Kitabı oku: «Seyahatü'l Kübra», sayfa 2
OSMANLI ASYASI
Geniş topraklara sahip olan şevketli Osmanlı Devleti’nin yalnızca tarih boyunca en kıymetli yerlerden biri olan Asya topraklarında değil kuzeyde Karadeniz ve Marmara Denizi, doğuda Kafkasya ile Acemistan ve İran Körfezi, batıda Adalar Denizi (Ege Denizi) ve güneyde Kızıl Deniz ile Umman Denizi’ne kadar sınırları uzanmaktadır. Genişliği 4 milyon 500 bin kilometre alanı kapsamaktadır. Bu şekliyle tahminen bütün Avrupa’nın yarısı kadardır. İçerisinde barındırdığı farklı tabaka ve topluluklar nedeniyle coğrafi olarak yedi iklim şeklinde sınıflandırılmıştır: Anadolu, Kürdüstan, Erzincan havalisi, Irak, al-Cîre, Şam, Arap şehirleri. Bu geniş toprakların kendine has bir yeri olan Anadolu ise 130 bin kilometre alan içerisindedir. Yarımadanın denize yüksekliği ise 1.000 metredir.
ANADOLU
Anadolu topraklarının Tufan’dan önceki durumu konusu çok net bilinmiyor. Tufan olayı cereyan ettikten sonra yaklaşık yüz elli yıl boyunca buraya hiçbir topluluk ayak basmamıştı. Bu tarihten sonra ilk gelerek burayı vatanlaştıran kişi Samoğullarından Lidyun’dur. Bu topluluk en eski kavimlerden biridir. Bunlar, kadim Irak topraklarında bulunan Kalde ve Resulayn taraflarından gelmişlerdir. Geliş tarihleri milattan 2200 sene öncesine takrip etmektedir. Önceki vatanlarından ayrılıp buraya göç ettiren liderleri ise Namarde’dir. Onun liderliği altında medeniyet ve bilgi alanından ilerleme kaydettiler. Eski Keldani Saltanatı olarak niteleyebileceğimiz bu devletlerini, Azerbaycan tarafından üzerlerine gelen Yafesoğulları’nın yıkıcı hücumlarına karşı korumak ve onlara bağlı kalmaktan kaçınmak istiyorlardı.
Lid Kavmi yeni vatanlarını kurmakla ve özgür bir şekilde yaşamaya başladılar. Bu sürede Irak hükümdarlarından önde gelenlerini ortadan kaldırarak Babil diyarından Midya Devleti adından yeni bir devlet kurdular. Bundan kısa bir süre sonra Yafesoğulları Anadolu’nun doğu ve kuzeyini tamamen ele geçirerek sınırlarını Kızılırmak’a kadar uzatmıştı.
Orta ve Güney Asya’da hüküm süren Yafesoğulları’nın batı toplulukları üzerine yürüdükleri dönem malum Tufan’dan sonra eski milletler için yeni bir tufan olarak nitelenebilir. Bu olay kavimleri göçünden biraz evvel olsa da bu zaman farkı çok fazla değildir.
TUFAN’DAN SONRA ANADOLU’YA YERLEŞEN KAVİMLERİN KÖKEN VE KOLLARI
Anadolu’nun bu şekilde ilk yerleşiği olan Lid Kavmi, köken olarak kökeni Asurlular ve sonradan buraya gelerek doğu ve kuzeye yerleşen Midyon/Yafesoğulları ile aynı kökendendir. Diğer bir ifadeyle bu kavim köken olarak ilk Türklerdendir.
Türklerin dünyayı sarsmaya başladıkları bu tarihte Atina ve Mora bölgelerinde kimseler yaşamıyordu. Buralar sahipsiz birer araziydiler. Öyle ki Yunanlıların adını kimse duymuş dahi değildi.
Anadolu’nun imarından bir asır sonra Türk akıncılardan Balasic kavmi Asya’dan Mora Yarımadası’na geçerek altı asır boyunca bu bölgede hem ikamet etmiş hem de burayı yönetmiştir. Durum böyle ise de zaman içerisinde aralarında çıkan anlaşmazlık ve güvensizlik nedeniyle kavimlerinin buradaki varlığı nihayete ermiştir. Nihayetinden hâkimiyetleri tarumar olmuş ve toplulukları yok olup gitmişlerdir.
