Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Seyahatü'l Kübra», sayfa 14

Yazı tipi:

ATİNA

Pire’den başlayan küçük ve kumsal bir ormanın doğu tarafının sonunda bulunmaktadır. Etrafı otsuz ve ağaçsız tepelerle çevrilidir. Şehrin bazı yerlerinde hafif bir yükselti olsa da düzlük bir alanda kuruludur. Atina, kadim Yunan medeniyetinin merkezi olduğu gibi bugünkü Yunanistan devletinin de başkentidir. Şehrin nüfusu 30 bindir. Genellikle kâgir ve ham mermerden yapılan bina ve evlerinin manzarası güzeldir. Sokakları hem geniş hem de düzgündür. Meydanları ise bezemeli ve tertiplidir. Yunanistan’ın en büyük ve bayındır şehirdir. Ticaretinin işlek olduğuna dair bir gözlemim olmadı. Bu konu mevcut hâli ile uyumlu bir durumdur. Kral Sarayı’nın (Cumhurbaşkanlığı Sarayı) önünde bulunan alan seçkin en önemli meydanıdır.

Belediye bahçesi bu meydanın en alt tarafındadır. Yine bu bahçeye bakan yüksek bir bina içerisinde süslü iki kapısı olan bir gazino bulunmaktadır. Seçim zamanlarından meydana toplanan amigolar iki gruba ayrılırlar. Her bir parti taraftar grubu bu gazinolardan birine geçer orada bu slogan amaçlı bağrışmalarını devam ettirirlermiş. Bu şehirdeki en seçkin gezinti alanı kral sarayının yakınında bulunan ağaçlık bölgenin batısına düşmektedir. Deniz kıyısındaki nadide güzelliklerle dolu bu alanın adı Falura’dır (Paleo Faliro). Şehir halkının gezip eğlemeye meraklı olanları ikindi vaktinden gece yarılarına kadar buraya gelip nefeslenirler. Buradaki denizin sahili sığdır. Bu nedenle denizin içinde doğru halkın dolaşması için geniş ve uzun bir ahşap iskele yapılmıştır. Bu yerin karşısında çok sayıda gazino, düzenli lokantalar ve rengârenk çayevleri bulunmaktadır. Yerli oyuncuların oyun sergiledikleri bir yaz tiyatrosu mevcuttur. Burada her gece tiyatro, cambaz ve hokkabaz oyunları sergilenir. Diğer yandan, bu alanın yakınında Almanya ile Fransa arasında Miladi 1871 yılında gerçekleşen savaşı canlandıran bir tablonun sergilendiği Panorama adlı bir yer ile ayrıca bir de müze vardır.

Başkaca şehirde buluna tarihî yapılar ve eserler ise Akropol adını verdikleri tepe üzerinde Panteon adındaki eski bir tapınaktan kalan mermer sütunlar dikkat çekmektedir. Yine bu tepedeki meşhur Arhiton Tiyatrosu’nun30 dikili sütunları kendini göstermektedir. Bu sütunlar, 1 metrekare şeklinde kesilen ham mermerlerin birbirine eklenmesiyle oluşturulmuştur. Bu sütunlara yapılan bezemeler tek şekildir. Gezinti esnasında ayrıca bir sanat ve süsleme tarzı dile getirilmemiştir.

Bu sütunlar bazıları oval bazıları ise dört köşeli olarak kalından biraz inceye doğru yükselir. Aşağıdan yukarı doğru uzanan oymalar ile çepeçevre işleme yapılmıştır. Tepe kısımlarındaki yine dört köşeli ya da oval sütun başlıklara kabartma süslemeler işlenmiştir. Bu süslemelerin hepsi aynı şekildedir. Akropol’deki sütunların da bir kısmı devrilip parçaları ayrılmış vaziyettedir. Sütunlar arasında parçaları birbirine bağlı tutan demir kenetleme yerleri ortaya çıkmıştır. MÖ 1506’da bu bölgeye gelen Mısır göçmenleri reisi Şikrub, Akropol Tepesi’ne şehri ilk kuran kişidir. Mısır’ın Tenta vilayetine bağlı Kefreziyat kasabasından gelen ve liderleri Şikrub’un da bu kasabanın Salhecir köyünden olduğu bu Mısırlı göçmenler kurdukları bu şehre de eski vatanlarının ismi Kefreziyat adını vermişlerdir. Kekropya da denilen bu yere Yunanlar zamanla Akropol ismi ile hitap etmeye başlamışlardır. Yunanlar, bu tepeye daha sonra yaptıkları tapınağa akıl tanrıçası Atena ismini koymuşlardır. Diğer bir ifadeyle Zühre isimli putlarının adını bu şehre vermişlerdir.31

