Kitabı oku: «Seyahatü'l Kübra», sayfa 7
KIRKGÖZ
Kırkgöz Köprüsü, cehennemin vebal deresine benzeyen korkunç Çubuk Boğazı’nı geçtikten sonra Antalya’ya bir saat mesafeye kadar uzayan yol boyunca etraf yabani zeytin, keçiboynuzu ve sinameki gibi faydalı bitki çeşitleri sımsıkı kaplı olan ve dereleri ve tatlı su gibi pınarları fazlasıyla bol olan bu büyük ovanın girişinde bulunmaktadır. Yaklaşık 600 metre uzunluğundadır.
Boğazın ağzından başlayıp bataklığın sonuna kadar devam eden bu kâgir köprü üzerinde yüzden fazla göz bulunmaktadır. Kemerlerinin genişliği en ve boydan 4’er metredir. Kemerler arasındaki dubaların genişliği 1 ila 3 metre arasındadır değişmektedir. Bu kadar uzun olmasına rağmen genişliği 5 metreyi geçmez. Bu uzun köprünün yaklaşık ortasında bulunan yerde çok güzel bir kontrol karakolu bulunmaktadır. Eğirdir, Isparta ve Burdur yönlerinde bulunan derin kuyular durmak bilmez iştahları ile içlerine çektikleri suları çok yüksek sesler çıkararak bu araziye pompalarlar. Bu nedenle ovayı göle dönüştürmüşler. Buraya Kırkgöz denilmesinin sebebi ya kaynakların bol olmasından ya da bu köprünün ilk hâlinin kısa ve kırk göz hâlinde yapılmış olmasından olsa gerekir.
Burada, boğazın ağzı ile köprünün başlangıcı arasında kalan yakın mesafeye beş dakika uzaklıkta düz ve bataklık bir alanda eskilerden kalma kâgir ve muntazam bir bina mevcuttur. Fakat şu an terk edilmiş bir hâldedir. Kapısının üstündeki kulelere ve gözetleme siperlerine bakılacak olursa dönemin köprü muhafızlarına özel olduğu anlaşılmaktadır. Genişliği Kırkgöz’den Antalya’ya altı saat mesafede ve uzunluğu ise Milas’tan İçel Dağları’na kadar haftalarca süren bu cennet gibi ovada kimse yaşamamaktadır. Her tarafı tamamıyla yabani zeytin ve keçiboynuzu gibi bitkilerle kaplıdır. Keçi, sığır ve deve otlatmak için dağlarda gezinen Antalya Yörüklerinin her köşesi zeytin ağaçlarıyla dolu bu eşsiz toprağın kıymetini bilmemektedirler. Bu, Gözmenleri Yerleştirme İdaresi’ne bir duyurudur.
ANTALYA
Bergaman (Pergamon) Kralı II. Attalos tarafından Antik Pamfilya limanı üzerine kurulu olan üç bin iki yüz altmış sekiz haneli ve sekiz bin nüfuslu çok güzel bir sancak merkezidir. Elmalı, Alanya, Akseki ve Kaş kazaları ile birlikte beş yüz kırk dokuz adet köy, sınırları içinde bulunmaktadır. Deniz seviyesine yetmiş beş adım yükseklikteki güçlü kalesinin surları içerisinde ve etrafında altmış üç cami ve mescit, bir Mevlevi dergâhı, elli yedi ilkokul ve medrese, bir rüştiye mektebi bir idadi mektebi, yedi Rum ve bir Ermeni kilisesi, bir de Yahudi havrası, üç hamam, yüz otuz bir ambar ve han ve altı yüz dükkân bulunmaktadır. Osmanlı’nın Mısır, Beyrut, Adana ve Akdeniz Adaları vilayetleri ile birlikte Girit ve Kıbrıs adaları ile ticari ilişkileri vardır.
İhracat ürünleri başlıca zahire, yün, afyon, ahşap, tuz, yük ve süt hayvanları ile birlikte katran, bal mumu, keçiboynuzu ve kaliteli yağ ve sahtiyan, kösele, gön ve ham derilerdir.