Balasicler sanat ve ticaret bakımından kendi çağlarının çokça ilerisinde etkili ve gelişmiş bir kavim idi. Mora çevresini düzgün bir şekilde imar etmelerinin yanı sıra Anadolu ve İtalya taraflarında dahi önemli topraklar inşa etmişlerdir. Bunun yanı sıra Fransa’nın en önemli iskelesi olan Marsilya şehrini kurmuş ve işletmişlerdir.
Anadolu’nun zengin ve korunaklı yerlerinden olan ve şimdilerde meşhur ve ören yeri olarak tabir ettiğimiz harabelerin çoğunluğu onların eserleri ve kalıntılarıdır.
Yunanistan’da bulunan Gemikente, Yerniste, Arğos, Sıkyonte ve Orhumenite kasabaları dahi bu kavimden mirastır.
Midilli adasının eski milletlerden beri bilinen ve tarihî yollara kadim ismi aslında bu kavmin adından kaynaklı olarak Belasicya’dır (Pelasgia).
Bunların ihtişamları ortadan kalktıktan çok zaman sonra Helenliler, diğer bir ifadeyle Yunanlılar, Tuna vadisinden harekete geçip Mora taraflarını ele geçişmişlerdir.
Leh tarafından geldikleri dönemde ciddi anlamda cehalet ve görgüsüzlük içerisindeydiler. Eski Yunan’da sonraları görülen üstünlüğün sebebi, ele geçirdikleri bölgelerde ilk Türkler diyebileceğimiz Belasiclerden (Pelasgian) kalan mirası değerlendirip tecrübe edinmeleridir.
Bu sırada Ege Denizi’nde bulunan adalar Fenikelilerin; Eğriboz ve Atina bölgeleri ise Mısır göçmenlerinin ellerindeydi.
Yunanlılar, Türklere, Araplara, Fenikelilere ve Kıptilere karşı kendilerini kadim bir medeniyetin kurucusu olarak göstermek ve hatta Anadolu’nun ilk sahibi görüntüsü vermek istemektedir. Fakat kendileri daha gün yüzüne çıkmamıştı ki Mısır muhacirlerinin lideri Şikrup MÖ 1556 yılında Atina şehrini kurmuştu. Bu adam, Mısır’ın Tuna yönetimine tabi Kefreziyat kasabasına üç saat mesafede bulunan Salhicr köyündedir.
İlk Türkler ile Keldanilerin, Kıptilerin ve Fenikelilerin medeniyet göstergelerini yaymaya ve bilgilerini yaymaya ve şehirlerini imar etmeye çabaladıkları bu parlak yüzyıllarda Yunanlılar isim ve varlıktan tamamen mahrumdular. Söz konusu bu dönemlerde onlar rutubetli Lehistan’ın kirli mağaralarına sokularak vahşi bir hayat yaşıyorlardı.
Halk arasında Ceneviz olarak bilinen Belasic kavmi bir zaman sonra kendisini toparlayarak Anadolu’ya giriş yaptı. Bu tarih, Herakli’nin Truva Savaşı sonrasına denk gelmektedir. Yaklaşık tarih olarak ise bu gelişme Türklerin bu kıtaya yerleşmelerinden 906 yıl sonrasına yani MÖ 1184’e denk gelmektedir. Bu tarihten 678 yıl sonra, yani MÖ 506’da ise bu topraklarda Costanoğlu I. Daray ve 324’de II. Daray’ı mağlup eden II. Filip’in oğlu III. İskender’in seferleri gerçekleşti. Sonra ise 178’de Romalar sahneye çıktılar. İşte bu gelişmelerin yaşandığı Anadolu toprakları uzun süreli yoğun bir hareket alanına maruz kaldı ve harap bir hâle dönüştü.
