleri, dalkavukları ve makam düşkünlerini şiddetle tenkit eder.
Bu şiddetli hiciv ve tenkit yazıları sebebiyle tehditlerden kurtulmak için yazılarında elliden fazla müstear imza kullanır. Oğlu Habibullah Kâdirî’nin tespit ettiğine göre bu imzalardan bir kısmı şöyledir: “Culkunbây, Cırkınbay, C- bay, Cu-bay, U-bay, C., Culkunbây Savrınbay oğlı Mulla Culkunbay, Culkınçıtır, Dümbülbay, Cülbülbay ciyeni, Dümbülbay oğlı, Dümbül Devâne, Dümbülnisâ, Damledümbül, Ciyen, Ciyeniŋiz Muştum, Kelvek Mahzum, Kelvek Manzum ciyeni, Kelvek Mahzum Şâşiy, Taşpolat, Taşpolat Teceŋ, Alimov, A.K., Baykuş, Yolavçi, Kempir, Kamayçi, Kolhozçi, Gaznitçi, Lekeleŋ Mahzum, Mevlân Küfür, Muştum, Sanı Hudâ, Telbe, Avsar, Çin Dost, Çirmende Bâtır, Çi Çâre, Şepek Mahzum, Şâşiy, Şılgay, Bağban, Kakıldak Hoca, Matbuat Arısı, Maşhordaçi, Şekkâk, Mulla Eşanbay, Goshor, Mulla Müşfikiy.” (s. 38)
Abdullah Kâdirî’nin 1923-1926 yılları arasında Muştum dergisinde 21 sayı boyunca tefrika ettiği Kelvek Mahzumniŋ Hâtıra Defteriden adlı hicvî hikâyesiyle 1924-1927 yılları arasında Muştum ile Kızıl Özbekistan gazetesinde tefrika ettiği Taşpolat Teceŋ Nime Deydi? adlı hicvî eseri, Özbek hiciv edebiyatının parlak örnekleri arasında kabul edilmektedir. Halkı, gerçek hayatla ilgisi bulunmayan ve değişen şartlar karşısında şaşırıp kalan din adamlarının tesirinden kurtarmak gayreti, birinci eserin esasını meydana getirir. İkinci eserde ise içki, kumar, fuhuş, hırsızlık gibi her türlü kötülüğü işlemekten çekinmeyen câhil ve son derecede aksi bir adam olan Taşpolat’ın hikâyesi anlatılmaktadır.
Kâdirî, 1924 yılında Moskova’da Devlet Jurnalistler Enstitüsü’nde, gazetecilik bilgisini artırmak üzere özel bir eğitime tâbi tutulur. Bu enstitüde bir yıl boyunca idealizm, realizm, romantizm, füturizm gibi edebî akımlarla birlikte diyalektik, mantık, endüksiyon ve dedüksiyon kanunları hakkında dersler görür. (s. 50)
Abdullah Kâdirî, ihtilâlin ilk yıllarında gazete ve dergilerde neşredilen yazılarında, fikir hürriyetinden duyduğu memnuniyetini ve bunun sonucu olarak da hakikatleri yüksek sesle duyurmaya çalışır. Sosyal hayattaki yenilikleri alkışla karşılar, yeni hayatın önündeki engelleri ifşa eder, Sovyet sistemindeki tezatları ve yapılan siyasî yanlışlıkları iyi niyetlerle ortaya koymaya çalışır. Onun bu gayretleri yavaş yavaş tenkide uğramaya başlar. 1926 yılında Muştum dergisinde çıkan Yığındı Gepler adlı hicvî yazısında, yapılan yanlışlıklar ve idareciler hakkındaki tenkit edici ifadeleri yüzünden karşı-inkılâpçı harekete teşebbüs etmekle suçlanır ve hapsedilir. Dört aydan fazla süren sorgulama sonunda iki yıl hapse mahkûm edilir. Daha sonra mahkûmiyet kararı bozularak serbest bırakılır. Bu olaydan sonra Kâdirî, gazetecilikle olan ilişkisini tamamen keser, sadece edebî eserleri ve tercüme işleriyle meşgul olur.
