Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Seyahatü'l Kübra», sayfa 4

Yazı tipi:

Yılın bütün günlerini evinde meşgul geçirip ara sıra gerçekleşen düğünlerden başka birbirleriyle bir araya gelmeye imkân bulamayan bu zavallı kadınlar genel olarak buluştukları şenlikli günleri bu bahsedilen etkinliklerden ibarettir.

Kasabanın bağlarından 1 kilometre mesafedeki gölün güneydoğusunda Boğazova adlı güzel bölge bulunmaktadır. Kasaba halkının geneli ve hatta yönetim Rumi yılın 10 Eylül’ünde bağlara göçerler. Burada çok miktarda elde edilen üzümlerden pekmez, pestil, bandırma ve hevenk yaparlar. Ardından 7 Ekim’de de geri dönerler. Yönetim tarafından resmen ilan edilmedikçe ne bağa göçülebilir ne de şehre dönülebilir. Bu mevsimde kasabada bekçiler dışında kimse kalmaz. Nis adasından yaşayanların bağları gölün doğu sahilinde bulunan Eğerim Beli yakınındaki Karabağlar olarak adlandırılan ayrı bir bölgededir. Kasabalılar bağlarda bulundukları zaman günlük alışverişlerini Çaybaşı adı verilen yerde, haftalık alışverişlerini de haftanın ilk günü kurulan Pınarpazarı adlı ferah yerde yaparlar.

Kasaba halkı cuma namazı için de buraya gelirler. Çünkü büyük cami buradadır. Bağlarda bulundukları dönem ahali pazar günleri kurulan Pınarpazarı dışında cumartesileri kasaba içerisinde ayrıca kurulan Dernek pazarında da alışveriş yapar. Kasım mevsiminden sonra Antalya taraflarına göçen on iki kalem yani kabile Yörük aşiretinin Eğirdir’e yakın yaylalardan kışlaklarına dönüşleri ile aynı zamana denk geldiği için pazar yerine sürüler hâlinde sayılmayacak miktarda koyun gelir. En kaliteli etin okkası, yani dört yüz dirhemi, orman kasaplarında yaklaşık on paraya satın alınır. Sözün kısası bu gösterişsiz kasabada geçinebilecek kadar servet, çok güzel feyiz ve bereket ve insanların kalbinde gayet derecede güzellik bulunmaktadır. Hepsi hâlinden memnun ve şükür içerisinde, Allah yolunda vakarla mutlu bir şekilde hayat sürmektedirler. Alın teriyle kazandıkları varlıklarını boş yere sarf etmeden ağız tadıyla tüketirler. Güçleri yettiğince hayır hasenat yaparak İslami bir hayattan asla taviz vermezler. İçlerinde sanatı hor görüp beyefendi gözükmeye yeltenen hünersizlerden başka zaruret ve sefalete düşmüş hiçbir kimse mevcut değildir.

BOĞAZOVA’NIN ÖZELLİKLERİ

Cennet bahçesinin dünyadaki timsali olan bu iç açıcı alan gölün güneydoğu sahilinde konumlanmıştır. Uzunluğu 30 kilometre ve genişliği ise en dar yeri 4, en geniş yeri de 7 kilometreye kadar uzanmaktadır. Gölden taşan suların meydana getirdiği ırmak, ovanın kuzeybatısından geçerek Mücevre ve Maltaşı dolaylarından Tasmacı bölgesine ulaştıktan sonra doğu istikametine kıvrılarak Tepeli Çayırı kenarından akarak güney ucundan bulunan Kovada Gölü’ne dökülmektedir. Bunun dışında diğer bir çay da ovanın doğusundan başlayarak bu bölgenin ortasından geçer ve Cire Köprüsü yakınında bu ırmağa dâhil olur.

Meşhur Toros Dağları’ndan gelen sel sularından ortaya çıkan bu dehşetli çay bahar mevsiminde coşarak yatağından taşacak hâle gelir. Dağlarda kış boyu biriken karların erimesi neticesinde ya da şiddetli yağmurların yağması sonucunda coşan bu çayırın gür sularının eskiden beri bu dönemlerde dehşetli şelaleler meydana getirdiği bilinmektedir. Yılgıncık belinde göle döküldüğünü ispat eden izler Göktaş9 mevkisinde hâlen görülebilmektedir. Sonraki dönemlerde gerçekleşen şiddetli depremler aynı ismi taşıyan Çay köyünün yakınında buluna Havutlu Dağı’nı ikiye ayırmıştır. Jeoloji bilimiyle ilgilenenler Kabız adı verilen geçidin bu doğa olayı neticesinde oluştuğunu ilk görüşte anlayabilirler.