Romalıların düşüşe geçtiği dönemlerde Cahiliye Dönemi Arapları olan Maveraünnehir ve Tedmür (Palmira) bölgelerinde bedevi bir hâlde yaşayan kabileler dahi bu bahtsız topraklara ikide bir saldırmışlardır. Romalıların gelmelerinden 698 yıl sonra İslamiyet güneşi doğmuştur. Bu güneşin ışıkları doğuda Çin’e kuzeyde Sibirya sahralarına, batıda Fas’a ve oradan Pirene Dağlarının kuzeyine doğru hızlı bir şekilde ilerlemeye başlamıştır. Emevi ve Mervani İslam orduları ve Abbasi hilafeti bu topraklardan geçerek Üsküdar’a kadar ulaşmışlardır. Daha sonraları Moğollar, Selçuklular ve bunların ardından Osmanlılar kendilerinden 3400 yıl önceye denk gelen MÖ 2200’de bu topraklara gelmiş ve yerleşmiş kadim ecdatları olan Yafesoğulları Midyon’un bir zamanlar hükmettikleri bu toprakları ele geçirmişlerdir.
Yaratılıştan Hicri yedinci yüzyıla kadar Anadolu Doğu ile Batı kavimlerinin başlıca savaş alanı olmuştur. Şerefli Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkıp istikrar sağlamasına kadar istila, katliam ve yağmacı felaketlerden hiçbir zaman kurtulamamıştır.
Anadolu’nun altı yüzyıldır kavuştuğu güven ve emniyet önce Allah’ın ihsanı ve sonra da Osmanlı Devleti’nin gayretiyle gelmiştir.
ANADOLU’NUN ESKİ SİYASİ TAKSİMATI VE ÖNCEKİ TOPLULUKLARIN YAŞADIĞI BÖLGELER
Anadolu’nun doğudan batıya uzanan uzunluğu 600 mil ve kuzeyden güneye genişliği ise 400 mildir. Bugün Hüdavendigar, Kastamonu, Trabzon, Sivas, Ankara, Konya, Adana, Aydın, Akdeniz adaları, Sisam, İzmit, Biga adlarında büyük dokuz vilayet, bir emirlik, iki bağımsız sancağa bölünmüştür. Önceki zamanlarda bilinen idari ve siyasi taksimatı ise şu şekildedir:
Lidya ya da Lisya (Likya): Teke sancağı ve Elmalı bölgeleri.
Pamfilya: Alaiye, Silinti ve Ermenek ve çevresi.
Itşil: Anadolu’nun güneydoğusu. Yani Sis’ten Divriğ’e kadar uzanan bölge.
Mizya: Balıkesir sancağı.
Hilispon (Helespond): Biga sancağı ve çevesi.
Afriçya (Fricya ya da Frigya): Konya, Aksaray, Eğirdir, Kütahya, Afyonkarahisar bölgeleri.
Besinya (Bitinya): Tahminen Trabzon, Ünye, Niksar, Erbaa, Tokat, Şarkikarahisar, Amasya ve Kocaeli bölgeleri.
Baflacunya (Paflagonya) : Kastamonu, Taşköprü, Sinop, Samsun, Gangırı (Çankırı) bölgeleri.
Kapadosya (Kapadokya): Karaman, Niğde, Kayseri ve Sivas bölgeleri.
Silisya (Kilikya): Adana, Tarsus, Mersin ve Silifke bölgeleri.
ANADOLU’NUN SİYASİ BÖLÜMLERİ VE BURALARDAKİ KADİM TOPLULUKLAR
Lidya ya da Likya, Pamfilya, Kilikya ve Frigya’yı içine alan bölgelerinde ilk olarak buraya göçen ve Lut kavmi olarak tarif edebileceğimiz Lidyalılar yaşamaktaydı. Bunlar Anadolu’nun ilk sakinleridirler. Göç sonrası kurdukları Lidya devletini ile burada yönetimi ele aldılar. Besinya, Paflagonya ve Kapadosya ve Kapadokya bölgelerinde Lidyalılardan bir dönem sonra ise ilk Türkler olarak bahsedebileceğimiz Midya kavmi bulunuyordu. Kalde’yi Asurlulardan alarak buraya yerleştiler. Bu dönemde, Musul şehri ile karşı karşıya olan Ninova’da Midya devletini kurup özgür bir şekilde yaşadılar.