Kâdirî, sadece hikâye, piyes, hiciv, makale ve fıkra yazıları kaleme alan bir yazar değildir. O, Özbek edebiyatında, daha çok roman yazarı olarak tanınmış bir sanatkârdır. Özbek roman mektebinin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Özbek edebiyatı tarihinde ilk realist ve tarihî roman türünün örneğini veren66 ve yeni nesir dilinin de kurucularından olan bir yazardır. (s. 54) Roman yazmaya başlamadan önce, Rus ve Avrupalı yazarlarla birlikte Türkiye’den Yakup Kadri, Refik Hâlit, Fâlih Rıfkı, Rûşen Eşref ve Yahya Kemal’in mensur eserlerini, Arap dünyasından da Corci Zeydan’ın eserlerini inceler.67
İlk romanı olan Ötken Künler, önce 1923-1924 yıllarında İnkılâb dergisinde tefrika edilir, 1926 yılında da kitap hâlinde yayımlanır. (s. 63) İkinci romanı olan Mehrabdan Çayan ise, 1929 yılında Semerkand’da yayımlanır. Romanda, 19. yüzyıl ortalarında ve Rus işgalinin hemen arefesinde, Hokand hanlığında taht ve makam kavgası veren hanedan mensupları ve valilerle birlikte dergâh ve camiler etrafında toplanan tufeyli tiplerin hikâyesi anlatılır. Esere, daha çok dergâh ve camiler etrafında cereyan ettiği için Mehrabdan Çayan adı verilmiştir.
Yazar, 1920’li yılların sonunda Tatar ilim adamı Abdullah Şünasi’nin orta mektepler için hazırladığı Fizika Kursı adlı ders kitabını tercüme eder ve değer görmediği için kendi imzasını koymadan yayımlar. (s. l42) Bir ara sözlük işiyle de meşgul olur; Rusça-Özbekçe Tola Sözli Lügat adlı eseri, 1934 yılında Lâtin harfleriyle basılır. Oğlunun haber verdiğine göre, “P” harfine kadar hazırlanan sözlükte 11.000 kelime bulunmaktadır. (s. 159) Romancı, 1932-1934 yılları arasında Âbid Ketman adlı romanını kaleme alır. Eser, Özbek Sovyet edebiyatında kolhoz ve köy hayatından bahseden ilk romandır. (s. l60) Eserde, kolhoz sisteminin insandaki teşebbüs kabiliyetini ve mülkiyet duygusunu yok edeceği, bunun da toplumun geri gitmesine sebep olacağı anlatılır.
