Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Seyahatü'l Kübra», sayfa 12

Yazı tipi:

MUSUL

Musul, eski Yunan coğrafyacılarının Mezopotamya olarak tarif ettikleri iki nehir arasının kuzeydoğu kenarındadır. Dicle’nin batı sahilinde Ninova Harabeleri’nin karşısında bulunan şehir on iki kapılı büyük devasa bir sur ile çevrilidir. 65 bin nüfusa sahip refah içerisinde bir vilayet merkezidir. Halkı Arap, Kürt, Türkmen ve az sayıda Keldani, Süryani ve Yahudi milletlerden oluşmaktadır. Şehir sakinlerinin tamamı Arapça konuşmaktadır.

Şehir zengin bir mermer madeni üzerinde bulunmaktadır. Bu nedenle genellikle gökyüzü rengi mermerden yapılma olan evlerinin çatıları da alçı taşı ile dondurulmakta, kenarlarına da yarım boy yükseklikte süslü yıldızlar konulmuştur.

Çoğunlukla geniş ve bezeli avluları olan evleri dayanıklı ve kullanışlıdır. Fakat sokakları dar ve kullanışsızdır. Bu sokaklarda evden eve karşılıklı köprüler yapıldığı için gün içinde sokaklar güneş ışığı ve hava görmezler. Durağan ve esintisiz havadan kaynaklanan rutubet de etrafa kötü bir koku yaymaktadır. Sur içinde Beni Cercis’in makamı, Bab-ul Kiş’in dış kısmında Beni Şeys’in makamı, Dicle Nehri’nin doğu sahiline kısa bir mesafede kadim Ninova şehrinin harabelerini karşısındaki tepede Hz. Yunus peygamber aleyhisselamın mukaddes makamları bulunmaktadır. Hepsi kendi adlarına yapılmış camilerin yerleşkelerindeki debdebeli ve büyük türbeler içinde bulunmaktadırlar. Şehirdeki en ihtişamlı tarihî eser Nurettin Şehit Cami’nin (Nureddin Zengi Cami) hayal sınırlarının üstünde yüksekliğe sahip minaresidir.

Tuğladan yapılmış bu minare, düz alandan kurulu olan kalenin içerisinden etrafı gözetleme kulesi olarak da kullanılmaktadır. Yerden ortalama bir minare boyunda kare şeklinde duvar örülerek yükseltme sağlanmış ve bunun üstüne de bir buçuk minare boyunda ince ve oval bir minare örülmüştür. Bu şekilde minare uzatılmıştır. Bu cami Eyyübi atabeylerinden Nureddin Şehid (Nureddin Zengi) tarafından yenilenmiştir. Mescidin bitişiğinde olan dört dönümlük avlusu ile geniş bir namaz kılma alanına sahip olması bakımından bu camiye Ulu Cami de denmektedir. Caminin kapalı alanı bahsedilen geniş avlu boyunca uzatılmış olsa da eni dar, çatı yüksekliği az ve sade kâgir bir yapıdır.

Şehirde otuza yakın cami bulunmaktadır. Bunlar içerisinde en büyüğü Beni Cercis, Beni Şeys, Beni Yunus camileridir. Bunlarla birlikte çarşı içerisindeki Paşa Cami ile Endülüs’te bir zamanlar hüküm süren Beni Ahmer Devleti’nin döneminde yaptırılan Dicle Nehri’nin kıyısındaki Cami-ül Ahmer de diğer büyük cami örneklerindedir.

Ciddi manada verimli, önemli ve uçsuz bucaksız bir arazinin içerisine konumlanmış olan Musul, Mezopotamya ve Kürdistan topraklarında bulunan şehirler arasında ticaret, sanat, zenginlik, bayındırlık, bolluk, bereket ve güzellik bakımların içlerinde en seçkin olanıdır. Sıcaklık göstergeleri Temmuz ayında kırk iki dereceye kadar çıkmaktadır. Buna karşın sahip olduğu haşmeti ile İran tarafında Osmanlı sınırlarını boydan boya kaplayan Tiyari Dağlarında yaz kış hep bulunan karları okşayarak süzülüp gelen kuzey rüzgârları gecelere serinlik kattığından sıcağı düşünüldüğü kadar tesiri olmaz.