Itşil, Mizya, Helespond (Çanakkale Boğazı), Likya, İyonya, İyulide ve Doride bölgeleri ile Adalar Denizi’nde (Ege Denizi) bulunan Limnos, Lispos (Midilli), Şiyu, Samos, Kos ve İsporat Adaları (On İki Ada) bölgelerinde önceleri Fenikeliler yerleştiler. Mora’da altı yüz yıl hüküm süren Balasic kavminin yıkılmasının ardından da bu bölgede Yunanlılar tarih sahnesine çıkıp yerleşmeye başladırlar.
LİDYA YÖNETİMİ
Lid kavmi, Tufan’dan yüz kırk yıl sonra Anadolu’ya göçmüştür. O esnada bölgede yerleşik kimsenin olmaması nedeniyle kendi arzularına göre güneye doğru ilerleyip yerleştiler. Burada kurdukları devlet on dört yüzyıl boyunca ilkel bir yönetim tarzından da olsa devam etmiştir. Zaman içinde medeniyet ve bilgi alanında ilerleme kaydederek önemli bir merhale aşmışlardır. Bu uyanışı sayesinde varlığını devam ettirmeyi başarmıştır. MÖ VIII. yüzyıl başlarından itibaren şöhretini artırarak ilerleme sağlamaya başlamıştır. İzmir’in elli mil uzağında bulunan ‘Eski Sardis’2harabesi bir dönemler büyük bir şehir olarak bu devletin başkentiydi.
LİD KAVMİ’NİN ANADOLU’YA GELİŞLERİNDE GERÇEKLEŞTİRDİKLERİ İLK GİRİŞİMLER
Lid kavmi, Anadolu’nun Tufan’dan sonraki ilk sahibi ve yerleşikleri olma unvanına sahiptir. Varışları esnasında topluluk anlamından göçebe bir hâldeydiler. Bu bağlamda tarımdan ziyade otlakçılık yapmaktaydılar.
Bu topraklara nisan ayı başlarından ayak bastıklarında hemen yerleşmeyi düşünmeyip koyun ve hayvanlarının dört mevsim boyunca barınabilecekleri uygun bir bölge bulmak için altı ay süresince keşif yaptılar.
Bölgenin doğu, kuzey ve batı taraflarının güven ve emniyetini tespit ettikten sonra kasım ayı başlarında Anadolu’nun güney taraflarına yerleşmenin en doğru karar olacağı düşüncesiyle bu bölgede yaşam alanları kurmaya karar verdiler.
Yaz günlerini geçirmek için Frigya ikliminde bulunan Yukarı Gökdere, Cire ve Havutlu yaylalarıyla Eğirdir’in batısında bulunan Camiliyayla’yı kullanmaya karar verdiler. Kışlık olarak seçtikleri bölgeler ise Aydın ve Manisa ovalarıyla Aşağı Gökdere ve Antalya vadileri olmuştur. Söz konusu bu bölgelerde görülen kalıntı eserler bunun en bariz göstergeleridir. Birbirine ciddi manada yakın ve bitişik olan bu cennet gibi yaylalarda yaz dönemlerini topluca geçirmekteydiler. Kış günlerinde ise Aydın ve Antalya taraflarına çekilmek durumunda kaldıklarından hâlihazırdaki güçleri ikiye bölünüyordu. Uzun zamandır akıllarını tırmalayan söz konusu bu engeli aşma, diğer bir ifadeyle iki tarafı birleştirerek zaaf ve tehlikelerden kurtulma çareleri aramaktaydılar. Bu dönem zarfında Mid kavminin de Anadolu’ya geldiğini öğrendiler. Onları dehşete düşüren bu haberi aldıktan sonra kışlak ve yaylalarının ortasında bulunan Eğirdir tarafına acilen bir kale inşa ederek burayı kendilerine merkez yaptılar.