1935 yılında, Gogol’dan tercüme ettiği Üyleniş piyesi sahneye konulur. Aynı yılın yaz aylarında, yazmak istediği Emir Ömerhanniŋ Kenizi adlı romanı için bilgi toplamak ve yerinde incelemeler yapmak üzere Hocend, Hokand, Fergana, Mergilan, Andican, Üçkorgan ve Namangen taraflarına seyahat eder. (s. l97)
1935’ten sonra bütün Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi Özbekistan’da da Stalinist kızıl terör politikaları bütün şiddetiyle uygulamaya konulur. Gazetelerde, bilhassa 1937 yılında Ceditçi şair ve yazarlar aleyhinde şiddetli bir kampanya başlatılır. Bu kampanyanın sonunda şair ve yazarlar 1937 yılının son aylarından itibaren hapse atılır. Abdullah Kâdirî de 31 Aralık 1937 günü, Türkistan Türklerine millî birlik fikrini telkin ettiği için tutuklanır. Ceditçi yazar ve şairlerin sorgulamaları devam ederken Pravda Vostoka gazetesinde “Özbek Halkının Düşmanları” (04.11.1937), “Özbekistan Emekçileri Şiddetli Halk Düşmanlarının Kurşuna Dizilmesini Arzu Etmektedir!” (05.3.1938), “Hâinlere Ölüm!” (05.3.1938) ve “Kötülere Şefkat Yok!” (06.3.1938) gibi mahkûm edici yazılar neşredilir.68
Kâdirî, sorgulama sırasında işkenceye maruz kalır, kaburgaları kırılır, göğsü ezilir, yüzü parçalanır. Katlnâme adlı eserin yazarı Nebican Bâkiy, tutukluluğunun ilk üç ayında Kâdirî’nin “it körmegen azabnı kör”düğünü haber vermektedir. Nihayet Kâdirî, 04 Ekim 1938 günü, Abdurrauf Fıtrat ve Süleyman Çolpan gibi Özbek millî edebiyatının çok tanınmış âbide şahsiyetleriyle birlikte kurşuna dizilmek suretiyle idam edilir. Hakkında hazırlanan dava dosyası, ertesi gün mahkeme heyeti tarafından on beş dakikada (saat 12.45-13.00 arası) incelenir ve Millî İttihad, Millî İstiklâl ve Turan cemiyetlerine üye olmak, bu cemiyetlerin faaliyetlerine iştirak etmek, İngiliz casusluk teşkilâtıyla ilişkisi bulunmak, “gizli bir dinî mezheb”in mensubu olmak, Özbekistan’da faaliyet gösteren Troçki taraftarlarıyla işbirliği yapan karşı-inkılâpçı ve milliyetçi teşkilâta girmek, Sovyet hükûmetine ve Komünist Partisine karşı mücadele etmek, hükûmet ve parti aleyhine gazete ve dergilerde şiddetli yazılar yazmak, milliyetçilerle ilişkisi bulunmak, etrafına karşı-inkılâpçı unsurları toplamak, toplantılarda devamlı surette milliyetçi konuşmalar yapmak, sınıf, mücadelesine karşı çıkanlar aleyhinde olmak üzere okuyucularında hiçbir öfke ve gazap hissi uyandırmamak, dine karşı yürütülen propaganda faaliyetlerine katılmamak, bilâkis dindar olanları yüceltmek, eserlerinde tasvir ettiği komünistleri kasıtlı olarak fazilet sahibi komünistler arasından seçmemek, yine eserlerinde Leninci, Stalinci Komünist Partisi temsilcilerini değil, sıradan insanları anlatmak, Rus milletini hedef gösteren eserler yazmak, Sovyetler Birliği’ni sömürgeci devlet olarak değerlendirmek, Türkistan’ın Rusya’nın bir sömürgesi hâline getirildiğini söylemek ve başka devletlerle ilişkisi bulunmak suçlarından dolayı idama mahkûm edilir.69
Kâdirî, tutuklandıktan sonra mektupları, fotoğrafları, kütüphanesi ve aleyhinde delil olarak kullanılabilecek bütün eşyası ve evi müsadere edilir. Askerî savcının açıklamasına göre Mukîmî, Furkat, İbn Sina, Feridüddin Attar, Ali Şîr Nevâyî, Nizamî, Bîdil ve Abdurrahman Câmî’ye ait yazma eserlerin de bulunduğu bütün kütüphanesi 05 Nisan 1947 tarihinde yakılarak imha edilir. Taşkent Tıp Fakültesinde okumakta olan oğlu Habibullah Kâdirî, “halk düşmanı”nın oğlu olmak suçundan dolayı önce hapsedilir, daha sonra sürgüne gönderilir. Müsadere edilen evi ise domuz ahırına çevrilir.70 Eserlerini okumak ve elde bulundurmak, yazar hakkında müspet beyanda bulunmak, şiddetle yasaklanır. Bu yasağa uymayanlar, tıpkı Kâdirî gibi cezalandırılırlar. Bu takip ve tehditler yirmi yıl boyunca devam eder. Nihayet Stalin’in ölümünden sonra Kâdirî’nin de totaliter rejimin bir kurbanı olarak suçsuz yere idam edildiği açıklanır, itibarı iade edilir, 1958 yılından sonra da eserlerinin tekrar basılmasına izin verilir. Özbekistan’ın 1991 yılında bağımsızlığını ilân etmesinden sonra Ali Şîr Nevâyî devlet ödülüne ve istiklâl nişanına lâyık görülmüş; hatırasına hürmeten edebiyat, sanat ve mimarî dallarında onun adına devlet ödülleri ihdas edilmiştir.