Osmanlı Devleti Atina’da diğer Yunan şehirlerinde olduğu gibi dört yüz yıl hüküm sürmüştür. Şimdilerde Müslüman bir kişi dahi bulunmamaktadır. Müslümanlar bir dönem tamamıyla buradan göçüp gittikleri için İstasyon yakınında bulunan Mustafa Ağa Cami bugün boş ve harap bir vaziyettedir. Pire’de konaklamaya gittiğim Makedonya Oteli’nin kiracısı Türkçe biliyordu. Bu nedenle Atina gezilerim esnasında da burada kalıp gün içinde Atina’ya gidip geldim. Çünkü her yarım saatte bir Atina’ya tren seferi vardır. Araba ile de gitsen ücreti bir Yunan drahmisidir.

YUNAN ŞEHİRLERİNE GENEL BİR BAKIŞ

Yunanistan, Balkan yarımadasının güneyinde bulunmaktadır. Kuzeyinde Osmanlı Devleti toprakları, doğusu Ege Denizi, güneyi ve batısı da Akdeniz ile çevrilidir. Tahminî olarak 75 bin kilometre genişliğindedir. Bu ebat bugünkü Trablusgarp vilayetimizin sekizde biri büyüklüğündedir. Nüfusu 1,5 milyon olan bu ülkede kilometrekareye otuz altı kişi düşmektedir.

Yukarıda bahsedilen nüfusun 25 bini Teselya’da yaşayan Müslüman halktır. Geri kalanı ise Hristiyanlık dinine mensuptur. Barış zamanında 24 bin askeri mevcuttur. Seferberlik zamanında dahi bu sayı azami 75 binin üstüne çıkamamaktadır. Üç gemi ve birkaç torpidodan ibaret savaş gemileri mevcuttur. Yıllık üç milyon geliri, yıllık giderinden az olduğu için ekonomik bakımdan sıkıntılı bir dönem geçirmektedirler. Miladi 1893’te borçlarına karşılık bir ödeme yapamayınca iflasını ilan etmiştir. Bu nedenle ekonomi yönetimini büyük devletler devralmış vaziyettedir. Borçları 900 milyon franka dayanmıştır. Bu rakam 30 milyon İngiliz sterlinine denk gelmektedir. Her ne kadar geniş toprakları, verimli arazisi ve zengin doğal kaynakları olsa da halkı denizden tuz ve sünger çıkarmaktan başka bir bilgisi olmayan bir devlet için bu borcun ödenmesi mümkün değildir.

Atina ve Pire’de kırk iki gün dinlenmek maksadıyla konakladım. Ardından Nemse vapuruna binerek İstanbul’a geri döndüm.

TEKRAR İSTANBUL VE BAŞKENT BÜROKRASİSİ

Allah’ın bir lütfü ve keremi olarak yüz akıyla İstanbul’a geldim. Bundan haber alan acımasız hain ve korkak Bedri bir hastalık bahanesiyle evinden yirmi gün çıkmadan gizlendi. Hangi kanun ve kural gerekçe gösterilerek görevden uzaklaştırıldığımı sorup öğrenmek için kurumdaki odasına gittim. O esnada Bakan beni görünce “Aaa! Süleyman Efendi geldiniz mi? Vah zavallı. Allah biliyor, birinin hatırı için sana zulüm sayılacak böyle bir uzaklaştırmaya ben kesinlikle razı olmadım. Bedri Bey ısrar ve kayırmacılık yollarını deneyerek heyet üyelerinden imza toplamış. Bu yazıda benim onayım ve imzam bulunmamaktadır. İstersen git kararı sana göstersinler!” şeklinde sözler sarf etti.

Koca bir bakan eğer ki kanun çerçevesinde olan yetkisini kullanamadığını sıkılmadan böyle açık bir şekilde ifade ediyor ve âcizliğinden bahsediyorsa buna karşı başka bir kelam etmemekten başka nasıl mukabelede bulunulabilir ki? Ben de kısa bir ifadeyle “Bedri, heyet üyelerinden ağlayarak imza dilendi ise isteğini yaşatıp istemediğini öldürmeyi başarmış değildir. Şevketli Efendimizin merhamet kapıları zulme uğrayanlara açıktır.” şeklinde cevap verip oradan ayrıldım.