İthalat olarak ise sabun, şeker, kahve, halat, demir, çuha ve çit gibi malzemelerdir. İthalatı diğer iskelelere göre hamdolsun çok azdır. Bu üstünlüğün sebebi gözü açık halkının yerli kumaşlara ilgi duymasıdır. Cenabı Allah büyük Osmanlı topraklarının diğer bölgelerinde oturan vatandaşlarımızı da gafletten uyandırsın.
Antalya, Abbasi halifesi Harun Reşit dönemine denk gelen Miladi 792 ve Hicri 170 yılında Müslümanların eline geçmiştir. Haçlıların lanetine uğradığı MS 1147 yılında kendini savunacak yeterli gücü olmadığı için Fransa Kralı VII. Lui tarafından kuşatılarak ele geçirilmiştir. Rim Papa’nın kovalaması sonucu yollarda sürünen bu kral en sonunda Mısır’da esir olacağını düşünememiş ve düzensiz ordusu ile buradan gemiler üzerinde denizden Antakya’ya ulaşmıştır. Antalya kalesinin Fransızlar tarafından kuşatılacağı haberi Konya’ya ulaşır ulaşmaz derhâl buraya yeterli güç gönderilir. Aslanlar gibi mücadele neticesinde birkaç gün içinde kale geri alınan bu kalenin Osmanlı Devleti’ne dâhil edilmesi Selçuklu sonrası sancak beylerinden Hızır Bey eliyle Hicri 7. yüzyılda gerçekleşmiştir.
Başlıca ürünleri buğday, susam yağı, zeytinyağı, keçiboynuzu, şeker kamışı, çeşitli limonlar, büyük ebatlı kaliteli nar ve portakaldır. Sıcak ve ılıman iklimli topraklarda yetişen bütün meyve çeşitleri mevcuttur. Bununla birlikte kaliteli tereyağı, yün, ipek ve keten gibi dokuma ürünleri ve sahtiyan, gön ve kösele deri çeşitleri bulunmaktadır.
Şehrin doğusunda sur dışında bulunan Yenikapı tarafı şehrin en varlıklı ve güzel mahallelerinden biridir. Kalenin batıya bakan uçurumu kenarında bulunan çarşının dağ gibi yüksek duvarından Sultan Mahmud-u Adlî’nin tuğrası vardır. Buna göre yakın zamanda yenilendiği anlaşılmaktadır. Antalya’ya Cumartesi sabahı ulaştım. Ardından pazartesi ikindi vaktinden sonra gelen “Antoni” adı verilen İngiliz vapuruna binerek İstanbul’a doğru harekete geçtim. Antalya’dan geçtiğim esnada telgraf müdürü Nişli merhum Süleyman Efendi, Müfettiş Zeki Bey, Mutasarrıf Turhan Bey ve şehrin muteber şahsiyetlerinden Vapur İşletme İdaresi acentesi Abdi Bey ile yine önde gelen kişilerden Cemal Bey henüz hayattaydılar.
Bölgenin varlıklı insanları mayıs ayı ortasında yaylalarındaki çiftliklerine göçerler. Eylül ayı sonunda da geri dönerler. Cüsseli develeri ziller ile donatıp, ön devesinin üzerinde kös ve nakkareler çaldırarak yazlık evlere gidiş ve dönüş anları çok güzel seyirlik bir olaydır.
Bu memlekette ilk defa kasımın onuncu gününden son gününe kadar deve güreştirme merakına tanık oldum.
RODOS
Güneşin batışına bir saat kala Antalya limanında hareket eden gemi Adrasan Burnu’nu dört buçuk saatte geçti. Ardından Salı günü kuşluk vakti Rodos’a ulaştı.