Doğudan batıya doğru akan ve Cire köyü karşısında ırmağa karışan Pınar Suyu adı verilen küçük akıntı ise üzüm bağlarının güney sınırını meydana getirir.

Hem çayın hem de ırmağın yatakları etrafından yetişen söğüt, karaağaç, tavşancıl ve ceviz gibi sık yapraklı ağaçların dalları arasında gizli bir hâle bürünmüştür.

Boydan boya çim ve çiçekler, rengârenk yabani güller ile sarmaş dolaş bu muhteşem ovanın göl tarafında Kuru Köprü’den Pınar Pazarı’na, ırmaktan Ağıl köyüne kadar derinlemesine bir buçuk saat, enlemesine bir saat süren kısmı verimli bir arazidir. Burası üzüm bağları, başlarını göğe doğru yaklaşmış karaağaç ve şimşir gibi asırlık ağaçlar, ferahlık veren gölgeleri olan çalılar ve her çeşit meyve ağaçları ile doludur. Çoğu güçlü sâfiyeler yani bölgenin kendi ağzı ile söylemek gerekirse kelifler mevcuttur.

Bağlar arasında farklı taraflara ayrılan yolların kenarlarında, keliflerin etrafları etrafında ve üç yol ayrımına düşen küçük meydanlarda Allah vergisi yetişen Arap sümbülü, kırmızı ve mor menekşeler ve bölge halkının ekşi olarak isimlendirdikleri mis kokulu limon otu gibi çiçekler vardır. Ağaçların dallarının kaldırmakta zorlandırdığı bollukta meyveler ortama yaydığı enfes koku etrafta geçen insanları mest etmektedir. Bülbüllerin çıkardığı melodi ve birçok sesli kuşların nağmelerini işiten insanlar doğanın bu cazibesine kendisini kaptırarak duygularını bu atmosferden saatlerce çıkaramaz.

 
(Nasıl ki) Soğuk mevsimde ateş gülden hoştur
(Öyle de) Vatanın dikeni de sünbül ve reyhandan hoştur
Yusuf ki Mısırda Padişahlık yapardı
Söylerdi ki Kenan’ın dilencisi olmak daha hoştur 10
 

Ancak kendi vatanında yaşayan insan mutludur vesselam. “Vatan sevgisi imandandır.” hadisinin hikmetini çok acı tecrübeler neticesinden uzun zaman sonra anlamış olsam da ne yazık ki fırsat elden gitti. Ah vatan!..

EĞİRDİR’İN MEVCUT TARİHİ ESELERİ

Bu şehirde, bazılarının temelleri gözle görülebilen yirmiden fazla tarihî eser mevcuttur. Tufan’dan yüz kırk sekiz yıl sonra ve Nuh Peygamber henüz hayatta iken Urfa, Resulayn ve Deyrizor arasındaki çölün ortasındaki Gökab Dağı civarından geçerek Fırat Nehri’ne dökülen Habur ve Nusaybin suları istikametinden Anadolu’ya göçüp Eğirdir’e yerleşen Lid Kavmi MÖ 22. yüzyılda burada bir kale inşa etmiştir. Tarihî kalıntıları hâlen bulunan bu ilk kalenin yıkılmasının ardından kuzey tarafına düşen kayalıklarda görülen temelleri dışında surlarından eser yoktur. Bulunduğu yerde şu an Eskihisar kabristanı bulunmaktadır. Lid Kavmi’nin dinlerinde “Zaryus-Karyus” denilen putlara kurban keserek ibadet edilmekteydi. Bu dönemde yapılan en büyük tapınak Eğirdir’in güneyinde bulunan Kervansaray olarak bilinen harabedir. Selçuklular döneminde han ve çarşı olarak kullanılmıştır. Fakat işlevi bittikten sonra duvarlarındaki süslemeler söküldüğü için şimdilerde dişlenmiş salatalık gibi delik deşik bir hâldedir. Bu devasa yapı daha evvelce bahsettiğimiz Felakabad şehrinin güçlü dönemlerinde inşa edilmişti.