Zulüm görenlerin haykırış ve yardım taleplerine cevap vermeyi kendisine hayat düsturu edinen doğruyu yanlıştan ayırma vasfına sahip bir padişah olan Efendimizin Allah ömrünü, sağlığını, geleceğini ve büyüklüğünü bereketlendirsin. Yaşamış olduğum bu gereksiz yıkım her şeyden haberdar olan hazreti Halifemize ulaştıktan sonra adalet tecelli etti. Padişahımızın çıkardıkları bir irade ile hakkım teslim edilmiştir. Mabeyin Başkâtibi Devletli Tahsin Paşa hazretleri Hazreti Halife’nin bu iradesini Yıldız Telgraf Merkezi Müdürü Vehbi Beyefendi hazretlerinin vasıtasıyla Bakanlığa gönderdiler.

Bedri gibi köpeklerin çirkin düşüncelerini onaylayıp şeytani işlerine ortak olarak onlara yakınlık gösteren Bakanlık İdare Meclisi’ndeki bazı dalkavuklar “Dostlara iltifat ederek, düşmana da kin ve düşmanlığını örtüp sanki dostmuşsun gibi görünerek muamelede bulun.” cümlesini yanlış anlamış ve ona göre hareket etmişlerdir. İşte bu adamlar bırakın benim iyiliğim için bir şey yapsınlar aksine Dıraç’a giderken maaşımdan yapılan kesitinin iade edilmesini görmezlikten gelme hayâsızlığına da başvurdular. Talebimin daha sonra işleme konulacağına dair Yüce Osmanlı Hanedanı üzerine de yemin edip beni kandıran Meclis Başkanı Selahaddin Bey yalan vaatlerde bulundu. Onun bu vaatlerine kandım ve bana teklif ettiği Karesi Posta ve Telgraf Müdürlüğü görevini kabul ettim. Çünkü o zamanlar böyle bir dalkavuk cemaatinden uzak durmayı kendim için bir kazanç olarak görmüştüm.

Mabeyin Başkâtibi Devletli Tahsin Paşa hazretlerinin “Sana burada başka bir birimde güzel bir memuriyet verelim. Telgrafçılığı artık bırak.” şeklinde buyurdukları iyiliği kabul edip bunun benim için ne kadar kıymetli olduğunu anlamakta cahillik ettiğimi çok sonraları fark ettim ve pişman oldum. Karesi’ye gidip orada göreve başladıktan sonra Selahaddin Bey bana yapılan vaat ve yeminleri yerine getirmedi. Öyle ki din ve devlet düşmanı hain Bedri’ye yaranmak için benim haklarımın korunmasını emreden Padişahımızın iradesini dahi inkâr etme cesareti göstermişti.

Merhametsiz ve şefkatsiz Bakanlık iki yıl boyunca sürekli yaptığım çığlıkları dikkate almadı. Kurumun bu küstahlığından çok ciddi üzüntü içerisinde, bunların utanmak gibi bir duyguları olmadığımı vurguladığım konuşmalar yaptım. Bunun üzerine akıl ve ahlaka aykırı harekette bulunmuşum diye bir maaş kesintisi cezası verdiklerini, bu tavrımın devamı olması durumunda da meslekten çıkarılma cezası uygulanacağını söylediler. Bunun üzerine ben de cevap mahiyetinde şu telgrafı gönderdim:

Padişah İradesi’nin inkâr edilmesinin hayâsızlık olduğunu söylemek akla ve ahlaka ters düşmemektedir. Bu Yüce hilafet Makamı’na olan sevgi ve bağlılığın bir göstergesi ve övgüye layık bir davranıştır.

Hiçbir dayanağı olmadan benden bir maaş kesilmesine fakir durumum müsaade etmez. Bu nedenle bugünden itibaren görevden uzaklaştırmamın yapılmasını Bakanlığın yüksek Makamı’ndan huzur içinde arz ve istirham ederim.