Rodos Adası,Akdeniz Adaları vilayeti içerisinde konumun güzelliği, havasının tatlılığı ve bayındırlığı bakımından diğer yirmi dört adaya nispeten üstündür. Uzunluğu 40 mil, genişliği 15 mil ve çevresi 120 mildir. Adanın merkezi 5 bin nüfuslu olup tamamı ise 20 bin nüfusludur. Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’nin Şam valiliği ele geçirilmiştir. Birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkan Haçlıların eşkıyaların kalıntısı şövalyeler tarafından istila edilmiştir. Daha sonra ise Osmanlı Saltanatının iftihar edilen sultanı Kanuni Sultan Süleyman hazretlerinin fethetme arzusu üzerine tekrar İslam topraklarına katılmıştır.
Bu güzel ada ile Anadolu sahili arasındaki uzaklık 8 mildir. Limon, turunç, portakal ve muz gibi faydalı ağaçların varlığı ile ormanlaşan hoş toprakları üzerine devasa saraylar ve güzel manzaralı köşkler ile çevrili eğlence sahilinin adı Kumburnu’dur. Burası şehrin en özel gezinti ve dinlenme alanıdır.
Liman, Padişahımızın emri üzere büyük toplarla güçlendirilmiştir. Adalar Denizi’ni seyir için gönderilen Osmanlı savaş gemileri güçlü merkezidir. Vapur çok fazla beklemediği için bu güzel yerde bir saatten fazla kalamadım.
ŞİRA
Şira Eski Rumların Hermapolis dedikleri yerdir. Yunan devletine bağlı Siklat Adaları’nın en büyüğüdür. Arazisi kurak ve tamamen taşlıktır.
Bir miktar üzüm, incir ve zeytin hasılatı elde edilen adada az miktarda buğday ve benzeri hububat yetişmektedir. Öyle ki bunlar adanın ihtiyaç duyduğu miktarın sekizde biri bile değildir. Halkının bir kısmı deniz süngerciliği, balıkçılık ve gemicilik yaparak kıt kanaat geçimini sağlamaktadır. Çoğunluğu ise ülkenin çeşitli bölgelerine giderek bakkallık, kahvecilik, meyhanecilik gibi işlerden geçinmektedirler.
Adada, Mısır’dan ithal edilen şeker ile lokumun en meşhuru yapılmaktadır. Gezinmek maksadıyla çıktığım yolda çocukların “Turkus, Turkus!” diye şamata çıkararak arkama düştüler. Bunu gören polis bu terbiyesizleri çil yavrusu gibi dağıttı. Şehrin limanı, konumu, yapıları ve sokakları çok güzeldir. Fakat vardığım zamandan bir sene önce gerçekleşen deprem nedeniyle çoğu yıkılmıştır. Bu yıkıntılardan kaynaklı enkaz yığınları insana kasvet vermektedir.
Osmanlı tebaası içerisinde ne kadar kanlı, ipsiz, uğursuz ve hırsız var ise bu adada toplanıp ömürlerini sefalet ve miskinlik içinde geçirmektedirler. Adanın yerlisinin bile iş ve yiyecek bulamadığı bu bereketsiz adada bunlar gibi sefillerin ne derece aç ve üst başsız yaşadıklarını açıklamaya gerek yoktur. Sevimli bir bayırın göğsüne kurulan bu memlekette akarsu ve göze bulunmamaktadır. Bu nedenle ev yapmak isteyenler evlerinin ihtiyacı için en az sekiz ay yetişecek kadar suyu içine alabilecek bir su kuyusu yapmadıkları sürece hükûmetten izin alamamaktalar.
SİSAM
İzmir’in elli mil güneyinde bulunan ve altmış bin nüfuslu taşlık bir adadır. Osmanlı Devleti’ne bağlı sancakların en küçüğüdür. Anadolu sahilindeki Kuşadası adı verilen liman ile arasında yaklaşık dört mil mesafe bulunmaktadır. Antik Yunan filozoflarından meşhur Pisagor’un doğum yeridir. Bu güzel adanın havası sağlam ve etrafı üzüm, incir zeytin ve benzeri ağaçlarla doludur. Yer altında altın ve gümüş madenleri bolca mevcuttur. Arazisi taşlık olması nedeniyle ziraat neredeyse yok gibidir. Bindiğim vapurun adanın meşhur iskelesi ve sancak merkezi olan Vati’ye vardığında bir gün bir gece konaklaması nedeniyle dışarı çıkarak birkaç saat etrafı dolaştım.