Çok akıllı ve çalışkan olan Musul halkı, ticaret, sanat ve tarıma dört elle sarılmışlardır. Kesinlikle memur olmayı akıllarından geçirmezler. Bu bakımdan ticaretin yüzde doksan beş Müslüman tüccarların kontrolündedir. Bu gözü açık adamların durmaksızın çabaları sonucu vilayet bugün yarım milyon liraya yakın bir ticaret hacmine ulaşmıştır. İthalat ise 110 bin lira kadardır. Bu anlamda millî geliri her yıl 390 bin lira artış göstermektedir. Bu bölge adına sevindirici bir durumdur. Ticaret marifeti ve iktisat bilgisi bakımından Anadolu’da ilk sırada olan Kayserililer Musulluların yanından geçemezler. Öyle ki tilkilikte ikinci bir eşleri bulunmayan Avrupalı tacirler dahi buradaki yerli ticaretin önüne geçip kazanç elde edemeyeceklerini bildikleri için şehre ayak dahi basmazlar.

Kayserili bir Ermeni tacir bu incelikleri bilmesine rağmen gelmiş. Buradan bir kâr elde ederim düşüncesiyle cesaret gösterse de sadece naif hayali kırıklığa uğramamış, sermayesi de elinden gitmiş. Bölgesel ticaret hacmini yabancıya kaptırmama konusunda gösterdikleri üstün yetenekleri takdiri hak etmektedir. Fakat bunu olması gereken bir nezaket içerisinde yapamıyorlar. Diğer yandan tasarruf etme konusundaki hassasiyetleri kazanmaya yönelik arzularının büyüklüğü ile eşit derecededir.

İslami kurallara riayet ederler ve temiz ve az tüketirler. Din ve hikmet açısından da doğru olmayan israftan bu şekilde uzak durmaları ve genellikle yerli üretim kıyafetler giyinmeleri sayesinde zenginleşmişlerdir. Çinliler gibi yabancıların şehirlerinde olmasını istemez ve onlardan kesinlikle hoşlanmazlar. Yabancılar ile irtibat kurmaktan uzak dururlar.

Dicle Nehri’nin doğu sahilinde olan Ninova şehri MÖ 2640’ta Asur Kralı tarafından kurulmuş ve ardından Kral Ninus tarafından genişletilerek daha güzel hâle getirilmiştir. Fakat MÖ 625’te kadim Fars kralları tarafından da harabe hâline getirilmiştir. Şehrin enkazlarından oluşan Koyuncuk Tepesi ile bu tepenin karşısındaki Nebi Yunus Mahallesi’ne bir köprü ile geçilmektedir. Bu köprü normal köprülerden farklı olarak bir yarısı kâgir ve yere sabit yapılmış; diğer yarısı ise yine ahşap yapılı fakat kayıklar üzerine konulmuş seyyar bir mimaridedir.

Zibar Dağları’ndan doğarak Nebi Yunus Mahallesi ile kadim Ninova Harabeleri arasından akıp giden Huser Irmağı, nehrin batı yakasını doğu yakasına bağlayan köprünün sol ayağına yakın bir yerden Dicle’ye karışmaktadır. Uzunluğu 600 metreden fazla olan bu köprüden karşıya geçerek Hz. Yunus aleyhisselamın mezarını ziyaret maksadıyla Nebi Yunus Mahallesi’ne gittim. Bu mahalle Dicle Nehri’nin doğu tarafındaki ova içerisinde bulunan ve çevre genişliği 8 kilometre, yüksekliği ise 70 metre olan oval bir tepe üzerinde kuruludur. Musul’a yarım saat mesafede olan bu bölge yüksek yapılı evleri ham kerpiçten evlerden oluşmaktadır.

İçinde Hz. Yunus aleyhisselamın bezemeler ile süslenmiş kabrinin bulunduğu büyük cami ihtişamlı ana avlusuna bitişik hâldeki medrese ve zaviyeler bu tepenin kuzey tarafının boydan boya kaplamaktadır.

Caminin ikinci avlusuna gitmek için, il önce büyük kapısından beyaz mermer döşeli güzel avlusuna geçiyorsunuz. Oradan doğu yönünde altmış adım ilerledikten sonra kuzeydoğu köşesinde bulunan yeşil çinileri ve abartılı süslemeleriyle tek şerefeli minarenin olduğu yere geliyorsunuz. Bu minarenin bitişiğindeki altı basamaklı merdivenden ikinci avluya çıkılıyor. Bu kısım, kapıları birinci avluya açılan taştan yapılma odaların alçı kullanılarak dondurulmuş geniş bir çatısı mahiyetindedir. Bu ikinci avlunun doğu tarafında caminin kapıları bulunmaktadır. Batı tarafında ise çok süslü ve iç kısımlar döşeli dershaneler mevcuttur. Güney tarafı ise birinci avlu ile birlikte mahalleye bakar. Kuzey kısmı ise Koyuncuk tepesine, Huser Vadisi, Dicle Vadisi ve Musul şehrinin tamamına bakmaktadır.