Lidlerin burada yaptıkları ilk kale olan ‘Eskihisar’, kabristanın ve çevresini, kuzeyde Karadede’nin üst taraflarını, Doğuda Tekye mektebinden Hacı Şeyh Mahallesi’nin yarısına kadar uzanan bölgeyi, güneyde Yelli-Belen ve Hızır İlyas olarak bilinen mağaraya kadar genişleyerek İnekdenizi bölgesini tamamıyla içine almaktadır. Lidler, kendilerini bu şekilde bir merkez yerleşip güçlerini takviye ettiler. Ardından da peşlerinde olan Mid kavmini geldikleri yeni vatanlarından kovmak amacıyla onların karşılarına çıktılar. Fakat hâlihazırdaki güçlerinin yetersiz olduğunu o an anlayıp çarpışmaya cesaret edemediler. Anadolu’nun çoğunluğunu onlara devredip Kızılırmak’ı sınır yapma politikasıyla sorunu çözmeye karar vererek bu çatışmadan fazlasıyla zararlı çıkmadan sorunu çözüme kavuşturmayı başarmışlardır.
Bu barışın ardından iki kavim arasında varılan anlaşma yüzyıllar boyu devam etmiştir. Bu barış döneminde iki tarafın nüfus miktarları ciddi manada artış göstermiştir. Öyle ki bu sayı, bir noktadan sonra arazilerinin kaldırabileceği miktarı aşmıştır.
Lidlerin Anadolu’ya geldikleri dönemdeki nüfusları, Frigya bölgesinde bulunan çok sayıdaki yaylaların bir kaçını dahi dolduramayacak miktardaydı. Sayılarının zaman içerisinde artması üzerine kısa zaman içerisinde batıda Aydın, güneyde Elmalı ve Antalya bölgelerine kadar bölgelere tamamıyla uzandılar. Bunun dışında Ankara’dan başlamak üzere Sivrihisar ve Akşehir bölgeleri ile Beyşehir’in batı ve Eğirdir Gölü’nün doğusundan itibaren Teke ve İçel sancakları dâhil, Adana, Kayseri, Darende, Divriği başta olmak üzere Erzurum topraklarına kadar uzanan Torosları da boydan boya ellerinde tutmuşlardır.
Lidlerin göçebe bir hâlde iken gerektiğinde kendilerini korumak maksadıyla İnek Denizi’ne inşa ettikleri ilk kalenin içerisinde kale muhafızlarına özgü yapılan kulübeler dışında herhangi bir yapı mevcut değildi. Göçebelikten yerleşik hayata geçmelerinden sonra başlarına geçen ilk yönetici olan Huvardis, kendisinin inşa ettirdiği Eğirdir, o dönemde Eğirdir Gölü’nün bulunduğu yerde Felekabad adında büyük bir şehirdi.
Geçen bu kadar yüzyıldan beri sular altında kalan bu şehrin kalıntıları hâlen mevcuttur. Bu kalıntılar kuraklık olduğu zamanlar gemiciler gölün derinliğine dikkatlice bakmaları durumunda görülebilmektedir. Bu şehrin su altında kalmasının sebebi MÖ 1184 senesinde Midlerle dokuz yıl boyunca devam eden Truva savaşını kazanarak Anadolu’nun batısına yerleşen Yunanlılardır.
Yunanlıların hile yoluyla elde ettikleri Çanakkale taraflarındaki Truva’da sekiz yüzyıl boyunca mahsur kalmışlardır. Bu zaman zarfında topraklarını genişletme imkânı bulamamışlardır. Buna karşın bir dönem sonra güç kazanan Asurluların Midler üzerine yürümeleri neticesinde güçsüz kalmalarını fırsat bilerek MÖ 3. asrın ortalarında korumasız hâldeki Konya bölgesine geldiler. Burada, bölgenin etrafındaki bataklıkların kurutulması çalışması için bilimsel bir meclis meydana getirdiler. Bu kurul bataklığın ne şekilde çekilmesinin gerektiği konusunda açık ve net bir çalışma yaptıktan sonra kesin bir karara varacaktı. Bu esnada söz konusu meclise dâhil olup hazır bulunan meşhur Eflatun’un (Platon) “Çukurova elden gitti!” diye bağırdığı bilinmektedir.
Bu filozofun söylediği Çukurova, Felekabad şehrinin bulunduğu ve Eğirdir Gölü’nü şimdi şekliyle kapsayan bölgedir. Bahsedilen bu olay MÖ 3. asrın ortalarında gerçekleşmiştir. Gölü teşkil eden suyun kaynak sorununu olay ortaya çıkmadan önce keşfetme becerisini gösteren bu filozofun adına nispeten şu an dahi Eflatun Suyu olarak adlandırılmaktadır.