* *
*
Abdullah Kâdirî’ye Özbek edebiyatında yazar olarak en geniş şöhreti kazandıran eseri, hiç şüphesiz Ötken Künler (Geçmiş Günler) adlı romanı olmuştur. Özbek okuyucusunu roman türüyle tanıştırmak düşüncesi, Ötken Künler’in yazılma sebeplerinden biridir. Bu sebeple romanı bir mübtedî eseri olarak değerlendirmek de mümkündür. Tarih ve coğrafyayı ilgilendiren açıklamalarda bulunulması, 19. yüzyılda kullanılan bazı kelimelerin yeni dildeki karşılıklarının verilmesi, birçok yerde yazarın romana müdahale ederek düşüncelerini kendi ağzından söylemesi ve hatta zaman zaman doğrudan okuyucuya hitap etmesi bakımından Ötken Künler romanı, bizim edebiyatımızda Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerini hatırlatır.
Romanda, edebî eserin ifade kudretinden yararlanılarak 19. yüzyıl ortalarında (1845-1850), Hokand hanlık merkezinde ve hanlığa bağlı Taşkent ve Mergilan şehirlerinde meydana gelen bir kısım olaylar hikâye edilir. Yazar, eserin başına ilâve ettiği “Yazguçıdan” başlıklı kısa yazısında, romanın konusunu “yakın geçmişten, tarihimizin en kirli ve en karanlık günleri olan son han (Hudâyâr Han) döneminden seçtim” (Ötken Künler, Taşkent-1994, (s. 6) demektedir.
Taşkentli Atabek ile Mergilanlı Kümüş’ün aşkları, Ötken Künler romanının mihverini teşkil eder. Eser, bu yönüyle güzel bir aşk hikâyesidir. Ancak bu aşk hikâyesi, taht kavgaları ve kabile savaşları yüzünden Türkistan’ın siyasî istikrarsızlık, yoksulluk ve cehalet batağında can çekiştiği bir dönemde cereyan eder. Yazar, Atabek ile Kümüş’ün hikâyesini, Türkistan’da yaşanan siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel hayatı gözler önüne sermek ve bunlardan ibret alacak olan okuyucusunda millî şuuru uyandırmak için romanı sırtlayan bir vasıta olarak kullanır.
Roman, 1917 yılında, Ekim ihtilâlinin hemen ardından kurulan Türkistan Muhtariyeti’nin Bolşevikler tarafından kanlı bir şekilde yıkılmasından sonra yazılır. Romanda anlatılan olaylar ise, Türkistan’ın Ruslar tarafından işgaline zemin hazırlamış ve işgalin hemen arefesinde cereyan etmiştir. Nitekim romanın kahramanı olan Atabek de 1858 yılında Almata civarında, Ruslara karşı savaşırken şehit düşer. Rusları Türkistan üzerine celbeden en önemli sebep, kabileler arasındaki bitmek bilmeyen savaşlardır; yani millî şuur eksikliğidir. Romanın yazıldığı yıllarda Türkistan, yeni bir işgale, Bolşevik Rus işgaline uğramıştır. İlk işgal sırasındaki kabilecilik ruhu hâlâ devam etmektedir. Türkistan Muhtariyeti’nin Ruslar tarafından yıkılmasından sonra başlayan ve tamamen millî istiklâl karakteri gösteren Basmacılık hareketi sırasında Türkistan’da müşahede edilen dağınıklık, bunun en önemli göstergesidir. Yazar, seksen yıl öncesine işaret ederek ibret alınmasını ister. Millî birlik ve istiklâl düşüncesi, Ötken Künler romanına kuvvetli bir heyecan kazandırmaktadır.
