Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Seyahatü'l Kübra», sayfa 11

Yazı tipi:

SİVAS

Geçmiş dönem milletlerinin “halis” kelimesi ile tabir ettikleri Kızılırmak’ın doğusuna 2 kilometre mesafede dağ kenarında bir düzlükte konumlanmıştır. Ağaçlardan yoksun çevresi tarlalardan ibarettir. Sokakları dar ve çamurludur. Siyah kerpiçten evlerinin çatıları topraktır. Bu nedenle keyif vermeyen manzaralı bir şehirdir. Nüfusu 30 bindir. Arazisi, Kızılırmak Nehri’nin su yatağından getirdiği dayanıksız bir yumuşak toprak tabakadır. Bu nedenle binaları için ne kadar derinden temel kazsalar yine de çok dayanıklı olmuyor.

Şehir yüz senede birkaç kere yenileniyor. Bu bakımdan eski eserleri gözden kaybolan şehrin bazı minareleri de eğik hâldedir. Daha yeni yapılan çoğu evde yapı devrilecekmiş gibi bir eğim meydana gelmiştir. Şehrin ortasından geçen Bağdat Caddesi düz ve geniştir. Diğer sokakları ise dar ve bükümlüdür. Kanalizasyon çukurları görünür hâldedir. Tavra Nehri’nin bir kolu şehrin içinden geçmektedir. Her ne kadar şehrin etrafında şalgam tarlaları dışına bir şey bulunmasa da pazarında her türden meyve ve yiyecek bol miktarda bulunmaktadır. Bu durum şehre bağlı köy ve kasabalardaki bağ ve bahçelerin çokluğu ve bolluğunu göstermektedir. Denizden 1000 metre yüksek bir konumda olması nedeniyle yaz mevsiminde sıcaklık 25 dereceyi aşmamakta, kışın ise eksi 18 dereceye kadar inmektedir. Zemheri kış soğuğunda ortaya çıkan bir yangın esnasında tulumba ile atılan suyun hortumdan çıkar çıkmaz donması sonucu yangının söndürülemediğinden bahsettiler.

Hükûmet Dairesi şehirdeki çok yüksek binalardan biridir. Bu binanın etrafında büyük oteller ve düzenli evler bulunmaktadır. Adaletinin gölgesinde hayat sürdürdüğümüz Osmanlı Hanedanı’nın iftihar duyulacak hayır ve iyilik kıymetli eserleri bulunmaktadır. Bunların içinden kapıları İran tarzı mimaride karşılıklı olarak yapılan Ulu Cami ne yazık ki yıktırılmış ise de Taşmedrese görmeye değer eserlerden biridir. Genişliği ve büyüklüğü yıkıntılardan anlaşılan sözü edilen bu cami eski sadrazam Halil Rıfat Paşa vali olduğu zaman yıktırmış ve taşları da yapım aşamasında idadi mektebin binası için kullanılmıştır. Şu an mevcut bulunan bu süslü kapısının iki yanında parıldayan çinili minareler dışında camiye ait bir bölüm kalmamıştır.

Halil Rıfat Paşa’nın Mısır’ı yıkıp kökü tamir etmek anlamına gelen bu bilgisizce işine yönelik şikâyeti, çifte şahitler gibi dikili duran süslü o iki minare haklı çıkarmaktadır. Ben de onların harika bezemelerinden gözlerimi bir an dahi ayıramadım. İstanbul’daki Darulhadis’in ebadında ve görünümünde olan Taşmedrese yenilenmeye ihtiyaç duymaktadır. 83 bin metrekare alanıyla arazisi bütün Yunanistan’dan 13 bin 700 kilometre daha fazladır. Nüfusu ise 1 milyon 100 bin kadardır. Kendi adıyla anılan geniş bir arazinin ortasında olan vilayet, merkezî bir konumda olması nedeniyle tren hattının gelmesinden sonra çok daha genişleyeceğinden şüphe yoktur. Abdulvahap Gazi ile Şehzade Ertuğrul hazretleri ve eski sadrazam Fuat Paşa’nın babası Keçecizade İzzet Molla’nın kabirleri burada bulunmaktadır.