İZMİR
İstanbul’un 430 kilometre güneybatısında ve Pagos Dağı’nın (Kadife Dağı) kuzeyindedir. MÖ 900 senesinde dünyaya gelen Yunanlı meşhur şair “Homeros”un doğum yeri olarak da bilinir. Bu büyük liman depremler ile yangın ve savaş gibi çeştili musibetler nedeniyle on defa harap hâle gelmiştir. Buna rağmen tekrar parlayarak günümüzün iki yüz yirmi bin nüfuslu en varlıklı şehirlerindendir. Bu durum hazreti ticaretin kerametini göstermeye yeterlidir.
Küçük Firicya kralı “Tantal oğlu Bilibus” tarafından MÖ 1010 tarihinde kurulmuştur. Bu zengin şehrin körfez uzunluğu 50 kilometre ve genişliği ise 20 kilometrededir. Güneyinde Mimas Dağı, doğusunda Pagos Dağı ve kuzeyinde Spil Dağı ile çevrilidir.
Kuzeye bakan limanının batısında “Hamidiye” istihkâmı vardır. Şehrin sırtına düşen Pagos Dağı üzerinde yani güneydoğu tarafındaki yüksek tepede bulunan eski Kadifekale yakınında bunun gibi kapsamlı müdafaa istihkâmı bulunmaktadır. Bunlar da zengin bir ticareti merkezindeki göz alıcılığa ayrı bir heybet katmaktadır. Kadim ismi “Simir” iken eski yunanlar tarafından “Zimirni” ye çevrilmiştir. Sonraları “İzmir” denilmeye başlanmıştır. Bu ticaret merkezinde on altı matbaa mevcuttur. Çeşitli dillerde günlük ya da haftalık olarak çıkarılan yirmiye yakın sayıda gazete bulunmaktadır. Bu durumu eğitim seviyesinin ne derece yüksek olduğunu göstermektedir. Gümrük idaresinin kayıt defterinde sevinçle gördüğüm üzere senede 500 bin tonluk yabancı gemisi yanaşmakta ve bu sayede iki yüz elli milyon franklık bir alım satım gerçekleşmektedir.
İzmir için, yalnızca tarımsal geliri yedi yüz seksen iki milyon kuruşu aşan verimli Aydın topraklarının ana iskelesidir demekten daha ziyade bir övgü ve açık ifade olamaz.
ÇANAKKALE VE GELİBOLU
Osmanlı topçuları ve deniz kuvvetlerine heybetli birer ordugâh olmaları sebebiyle durumları herkesi mutlu eden bu iki önemli askerî şehrin limanında vapurumuz çok fazla durmadı. Bu nedenle dışarı çıkamadan gemi üzerinden güzel manzaralarını severek seyrettim. İslam’ın ezici gücünden çok çekindikleri için var olan tüm şeytani siyasetlerini yok edilmemiz uğurunda sarf eden din düşmanları, Kale-i Sultani’ye için “Dünyanın en büyük istihkâmı.” ifadesini kullanırlar. Bu limanda bir saat durduktan sonra çapasını alıp yola koyuldu ve aslan önünden koyun sürüsü geçer gibi mütevazı bir şekilde boğaza sokuldu. Ege Denizi’ne açılan ağzından Marmaris’in başlangıç noktasına kadarki uzunluğu beş saat ve genişliği ise 2 ila 5 kilometre arasındadır. Cihanın kıskançlık duyduğu bu boğazın Asya ve Avrupa taraflarındaki sahillerini çevreleyen dağlara, bayırlara ve tepelere baştan başa inşa edilen istihkâmlar Marmaris’in başlangıcındaki Gelibolu Limanı’na kadar uzamaktadır. Vapurumuz Ege Denizi’nin kuzeyinde bulunan Bozcaada istihkâmları önünden geçtikten sonra boğaza sokulmasıyla birlikte Avrupa tarafında sırasıyla Seddülbahir, Kumkale ve Şahinkale; Asya tarafında ise Kilidbahir ve Kale-i Sultaniye kaleleri ve büyük istihkâm yerleri vardır. Bunların arasında demir atmış olan haşmetli Osmanlı gemileri de geçilmez ayrı bir set meydana getirmiştir. Bu kahredici ezici kuvvet düşmana korku müminlere sevinç yaşatır. Düşmanı titreten, Müslüman’ı ferahlatan bu müthiş kale ve istihkâmlar ile aralarında bulunan dağ gibi zırhlıda mevzilenmiş heybetli ve seçkin topları aslanlar gibi nara atan binlerce her bakımdan iftiharla seyrettik. Böylece İzmir’den hareketimin ikinci günü kuşluk vaktinde hilafetin büyük merkezine ulaşma mutluluğuna eriştim.