Bahsedilen bu felaketin tarihî bağlamda doğrulayan birçok gösterge mevcuttur. Bu bağlamda Konya’nın tarihte Nisa adıyla anılması, etrafının bu gölün suyuyla çevrili olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü adanın Rumcası Nis’dir. Eski Yunanlı meşhur şair Omiros (Homeros) ve tarihçi Herodotos (Herodot) Lidya yönetimi topraklarına seyyah olarak giderek Anadolu’nun büyük bir bölümünü gözlemlemişler ve bu bölgenin ilk haritasını çıkarmışlardır. Bu esnada Konya bölgesinin eski hâlinde etrafının suyla çevrili olması nedeniyle bu bölgeyi kendi dillerinde Nis olarak tanımlamışlardır. Buranın evvelki ismi ise İnkiyom’dur (İkonium). Daha sonra Larende ve en son olarak da Konya denilmeye başlanmıştır.
EĞİRDİR
EĞİRDİR GÖLÜ’NÜN MEVCUT DURUMU
Kuzeyde Afşar Ovası, güneyde doğu Boğazova, doğuda Toroslar, batıda Elmadağlar ile çevrilmiştir. Tüm çevresi 180 kilometre ve derinliği 10 ziradır.
Başlıca kaynağı Eflatun suyu ve ana kaynağı ise güneydoğusunda bulunan Köprübaşı adındaki bölgeden taşarak, Boğazova’yı batı taraftan Mücevre, Cire ve Tasmacı üzerinden aşarak Tepeli çayırının en son olarak döküldüğü Kovada Gölü’nü oluşturan ırmaktır.
Âcizane çizip kitaba eklediğim haritada gösterildiği üzere güneydoğudan kuzeye doğru uzanan güzel bir yarımadadır. Bunun ilerisinde yaklaşık 100 metre mesafede ve doğuya doğru Can Adası ve bununla birlikte aynı taraf ve mesafede diğer bir ada olan Nis mevcuttur.
Gölün Karabağlar bölgesindeki doğu sahili ile sonunda mevcut bulunan Nis adası arasındaki mesafe yaklaşık olarak 500 metredir. Aralarından eşit mesafe olan bu adalar ile yarımada, kuzeydoğuya doğru gölün ortalarına uzanarak güzel bir hilal şeklini almaktadır. Bu durumdan dolayı Lodos ve Poyraz adları altından iki kısım şeklinde tanımlanan gölün kuzey ucunda Hoyran adında geniş bir parçası daha vardır.
Suyu gerçek manada güzel ve tatlı olan bu gölde çapak, siraz, taraklık, kelten, kavine, şişek ve eğrez adlarında yedi cins balıktan bolca miktarda bulunmaktadır. Bunlar içerisinde taraklık balığı, çapağın ve kelten balığı da sirazın küçük boyutlu olanlarıdır. Bu nedenle aslında beş cins balık bulunmaktadır. Gölün her tarafında bulunabilen bu balıkların asıl avlanma yeri gölün güney tarafıdır. Büyük cinslerine mart ayı ortasından mayıs sonuna kadar köprübaşı olarak bilinen bölgede sahilden güneye akan ırmağın baş tarafında avlanılabilir. Kavinne ve eğrez olarak bilinen ufak cinlere ise kasım ayı başından itibaren başlayıp şubat sonuna değin kasabanın doğusundaki sahillerinden dökme, serpme ve basma olarak tarif edilen farklı şekillerdeki ağlar ile yakalanmaktadırlar. Bu şekilde tonlarca kilo av yakalanabilmektedir. Kavinnenin büyüğü ve uskumrunun benzeri olan şişek cinsinin avı gölün Sarıkamış adındaki kısmına özeldir.
EĞİRDİR GÖLÜ BALIKLARI
KÜÇÜK BALIKLAR
Çapak-Taraklı
Bu balıkları açık mavi ve koyu sarı renklerde ve pulludurlar. Gayet lezzetli ve hazımları kolaydır.