YILDIZELİ

Tokat ile Sivas arasında gayet verimli ve yeşil geniş bir ovanın Çamlıbel kazasına yakın tarafında daha yeni oluşan bir yerdir. Şehrin bayındırlığı ve manzarası Avrupa şehirlerine benzemektedir.

Yıldızeli, kurulması ile birlikte kendi adıyla anılan kazanın merkezi olmuştur. Diyarbakır ile Samsun arasındaki ana yol üzerinde bulunması nedeniyle önemlidir. Ticareti de günbegün artmaktadır. Konumu gayet güzel ve havası ile suyu kalitelidir.

ÇAMLIBEL

Meşhur Köroğlu’nun eşkıyalık merkezi olan Çamlıbel’de artık ne çam ağacı vardır ne de eşkıya kalmıştır. Üst tarafından geçen düzenli bir şekildeki çakıllı yol üzerinde bir karakol bir de büyük bir han vardır. Ateşli silahların icadı ile gördüğü tüfeğe Puştavı27 adını verdikten sonra Köroğlu yol kesiciliği bırakmıştır. Hayır ve hasenat işi olarak derelere yaptırdığı çeşmeler şu an yıkılmış bir şekilde yalnızca duvarları kalmıştır. Çamlıbel’i bir zamanlar geçilmez bir şekilde kaplayan ormanın Tokat’taki bakır döküm ocağı nedeniyle ortadan kalktığını söylediler.

TOKAT

Niğde ile Çamlıbel arasında kalan arazi Anadolu’nun yüksek yerlerinden olması nedeniyle soğuktan çok bezmiştik. Karşı konulmaz gücü olan hilafet merkezimizin yeterli gücü ile asayişi sağlanan Çamlıbel‘den geçip kuzeye doğru inen dereye inerek Tokat’a yaklaştık. Bahçelerinde üzüm çubukları ile asmalardan açılan çiçeklerin yaydığı güzel kokuların saçılması hazreti baharın gelişi müjdelenmekteydi. Her kalbe mutluluk veren bu güzel mevsim, Nabi28’nin şu güftesini hatırlatmaktadır:

 
Döşedi mihr-i felek yolları dîbâlar ile
İtdi tesrîf çemen mülkini sultân-ı bahâr
 

Tokat, eski Osmanlı tarihçilerinden Mora mektupçusu meşhur merhum Kenan Efendi’nin doğum yeridir. Anadolu’nun iç tarafındaki büyük şehirlerin en bayındırı ve güzelidir. Şehrin geniş meydanının kenarındaki Sultan IV. Murat Camisi ile çarşı içerisindeki Paşa Camisi, İslam mabetleri içerisinde güzellik ve sağlamlık bakımında en iyilerinden sayılırlar. İstanbul’un Kâğıthane semti gibi bol suyu bulunmaktadır. Yeşil bir derenin ağzında konumlanmış bu güzel şehirde bir gece konakladım. Ardından ertesi sabah bir araç kiralayarak memuriyet yerim olan Niksar’a geçtim.

NİKSAR

Sivas’tan Tokat’a geçince kıştan kurtulup yetişmiş gibi oldum. Tokat ile arasında yokuş aşağı iniş olarak on saat süren bir mesafe bulunan Niksar’a geldiğim vakit tam bir yaz havası ile karşılaştım. Bu kadar az mesafede yükseltinin hava şartlarına bu kadar etki edebilmesine şaşırdım. Kelkit Nehri’nin ortasında geçtiği geniş ve bereketli bir ovanın kıyısında kalan ve bulunduğu konumu itibarıyla üç derenin ağzında bulunan bu şehir Romalılar döneminde kurulmuştur.

Zannedildiği gibi ismi Nikhisar isminden dönüşmüş değildir. Rum dilinde Yeni Kayseri manasına gelen “Nev Kisar”ın hatalı söylenişidir. Her tarafı kestane, ceviz, kızılcık, üvez ve yabani armut gibi doğal olarak yetişip büyüyen meyveli ağaçlarla doludur. Berrak sular akıtan zümrüt renkli o derelerin iki tarafına serpilmiş mahallerdeki evler tamamen ahşap yapımıdır. Bu yapılar sağlıklı bir yaşam için uygun olmakla beraber manzara bakımında çok güzel ve yapı bakımında yüksektirler. Şehrin yeri ferah, suyu ve havası kalitelidir. Ahalisi ise hem çalışkan hem de kültürlüdür. Dağları ve bayırları meyve ormanıdır. Vadileri bağ ve bahçedir. Meraları evcil hayvanlar dolu ve her tarafı çim ve çiçektir. Olağanüstü derecede verimli olan tarlaları âdeta tahıl ürünleri ambarı gibidir. Tokat’ın ve Sivas’ın çarşılarının çeşitli armut ve yemesi güzel pirinçle dolduran bu şehirdir.