Manzarasının güzelliği insanın ruhuna ferahlık vermektedir. Ezan okunup cami kapıları açılıncaya kadar bu yüksek tepeden saatlerce Ninova Harabeleri’ni seyre kendimi kaptırmıştım. Bu harabeler aslında kral sarayının yıkıntılarıdır. Çevre genişliği yürümekle dokuz saat süren bu kadim şehrin harabeleri hilal şeklinde kavislidir. Musul Kalesi büyüklüğündeki Koyuncuk Tepesi de işte bu harabelerin oluşturduğu devasa kavisin ağzı kısmındadır. Bir zamanlar üzerinde kendini beğenmiş bir edayla ve maddi olarak bolluk içerisinde yüz binlerce insan yaşamaktaydılar. Bugün o meşhur şehrin yapıları topraklar altın kalmış ve enkazı iki yüz adım yükseklikte sıralanmış bu tepeler hâlini almıştır. Bu derin idrake vasıl olunca bu harabeler misaliyle belki yirmi asır sonra Osmanlı dünyansının bakiyesi olup toprağa gömülmüş eserlerin gün yüzüne çıkarılacağı zamanlara işaret edildiğini anladım ve kerametli bir ibret noktasının dersinin verildiğini hayal ettim.

Kadim Farslıların bu topraklarda gerçekleştirdiği vahşetler gözümde canlandığı esnada caminin iç kapıları açılmaya başladı. İkindi ezanı olması sayesinde hemen abdestimi alıp cemaatle namaza yetişebildim. Namazın bitimi ardından türbedarı bulup kendisine Hz. Yunus aleyhisselamın türbesini ziyaret etme arzumu ilettim. Bu isteğimi olumlu karşılayan adam önümde ilerleyerek kapıyı açtı. Bu kapı, yapı olarak İslamiyet’ten önce inşa edildiği için kıblesi Ayasofya gibi köşeye meyilli olan caminin iç tarafında kuzeydoğu köşesinde bulunmaktadır. Sanatlı süslemeleri olan bu kapıdan geniş ve bezemeli bir salona girilir. İçeride birkaç adım ileride bir iç kapı da bulunmaktadır. Bu kapıyı da açtıktan sonra içeride girip sekiz basamaklı bir merdivenden aşağı inilmektedir. Yunus Peygamberin mübarek kabri işte buradaki kubbenin altındadır. Ben de o mübarek cenneti ziyaret etme bahtiyarlığına ulaşarak huzur buldum. Tamamen Rabb’imizin bir yardımıyla ulaştığım bu fırsata bir şükür niyetiyle kurban kestirdim. Buradan dönüşüm esnasında da Koyuncuk Tepesi’ne uğradım.

Beni Yunus Mahallesi ile gitmekte olduğum harabe bölge arasında Huser Irmağı akmaktadır. Bu suyun üzerinde yapılmış olan taş köprüden geçtikten sonra biraz ileride Koyuncuk Tepesi’nin eteklerine ulaşılmaktadır. Tepeye vardıktan sonra yokuş yukarı yürümeye başladım. Bu kare tepenin her tarafı iki yüz adım yüksekliktedir. Üst kısmı bir ova gibi düz olduğu için civar köylüler burada kırmızı kavun ekimi yapmaktadırlar.

Yarım yüzyıl önce bu tepede kazı çalışmaları yapılması nedeniyle birçok yeri delik deşiktir. Bazı kısımlarında da cetvelle çizilmiş gibi düz ve tertipli büyük dere kanalları bulunmaktadır. Büyüklüğü enkazından anlaşıldığı üzere Musul kadar olan harabe şehirdeki bu vadiye benzeyen çukurların zamanında sarayın bölümlere ayrılması amacıyla yapılan yollar olduğu anlaşılmaktadır. Kazılar neticesinde ortaya çıkarılan fakat cüsseli yapıları nedeniyle başka yerlere nakledilemeyen resim ve heykellerin birçoğu güneş ve yağmur nedeniyle tahrip olmaktadır. Bu ihtişamlı sarayın büyük kapısının iki tarafında da bulunan büyük fil heykellerden anlaşıldığı gibi yontma sanatı çok eski zamanlarda ileri bir noktaya ulaşmıştır.