Siraz-Kelten
Bu balıkların ebatça büyük olanları demir renginde, küçükleri ise sarıya çalmaktadır. Pulları küçük ve hafiftir. Ciddi manada yağlı oldukları için hazımları kolay değildir. Bu balıkların karınları yarıldığı zaman kaz yumurtasına şeklinde bembeyaz ve toparlak yağ ortaya çıkmaktadır.
BALIKLARIN BÜYÜKLERİ
Kavinne
Çiroz cinsi bir balıktır. Rengi açık mavi ve beyazdır. Pulsuz olan bu balık son derece lezzetlidir.
Eğrez
Beyaz ve açık sarı renkte olan bu balığın muhtelif renklileri mevcuttur. Hafif pulludur ve hazım olarak diğer balıkların en iyisidir.
Şişek
Uskumrunun renk ve büyüklüğündedir. Nadir olarak bulunan bu balık pulsuzdur. Tüm çeşitleri çok nadir ve kıymetlidir.
Çapak ve sirazın on beş kilolu olanına bazen rastlanılmaktadır. Bazı rivayetlere göre otuz kilolusuna dahi rastlayan olmuştur. Ama sürekli çıkarılanlar ise üç, beş ve yedi kilo arasında değişmektedir. Büyük balıkların ava ilk takılanı keltendir.
Bu balık, kış avcılığının son günlerinde küçük balıklar arasında ortaya çıkmaya başlar. Bunlar ise dünyanın en lezzetli balıklarındadır.
Büyük bir kısmını dolaştığım dünyanın birçok hâlini gözetleme imkânı buldum. Japonya’dan Londra’ya buzlanmış hâlde balıkların sevk olunduğunu bizzat gözlerimle gördüm.
Civarımızda bulunan İzmir’de ucuz balıkların kilosu beş kuruştan aşağı düşmemektedir. Bunun başlıca sebebi gemilerin çok uğraması ve denizcilerin çok fazla tüketmeleridir. Kar ve buzun yoğun olduğu Eğirdir’de balıkçılık yapanlar bu incelikleri düşünemeyip balıkları tuttukları yerde okkasını az bir meteliğe3 satmak gibi bir gaflet içerisinde çabalarını israf etmektedirler.
Hatta Isparta ve Burdur’a sevk ettikleri balıkları dahi buz içinde göndermeyip gönderim esnasında kokutmakta ve balığın kıymeti ve namını öldürmektedirler.
Ticari girişkenlik denilen güzel bir karakter bu değerli Osmanlı toplumuna ne zaman ulaşacak? Peygamberimizin ağzından çıkmış olan “El elkâsibu habibullah” (Çalışıp kazanan Allah’ın sevdiğidir.) övgüsüne sahip olmaktan kıyamete kadar nasipsiz mi olacağız? Böylesi tembellik içerisinde süregiden hayatımızı boşa geçirmekteyiz. Her bir taşına bin baş feda ettiğimiz mukaddes vatanımızdan yabancılar faydalanmaktadır. Mülk ve emeğimizin en önemli ticaret pazarlarına bizlerin yokluğunda yabancılar kolay bir şekilde yerleşmekte ve hiçbir zahmete katlanmadan gasbederek millî servetimizi kullanarak refah içerisinde hayat sürmektedirler. Daldığımız bu keskin uykudan uyanarak sanatımızı ilerletip, ticaretimizi bu istilacıların elinden kurtarmaz isek memuriyet, ziraat ve çobanlık gibi uğraşların bütün kazançlarının yabancılara fayda sağladığını anlamalıyız. Zira bu gibi uğraşlardan cebimizde kalacak millî servetimize katkı olacak ve refahımızı yükseltecek kazançların dışarıya akmaması için elde edilmesi gereken en doğru vasıta sanat ve ticarettir.
Emeğin semeresinin kendinde kalmasını düşünüp bu hassas kazançları elinde tutamaman, bir milletin can damarlarını keserek vücudundan dışarı akıttığı kan selini umarsızca izlemekten başka bir şey yapmayan mecnunlar gibi hayatının sonunu bekleyenler gibidir.