Buğday, arpa, nohut, mercimek, çavdar, burçak, mısır buğdayı ve kum darı gibi kendi ihtiyaçlarından yüz kat daha fazla yetiştiren bu şehir elindeki fazla hububatı 60 kilometre mesafedeki Ünye İskelesi’nde ihraç etmektedir. Zenginlik hazinesi diye adlandırılmasını tam olarak hak eden başkası ile karşılaştırma yapılması mümkün olamayan bu seçkin arazide ucu olmayan doğal bahçelere ve bülbüllerin konaklama yerleri ile dolup taşmaktadır. Niksar’ın talihli halkı yabancılara dost, ağırlama gönüllüsü, iyi huylu ve güleç yüzlü insanlardır.

Şehrin önde gelenlerinden İbrahim Beyzade Mustafa Bey, Şerif Efendizade Mahir Bey ve yine itibar sahiplerinden Abdurrahman ve Ömer efendiler gibi gerçek manada asil değerli insanlar bulunmaktadır. Meşhur savaşçılardan Plevne Aslanı merhum Gazi Osman Paşa, bu mutlu şehrin Taş Mescit Mahallesi’nde doğmuştur. Kelkit Nehri üzerine sonradan yapılan 600 metre yüksekliğe sahip büyük köprü Ünye ve Tokat yollarını birbirine bağlamaktadır. Bu sayede Niksar’ın konumunun önemi daha da artmıştır. Dört bin nüfuslu şehir bayıdır ve düzenli bir kaza merkezidir.

Çömlekçi Deresi kasabayı iki büyük parçaya ayırmaktadır. Bu dere üzerindeki Kestanesuyu alanı eğlence tutkunlarının gidip gezdikleri yerlerdendir. Dağları ve bayırları sarmış olan güzel ormanların içinde saklı sayısız miktarda bülbülün çıkardığı ruhu okşayan nağmelerin tınıları efil efil esen bu soğuk subaşı mesiresinde etrafta yankılandıkça buradakilerin de ruhları ferahlamaktadır. Böylece sevinç ve neşe içerisinde pişirmeye başladıkları şiş kebaplarını büyük bir iştah ile yerler. Burada güneşin batışına kadar yakınlık ve dostluk içinde zaman geçirirler.

Niksar’da iki yıl yaşadım. Bu müddet süresince Ünye ve Erbaa kazalarını da gezdim. Erzurum dağlarından ayrılarak Trabzon üzerinden batıya doğru sahil boyunca uzanan Pont Dağları Niksar ile Ünye arasından geçmektedir. Kütüklerini beş kişinin zorlukla kucakladığı büyük gürgen ağaçları bu sıradağların her yerini sıkı bir şekilde kaplamıştır.

Şehrin yüksek bir bölgesinde ve bu heybetli sarp dağların ortasında bulunan Karakuş nahiyesi ise Ünye’ye giden yol üzerindedir. Ünye, Karadeniz sahilinde konumunun güzelliği bakımından Osmanlı şehirlerinin en iyisi olsa da havası çok sıcaktır.

Cennetmekân Sultan II. Mahmut Han zamanında liman girişine yapıldıktan sonra boşaltılan istihkâm üzerine balık ağlarını kuran Ünyeliler, Kırım tarafında sürü hâlinde gelen bıldırcın kuşlarının canlı olarak tutarak kendilerine has maharetlerini sergilemektedirler. Yuva kurmaya geldiği Ünye ormanına girmek üzereyken deniz kenarına yer yer kurulan bu ağlara bir saatte yüzlerce bıldırcın takılmaktadır. Bu zavallı bıldırcınların etlerinden yapılan kebap ise çok lezzetli olmaktadır.