Bunlar beyaz mermerden yapılma sanatsal bir tarzda devasa büyüklükte fil şeklindedirler. Bu heykeller, filin hortumunun uçunundan eşit şekilde ortasından ikiye ayrılarak kapının iki kanadına konulmuşlardır. Duvarlardaki tasvirler gibi çalışmalara da çevredeki terbiyesiz çocuklar tarafından kırılmakta ve zarar verilmektedir.

İngiliz Devleti tarafında ayda 12 lira maaş alarak bu terk edilmiş bu tarihî eserleri koruyan bir bekçinin bulunduğu bilgisini aldım. Bu şahıs buralar kesinlikle uğramadığı gibi buradakiler kendisi hakkında bir bilgiye de sahip değiller. Ziyaret ettiği bu dönemde vali olarak Gürcü Osman Paşa makamdaydı. Kendilerini ziyaret edip Niksar’da muhacir olarak ikamet eden kendi hemşehrilerinin selamlarını ilettim. Ziyaretimden çok memnun kaldılar.

ERBİL

Erbil, Musul’un güneydoğu tarafındır ve şehre 16 saat mesafe uzaklıktadır. Harput ile benzer şekilde Erbil de geniş bir ovanın içerisinde 200 adım yükseklikteki kare şeklinde bir tepeyi çevreleyen devasa bir kalenin içerisindedir. Bununla birlikte, surların dışında da evler bulunmaktadır. Erbil’de, aşağı mahalleden kaleye doğru çıkan yol üzerindeki büyük havuza dökülen bir doğal kaynak suyu bulunmaktadır. Bu akarsu dışında da başka bir su gözlemlemedim. Şehirdeki herkesin kullandığı bu kaliteli suyun tadı lezzetlidir.

Bu bölgenin halkı Selçuklu Türklerinin soyundan gelmektedir. Çok kaba ağızlı bir dil kullanmaktadırlar. Şehir halkı, Şeyh Ebubekir Efendi gibi akli ve bâtıni ilimlere vakıf birçok âlimin kendi topraklarında yaşıyor olmalarından dolayı çok mutluluk duymaktadırlar. Çok verimli bir ovası, hoş bir havası ve güzel bir manzarası bulunmaktadır. Şehir, konum olarak Büyük Bağdat Yolu istikametinde olması nedeniyle saymak bitmez miktarda yabancının uğrak yeridir.

Geldiğim dönemde kaymakamlığını Revandizli Abdullah Paşa yapmaktaydı. Her ne kadar kendilerini ziyaret etmek maksadıyla kaledeki Hükûmet Dairesi’ne gittiysem de o an şehri dolaşmakta oldukları için bu mümkün olmadı. Fakat yerine vekâleten bıraktığı oğlu Sait Bey ile görüşebildim. Kendisi yaklaşık olarak yirmi yaşlarında olan bu kişi gayet terbiyeli ve akıllı biriydi. Asil evladını terbiye etmeyi başaran Paşa kesinlikte bahtiyar biri olmalı ve tebrik edilmeyi de hak etmektedir.

REVANDİZ

Deyri Harir, Babaçiçek ve Kân-u Tuman köyleri Revandiz yolu üzerinde etrafı meşeliklerle dolu köylerdir. 2000 rakımlı bir dağa çıkan yola ise Sardaya denmektedir. Meşhur siyasi şahsiyetlerden merhum Reşit Paşa, Kör Mehmet Paşa’ya haddini bildirmek için yanına çok sayıda asker alarak Revandiz’e geldiği zaman Deli Ali Bey Boğazı denilen bu yolu kullanmamıştı. Bunun yerine boğazın güneyindeki Marir düzlüğündeki bayırı kullanarak dağa tırmandığını ve bu şekilde Sardarya Tepesi’ne indiğini kaydetmektedirler. Revandiz’in önünden gür bir şekilde akan Cendeban Suyu ile Baykal Suyu dışında Zap Suyu’nun bir kolu daha akmaktadır. Havası ve suyu güzel olan dağlık bir şehirdir. Bunların dışında övünebileceği tek tel halkının güzelliği ve bakımlı oluşlarıdır. Bölgenin İran sınırında olması nedeniyle bir tabur askeri bulunmaktadır. Burada iki yıl memuriyet yaptıktan sonra Zaho’ya tayin edildim.