DERSAADET (İSTANBUL)
Varlığı sonsuz Allah’ın, cihanı yarattığı zamanda yeryüzünü süslemek için cennet bahçesinden bir miktarını kudret eliyle kaldırıp yerkürenin kalbi olan İstanbul’a yüzük taşı gibi sermiştir. Kendine has vaziyeti yeryüzünün diğer kısımlarına benzemeyen müthiş manzarası, gökyüzünü hayal ettiren hâlindeki ruha letafet cennet misali zevk ve havasının berraklığı ile firdevs bahçelerinden bir bahçe gibidir. Dünyanın diğer yerlerine göre ikinci bir misali bulunmayan sularındaki faydalar ve Kevser suyu lezzeti ile sakinlerinde bulunan fazilet ile yaratılış güzelliği melekleri andırmaktadır.
Doğuda Asya, batıda Avrupa, güneyde Marmara Denizi ve kuzeyde Karadeniz boyunlarını kısıp (tevazuyla) bir secde yeri olarak kabul ettikleri bu olağanüstü yerde baş başa vererek İslam hilafeti’nin istikbalini hürmetle başlarının üstünde tutmaktadırlar.
Kudret’in özenerek yarattığı bu seçkin yerin duruşundan şu sözün mealini açık bir şekilde bize vermektedir: “İftiharla baş tacı ettiğim azametli kâinatı teşrif etmesiyle manevi bir mana katan Cenabıhakk’ın gölgesinin adil hükümleri sayesinde beşeriyete saadet veren cihanın denizlerindeki ve karalarındaki servet kaynakları imarıma mahsus ve layıktır.”
Hakkıyla fotoğraf çekebilmede fotoğrafçıları acze düşüren bu şehri dil ile tarif, kelimeler ile tasvir mümkün değildir. Nasıl harika bir yer olduğunu anlamak için görmek gerekir. Padişah hazretlerinin kapısının eşiğine yüz sürmek arzusuyla Roma’dan İstanbul’a gelen Suriyeli Batros Efendi gördüğü gerçekleri şiir18 olarak şöyle ifade etmiştir.
İstanbul’a vardım ve güzeli soludum
Her güzelliği verada (ötede) bıraktım
Melikleri hayırlı ve tabi olanları da
Halkı da en en haylısıdır veradan beri dünyada
Boğazdan izlemeye doyamadığım bu saltanat kapısına kuşluk vakti ulaşan vapurdan indikten sonra eşyalarımı Hamidiye Çarşısı’nda (Kapalı Çarşı) bulunan İzmir Oteli’ne bıraktım. Ardından babamın emri ve tavsiyesi üzerine öncelikle Fatih’e giderek Cennetmekân Sultan II. Mehmet Han hazretlerinin mübarek kabirlerini ziyaret ederek her zerresi fetihle dolu ruhlarından yardım dileğinde bulundum. Bütün Osmanlı halkı İstanbul’un güzelliği ve yüceliği hakkında bilgi sahibi olmaları nedeniyle burada tekrardan bir açıklama yapmaya gerek bulunmamaktadır.