Niksar şehri, Çarşamba İskelesi üzerinden Karadeniz’e karışan Kelkit Nehri’nin aşağı tarafındaki Talazan Köprüsü ile Erba’ya bağlanmaktadır. Bursa Ovası’na benzeyen ve çok geniş bir düzlüğün ortasında olan Erba, Batum göçmenleri tarafında kurulmuş yeni ve sevimli bir kasabadır. Hazreti Halifemizin merhameti sayesinde sahip oldukları bu bereketli araziden hakkıyla istifade eden bu göçmenlerin belediye başkanı ise Rıfat Ağa’dır.

Bu şekilde çevresindeki kazaları görme fırsatı bulduğum Niksar’da iki yıl yaşadım. Ardından maaşıma 380 kuruş zam yapılarak Revandiz’e tayin oldum. Revandiz, Musul vilayetinin sonunda İran sınırında bulunmaktadır. Uzak bir yerde olması nedeniyle kış basmadan yola çıktım.

İlk istikametim olan Tokat, Çamlıbel, Yıldızeli, Sivas, Deliktaş, Kangal, Kömürhanı, Malatya, Kebanmadeni ve Elazığ üzerinden Diyarbakır’a on beş gün içerinde ulaştım. Burada bir hafta süre dinlendim. Ardından bağlattığım kelek29 tipi sala bindim. Hasankeyf ve Cizre üzerinden Musul şehrine dokuz günde vardım. Burada da iki gün dinlendim. Ardından yola koyularak Erbil, Deyriharir, Babaçiçek, Kanutuman ve Serderban yolu üzerinden Revandiz’e geldim. Niksar ile Diyarbakır arasındaki yolculuğu araba ile yaptığım için seyahatin zorluğunu tam olarak hissetmemiştim. Fakat Diyarbakır’da keleğe binerek Dicle Nehri üzerinden giderken Hasankeyf yakınlarında “Çarkıfelek” denilen o korkunç noktaya geldiğimde büyük bir tehlike atlattım. Musul’a vardıktan sonra da Revandiz’e çakıllı yol olmadığı için buraya hayvan ile seyahat etmek durumunda kaldım. Beş gün süren bu son yolculuğum esansında çok sıkıntılar yaşadım. Eski eşimin beraberimde bulunması başkaca bir azap ve üzerimde yük oldu. Osmanlı toprakları hakkında daha fazla bilgi vermeye gerek olmadığı için ülke içinde geçen seyahatin bundan sonrasını özet olarak vereceğim.

MALATYA

Çeşitli meyvelerini dünyanın çeşitli yerlerine gönderen Malatya Anadolu’nun en bereketli ve meşhur bahçesidir. Osmanlı Hanedanı’nın önde gelenlerine teşekkürlerini sunarak onların ihsanlarının kölesi olduğunu düşünmeden Sultan II. Mahmut’a küskünlük gösteren ve son Bektaşilerin yardımıyla başına topladığı kılıç artığı yeniçerilere güvenerek Mısır’da kendince Firavun olmaya yeltenen Kavalalı Mehmet Ali Paşa nankörü, isyanı esnasında harekete geçen oğlu İbrahim Paşa ve ona destek olan Nizip’teki isyancı gruba karşılık verilsin diye Hafız Paşa gibi bir cahil gönderilmişti. Bundan yararlanarak Malatya’ya giren bu isyancılar bütün evleri zorla boşalttırıp oralara yerleşmişlerdi. Bu nedenle evsiz kalan halk bahçelerindeki kulübelere yerleşmişler. Bu Allah kullarının evlerine bu şekilde altı yıl el konuldu. Bu isyancıların kan döken yardımcılarıyla birlikte kovulmalarından sonra bu insanlar sur içine bir daha itibar etmemiş ve bahçelerinde yaşamaya devam etmişler. Bu bahçelere yarım saat mesafede bulunan Malatya kapı ve pencereleri sökülmüş sahipsiz evlerle dolu kasvet katan bir baykuş yatağını andırmaktadır.

KEBANMADENİ (KEBAN)

Burası da Malatya gibi bir sancak merkezidir. Madeninde simli kurşun işletilmektedir. Madenin arıtım tesisi şehrin kenarındaki yolun üzerindedir.