Padişahın adaletine güvenerek yazdığım bu cevap sonrası bırakın görevden uzaklaştırmayı, bir maaş kesinti bile yapamadılar. Hiçbir esasa dayanmayan bu keyfî kararlarını bir ibret vesikası olarak Bakanlık merkezinde duyulmasına ve açığa çıkmasına sebep oldular. Kanuna bir şekilde uydurabilecekleri bir iftira bulup ezememeleri bu iflah olmaz adamların kibirlerini rencide etti. Öyle ki el altında bazı alçak adamları ayarlayıp onları beni öldürmeye teşvik ettiler. Diğer yandan da benim adımı kirletip yok etmeye kalkıştılar. Böylesi bir zamanda insanlıktan çıkarak gerçekten de çirkin ve münasebetsiz bir şekilde yerinme yazısı yazdım. Ola ki fırsat olur da Padişah Makamı’na arz olunur diye başka bir makama yazdığım hayıflanma dolu yazım beklentimin aksine beni zarardan daha çok zarara ve zilletten daha çok zillete düşürmüştür.

Şu bir gerçek ki ümitsizlik içerisinde yapılan teşebbüsten şimdiye kadar kim haklı çıkmış ki ben kazanayım. Bana dokunabilecek zararını düşünmeden hayvanca bir duygu ile yaptığım bu yanlış hareket yüksek makamlarda olumsuz bir şekilde karşılık buldu. Neticede durum incelenmeyip teftiş edilemediğinden Padişah Hazretlerinin iradeleriyle Deyrizor’da ikamet etmek kaydıyla oraya sürüldüm.

KAÇINILMAZ YOLCULUK: SÜRGÜN

Karesi’de yirmi beş ay kıdemli ve dürüst bir şekilde memuriyet görevi yaptım. Allah’ın bir hikmeti üzerine maruz kaldığım bu musibete binaen Deyrizor’a hareket ettim. Deyrizor’da bana refakat eden zaptiye yüzbaşısı olan Osman Ağa ve Polis Hacı Mustafa Efendi ile birlikte bir araca bindirilerek önce Soma’ya gittik. Oradan trenle Manisa üzerinden İzmir’e geçtik. Vapura aktarma yaparak İzmir Limanı’ndan İskenderun’a ulaştık. Orada hiç vakit kaybetmeden, bu limanda bekletilen araca binerek Belen, Halep, Ebu Harire istikametinden Deyrizor’a gönderilmiş oldum.

Ebu Harire hazretlerinin mübarek kabirleri Suriye çölünün bir köşesindedir. Karşısında Cennetmekân Süleyman Şah’ın türbesi ile Caber Kalesi bulunmaktadır. Fırat Nehri buradan da geçmektedir. Deyrizor, Şam Vilayetinin doğusunda Halep’in güneyinde ve Fırat Nehri’nin üzerinde bulunmaktadır. Buraya geldiğim zaman Sancak Beyliği görevini yapan mutasarrıflık makamında Şerif Paşazade Şükrü Paşa oturmaktaydı.

Bu kadim şehre Asurlular döneminde Yetsak denirmiş. Konum olarak Irak ve Şam taraflarına gidip gelen kafilelerin yolu üzerinde bulunması sonucu hareketli bir yerdir. Halkının çoğunluğu Kürt ve Arap göçebelerden oluşmaktadır. Bu halk da seyyar bir hayat sürdükleri için yerleşik nüfusu iki binden fazla değildir.

Önceki mutasarrıfı Zühdü Bey zamanında sokakları genişletilerek imar edilmiştir. Bu yenilenen yerlerde güzel evler bulunmaktadır. Bütün masrafları hazineden temin edilerek beyaz mermerden yapılmış olan Hamidiye Cami sayesinde bu bölge ayrı bir güzelliğe kavuşmuştur.

Zabıtanın bana karşı tutunduğu kaba tavır ve peşimde dolaştırılan polislerin hiç de hoş olmayan hareketlerine kızıp bir gece yüzerek Fırat Nehri’ni geçip Bedevilerden sağladığım çok hızlı giden, susuzluğa çok dayanıklı hecin devesine binerek Elcezire Çölü’ne kaçtım. Kimsenin olmadığı bu korkunç çölde tren gibi hızlı yol alan bu hecin devesi beni dokuz saat içerisinde Habur suyunu geçirip Gökab Dağı yakınında çölde yaşayan Cubur kabilesine ulaştırdı.

Bu kabilenin şeyhi eskinden beri benim dostumdur. Bir gece bu adamın çadırında konakladım. Ardından Allah’a güvenerek tekrar yola çıktım. Abdulaziz Dağı’na geldiğimde Şammar kabilesi ile karşılaştım. Bu büyük kabilenin baş şeyhi Faris Paşa’dır. Kendisiyle on iki yıllık bir tanışıklığımız ve derin bir dostluğumuz bulunmaktadır. Öyle ki beni gördüğünde çadırından fırlayıp kucakladı.