Sur uzunluğu ortalama on iki milden fazla olmasına rağmen şehrin ancak beşte birini kapsamaktadır. Maarif ve Evkaf Nezareti’nin (Eğitim ve Vakıflar Bakanlığı) kayıtlarına göre sekiz yüz yirmi dört cami ve mescit, yüz altmış dört medrese, beş yüz mektep, arşivlerinde toplamda yetmiş bin kitap bulunan halka açık kırk dört kütüphane, otuz tekke, yüz yetmiş beş hamam, üç yüz kırk dört han, Ermeni, Rum, Yahudi ve yabancı çocukları için bulunan birçok okul ve sayısız miktarda hayır kurumu bulunmaktadır.
Bunlar gibi yüksek binaların bulunması, şehrin bayındırlık ve heybetinin büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Camilerinin en küçüğü diğer şehirlerdeki ulu camilerin büyüklüğündedir. Süslemeleri bol miktarda bulunan ve yukarıda sayısı verilen camilerin on altısı bunlar içinde en büyük ve meşhur olanlarıdır. Mübarek kabirlerini ziyaret ederek ruhen mutlu ve birçok açıdan da istifade etmiş bulunduğum Cennetmekân Fatih Sultan Mehmet Han hazretlerinin bir eşi daha olmayan camisinde öğlen namazını kıldım. Ardından otele dönüp yemek yedim. Sonrasında ise Sultanahmet ve Ayasofya camilerini ziyaret ettim.
Çok zarif ve yüksek altı minaresinin dördü üç şerefeli, diğer ikisi ise iki şerefeli olan Sultanahmet Camisi’nin yüksekliği ve genişliği insanda hayret duygusu uyandırmaktadır. Ayasofya Camisi’nin bahçesi içinde bulunan şadırvan ve türbelere arasında meydana açılan kapısından girdikten sonra sağ tarafta bulunan mermer sütunda Arapçası yazılı olan “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” Hadisi işlenmiş bir şekilde yazılıdır. Bu yazıyı görünce gözlerimden istemsizce yaşlar aktı. Bu Yüce Peygamberin hadisinin gerçekleşmesiyle mutlu ve bahtiyar olan Fatih cennetmekânın nurlarla kaplı türbesinden dua ve yardım talebi tek olan Allah’ın huzurlarında kabul buyrulduğuna dair şüphem kalmadı. Hatta bir hafta sürmeden bu duanın hayırlı neticesi karşıma çıktı.
Kâinatın iftihar vesilesi Peygamber Efendimizin nebevi övgülerine mazhar olması bakımından veli bir şahsiyet olduğu hatıra gelen Hazreti Fatih’in ruhani yardımıyla her türlü kolaylığa ulaşarak çok mutlu oldum. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, ona yüce bir rahmet bahşetsin. Kış döneminin yakınlaşmasına doğru siyaset dünyası gibi sürekli değişken bir hâle bürünüp renkten renge hava, buraya gelmemin ikinci gününde birden bire değişiklik gösterdi. Bu nedenle soba ve mangal başlarından yapılan eğlence gül bahçelerinden gerçekleşen keyifli anları solda sıfır bıraktı. Fatih Meydanı Çörekçi Kapısı tarafında bulunan sıra kahvelerine “Geldi kasım, gitti yazın sefası.” tarzında hüzünlü yazılar yazılmaya ve kış mevsiminden şikâyetleri şiirleştiren süslü tablolar asılmaya başlandı. Fatih semtinin hasbelkader bu kahvehanelere toplanan şık ve bakımlı beylerin de hava ile ilgili yaptıkları konuşmalar esnasında “Yaz elden gitti…” gibi hüzünlerini açığa çıkarmaktalar ya da “Yaz eğlenceleri yorgunluktur ben kışı severim.” yolunda soğuk mevsimden memnuniyetlerini göstermektedirler. Böyle sözler ile birbirlerini bazı deliller sunarak ikna etmeye çalışmaktaydılar.