Lidlerden Küçük Ferici sultanı Tantaloğlu Bilubus MÖ 1280’de kendi oğlunu bu tapınakta kurban ettikten sonra masum çocuğun etinden bir parça puta sunmuştur. Kalanını ise vahşi bir düşünce ile misafirlerine ikram etmiştir. İnekdenizi’nden Yellibelen tepesine çıkarken soldaki kare şeklindeki kayalığın üzerine Brahmanların yani din adamlarının ikamet etmeleri için yaptırılan büyük yapı tamamen ortadan yok olup gitmiştir. Bugün binadan ve parçalarından hiçbir eser kalmamış olsa da binanın temellerine dair izler mevcuttur.

Bu bölge civarındaki Hızır İlyas Mağarası’nda hâlihazırda bir put mevcut olsa da zaman içerisinde çoğu yeri yıpranmıştır. Kaleden dışarı çıkmanın tehlikeli dolduğu dönemlerde kasaba ahalisi Hızır (Hıdırellez) günlerinde bu yüksek yere gelirler. Gezinti yapmak maksadıyla gelinen hâlen o mutluluk günün adıyla anılan bu mağara aslen tapınaktır. Bunu bilmekten âciz bir kısım cahil kimselerin hâlâ ziyaret maksadıyla buraya gelmeleri; sıtmadan kurtulmak maksadıyla tapınakta asılı ipe çaput bağlamaları; tavanından damlayıp putun önünde biriken suyu mübarek zannedip içmeleri; hamilelikten yeni çıkmış kadınların sütleri gelsin diye bu sudan içmeleri ve kocakarıların eski kaşıkları toplayıp sevap diye heykelin önüne bırakmaları gibi âdetlerin hepsi aslında putperestlik döneminden kalma âdetlerin bugün hâlâ devam ettirildiğini gösteren acı verici örneklerdir.

MÖ 547 yılında Lidya kralı Krezüs’ü mağlup edip bütün topraklarını ele geçiren Midya Kralı Kiriş ya da Kariş’in tebaasının çoğunluğu öküze tapmaktaydılar.

İçerisinde bunların tapındıkları “Kay Av” adlı icl-i ibişin (komik görünümlü buzağının) daima bulunduğu insan yapımı mağara da Hızır İlyas Mağarası ve Öksürük Kayası yakınındadır. Bahsedilen öküzün Urdu ve Hintçe isminden kinaye edilerek bu bölgeye “Kay Av” adı verilmiştir. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Eğirdir’i istilasında İran ve Belucistan tarafından getirilerek kaleye yerleştirilen muhafızların yapmış oldukları yanlış tercüme nedeniyle buraya İnekdenizi denildiği düşünülmektedir. Çünkü “kay” kelimesi (Türkçe’de inek, öküz kelimesine karşılık gelen) “gav” ve “av” tabirini de (Türkçe’de su kelimesine karşılık gelen) “ab” kelimesinin tahrif olmuş hâlleri olduğu düşünülerek “İnek suyu” şeklinde tercüme etmiş olduklarını ve bunun da zaman içerisinde “İnekdenizi” kelimesine dönüştüğüne inanılmaktadır. Böyle olsa da bu bölge Elmadağlar’ın göle doğru uzanan köşe olması hasebiyle “dağdan denize inen köşe ve çene” manasından eski şivede kullanılan “İğek Denizi” denilmekteydi ve bu kullanım zaman içerisinde dönüşerek “iğek” kelimesi “inek” kelimesine dönüşmüştür. İnekdenizinin aslının bu olduğunda hiçbir şüphe söz konusu değildir. Orta Asya’da yaşayan Moğol Türkleri çeneye iğek derler. Üstünde suya dair bir iz ve emare mevcut olmasa da Felekabad’ın sular altında kaldığı su yollarının zeminindeki ağızlardan ve yer yer görülen çukurlardan anlaşılmaktadır. İnek-denizi bayırını batı tarafından sınırlayan sırtta bulunan Hızır İlyas Mağarası yakınına eski zamanlardan beri Öksürükkayası denilir. Bu eğri büğrü taşa çok eskiden beri öksürüğe tutulanlar gelmektedir. Üzerine tükürdükleri toprağı taş parçaları ile bastırarak arkalarına bakmadan dönmek gibi hâlen daha uygulanan tuhaflıklar öküze tapan Midyun devrinin dinî âdetlerindendir.