HARPUT

Keban’dan yaklaşık 43 kilometre ve Malatya’dan ise 85 kilometre uzaklıktadır. Murat Nehri yakınındaki yüksek bir tepede bulunan Harput, büyük bir kalenin içine kurulu şehirdir. Mahallelerinin dörtte biri surun dışında mezra olarak tabir edilen düzlüktedir. 25 binden fazla nüfusu vardır. Bu nüfusun 2 bin 500’ünü Ermeniler oluşturmaktadır. Kalanı ise Müslüman’dır.

Harput’un dokuma sanayisinin ileri derecede olduğuna şahit oldum. Her türlü çitari tarı kumaş ve rengârenk çiçeklerle süslü ipek kumaş topları dokunmaktadır. Mülki ve askerî olmak üzere iki rüştiye ile birlikte bir mülki idadi vardır. Ayrıca erkek ve kızlara özel çok sayıda ilkokul bulunmaktadır. Gayriresmî çok sayıda okul ve medrese vardır.

Harput kelimesi Ermenice kale anlamına gelen “Harberut” kelimesinin değişmiş hâlidir. Halkın tahmin ettiği gibi Cahiliye Dönemi’nde putperestlerin eşek şeklindeki bir puta tapmalarını ima etmemektedir. Arap coğrafyacılar tarafından önceleri Hartburd olarak, İslamiyetten sonra ise Hisn-i Ziyad (Ziyad Kalesi) olarak tanımlanmıştır. Hicri 1296’da (1878-79) vilayet merkezi yapıldığında merhum hükümdar Sultan Abdulaziz’in ismine nispet edilerek “Mamuret’ül Aziz” denilmeye başlanmıştır.

Hükûmet Dairesi, askerî kışla, debboy-u hümayun, çok sayıda şehrin zengin ve ileri gelenlerinin evlerinin bulunduğu mezradaki Zincirlihan’da bir gece konakladım. Mezra ile Harput merkezi arası yarım saat mesafedir. Her iki yerin de konumu güzel, suyu ve havası kaliteli olmakla beraber bolluk ve bereket içerisindedir. Çarşısı ucuzdur.

Harput Ovası’nın doğusundaki Deveboyu denilen yokuşu çıktıktan biraz sonra büyük bir gölün kenarına geldim. Mezraya sekiz saat mesafe uzaklıkta çakıllı yolun sağ tarafında olan bu gölün ebadı yaklaşık 50 kilometre, derinliği ise 75 metreymiş. Bu gölden bolca yılan balığı ve kunduz avlanılıyormuş. Diyarbakır ile arasında bir günlük mesafe ve bir konak yeri bulunan bu konumun kuzeyindeki bayırda etrafında dört yüz odası bulunan bir Ermeni kilisesi bulunmaktadır.

DİYARBAKIR

Diyarbakır, her bir tanesi 50 okka ağırlığında olan büyük kavun ve karpuzları ile meşhurdur. Aralarında on dokuz saatlik mesafe bulunan Harput’un güneydoğusundadır. Dicle Nehri’nin ise batı tarafında olan bu şehrin nüfusu 35 bindir. Karpuzunun büyüklüğü ile aynı ebatta kesilen taşlardan inşa edilen kalesindeki sağlamlık görenlerde hayret uyandırıyor.

Bu kadim şehrin Eşkaniler Devleti zamanında “Amed” adıyla kurulduğu tahmin edilmektedir. Cahiliye Dönemi Araplarından “Bekir bin Vail” kabilesinin eline geçmesinin ardından Diyar-ı Bekir adını almıştır. Bu devirin ardından Sasaniler sonra da birkaç kere Romalıların bu topraklarda hüküm sürmüştür. Halife Ömer zamanında İslam topraklarına dâhil olmuştur. Abbasiler zamanında Büveyhîler’e ve onların yıkılmasından sonra da Hamdanîler’e geçen şehir Hicri 380’de Mervanîler adı altında kurulan küçük devletin eline geçmiştir. Daha sonra Artuklular’ın hüküm sürdüğü bu topraklar, bu devleti de kana bulayan Hülagü’nün ardından Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerinin başkenti olmuştur. Bunların üzerine Safevi sultanı Şah İsmail ele geçirse de Çaldıran Savaşı zaferiyle Yavuz Sultan Selim şehri hilafet merkezine bağlayarak onurlandırmıştır.