ZAHO

Bu şehir, kendi adını aldığı Zaho Irmağı’nın ortasında, meydanda genişçe bir adanın üzerine kurulmuş yıkık dökük bir yerdir. Şehrin göze çarpan yegâne binaları Hükûmet Dairesi ve şehrin önde gelenlerinden olan Ağazade Hacı Yusuf Ağa’nın kendi evidir. Şehrin çok ağır bir havası vardır. Bu şehirde geçirdiğim iki yıllık memuriyet yaptım.

Vazifemi tamamladıktan sonra Cizre, Nusaybin, Urfa, Halep ve İskenderun üzerinden Mersin’e geçtim. Merhum validemi Adana’da bıraktım. Ardından Silifke, Gökbelen, Ermenek ve Karaman üzerinde önce Konya’ya geçtim. Burada trene binerek Eskişehir istikametinden iki gün içerisinde İstanbul’a vardım.

NUSAYBİN

Mardin şehrinin kurulu bulunduğu dağın eteğinde olan Nusaybin, Dicle ve Fırat Nehri’nin kuzey ucundadır. Tarsus gibi bağ ve bahçelerle dolu suyu bol bir şehirdir. Yaz mevsimleri çok sıcak ve kış mevsimleri ise çok soğuk olan havası ağır bir yerdir.

Cennetmekân II. Mahmut Han döneminde yapılmış çok büyük ama harabeye dönmüş bir süvari kışlası bulunmaktadır. Meşhur Ebu Navas’ın “Nusaybin’in havası bir gün beni mutlu etti ki ben de o gün ondan memnun oldum. Keşke dünyadaki iki beklentimden biri olaydı.” diye havasına yaptığı serzenişe bakılınca şehrin havasının önceden beri kötü olduğu anlaşılmaktadır.

URFA

140 bin kilometre çapında çevresi olan Dicle ve Fırat arasındaki şehirlerin en bayındır ve güzel olanı Urfa’dır. Peygamberlerin dedesi Hz. İbrahim aleyhisselamın mübarek makamları bu şehrin seçkin bir yerinde bulunmaktadır. Dünyaya geldikleri yerin mağaranın ön kısmında bir liman genişliğinde ve çevresi düzenli bir şekilde imar edilmiş bir havuz bulunmaktadır.

Bu havuzun içi ikişer kilo ebatlarında çapak balıkları ile doludur. Bu balıkların sayısı milyonlara ulaşmaktadır. Buraya gelen ziyaretçiler bereket ve uğur getirir düşüncesiyle bunlara ekmek kırıntısı gibi yiyecek şeyler atmaktadırlar. Bu nedenle insanlara alışıktırlar. Öyle ki onları izlemek için havuz kenarına geldiğimde, onlara ekmek vermem için önümde yığıldılar.

Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşine burada atılmıştır. Lanetli Nemrut’un bu iş için yaptırdığı mancınık, bu işe özel inşa ettirdiği çift sütunlu kale içerisinde hâlen durmaktadır. Ebatları fabrika bacaları büyüklüğündedir. Henüz ateşli silahların icat edilmediği dönemde kaleleri kuşatma altına alınmış olanlar düşman kuvvetini dağıtmak için kale içerisinde mancınıkları vasıtasıyla büyük kayalar atmak için bu mancınıklara ihtiyaç duyarlardı. Bu çifte sütunların da daha önce yapıldığı ve Hz. İbrahim’in bunlara bağlı mancınıklar ile ateşe atıldığına dair bir şüphe yoktur. Çünkü her bir tanesi İstanbul’daki Çemberlitaş büyüklüğünde olan bu sütunları birkaç gün değil, birkaç yılda dahi yapabilmek insan kabiliyetinin çok üstündedir.

HALEP

Anadolu ve Suriye topraklarının sanat, ticaret ve bayındırlık bağlamında en iyisi Halep’tir. Arazi olarak çukur bir yerde olan şehrin sokakları dardır. Sonradan sur dışına yapılan Cemiliye gibi mahalleleri ile çarşısı çok düzenli ve ferahtır. Surun içinde bulunan Ulu Cami’de Hz. Yahya aleyhiselamın makamları bulunmaktadır. Halep’te bir gece konakladım. Yerinin önemi ve şehrin bayındırlığı herkesin malumudur. Bu nedenle bundan daha fazla kelam etmenin gereksiz olduğunu düşünüyorum.