Kasabanın batısında bulunan Oluklacı Dağı’nın güney kısmındaki tepesinde bugün Sivri olarak bilinen ve bir zamanlar eski volkandan dökülüp biriken lav artıkları asırlar boyu varlığını devam ettirmiştir. Tahminen Hicri 1297 yılı Şubat ayında aniden aşağı kayıp Yumrutaş merasındaki büyük mezarlığı kısmen kaplamıştır. Bu esnada bu yol üzerinde şehre giren Yılankırkan suyunun yatağını da bozması nedeniyle Büyük Hamam için yakınlardaki göl kenarına depo kurup su alma durumunda kalınmıştır. Hamam ile göl arasındaki yolun sahili takip eden kenarında yetişen ve poyrazın şiddetli estiği zamanlarda kütüğü dalgalar içinde kalan Ulu Çınar’ın gölge saldığı sahildeki şeffaf taşların üst kısmı bu ihtiyaç nedeniyle havuz hâline getirilmiştir. Bu çukur açma işi esnasında 1 metre derinliğe gelindiğinde ağzı kapalı eski bir çukur ortaya çıkmıştır. Ben o zamanlar on beş yaşlarındaydım. Okulun teneffüs verdiği zamanlarda abdest almak amacıyla oraya gitmiştim ve bu olaya tesadüfen tanıklık ettim. Bu olayı tamamen hatırlıyorum. Sürekli dalgalı olan böyle bir yerde böylesi bir çukurun mevcut olması oradakileri hayrete düşürdü ve hemen ölçüm yaptılar. Fakat her ne uzattılar ise bir noktaya ulaşamadılar. Bu kişiler hayret içerisinde konu ile alakalı konuşurlarken biraz ileride su kenarında balık avlayan çocukların yanlarına gidip biraz önce keşfedilen kuyunun derinliğini ölçmek için balık tutmaya yarayan iplerini istedim. Teklifimi geri çevirmediler. Mütebessim bir şekilde teslim ettikleri iplerinin hepsini birbirine bağlayıp ucuna da bir taş bağladım. Ardından içi su dolu kuyunun içine sarkıttım. İpleri birleştirilmesi sonucu 20 metreden daha fazla bir uzunlukta olmasına rağmen kuyunun dibini bulamadım. Bu gölün meydana gelmesinden önce bu bölgede yerleşik toplulukların yaptığı eserlerden olduğu ve yüksek yerlerde olsalar da olağanüstü derinliğe sahip “Han Ardı” ile “Vedireli” adlı kuyuların üçüncüsü olduğuna şüphem kalmadı. Su taşımacılığı ile uğraşanlar söz açılınca bunlardan ayrı şehrin güneyinde bulunan Yumrutaş adlı basık bayırdan gölün içine doğru yani Felekabad şehrine kadar uzayan ve harç ile sağlamlaştırılmış ve genişlikleri 4 metreyi bulan su yollarının olduğundan bahsetmektedirler. Bunları söylerken bu su mecralarının sağlamlığını vurgulayarak övgü dolu ifadeler kullanırlar.

Bu kadar su ve su yolları varken yer yer kehrizler de varlığı Felekabad şehrinin büyüklük ve zenginliği göstermektedir. Eski milletlerin inşa ettikleri bu su kanallarında biri de Demirkapı Mahallesi’nde mevcut olan Burhan Mektebinin bulunduğu mevkidedir.

Hükûmet binası yakınındaki eski Tahtapazarı bölgesine bir rüştiye yapılırken eskiden beridir metruk bir hâlde yıkık bir şekilde olan Burhan Mektebi yıkılarak kerestelerin bu inşaatta kullanılma üzere kaldırıldığı esnada bu su kanalı gün yüzüne çıkmıştır. Gündelik olarak suyunu kullandıkları göle yer altından ulaştığı eski adamlar tarafından fark edilememiş ve üzerine tuvalet yaptırıldığı görülmüştü.