Roma imparatorlarından II. Konstantin’in Dicle Vadisi’nden 1000 metre daha yüksekte yaptırmış olduğu Diyarbakır Kalesi dört kapısı olup uzunluğu yaklaşık olarak 8 kilometredir. Bugün itibarıyla kalenin içerisinde yirmi sekiz cami, otuz iki mescit, dokuz medrese, mülki ve idari iki ayrı idadi, bir ilkokul, yaklaşık yirmi özel sıbyan okulu, yedi kütüphane, beş tekke, sekiz hamam ve beş yüz altmış çeşme bulunmaktadır. Diğer yandan gayrimüslim topluluğa ait on bir kilise ve on dokuz ilkokul bulunmaktadır.

Diyarbakır’ın her tarafı dayanıklı surlarla çevrilidir. Geldiğimde Halep Kapısı’ndan girdiğim surdan çıkarken Büyük Nehir Kapısı’nı kullandım. Yarım saat boyunca yokuş inişi bahçeler arasında yol aldıktan sonra Dicle Nehri üzerinde bulunan on bir gözlü kâgir köprüye ulaştım. Yolculuğun bundan sonrasında kullanacağım kelek harekete hazırdı. Allah’a tevekkül ederek yola çıktık. Keleğin üzerinde hareket ettiği nehir iki gün sonra Mardin Dağları’nın göklere ulaşan kayalıkları arasına girdi.

İki tarafı duvar gibi düz yükselen bu güneş ışığı girmeye geçidin bulunduğu yerlerde şiddetli devinimler sonucu meydana gelen sert dalgalara kapıldık. Bu esnada kelekçilerin telaşlı feryatları ve bizim de hep birlikte kopardığımız canhıraş bağrışmalar uçurumlarda yankılanmaktaydı. Orada bembeyaz köpük hâline gelen nehrin gürültüsü kıyameti andırıyordu. Nehrin bu çıldırmış gibi hortum şeklinde akan bu helak edici kısmından kelek eğer bir kerede açılıp kurtulamaz ise batmaktadır. Çarkıfelek denen bu sıkıntı dolu yerden şimdiye kadar batan keleklerin, suya gömülen malların ve yiten canların hesabı yoktur.

HASANKEYF

Hasan Keyfa kelimesi zamanla değişime uğrayarak Hasankeyf şeklini almıştır. Midyat kazasına bağlı bu nahiye, yarım saat süren o can pazarı dar geçidin bittiği noktada nehrin batısında bulunmaktadır. Buranın yerleşikleri olan Kürtler Fırat Nehri’nin iki tarafını çeviren kayaları oyduktan sonra bu açılan alana birer kapı takarak inşa ettikleri mağara evlerde yaşamaktadırlar.

Her tarafı yıkık hâlde Hasan Keyf Kalesi’nin Dicle Nehri yatağına bitişik yüksek tabyası yakınında bulunan ve üzerindeki kitabeden anlaşıldığı üzere Cennetmekân Yavuz Sultan Selim Han tarafından yaptırılmış cami de yıkık bir hâldedir. Fakat gayet süslemeler işlenmiş yüksek minaresi ise ortada kalmış vaziyettedir. Bir miktar et ve diğer yiyeceklerden almak için durup dinlendiğimiz bu yerden sonra iki gün süren bir yolculuk ile Cizre’ye vardık.

CİZRE

Konum olarak, Diyarbakır vilayeti topraklarının kuzeydoğu ucunda, Musul’un kuzeybatısına 150 kilometre mesafede ve Dicle Vadisi’nin orta taraflarındaki en çukur bölgesinde bulunmaktadır. Küçük bir ada üzerine kurulu olan Cizre, Büyük Bağdat Yolu üzerinde olması neticesinde önemli bir noktada bulunmaktadır. Bu bağlamda işlek bir kaza merkezidir. Diğer yandan ise havası ağır, evleri yıkık dökük, ahalisi gamlı ve neşesizdirler. Halkının sadece göçebe olanları zengin ve neşelidirler.