Cemiliye Mahallesi’nden geçen akarsuyun iki tarafında da kahvehaneler sıralanmaktadır. Buralarda icra edilen ince sazları dinlemek için bu bölgeyi gezdim. Nehrin iki yanını da çevreleyen setlere gölge yapan güzel yapraklı ağaçlar bulunmaktadır. Ben de bunların altında dizilmiş iskemlelerden birinde oturmuş nargile içiyordum. O esnada telgraf memurluğundan tanıdığım birkaç beyefendi yanıma doğru geldiler. Onların sayesinde burada yalnız başına oturup düşünmekten kurtuldum. Bunlar, Telgraf Bakanlığı eski muhasebecisi kötü namıyla meşhur Bedri’nin kötülüğüne uğramış şansızlar insanlardandı. Bu adamın eziyet ve kötülüklerini anlatmakla bitiremeyen bu çaresiz adamlar konuyla alakalı konuşmaya ilk başta şu cümleyle başladılar: “Bedri burada başmüdür olarak başımıza Firavun kesildiği zaman eski vali merhum Cemil Paşa’nın evini kiralamıştı.”

Hersek İsyanı’nda postaneden zimmetine geçirdiği meblağı ve eksik parayı hükûmete hissettirmeden yavaş yavaş kullanmak için: “Ailemize ya da gelinimize şu kadar bin lira miras düştü. Lütfen aldırınız.” şeklinden ara sıra uydurma ve danışıklı telgraf alan bu şeytanın zenginlik taslamacılığı herkesçe bilinmektedir.

Bugün, Diyarbakır başmüdürü olan Değirmenci Kör Agâh o zamanlar Bedri’nin gönüllü en baş dalkavuğuydu. Devlet hazinesinden çaldığı paraları kibir budalası Bedri soytarısının evine her gece kurdukları içki meclislerine şarkıcı kadınları sırayla çağırarak yiyorlardı.

“Ben o ben değilim.” düşüncesi gereği önüne geleni hırpaladığı, kendi kafasındaki birtakım itleri de başına toplayıp içki meclisleri kurduğu o azgın zamanlarında bazen bizi yanına çağırtıp “Falan işi ne yaptınız? Bosna’dan benim adıma başka telgraf geldi mi? Söylediğim parayı almasını emrettiğim kişi ne kadar para aldığını biliyor musunuz? Merkezî haberleşme yolunda mı? İşlerinizi dikkatli yapıyor musunuz? Beni diğer müdürlere benzetmeyin. Sonra sizi mahvederim!” tarzında karga sesiyle saçmalardı. Biz ise gece yarısı oraya emrini dinlemek için gitmezdik. Aksine sadece onu bu rezil hâlini görüp bıyık altı gülerdik. Ona yumuşak cevaplar verip, saygıyla yanında ayrılıp evimize geri gelirdik. Bu şekilde emrinde bulunan memurlar sıkça evine çağırması, nursuz yüzü ve dikenli geven çenesi ile hükmetmeye çalışmasının amacı başına topladığı kendi ayarında ve adam olmazlara büyüklük taslamaktan başka bir şey değildi. Bize de güya kedince şımarıklık ve refah içerisinde bir hayat sürdüğünü göstermeye çalışıyordu. Bu yaptıklarının hepsi onun soysuzluğunu gösteren kepaze düşüncelerinden kaynaklanmaktaydı. Biz de bunu bildiğimizden güler geçerdik. Bir defasında yine gece yarısı yanına çağırtmıştı. Yatağımızdan kalkıp pisliğin evine gittik. Bu, gittiğimizde sarhoşluğun son sınıra gelmiş ve sızma noktasındaydı. Bu nedenle yanına girilmez hâldeydi. Burada da utanılacak hâli ve kalın kafalı oluşuna herkes tekrar şahit oldu.

O gece bu kahvedeki çalgıcılar, bu kibir budalası adamın evinde toplanmışlardı. Şunu icra etmekteydiler:

 
Ey üzerimde yükselmiş güzel bedr!
Arkadaşça ve kalben sarhoşça ışığında uyuyorum.
 