Romanın merkez şahsiyeti olan Atabek, birinci bölümde, bir Rus şehri olan Şamay (Semipalatinski)’ı görmeden önce, diğer ülkelerin de Türkistan gibi idare edildiğini ve diğer ülkelerde de Türkistan’daki gibi her türlü kargaşanın hâkim olduğu bir hayatın yaşandığına inanır. Ancak Atabek, Şamay’daki siyasî, iktisadî ve sosyal gelişmeleri görünce son derecede etkilenir, zihni karışır. Rus idaresi karşısında Türkistan’daki idarenin ancak bir oyun sayılabileceğini düşünmeye başlar. Bu idarenin aynı düzensizlikle devam etmesi hâlinde, işin sonunun nereye varacağını tahmin bile edemez; Türkistan’da yaşanan facianın âkıbeti hakkında “aklım âciz kaldı” der. Yazar, Atabek’in ağzından mevcut idarî karmaşanın mutlak bir feci âkıbete yol açacağını söyler.
Gördüklerinden fevkalâde etkilenen Atabek, tatlı bir hayâle kapılır: “Kanadım olsa da vatanıma uçsam, han sarayına gitsem ve Rus’un hükûmet tarzını, kanunlarını birer birer arz etsem; han da arzımı dinlese ve ülkenin her tarafına fermanlar göndererek Rus’un hükûmet tarzının derhâl tatbik edilmesini emretse ve ben de kendi yurdumun bir ay içinde Rus’un vatanıyla aynı seviyeye geldiğini görsem… Ancak ülkeme dönünce gördüm ki Şamay’da düşündüklerim, imrendiklerim tatlı birer hayâlmiş. Burada derdimi anlatacak kimse bulamadım.” Bunun üzerine derin bir ümitsizliğe kapılan Atabek, gördükleri karşısında ülkesini baştan başa bir mezarlığa benzetir ve “Doğrusu şu ki, mezarlıkta ‘hayyâlelfelâh’ hitabını kimse işitemez.” der. (s. 17-18) Atabek’e göre Ruslar’ın terakkî etmesinin tek sebebi vardır: Birlik olmak. Türkistan’ın günden güne gerilemesinin sebebi ise, kabile kavgalarıdır: “Bugünkü Karaçapan (şehirli Özbekler) – Kıpçak (bozkırda yaşayan Kırgızlar) kavgalarını size bir örnek olarak göstermek istiyorum: Düşünün hele, bu kavgalardan biz ne fayda gördük; Kıpçak kardeşlerimiz ne menfaat elde etmekteler? Bu durumdan faydalananlar, sadece iki halk arasına nifak tohumlarını serpen bazı yöneticilerdir.” (s. 19)
Abdullah Kâdirî, Özbeklerle Kıpçaklar arasındaki kavgalardan, eserinin birçok yerinde sık sık söz etmektedir. Romanın birinci bölümünün 15. kısmında, Taşkent surları önünde öldürülen Kıpçakların kellelerinden bir “dehşet tepesi” teşekkül ettiğini, bir ibret tablosu hâlinde şöyle anlatır:
“Üç-tört yüz insan başıdan turguzılgan bir tepe!