Peşinde dolanan her yanı silah dolu çok sayıda köle ve altında bulunan diğer şeyhler ile evlatlarını da yanına çağırdı. Beni onlara “kadim dostum” diye takdim etti. Ardından bunlarla kucaklaşarak çadıra girdik. Bu zatın çadırı bir asker kışlası genişliğindedir. Çadırın en başköşesinde kendisi oturmaktadır. Burada otururken yastık yerine şişkin kısımları altın kaplı bir hörgüce dayanıyor. O esnada beni de yanına oturttu. Diğerleri de etrafa sırayla dizildiler. Hemen sonra ikram edilen kahveyi içtik. Bir saat süren sohbetten sonra bu uzunluğu kırk adım kadar olan çadırın orta yerine boydan boya meşin derisinden bir sofra kuruldu. Kazanlarla getirilen pilavlar bu sofraların üzerine döküldü. Âdeta bir tepe şeklini aldı. Üzerine hiç parçalanmadan pişirilmiş koyun gövdeleri ve ikiye bölünmüş deve gövdeleri konuldu. Böyle olunca, yan yana sıra şeklinde oturan sofranın karşısındakiler artık görünmez oldu. Tamamen yemekten mürekkep bu tepenin etrafına yarımşar metre aralıklar ile içlerinde tereyağı olan tabaklar dizildi. Bu hazırlık tamamladıktan sonra kabilenin baş şeyhi Faris Paşa ayağa kalktı ve “Ya filan, ya filan…” şeklinde kabilenin önde gelenlerini sofraya davet etti. Bunlar da sofranın etrafına derecelerine göre sırayla oturdular. Karınlarını doyurduktan sonra da çekildiler. Bunların ardından tekrar anlattığım usul üzerine kabilenin ikici derecede önemli olanları sofraya oturup yemeklerini yediler. Bunlardan sonra da çocukları toplanıp yemeye başladılar. Tahminen bu sofradan bin yedi yüz kişi yemek yedi. Buna rağmen yemeğin ancak dörtte biri bitti. Herkes karnını doyurduktan sonra köleler gelerek bu bereketli yemeğin kalanını sinilerle kaldırdılar.

Sofradan avuçlarıyla aldıkları pilavı taslar içindeki tereyağına batırıp ağızlarına atan bu katışıksız Araplar ile birlikte yemek yemenin benim gibi şehirlilerin midesini bulandıracağını bilen Faris Paşa benim için ayrıca bir sofra hazırlattı.

Burada bir hafta konakladım. Ardından yola çıkma hazırlığını yaptığım esnada biraz daha kalmamı talep etseler de makul mazeretimi kendilerine iletip müsaade istedim. Veda ettikten sonra yola çıktım. Beş gün içerisinde Tai kabilesinin yanına gittim. Burada bir kahvesini içmek için kabile şeyhi Abdurrahman Bey’in çadırına geçtim. Kahve sonrası hemen tekrar yola devam ederek Antiri köyüne geçtim. Buranın önde gelenlerinden Süleyman Ağa’nın odasına geçtim. Bu kişiyi eskiden tanırdım. Bir gece burada konaklayıp güzelce dinlendim. Ertesi sabah bir ata binerek Nusaybin, Midyat ve Hazak istikametinden altı gün içerisinde Şırnak’a gittim. Burada da iki gece konaklayıp yorgunluğu üzerimden attım. Ardından Sindi Golli, Derhozan, Merke ve Aşot üzerinden bir hafta içerisinde Daravire’ye geçtim. Burada da Tiyari kabilesinin lideri Melik İsmail’in evine geçtim.

Bu esnada, bu bölge ilerisinde bulunan kabilelerden Caluliler ile Oramarlılar arasında husumetten kaynaklı çatışmalar olduğu haberini aldım. Bu nedenle bu istikamette daha fazla yol almayı gözüme kestiremeyerek yönümü değiştirdim. Derhozan istikametinde tekrar geri dönerek Somil ve Telkif üzerinden Musul’a geçtim. Orada vali olan Hacı Paşa hazretlerini ziyaret ederek Deyrizor’dan geldiğimi kendilerine ilettim.

Bu zat, affedilmem için Başkent’e çok sayıda yazı gönderdiyse de bir sonuç alınamadı. Adanalı Gergerizade Ali Efendi ile Musul’da karşılaştım. Akrabalarımın sağlıkları hakkında güzel haberler alınca taze bir kan almış gibi oldum.