Çok yetenekli bir şekilde icra ettikleri bu fasıldan sonra Bedri dirseğine dayadığı kel kafasını kaldırdı. Pul pul kalkıp dökülen devetüyüne benzeyen renksiz köse sakalını kaşıyarak ağlar bir ses tonuyla “Ben bundan bir şey anlamadım!” dedi. Bu gibi budala adamlara destek çıkmakta usta olan gününü gün etme düşkünü ikiyüzlü Agâh ise hemen şakşakçılığını ortaya koyan bir tavır ile “Bu şiirinin başında nimet kapımız olan şahsınızın şerefli isimleri olması nedeniyle bendenizi çok üzdü.” Karşılığını verdi. Bunu duyunca keyiflenip hindi gibi kabaran yoldaşlık düşkünü o budala Bedri: “Evet, evet. Benim de dikkatimi çekince sonuna kadar dinlememe neden olan o söz değil mi? Yoksa sustururdum. Şiirin kalanı tatsız ve anlamsızdı. Şahsımda olan meziyetleri dikkate alsınlar da benim meclisime uygun şeyler söylesinler!” emrini verdi.

Ardından Türkçe ve Arapça çok güzel anlamları olan birçok şiir söylemelerine rağmen çalgıcılar cahil adama bir türlü kendilerini beğendiremediler. “Eşek hoşaftan ne anlar. Suyunu içer, tanesi içinde kalır!” manasını ima etmek maksadıyla:

 
Yeşillenmiş karşıki dağlar
Bülbül ağlar, sular çağlar.
Ah çingenede neler var
Ver ver mangır raksedelim hepimiz
Çingeneyiz Çingene ah Çingeneliktir bizim şanımız
Bütün kış çalışır, yazın da zevk ederiz
Ah fasl olur güller açar, dağlar başı seyrengahımız
Durmayız raksederiz, böyle de geçer zamanımız.
 

diye meşhur Çingene şarkısını çaldırdılar. Bu miskin bölümün sonunda oğluna hitaben: “Çalgıcıların şu güftesindeki anlamın tadı kemiklerime kadar işledi. Öyle ki bu zevkten sarhoş oldum. Bunlara 5’er kuruş bahsi dağıt.” dedi. Bunu üzerine çalgıcılar: “Efendim, Allah ömrünüzü bereketlendirsin. İnce ruhunuzu şimdi anlayabildik. Bundan böyle hoşunuza giden şeyleri söyleriz. Böylece hassas ve ince kalbinizin beğeneceğini ve büyük bir zevk alacağı düşüncesiyle daha önce sebep olduğumuz rahatsızlıktan dolayı özrümüzü kabul edeceğinizi düşünüyoruz.” şeklinde ince bir yoldan alay ettiler. “Böyle şaklabanca yaşaması daha büyük bir rezalet yaşanmasına engel oldu.” demeleri üzerine, “Bundan daha büyük nasıl bir rezalet olabilir ki?” cevabını verdiğimde, bu adamlar çok üzgün bir iç çekerek: “Leşin kokusu, bekledikçe artar. İşte onun gibi kötü huylunun da kötülüğü her geçen güç daha beter olur.”

Ancak binde birini anlattığımız bu adamın utanmazlıklarını onun soysuzluk, dipsiz cahillik ve terbiyesizlik gibi niteliksiz mahluklarda bulunan noksan sıfatlara sahip olmasına veriyorduk. Bu gibi insanlıktan nasiplenmemiş arsızlara nefretle bakıp onlardan uzakta durmaktan başka ne yapılabilir ki? O gibilere karşılık dahi vermekten kendimiz uzak tutuyorduk. Bunlara verilebilecek en iyi ceza bunların her şekilde görülen kötülüklerine karşın toplumda oluşan nefrettir. Aksi takdirde onlara haddini bildirmek gibi bir işi önemsemiyorduk.

Fakat kendilerine yakışanı yaptıkları için sustuğumuz bu kötülüklerinin dışında daha bizim hiç bilmediğimiz gizli saklı ne çok ahlaksız işleri varmış. Bizim fark edemediğimiz bu dikkat isteyen ince şeyleri hükûmet yetkilileri fark etmede zorlanmadılar. O dönemde valilik makamında merhum İşkodralızade Hasan Paşa oturmaktaydı.