Karıçka keledirgen uzun sakallar, başdagı hûn-âlûd siyrek saçlar, bozargan yüzler, kanga belenib, yarım açık hâlde karaçık ornını bir aklık baskan közler dünyage ve şu hayatka lâ’net okugandek karaydırlar. Aynıksa bir baş, ehtimâl ki heli yigirme yılnı hem ötmegendir, murti hem çıkmagan. Hûn-âlûd kuyuk kaşları astıdagı yarım açık közleri kimnidir izlegendek karaydır… Yarım açık irinleri içidegi ak tişleri bilen tilini garçça tişlegen-de, göyâ şu turmışda, şu beser halk içide tuğılganı üçün ‘etteng’ okuydır.
Bu başlar uyumı üstide turgan korgan begisi yanıdagı yigitke başlar arasıdan birini körsetib, öz tanışlarıdan bir bekning başı bolganlıgını sözleydir.” (s. 80)
Yazar, eserinde devamlı olarak Özbeklerle Kıpçakların, yani Kırgızların birlik hâlinde olmaları gerektiği mesajını vermektedir.
Ötken Künler romanı, yayımlandığı tarihten itibaren büyük bir ilgi görmüş, Türkistan’ın bir asır önceki hayatından tarih karşısında objektif davranarak bahsettiği için âdeta bir başucu kitabı hâline gelmiştir. Roman, 1958 yılında tekrar basılırken muhtevası bozulacak şekilde kısaltılmış, daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, tahrip edilmiştir. Yazarın millî birlikten ve Türkistan’ın Ruslar tarafından işgalinden söz ettiği cümle ve paragraflar, hatta bazen millî kimliği tayin eden kelimeler, bu yeni baskıda değiştirilmiş veya tamamen çıkarılmıştır. Bu sebeple eserin orijinali ile bu yeni baskısı arasında çok önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar, sayfalar dolusu bir hacme ulaştığı için burada sadece birkaçını zikretmek istiyoruz:
İlk baskıdaki “Türkmen” (s. 9) adı, “adam” (s. 7), “Kırgız” (s. 113) adı ise, “kimse” (s. 109) kelimesiyle değiştirilmiştir. Akılsız mânâsına gelen “beser” (s. 80), “zaman” (s. 77) kelimesiyle değiştirilmiştir. “Türkistan ataları” (s. 18) ibaresi ise, “bu kişiler” (s. 16) şekline çevrilmiştir.
İlk baskıdaki “Yusufbek hacı Kanaatşâ’dan bir hat aldı.” (s. 377) cümlesi, Kanaatşah adı zikredilmeksizin “Yusufbek hacı öz tanışıdan bir hat aldı. “ (s. 371 ) şeklinde yazılmış ve sayfa altındaki not da tamamen çıkarılmıştır. Bu notta verilen bilgiye göre Kanaatşah, ordu kumandanlığı ve Türkistan vilâyetinde valilik yapmış ve işgal sırasında Ruslara karşı savaşmış tarihî bir şahsiyettir. Söz konusu mektubunda Kanaatşah, Yusufbek Hacı’ya, oğlu Atabek’in “Orus” (s. 377) ile savaşırken şehit düştüğünü haber verir. Yeni baskıda ise Atabek’in “çar askerleri” (s. 371) ile çarpışırken şehit düştüğü bildirilir.
Abdullah Kâdirî, romanının sonuna da “Yazguçıdan” (s. 378) başlığını taşıyan bir paragraftık bir not ilâve etmiştir. Bu notta, roman kahramanı Atabek’in Yâdgârbek adlı oğlunun, şiddetli açlık ve sefaletin hüküm sürdüğü 1919-1920 yıllarında vefat ettiği, iki torunundan birisinin Fergana Basmacıları arasına karıştığı ve yaşayıp yaşamadığının hiç kimse tarafından bilinmediği kaydedilmiştir. Bu not, roman kahramanı Atabek’in muhayyel bir şahsiyet olmadığını ortaya koyduğu gibi, Rus işgali altında eser veren Kâdirî’nin de Ruslara karşı bir millî mücadele hareketi olduğu bugün artık herkes tarafından kabul edilen Basmacılık hareketini, en azından kalben desteklediğini de göstermektedir. Söz konusu ettiğimiz yeni baskıda, bu paragraf da tamamen çıkarılmıştır.