Bunlar ile birlikte yarımadanın sonundaki İçkale, Lid Kavmi’nin Sivri Ardı ismini adını verdikleri alana Kelpim Sabah tarafından yaptırılmış makara Romalılardan kalma tarihî eserlerdendir. Taş-medrese ile Ulu Cami, kemer üzerindeki minare, Büyük Hamam, Yazla’daki Hangah, Baba Sultan Veli Türbesi ve Sakahanesi, şehre akan su yolları, mevcut bütün çeşmeler, mahalle mektepleri, kütüphaneler ise Selçuklu sultanları ve Osmanlı ileri gelenlerinin hayratlarıdırlar. Yukarıda harabesinden bahsettiğim Burhan Mektebi bana halk arasında hâlen daha konuşulan garip bir olayı hatırlatmaktadır. Cennetmekân Sultan Abdulaziz Han haretleri zamanında yükselip sonradan başvurduğu hile yoluyla kötü şöhreti her tarafa yayılan Maktül Hüseyin Avni Paşa tahsiline burada başlamıştır. Bununla birlikte kendisi Eğirdirli değildir. Karaağaç kazasına bağlı Afşar nahiyesinin Gelendost köyünden eşekçi Ahmed’in oğludur.11O dönemlerde ilkokuldan dahi mahrum olan ve cehalet içinde yaşayan bir köyde dünyaya ayak bastığı için babası Eğirdir’e getirip ayakkabıcı esnafından merhum Hacı Musa’ya emanet etmiş ve o zat da hayır yapıyorum düşüncesiyle çocuğu bu mektebe teslim etmiştir. Burada ilkokulu tamamladıktan sonra İstanbul’a gittiğini haber alan bazı nüktedan kişiler çok sayıda eşeği önüne katarak pazara gelen babası ile karşılaşınca “Ulan Eşekçi Ahmet, sıpayı İstanbul’a mı gönderdin?” diye söylendiklerinde bu duygusal ağa yapmacık bir tavırla tebessüm ederek “Gönderdim ya! Orada kocaman olur da acı acı zırlar ise hepinizi korkutur.” cevabında bulunduğu herkesçe bilinir.

Eşekçi Ahmet’in bu şerli halefi hakkında bir önsezi olarak ifade ettiği gibi Hüseyin Avni nankörünün katıksız zırlamasındaki uğursuzluk nihayetinde kendi sonunu getirdi.

Tren olmayan yerlerde gerçekleştirdiğim yolculukları tabiatıyla kervan vasıtasıyla yaptım. İnsaf, yiğitlik, insanlık ve nezaket denilen güzel İslami davranışlara sahip hiçbir katırcı görmedim ki şu garip rastlantı üzerine eşekçilerin de keramet ehli olabileceğine inanayım.

ULU CAMİ

Selçuklu Sultanı Alparslan tarafından yaptırılan caminin yapımı Hicri 464 tarihinde tamamlanmıştır. Genişliği ve büyüklüğü İstanbul’daki Fatih Camisi ebatlarındadır. Tavanı gayet yüksek ve süslemeleri de güzeldir. Fakat Fatih Camisi gibi yüksek kemerleri ve kubbeleri mevcut değildir. Hicri 1214 yılında şehir halkı üzüm bağlarında iken şehrin büyük kısmında yangın çıkması üzerine yerli eşraftan merhum Yılanoğlu Şeyh Ali Ağa12 tarafından gayet güçlü ve güzel bir şekilde yeniden yapılmıştır. Caminin tavanı İbradılı Mustafa Efendi adından hoppa bir kaymakamın emriyle 1295 senesinde eskisine göre çürük ve sanatsız bir değişikliğe maruz bırakılmıştır. Bu değişiklik esnasında caminin ortasında bulunan harikulade güzellikte nakışlar ile tezyin edilmiş ve genişçe olan müezzin mahfilini de ne yazık ki ortadan kaldırtarak yerine küçük ve basit bir mahfil yaptırılmış. Demirkapı Mahallesi’nde geçerken harabe yığınları görenleri hayrette bırakan Büyük Hamam da Alparslan tarafından yaptırılarak bu caminin vakfına dâhil edilmiştir. Bu gibi bir eserin neden ve hangi tarihte harabeye dönüştüğü konusu bilinmemektedir.