Bu esnada kış olanca şiddetiyle devam ediyordu. Bu nedenle mevsim sonuna kadar Musul’da kalmak durumundaydım. Rumi 19 Nisan Cuma günü Beni Yunus Mahallesi’ne geçtim. Burada yedi gün boyunca tanıdığım bir kişinin evinde kaldım. Yolluğumu hazırladıktan sonra seyahat için bir at kiraladım. Son gün gece yarısı “Medet ya Ali!” diyerek yoluma devam ettim. Bu yolculuk esnasında Suruciler Yaylası’ndan geçtikten sonra Germamak, Reşani, Babaçiçek, Almendan, Kanutuman, Deli Ali Bey Geçidi, Sardaryan, Bihal, Revandiz, Cendyan, Ömerağa, Balık ve Rayet istikametlerinden on günlük bir yolculuk sonucu İran sınırı içerisinde bulunan artık eskimiz olan Lahican’a vardım. Aksak Timur’un İran’a geçmek için kullandığı geçit olan Rayet, Revandiz’e bağlı Balık Nahiyesi’ne iki saat uzaklıktadır. Bu geçit, İran topraklarına giriş yapılan yerde önemli bir konuma sahiptir. Bu nedenle burada devletimiz karantina kontrol memurluğu noktası bulundurmaktadır. Manevi büyüklerden meşhur âlim Şeyh Murat Efendi’nin kabri de bu bölgededir.

SÜLEYMAN’IN DÜNYA TURU

LAHİCAN

Lahican Ovası batısında Korku Dağı ve Kandil Dağı ile çevrili, doğusu ve güneyinde Peşter’e inen Lahican Nehri’nin sınır boyu aktığı, Kuzeyinde Urmiye topraklarının bulunduğu bir bölgedir. Gayet doğal bir havası ve bereketli bir suyu vardır. Kendisini Revandiz Telgraf Müdür olduğum dönemde tanıdığım Belbas Reisi Mehmet Ağa burada yaşamaktadır. Bu sayede sınırdan belge ibraz etmeden geçebildim. Geçtikten sonra kıymetli evlerinde beni ağırladı.

Bu topraklar Osmanlı Devleti ile İran Devleti arasında çekişmeli bir topraktır. Bütün bölgeyi ve neredeyse her tarafının saran Peşter Dağlarını gezme imkânım oldu. Süleymaniye Sancağı’nın kuzeyinden başlayarak doğu yönüne doğru uzanıp geniş bir köşe hâlini alan bu dağlar buradan da batı yönünde geri dönerek Bağdat taraflarına devam etmektedir. Osmanlı aşiretlerinin çok eskiden beri yaylak olarak kullandıkları Belbas ve Caf gibi bölgeleri içine almaktadır. Bunun yanında buralar devletimizin askerî eğitimi bakımından da hem önemli hem de gerekli yerlerdi.

Bu bölgenin at ve devesi çok kıymetlidir. Doğal manzarası çok güzel olmakla beraber toprağı da eşsiz nitelikte verimli olan bu diyarda dostum Mehmet Ağa hamd ve şükür duygusuyla ferahlık içerisinde yaşamaktadır. Gezinti ile geçen yol yorgunluğumu kendisine üç gün misafir olarak kalarak üzerimden attım. Ardından müsaade alarak Mama kabilesi içerisinden yol alarak Saviç Bulak bölgesine geçtim.

SAVİÇ BULAK

Saviç Bulak Nehri’nin solunda bulunan hoş bir bayır üzerine kuruludur. Burası Lahican bölgesinin merkezidir. Bu bağlamda çevre yerleşim alanlarına göre ticareti daha hareketli bir yerdir. Aynen Revandiz kasabası gibi sokakları dar ve evleri de topraktır. Nadir Şah’ın oğlu Adil Şah döneminde İran topraklarında siyasi düzen sarsıntıya uğramıştı. Bu dönemde Kerimhan Zend Lahican’dan Isfahan’a kadar İran topraklarını ele geçirmişti. Bu dönemde Şiraz’ı kendisine Başkent yapmadan önce Saviç Bulak’a bir saray inşa ettirdi. Burada ayrıca Safevi Şah İsmail’in tuğladan yaptırdığı büyük bir askerî kışla bulunmaktaydı. Her ikisi de Kaçar Hanedanı döneminde yenilenmediği için zaman içerisinde harabe hâline gelmişlerdir. Bir dönem burada bulundurulan bir bölük serbaz adı verilen piyade askerî kışlanın da enkazı dikkat çekmektedir. Yıkıntıları arasında bulunan kapıları mağara deliklerini andıran odalara baykuş gibi sokulmuş bir hâldedirler.