Aynı şekilde, roman kahramanı Atabek’in babası Yusufbek Hacı tarafından söylenen şu cümleler de yeni baskıda hiç yer almamıştır:
“Aramızda fitne çıkmasını gözleyen Rus, kapımızın önüne asker yığıyor. (…) Siz, kendi Kıpçaklarınız için mezar kazarken Rus, sizin için tabut hazırlıyor. Kıpçaklara kılıç çekecek olursak Rus, bizi top ateşine tutacaktır, “ (s. 276)
“Biz, birbirimizin kuyusunu kazmaya devam edersek, yakında Rus istibdadı kirli ayağıyla Türkistanımızı kirletecek. Bizler de gelecek nesillerimizin boynuna kendi ellerimizle Rus boyunduruğu geçirmiş olacağız. Kendi neslini, kendi elleriyle kâfire esir eden bizim gibi kör ve akılsız atalar, Hüdâ’nın lânetine elbette uğrar, oğlum! Atalarımızın mukaddes naaşlarının medfun bulunduğu Türkistanımızı bir domuz ahırına çevirmeye çalışan biz köpekler, Allah’ın kahır ve gazabıyla elbette karşılaşırız. Temür Köregân gibi dâhileri, Mirza Bâbür Şah gibi fatihleri; Fârabî, Uluğbey ve İbn Sinâ gibi âlimleri yetiştiren bir ülkeyi felâket çukuruna doğru sürükleyenler, elbette Tanrı’nın gazabını hak etmişlerdir, oğlum!” (s. 294-295)
Abdullah Kâdirî, tarih karşısında objektif davranan bir yazardır. Romanında anlattığı olayların önemli bir kısmını, babasından dinlemiş; daha sonra bunları o döneme ait tarihî eserlerden ve yine o döneme ait hatıralardan tahkik etmek suretiyle eserine dâhil etmiştir. Ayrıca olayların cereyan ettiği mekânlarda, aylarca süren incelemelerde bulunmuştur. Bu sebeple Ötken Künler romanı ile tarih arasında tam bir paralellik bulunmaktadır. Eserin Türkistan’da çok büyük alâka görmesinin asıl sebebi, herhâlde bu olmalıdır. Umarali Narmatov’un verdiği bilgiye göre eser, yayımlandığı tarihten itibaren kısa aralıklarla defalarca basılmış, hatta birçok kişi tarafından da ezberlenmiştir.71
Bu alâkaya mukabil Sovyet tenkitçileri, 1920’li, 1930’lu yıllarda, siyasî ve sosyal olaylara sınıf çatışması açısından bakılmadığı ve milliyetçi ve karşı-inkılâpçı düşüncelerle kaleme alındığı için Ötken Künler romanını yazarıyla birlikte mahkûm etmişlerdir. Bu mahkûmiyet, Kâdirî’nin hayatı pahasına olmuştur. Aynı roman, 1958 yılındaki eksiltilmiş yayınından sonra, 1960’1ı yıllarda Sovyet ideolojisine hizmet eden bir eser olarak değerlendirilmiştir. Son yıllarda ise, Ötken Künler romanındaki Sovyet ideolojisine aykırı unsurları tespit ederek örnek bir ahlâk ve fazilet kitabı olduğuna dair methiyeler yazılmaktadır.72
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Ötken Künler adlı roman, Bolşevik ihtilâline birkaç yıl ümitle bağlanan ve işin vahametini farkedince de istiklâl için kalemine sarılan bir vatanseverin canhıraş feryadıdır. Türkistan’ın istiklâli ve millî birlik düşüncesi, eserin temel felsefesini oluşturmaktadır. Abdullah Kâdirî’nin öldürülmesinin sebebi de ülkesinin ve milletinin istikbâli hakkındaki bu haklı düşüncesidir.
(1998)
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.