TAŞMEDRESE

Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Sadrazamı Tuslu meşhur Nizamülmülk’ün ilim aşkı sayesinde yapımına cami tamamlandıktan sonra Melikşah döneminde başlanmıştır. Fakat tamamlanması halefi Kılıçaslan’ın son dönemine kadar uzayan medresenin Haçlı kargaşasının ortaya çıkması nedeniyle hem tamamlanması mecburen akim kalmış hem de planlanan bazı bölümleri yapılamamıştır. Süslemeleri, genişliği ve yüksekliği ile gökkuşağına benzeyen avlusunun içe bakan kemerlerinin üzerinde ayrı bir süsleme olarak konulan yontma büyük mermerler ne yazık ki şu an binanın etrafında darmadağınık bir hâldedir. Kapıları Ulu Cami ile karşı karşıyadır. İran mimarisi örneği bu harikulade değerli yapı gayet sağlam ve desenlidir. Bir kısmı kıbleye bakan kapısını çevreleyen, bir kısmı büyük bina ile dörtgen şeklindeki çok güzel avlusunun kuzeybatısını süsleyen, bir kısmı da gökkuşağı gibi yüksek kemerin etrafında ve zeminden sol tarafa ve oradan yine zemine hale gibi uzanan son derece sanatlı bir şekilde eski usul sülüs hat ile ve gayet celi bir tarzda yazılmış ve kabartma şeklinde yontulmuş birçok tarihi tafsilat ve Farsça şiirler mevcuttur. Birinci baskısının bir kısmını Hindistan’ın Dekan Haydarabad şehrinde, diğer üçte birini Çin’in Tianjin eyaleti merkezinde ve kalanını da Rusya’nın Petersburg şehrinde yazdığım bu seyahatnameye bunları ekleme imkânım olmadı. Tarih bilimi için gerekli ve kıymetli açıklamaların ve harika eselerden biri olan bu yapının fotoğraflarını inşallah bu eserin ikinci baskısında ekleme imkânı yakalarım.

ULU CAMİ’NİN MİNARESİ

Tek şerefeli ve gayet zarif ve yüksek olan bu özgün minare Selçuklu sancak beylerinden Hızır Bey hayret ettiren eserlerindedir. Mimari usulü ile taş süslemeciliğinin son noktasını gösteren hayret verici bir tarzda yapılan Ulu Cami ile medresenin karşılıklı olarak yapılmış kapıları arasında ortaya çıkan meydandadır. Bu beyaz minare, kuzey tarafından çevrili yüksek duvarın ortasında bulunan büyük kapı üzerine kurulmuştur. Güzel sanatların en seçkin örneklerindendir.

Kale bedeni demekten başka hiçbir tabiri kabul etmeyen bu duvarın içinde camiden minareye geçilen bir yol vardır. Ayrıca bu yolu aydınlatmak ve gerektiğinde korumak amacıyla yolun iki tarafında birçok mazgal bulunmaktadır. Dâhilindeki bu boşlukla beraber üzerine bir de minare yapılmış olması eskilerin mimaride ettikleri gelişmeyi göstermektedir. Bununla birlikte bu onların estetik kabiliyetlerinin idrak ve fazilet bakımından büyüklüğünü, matematikteki kapsamlı bilgilerini ve mimarlıklarının kendi dönemlerinde ulaştığı olgunluğu anlatmakta ve ispat etmektedir.

BÜYÜK HAMAM

Yapıya, üç tarafına çevrilen yüksek kemerlerin ortaya çıkardığı yarım kubbelerin altında kalan üç adet boşluk ile bu boşlukların birleştiği noktalara yapılan kapılardan girilen geniş kapalı alanlarda beşer musluk mevcuttur. Ayrıca bu kemerlere dayalı her bir kubbenin altından da yuvarlak büyük göbek taşları bulunur. Neredeyse bir hama büyüklüğünde olan soğukluğun kapısı dışında uzunlamasına bir meydan vardır. Onun dış tarafında da binanın iki katı büyüklüğünde ve ortasında bir şadırvan bulunan düzenli bir dinlenme yeri bulunmaktadır. Buranın önünde de ayrıca bir boşluk daha bulunmaktadır. Bu hamam, Ulu Cami vakfına dâhildir. Selçuklu döneminin övgüye layık eserlerindendir.