Her ikindi öncesi bu kahvehanelere gelip oturmayı kendime âdet edindiğim için kahvehanecinin kıdemli bir müşterisi olan o söz ebesi beyleri sima olarak tanıyordum. İçlerinden biri bana bakarak “Dört mevsimden hangisini seversiniz?” diye bir soru sordu.
“Her mevsimin kendisine has bir güzelliği ve verdiği mutluluk var. Allah’ın bizlere ikram ettiği nimetlerden ruhumuzun tat alması ve sağlığımızın varlığı ile düşüncemizin sağlamlığına bağlıdır.” cevabını vermek mecburiyetinde kaldım. Şahsi olarak kim olduklarını bilmediğim bu dileğince davranan hoppaların toplandıkları kahveye bir daha uğramadım. On beş gündür kışın artık hâkim olduğu hava yine birdenbire değişikliğe uğrayıp hava aniden ısındı. Ortalık hızlı bir şekilde ilkbahar havasını kuşandı. Doğanın bu güzel imkânından ruhen yararlanmak hemşehrilerimden bazı kişiler ile hem kabirlerini ziyaret etmek hem de cuma namazını kılmak maksadıyla Peygamberimizin sancaktarı Ebu Eyüp El-Ensari Hazretlerinin türbesine deniz yoluyla gittik. Dönüşte yürüyerek Edirnekapı’ya geldikten sonra tramvaya binerek semtimize ulaştık. Küçüklüğünden beri ticaret maksadıyla İstanbul’da bulunan hemşehrilerim dönüşü kara yoluyla yapmamızı arzuladılar. Bunu sebebinin ise gördüğüm kadarıyla bu şekilde uygun hava koşullarında sur dışının eğlenceli olduğunu bilmeleriydi. Halkın dindar ve seçkin sınıfı birer Fatiha okumak için çevresi servi ağaçlarıyla süslenmiş büyük kabristana yayılmış hâldeydiler. Sarhoş ve külhanbeyi takımı ise Eğirikapı ile Topkapı sarasındaki uzun şarampolün geniş yeşil çimenliklerine birbirlerine hayli aralı bir şekilde yer yer oturuyorlardı. Ceplerinden çıkardıkları paslı şişelerdeki kokmuş içkileri büyük bir iştiha ile yudumluyorlardı. Her tarafta yankılanan naralar ve heyheyler o güzel sahranın sakin hâlindeki manevi havayı bozmuştu. Ahlaklarının aksine sesleri gayet güzel olan bu iflah olmaz güruhun papağan gibi sürekli söyledikleri moda şarkıları
Sislendi heva tarf-ı çemenzarı nem aldı
Bülbül yuvadan uçtu gülistanı gam aldı
Bağlar bozulup bezm-i cefa şekline girdi
Gülzar-ı mahabbette yine şenlik azaldı
güftesiyle ve bunun gibi mevsime uygun düşen manası güzel manzumeler ile doluydu. Şarampolün Topkapı’ya yakın olan tarafına biriken birtakım ayyaş Ermeniler de kendilerine özgü şiveleriyle,
Bir gün seni elbette eder vasıl-ı canan
Bu ah-ı sehergah ile bu kalb-i perişan
Bak bülbüle sabreyle gönül eyleme efgan
Hengam-ı güle nuş-i mule şunda ne kaldı
sözlerini ve polisimizin o an manasını anlayamadıkları sözleri sesli bir şekilde dillendiriyorlardı.
Millî ahlakımıza dâhil edilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez olmakla beraber akıl ve her hâlükârda akıl ve hikmetten uzak olan bu aşırılıklar sürekli olarak yapılıyor ise vay hâlimize! Bu düşünceler içerisinde Edirnekapı’ya geldik. Surların kuzeyine kalan bu dehşetli kapı yakınındaki güzel bir kulübe içerisinde şen mizaçlı bir kır kahvecisi vardı. Bu adamın gelir gelmez getirdiği çürük iskemlelere oturduk. Burada birer nargile ve kahve içtik. Ardından tramvaya binip zahmetsiz bir şekilde Beyazıt Meydanı’na ulaştık.