İran’da askerlik sürekli ve babadan oğla miras bir meslektir. Bu nedenle buralarda on üç yaşından yetmiş yaşına kadar serbazan askeri görmek mümkündür. Sefalet içerisinde yaşayan bu zavallı askerlerin yaşları gibi kıyafetleri ile silahları da birbirine zıt ve alakasızdır. Ücret olarak tayın adı verilen asker azığı ile aylık toplamda dokuz kıran maaş alıyorlar. Bu maaş günlük altı şâhiye dahi gelmiyor. Osmanlı parası ile bu para aylık toplamda on sekiz kuruş ediyor. Osmanlı parasına göre aşağı yukarı yetmiş paraya karşılık gelen bir kıran, yirmi şahi demektir. Bu nedenle günlükleri on beş para dahi etmemektedir. İran’ı, Osmanlı ile karşılaştıracak olursak daha az bereketli ve pazarı daha pahalıdır. İran’ın viran kışlalarındaki nöbet noktalarında daimi olarak asker bulundurulmaması nedeniyle bu askerlere iki üç ayda bir kere olmak üzere kılıç çeken diye tarif edebileceğimiz Şimşir-i Beğşid kumandasında eski tip yatağan tarzı bir kılıç ile askerî eğitim verilmektedir. Başka bir işleri olmadığı için bu askerler de boş zamanlarını pazarlara ve mahallere giderek oralarda akşamlara kadar işçilik, kebapçılık, bohçacılık ve kasaplık tarzı işler yaparak ekmek parası kazanmaktadırlar. Askerî taburlarında binek ve yük hayvanı bile bulunmaması nedeniyle her askerin kendi şahsına ait bir bineği bulunmaktadır. Bir gün ikindi vaktinden sonra bu harabe içerisindeki kışlayı gözlemlemeye gittim. Kendi vatanlarından uzak bir hâlde sahipsiz olan bu zavallı askerlerin ölene kadar bu tarz bir askerî yükümlülüğe zorunlu olarak tabi tutulmalarının onları bezgin ve mutsuz bir duruma düşürdüğü hâl ve tavırlarından anlaşılmaktaydı. Hayvanlarının yiyeceklerini dahi kendileri karşılamak zorundaydı. Böyle bir mecburiyet altından çevreden topladıkları otları her biri bir köşeye koymuşlardı ve bolca yedirmekten uzak duruyorlardı.

Yer yer yakmış oldukları ateşlerin isli dumanları arasında kaybolmuş paslı çömleklerde kendi kendine kaynayan yemekleri pişene kadar dahi boş durmazlar. Bu esnada, ilk insandan beri yaşayan bir hayvan gibi olan bineklerini tımar eder ya da sökük semerlerini dikerler. Kadimden beri gelen uygulamalarını hâlen daha devam ettiren İranlıların gerek refah gerekse mutluluktan tamamıyla uzak kaldıklarına dair hiçbir şüphem kalmadı. Bu insanlar çağımızın her türlü gelişimine kar ve uzak durmaktadırlar. Fakat bu durum İranlılar gibi zeki bir millete hiç uygun düşmemektedir. Cenabı Allah bu insanlara yeni fikirler nasip etsin.

Bu yıkık kasabanın resmî yapıları diğer yapılar için örnek teşkil etmektedir. Ne yazık ki şehre gelen yabancılar için ne kalacak bir yer ne de inip dinlenecek bir mekân mevcuttur. Bu nedenle ben de Kadı Ali Mirza’nın evinin selamlığında gecelemek durumunda kaldım. Kadı Ali Mirza bu kasabanın Şerî hizmetlerini yerine getiren bir memurdur. Yaklaşık kırk yaşlarında olan bu kıymetli şahsiyet güzel karakterli ve düzgün bir konuşması olan biridir.