DİĞER ESERLER

İç kale içerisinde Orta Çağ tarzında farklı şekillerde süslemeler ile yapılmış eski bir cami ile iki kısımlı küçük bir hamam vardır. Bunların dışında diğerleri şunlardır: Sonradan tamir gören Ferahiye ve Kubbeli mescitleri; kurucularının nesli yok olduğu takdirde Mekke ve Medine’ye mahsus vakıflara dâhil edilmesi kaydıyla yapılmış kâgir yapıdaki Pamuk Hanı; Mevlevi dergâhı ve vakfına dâhil olan Yukarı Hamam; Nis Adası’ndaki minare ve hamamlar; Selçuklular zamanından yaptırılmış kıymetli yapılardan olan ve hâlen kullanılan okullar; Yılanlıoğlu Medresesi ve kütüphanesi; Ağa Mahallesi’ndeki Ulu Cami ve minaresi; Yazla’da bulunan Hangâh ve civarındaki cami, minare ve görkemli türbeler ile Baba Sultan dergâhı, türbesi ve mescit. Sakahane ve şehirde bulunan bütün çeşmeler Osmanlı sancak beyleri ile bölgedeki varlıklı kişiler tarafından yaptırılmış kalıcı eserlerdir.

BABA SULTAN DERGÂHI’NIN SAKAHANESİ

Eğirdir’in batısından bulunan Oluklacı Dağı’nın kuzeyindedir. Sivri adı verilen volkanın bir zamanlar patlamasıyla oraya çıkan kaygan topraklar ile kapılı olan ve büyük katran ağaçları ile örtülü yamacın eteğindedir. Şehirden on dakika mesafede bulunan bu yer çok az güneş gören gölge bir yerdedir. Bu dergâhın sakahanesi tarihî yapılar içerisinde kendine has örneklerden biridir.

Hiçbir yerde ikinci bir örneği ile karşılaşmadığım bu ilginç soğuk yer altı odası daha önce ifade edildiği gibi Hızır İlyas Mağarası’nın yer altından bu yere kadar uzanan doğal dar bir yarığın ağız tarafına büyük bir kubbe yapılarak bina edilmiştir. İçerisine büyük küpler konulmuştur. Gölden alınarak bu küplere konulan sular bir gün sonra donacak dereceye gelir. Ne bu suyu birkaç saniye nefes almaksızın yudumlayarak içmek ne de zemheri bir soğukluk içerisinde bulunan bu mekânda ince bir kıyafet ile beş dakika durmak mümkündür. Temmuz ayında dahi bu hâldedir. Kış mevsiminde ise soba ile ısıtılan odadan dahi daha sıcaktır. Bu ilginç durumun sebebi şudur: Oluklacı Dağı’nın İnekdenizi’ne uzanan köşesinin tepesinde bulunan ve Yelli Belen tabirinden de anlaşılacağı üzere esintili bir noktada olan doğu ve kuzeyinin, gölün doğusundan kıbleye doğru devasa büyüklüğü ile uzanan Toroslar’a kadar olabildiğine açık kaya yarıklarından aşağı doğru dökülen damla ve sızıntıların ortaya çıkardığı sürekli rutubetin, Hızır İlyas Mağarası’ndan sakahane içerisine kadar, yani yarım saat diklemesine yer altından yukarı doğru boşluktan sanki bir makine gücü ile çekilircesine cereyan yapmasına imkân tanımasıdır.

9.Göktaş, gökçe ve gökçek taştan gelmektedir. Çünkü Göktaş mezrası mevkisinde bulunan taşlar beyaz ve sarı renklerde olup kâse kırıklarını andırırlar. Güzel manzaralı kayraklar olan bu taşlar birbirlerine dokundurulduğunda çinkonun çıkardığı sese benzer sesler verirler.
10.Bu ve bundan sonraki şiirler çoğunlukla Farsça şeklindedir. (ç.n.)
11.Hüseyin Avni (1819 -1876) Sultan Abdülaziz dönemine denk gelen 15 Şubat 1874 – 26 Nisan 1875 tarihleri arasında sadrazamlık görevinde bulunmuştur. Resmî bir toplantı esnasında silahlı saldırıda ölmüştür. (ç.n.)
12.Yılanoğulları ya da Yılanlı Oğulları, 18. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Isparta Sancağını yöneten önemli ailelerdendir. Adlarını Eğridir Kasabasınna bağlı Yılanlı köyünden almışlardır. Daha fazla bilgi için bk. Yücel Özkaya, Anadoludaki Büyük Hanedanllıklar, Ankara, 1992, TTK Belleten 56. Cilt, Sayı 2017 s. 835. (ç.n.)