Yukarıda bahsettiğim Cizre’nin bulunduğu bölgeden yukarı doğru yol alarak etrafı büyük kayalar ile çevrili bir ovaya geldim. Sanki mahir bir el ile birbirine sımsıkı şekilde örülen bu kayalar kadim dönemde yaşanan Tufan’dan sonra tekrar yeni bir tufan yaşanır korkusuyla o dönemin insanları tarafından kule yapmak amacıyla toplanan kaya kalıntılarıdırlar. Fakat dil ve kural karmaşası nedeniyle yapamadıklarına ve böylece bu kayaların da etrafa serpili bir şekilde kaldıklarında dair yöre insanının bir inancı bulunmaktadır. Nuh’un Gemisi’nin indiği Cudi Dağı ile arasında Dicle Vadisi bulunmaktadır. Ovanın yüzeyine yayılmış bu kapkara kayalar bir Yanardağ’ın püskürttüğü taşlara da benzememektedir. Bu ovada, Cennetmekân IV. Murat Han’ın Bağdat’a gelmeleri esnasında açılan yoldan saparak başka bir yerden gitmek mümkün değildir. Bu meydanı kaplayan siyah kaya parçalarının üstünden sadece hayvanlar değil insanlar da yol alamamaktadırlar.

Üzerinde seyahat etmekte olduğumuz nehrin bulunduğu yerdeki enkazdan burada bir zamanlar büyük bir kâgir köprünün var olduğu anlaşılıyor. Mevcut köprü de ahşap yapımıdır. Hicri 250 yılında zorbanın oğlu Hasan bin Amr tarafından yapıldığı zannedildiğinden “Ceziret-ül Amr” denilmektedir. Kürtlerin “Ceziret-ül Şerif” de dedikleri Cizre’nin övünebileceği tek özelliği meşhur tarihçi İbnü’l Esir’in doğduğu yer olmasıdır. Halife Efendimizin sayesinde sonradan yaptırılan Hamidiye Süvari Alayları’ndan birinin burada bulunması vesilesiyle isminde bulunan şeref kelimesi gerçek manasına ulaşmıştır. Özel olarak yaptırılan askerî alay binası dışında şu an göze çarpan bir bina ve ev bulunmamaktadır. Diyarbakır ile Musul vilayetlerinin sınır çizgisi olan Hazil Nehri, Cizre’ye yakın bir yerden Dicle’ye karışmaktadır. Buradan biraz aşağı bir bölgede nehre Zaho Irmağı da dâhil olmaktadır. Bu şekilde nehrin hızı bir kat daha artarak yolun bu kısmından itibaren Musul’a üç günlük sürede ulaştık.

27.Puşto, Köroğlu’nun Puştavı’na taktığı ismin farklı hâlidir.
28.Yusuf Nabi (1642-1712), divan edebiyatı şairidir. Fakat kayıtlarda bu şiir yine divan edebiyatı şairi olan Şair Bâki’ye (ö. 1600) aittir. “Gökyüzünün güneşi yolları ipekli kumaşlarla döşedi; çünkü bahar sultanı çimen ülkesine teşrif etti.” şeklinde sadeleştirlen Bâki şiirleri için bk. İsmail Soyyiğit, Bâki’nin Kasidelerinde Edebî Tasvirler, İstanbul, 2006, Yüksek Lisans Tezi, s.47. (ç.n.)
29.Dört ya da beş bin kadar çuval alabilen bir sal çeşididir. Altına binin üzerinde balon gibi şişirilmiş deri tulum bağlayıp nehrin akıntısına bırakıyorlar. Seyahat esnasında patlayan tulumları bir şekilde dikiyorlar. Üzerine kurulan uzun ve çift taraflı kürekler ile hareket ettirilmektedir. Bu kürekler aynı zamanda nehrin sahil kısmına yaklaşıldığı zaman sahile sırık gibi dayanarak hız almaya da yaramaktadır. Bu sallar Musul ve Bağdat’a kadar gitmektedir. Kürdistan şehirlerini Basra Körfezi’ne bağlayan Dicle Nehri üzerinde bu sallarla önemli miktarda ihracat yapılmaktadır.