Müslüman olmanın ağırbaşlılığı, memuriyetin şerefini korumak, devletin namusuna sahip çıkmak ve insanlığı yaşatmak gibi yüksek bir huy ve asaletten yoksun olan bu adi herifi Hasan Paşa’nın bir süreliğine kendi hâline bırakmasında üzerinde durduğu başka hedefleri varmış. Düşünceleri de kendileri gibi büyük olan adamların gösterdiklerin sabrın arkasında saklı gizli sır, sonradan gün yüzüne çıkmaktadır. Rezillik yapmakta tam hız ilerleyen bu arsızın çirkin keyfi beklediği gibi sürmedi. Birilerinin fark etmesinin zor zannettiği kötü işlerini hükûmet tüm detayları ile ortaya çıkardı. Bu şeytan herifin bu derece şımarması, ahlaksızca keyif içinde yaşamaya ve soygunculuğa girişerek kurduğu iktidar ortamını devam ettirme yolunda hiçbir aşırılıktan çekinmemesi yetmemiş. Daha da fazlası, Saltanat kurumunu, Allah korusun temelinden yıkmak için çaba sarf eden Ermeni bozguncularının gizli yazışmalarını Başmüdürlüğe özel resmî zarflar içinde kendine bağlı memurlar aracılığıyla dağıtmaktaymış. Buna karşılık da çete reislerinden bolca altın alırmış! Devletini ve dinini bir dinara harcayan bu alçak herif bahsedilen bu resmî zarflar içerisindeki zararlı yazışmaları kim bilir ne zamandan beri bu çetelerin tarafları arasında taşıttı. Fakat sonuç olarak gayretli Vali bunu gün yüzüne çıkardı.

Eskiden olduğu gibi kaçırmak istediği bu bozgunculara ait yazışmaları Başmüdürlüğe ait zarflar içerisine koyup zarfların üzerindeki muma da kendi damgasını mühürlermiş. Ardından zarfın içindeki yazışmaların olduğu zarfa da “Filan ve filan yerlere özel gizlilik içerisinde teslim edilip cevaplarını da tarafıma resmî bir zarf içerisinde gönderiniz. Görevde terfi etmeniz maksadıyla yazdığım bu yazıların dikkate alınacağını Bakanlıktaki dostlarım bizzat özel mektuplarında bana müjde olarak ilettiler. Nasıl ki ben sizin görevde yükselmeniz için gayret ediyorum, sizler de benim işlerimi dikkatli yapmaya özen gösteriniz.” şeklinde notlar bu zarfların içerisinde el yazılı kâğıtlarda bulunmaktaydı. Bu şeytanın bu gibi işlerine ve buna yeltenebilme cesaretine hayret içerisinde şahit olan Vilayet İdare Meclisi Heyeti hemen bir tutanak hazırladı. Tutanağa yukarıda bahsedilen bu belgeleri de ekleyerek Babıali’ye gönderdiler. Fakat ne yazık ki her hainin bir gafil koruyucusu bulunmaktadır. Bu konudaki sırlar perdesini aralamak mümkün değil. İkiyüzlü Bedri Sivas’ta Başmüdürlük yapıyorken dalkavukçuluk yaparak yaranmaya çalıştığı dönemin valisi Halil Rıfat Paşa bu olayların patlak verdiği zaman Sadrazamlık makamında bulunmaktaydı. Bu durum Bedri’nin imdadına yetişti. Kesinlikle idam edilmesi gereken bu din ve devlet düşmanı şeytana Sadrazam sahip çıktı. Halep’ten Adana’ya görev yeri değişikliği ile yetinilmesinin yeter bir uyarı olacağını söyleyerek konunun üzerini kapatmıştır. İhanet edenlere acımanın caiz olmadığının farkında olmayan Halil Rıfat Paşa her ne kadar o önemli yazıları sumen altı ettirse de Vilayet İdare Meclisi’ndeki resmî kayıtları ortadan kaldıramayacaktır. Bu nedenle yukarıdaki kötü işleri ne zaman ortaya çıkarmak istenirse bu kolaylıkla yapılabilir.

Oturduğumuz o iskemleler üzerinde bu arkadaşlar bu sözleri üzüntü ve acıma duygusu içerisinde anlattılar. Bu gibi hem devletin hem de padişahın düşmanı dinsizlere sahip çıkmanın ve devlet kadrolarında bunları istihdam etmenin amacı ne olabilir ki anlamak mümkün değil. Biraz hava almak amacıyla çıktığım vakit buluştuğum bu kişiler ile gerçekleştirdiğimiz sohbet bu şekilde hararetli bir konuya doğru sürüklenince hepimizin içine ateş bastı. Bu nedenle ortamda huzur kalmayınca vedalaşarak oradan ayrıldık.

Ertesi sabah Halep’ten yola çıkarak İskenderun istikametinden deniz yoluyla Mersin’e geçtim. Annemi Adana’ya bıraktım. Ardından Silifke istikametine devam ettim.