Kasabaya geldikten iki gün sonra gümrük müdürü Mirza Mahmut ile onun kâtibi Samsabun Han kaldığım yere geldiler. Hâl hatır sorduktan sonra birlikte Hâkim Saad’ül-Saltana’nın ziyaretine gittik. Yolumuzun üzerinde çok sayıda harabe yapı bulunmaktaydı. Onların aştıktan sonra hükûmet binasının yıkık kapılarından geçtik. Buraya gelmemizin akabinde yakında bulunan çadırdaki koruma görevlisinin yanına giderek hâkim ile görüşme talebimizi ülkenin kendi âdetlerine uygun bir şekilde kendisine ilettik. Saad el-Saltana burada bulunan iki katlı toprak bir bina içerisinde oturmaktaydı. Talebimizi alır almaz bizi “buyursunlar” cevabıyla içeriye davet etti. Kendisi elli yaşlarında bulunmaktaydı. Biz içeri girdiğimizde odasının köşe kısmında diz üstü oturarak nargile içmekteydi. Müftü efendi de aynı şekilde onun sağ tarafında oturmaktaydı.

Başıyla selamımızı aldıktan sonra yerde serili kilime oturmamızı işaret ettiler. Çünkü o dönemde buralarda sandalye gibi iç döşeme eşyaların buralarda henüz yaygın bir kullanımı yoktu. Diğer yandan kendisi yalnızca Farsça konuşabiliyordu. Memuriyet olarak altında iki görevli bulunmaktaydı: Birincisi tıbyan’ülmülük olarak tanımlanan kâtip ve ikincisi ise imâdettin adı verilen evrak memurudur. Dairede bütün işler bu iki kişi tarafından yapılmaktaydı.

Kendisinin “Hoş geldiniz, yolculuğunuz ne tarafadır?” şeklindeki sorularına cevap verdim. Ardından bana “Kırşehir nerededir?” şeklinde bir soru yöneltti. Bu soruya karşılık olarak “Ankara vilayeti dâhilinde bir sancaktır.” cevabını verdim. Azerbaycanlı olmaları hasebiyle Türkçe bilen kâtip ve evrak memuru soruyu “Ankara neresidir?” şeklinde soruları Türkçe sordular.

Ankara sorusuna cevap olarak verdiğim “Batısında Hüdaverdigar, kuzeyinde Kastamonu, Doğusundan Sivas ve güneyinde Konya vilayetleri sınır komşularıdırlar. İstanbul’un 450 kilometre güneydoğusunda bulunmaktadır. Çevre genişliği 75 bin kilometrekare olan büyük bir merkezin adıdır.” cevabın ardından kendi aralarında “Osmanlı toprakları çok geniştir. Adını dahi bilmediğimiz vilayetleri bulunmaktadır.” şeklinde hayretli bazı cümleler kurdular.

Her ne kadar memuriyet açısından önemli bir konumda olsalar da bu kişilerin bizdeki ortalama bir ilkokul öğrencisinin dahi bilebileceği bir coğrafi bilgiden uzak olmalarına hayran kaldım! Bir miktar daha havadan sudan muhabbetler yaptıktan sonra buradan ayrıldık.

Osmanlı Devleti’nin burada bir fahri konsolosu bulunmaktaydı. İsmi Mahmut Han olan bu kişi ağırbaşlı, sakin ve çevresi tarafından itibar edilen bir şahsiyettir. Her ne kadar hâlimi merak ettiği için yanıma geldi ise de bu utancımdan kendisini ziyaret edemedim.

Daha önce hiçbir yerini görme fırsatım olmayan İran’ın bu perişan kasabasını ziyaretim iki gün sürdü. Ardından bir hayvan kiralayarak Bukan yolu üzerinden üç günlük bir seyahatle Sakız’a geçtim.

Bukan, bu iki kasaba arasında geniş bir köydür. İran Başkumandanı burada yaşamaktadır. Yine yirmi yıl önce Balıkesir ve Soma taraflarında yaptığı eşkıyalık üzerine meşhur olduğunu övünerek anlatan Acem Ahmet de burada oturmaktadır. Buradaki bazı insanlar benimle konuşmak istediklerinde Türkçe bilmedikleri için bu adamı çağırdılar. Köydeki namı Darağaoğlu Ahmet olan adı geçen bu eşkıya bize tercümanlık yaptı. Bu unvandan da anlaşıldığı gibi bu adamın babası da bir zamanlar eşkıyalık yapmış ve sonrası darağacından asılmıştır.

30.Yazar burada muhtemelen Dionysos Tiyatrosu’ndan bahsetmektedir. (ç.n.)
31.Zühre bir Roma tanrıçasıdır. Aşk tanrıçası manasındadır. (ç.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
903 s. 23 illüstrasyon
ISBN:
978-625-99843-1-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 3 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок