Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Seyahatü'l Kübra», sayfa 6

Yazı tipi:

HAYAT HİKÂYEM

Dedemin dedesi Veli Ağa oğlu Süleyman oğlu Abdullah oğlu Mehmet oğlu Hamza, Bursa’ya bağlı Eskişehirlidirler. En büyük dedelerim Hamza ve Mehmet ağalar sipahi ortaları emirlerindendirler. Hafız Abdullah dedem ise âlim bir kişiymiş. Çok yaşlı olan babasından gençliğinde yetim kalması nedeniyle öğrenimini tamamlayamadan dedeleri gibi askerliği tercih eden Süleyman Ağa ise Hicri 1137 yılında bütün akrabalarını Eskişehir’den alıp Eğirdir Gölü’nün doğusundaki Sarıidris köyüne yerleştirmiş. Cennetmekân Sultan I. Mahmut hazretlerinin tımar olarak yardımda bulunarak hediye ettikleri eski ismi “Gököz” olan “Mahmatlar” bölgesinin yakınında bulunmak amacıyla Sarıidris köyüne yerleşmişlerdir. Bu köydeki cami ve ilkokul, merhumun hayratıdır.

Bu gayretli asker, yirmi beş yıl Yaş ve Kalfat bölgelerinde, yedi yıl Suriye’de ve on bir yıl da padişahın emrinde hizmet vermiştir. Nihayetinde emekliye ayrılarak ömrünün sonunu padişaha hayır dua ile geçireceği memleketine refah içerisinde gönderilmiştir. Bir gereklilik üzere göç edip henüz yerleştiği Sarıidris yakınındaki Gököz tımarına, saygı içerisinde bağımlı bulunduğu padişahının mukaddes ismine atfen “Mahmudiye” adını vermiştir. Fakat bu isim zaman içerisinde Mahmutlar’a dönüşmüştür. Merhumun ikinci vatanım dediği bu köyde tarla ve hayvancılık işlerine bakan büyük oğlu Veli Ağa, daha sonra oğulları Hüseyin, Ali ve Mahmut ağaları alarak İstanbul’a gitmiştir. Burada amcası Hamza Ağa’nın kumandasında olan ve Eyüp tepesinde bulunan otuz ikinci ortaya sipahi olarak kaydettirmiştir. Bunların arasında Hüseyin Ağa, askerlikte kazandığı beceri ve yararlılıklara mükâfat olarak Belgrat yakınlarındaki Semendire bölgesinde süvari kumandanlığına kadar yükselir. Ardından babasının kabrini ziyaret etmek ve çok uzun zamandır özlediği vatanını görmek için memleketine döner. Sarıidris’te sonradan ortaya çıkan ve ailelerine düşman kesilen Delibaş oğlu İsmail Ağa’nın çıkarttığı huzursuzluklardan bütün ailesinin rahatsız olduğunu görünce arazileri ellerinde kalmak kaydıyla hepsini Eğirdir’e nakleder. Sarıidris’te bulunan büyük harabeye şu an Karçınlar Yurdu denmektedir.

Mahmut Ağa’nın ise sipahilik mesleğinde ne kadar yükseldiği konusunda çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Kendisi Özi savaşında şehit düşmüştür. Büyük kardeşi Ali Ağa ise Cennetmekân II. Mahmut Han hazretlerinin saltanatının ilk yıllarından binbaşılığa kadar yükselmiştir. O da iç karışıklılar döneminde şehit düşmüştür. Edirne yolu üzerinde Çorlu’da başka bir türbede yatan Karabinbaşı olarak bilinen zat bu kişidir. Eğirdir’de yaşayan sülalesi hâlihazırda Karaaliler olarak bilinmektedir.

Ailemize “Karçınzadeler” denmesinin sebebi ise şudur: Bizleri Eskişehir’den Sarıidris köyüne yerleşmek amacıyla nakleden ve yüz yedi yaşında bu dünyadan ayrılan merhum Süleyman Ağa daha önce de bahsettiğim gibi sipahi ocağı eskilerindendir. Sultan I. Mahmut’un döneminde kılıç erbabından olarak daha sonraları emekli edilmiş bir mücahittir. Arnavutluk’ta “karçın” diye tabir edilen tozluk, o dönemin resmî askerî kıyafeti olması nedeniyle sürekli giymesinden kaynaklanmaktadır.

Dedelerinin geçmişteki ahvalini araştırmaya çok meraklı olan babam bundan otuz bir yıl önce ben daha çocuk iken Eğirdirli Kabak Dayı adında otuz bir yaşında vefat eden bu yaşlı pirden ara sıra bilgi alamaya çalışırdı. Babamın bu merhumdan aldığı cevaplar ve el yazsı ile kayda geçirdiği açıklamalar şöyledir:

“Karçınoğlu Veli Ağazade Hüseyin Ağa sipahi ocağı emirlerinden idi. İri yapılı, gür sesli, yapısı güçlü, çok şişman ve yaşı ileriydi. Bununla birlikte çok çevik, at ve silah kullanmada onun gibisi bulunmaz, görünüşü çok korkutucu, kimseden korkmayan çok cesur biriydi. Hicri 1214 yılında tarihinde akrabalarını da yanına alarak göçmek maksadıyla Eğirdir’e gelmişlerdir. O zaman halk arasında Sarı Voyvoda olarak bilinen şehrin muhafızı onları karşılamış ve evinde misafir etmiştir. Kâtip Mahallesi’nde şu an yerleşik olduğumuz evin arsasını bu muhafız hediye etmiştir. Kendisinin Mehmet ve Süleyman adlarında iki oğlu varmış.” Süleyman Ağa benim dedemdir.

Kişisel hayatına dair elimizde hayli bilgi bulunan merhum Hüseyin Ağa, izni bitip memuriyet bölgesine doğru Eğirdir’den hareket ettikten sonra Kütahya’ya vardığından burada hastalanarak vefat etmişti. Bu nedenle on yaşında yetim kalan dedem Süleyman Ağa, büyük kardeşi Hacı Mehmet Ağa’nın sonradan başladığı dokumacılık esnafı birliğine katılır. Eğirdir’de Üstazgil namıyla bilinen babam Hafız Süleyman ise annesinin yardımıyla ilim tahsiline başlar. Genç yaşlarında hattatlıkta da şöhret kazanır ve kendini Kur’an-ı Kerim yazmaya adar. Bu sayede hem eğitimini hem de geçimini birlikte yürütme imkânı elde edip geleceğini mükemmel bir şekilde güvenceye alır.

Babamın annesi Fatma Hanım fazilet ve zenginliği ile tanınan merhum Emir Hüseyin’in torunudur. Bu muhterem zat Yazla mezarlığında Şeyh Mehmet Çelebi Hazretleri’nin türbesi yakınında yatmaktadır. Mezar taşında yazılı olan ölüm tarihi aklımda değildir. Bu nedenle Hindistan’ın Dekan-Haydarabad şehrinde bu kaydı düşmek mümkün olmadı. Mutlak affedici olan Allah, tüm Muhammet ümmetini geçmişleri ile birlikte cennetine yerleştirsin. Neslini belirttiğim pederim merhum Hafız Hüseyin Efendi halkımızın da tasdik ve hakkını teslim ettiği gibi âlimlerden ve doğruluktan ayrılmayan kimselerdendir. Halk nezdinde hürmet gören ve hatırı sayılır biriydi. Küçüklüğümü bu faziletli merhumun eğitimi ile geçirdim. Kur’an okumayı öğrendiğim sırada hafızlığa başladım. Bu görevi tamamlayıncaya kadar evimizden dışarı çıkamadığım gibi insanlar ile alakadarlığım ailem ile sınırlı olmuştur.

Hicri 1297’de on beş yaşındayken Allah’ın yardımıyla hafızlığımı tamamladım. Ardından Eğirdir Rüştiye Mektebi’ne kaydedildim. Halkın arasına ilk karışıp onlarla iletişim kurmam bu zaman başladı.

Lefkeli Hacı Ali Haydar Efendi hazretleri gibi fazilet ve takva sahibi çalışkan Müslüman âlimin halis niyetleri ve yardımlarıyla eğitimim olağanüstü derecede yolunda gitti. Bu feyiz kapısından birinci derecede diploma aldım. Ardından ilk başta Eğirdir Aşar Kalemi’nde (vergi dairesi), sonrasında da Posta ve Telgraf İdaresi’nde iki sene kadar staj yaptım. Bu zaman zarfından babamdan eğitim almaya devam ederek edebiyat alanında ilerleme katettim. Şeyh Ali Medresesi’nde kış sezonunda verilen Arapça eğitimine kendi arzumla başladım. Üç yıl boyunca uğraş vererek Molla Cami’nin Münada Bölümü’ne kadar göz nuru döksem de hayal ettiğim derecede istifade edemedim. Düzensiz olduğu için baş ağrısından başka bir şey vermeyen ve dedikodu ve boş kelamına tahammül edilmez açıklaması beni Hazreti Cami’ye artık elveda demek zorunda bıraktırdı.

Garip bir tarzda okunarak bu illeti tamamlayıp, keyfiyetini sürdürme saadetine kavuşmanın imkânsız olduğunu erkenden keşfettim. İnsanca bir şekilde meal değil de papağan gibi yalnız söz ezberletmeye çalışmak gibi bir beladan hızlı bir şekilde kurtulduğum için bugün hâlen daha şükrederim. Bu başarıdan sonra memur olabilmek için İstanbul’a (Dersaadet) giderek Posta ve Telgraf Nezareti’ne (Bakanlık) müracaat ettim. Neticesinde birkaç ay içinde görevlendirildim. İstanbul’da bulunduğum zamana babamın hastalığı haberini alınca Bakanlığın teklif ettiği Pozantı Merkez Memurluğu’nu kabul etmek durumunda kaldım. Bu merkez sadece kabloların kontrol edilmesi ve haberleşmenin kesilmemesi amacıyla kurulmuştu. Konum olarak dağ başında ve etrafında insan bulunmayan bir yerde olması nedeniyle yine topluma karışmaktan mahrum bir duruma düştüm. Bu nedenle melek sandığım insanların aslında dönek oldukları henüz bilmiyordum. Yürüyerek sonu gelmeyen ürkütücü bir çam ormanını ikiye bölen güzel bir nehrin kenarında bulunan Pozantı Merkezi’nde iki yıl görev yaptıktan sonra görev yerim değiştirilerek Adana’ya geçtim.

Daha yeni adım attığım hayattan ibret dersi almaya ve gözümü açmaya bu merkezde başladım. Aman ya Rabbi! Temiz kalplilikle sevgi beslediğim meslektaşlarımdan beklentimin aksine gördüğüm o vicdansızca karşılık, hayvancasına şeytani davranış, fitne ve ahlaksızlık da neydi? O dönemlerde bir keyif ve eğlence yerine dönüştürülen bu yere acaba ne günahım vardı da geldim. Çirkinlikte birbirlerine rahmet okutan bu adamların şeytanı dahi ürküten işlerinden o kadar huzursuzdum ki! Dünyaya geldiğime ve hatta insan olduğuma pişman olmuş bir şekilde insanlıktan nefret eder hâle geldim. Zira kıyafetlerine bakınca onlara da insan deniyordu. Soysuzlar ile kelam etmekten ve kötüye yakın olmaktan sakın!

KENDİ İSTEĞİMLE YAPTIĞIM YOLCULUK

Mali 1302 yılı Kasım ayının ilk haftasına rastlayan Salı günü (Kasım, 1886) sabahı merhum babam ve annemden canımdan ayrılır gibi vedalaşarak tarifi mümkün olmayan hazin bir duygunun kahredici pençesinde ezilerek Allah’ın izniyle Eğirdir’den yola çıktım. Sırasıyla Hamidabad, Ağlasun, İncirhanı, Sahraniç arası, Çubuk Boğazı ve Kırkgöz üzerinden Antalya’ya indim.

Birkaç gün sonra gelen İngiliz bayraklı “Antoni” adlı vapura bindim. Yolculuk esnasında Egenin sevimli adalarını, İzmir, Sultaniye Kalesi’ni seyrederek hilafetin saygıdeğer merkezine yirmi günde ulaştım. Daha önce herhangi bir seyahatim ve yolculuk deneyimim olmadığı için bir ön araştırma yapmadan bindiğim bu dilenci vapuru Ege Denizi’nde uğramadık iskele ve dolaşmadık ada bırakmadı. Antalya’dan İzmir’e on sekiz günde ulaşmıştım. İngilizlerin dünyayı utandıran açgözlülükleri yüzünden sabretmesi zor bu çile hayatta tattığım ilk zehirlerdendir.

HAMİDABAD

Kumsal bir ovanın kıyısında kurulu; batısı Burdur, güneydoğusu Ağlasun Dağları ile kaplıdır. Havası çok güzeldir. Manzarası keyifli, suyu bol, bağ ve bahçeleri geniştir. Zeki bir halkı olmakla beraber genellikle takı tutkunu, eğlenceye düşkündürler. Şehrin önde gelenleri dua peşinde aralıksız koşan ve zengin olmayanları ise çalışkandır. Çayırları ve tarlaları geniştir. Tarımsal faaliyetleri yolunda gitmektedir. Sanayisi ilerlemiştir. Hanları ve yapıları gayet düzenlidir. Sokak ve caddeleri de düzgündür. Gezinti alanları çim ve çilekler ile kaplıdır. Her tarafı Tebrizî denilen uzun boylu güzel ağaçlarla çevrilidir. Sancak merkezi olan mutlu ve refah içinde bir şehirdir.

Başlıca sanatları dericilik ile eski tarz ayakkabı, topuğunun altı nallı geniş ayakkabı, tabanı meşin olan sağlam mest, sarı mest ve çizmedir. Daha sonra bu mesleklere dokumacılık, dayanıklı ve süslemeli kilim, nakışlı seccade, derli toplu halı dokuması ve yetiştirdikleri gül bağlarından esans üretimi de eklenmiştir. Bu yeni sanatların üzerine iştiyakla eğilip kısa zamanda ilerleme katetmişlerdir.

Hele kadınların el işlerinde gösterdikleri doğal güzellik ve maharet sayesinde tamamen tiftik ile ördükleri kadın işi güllü çoraplardaki harika süslemeler ve zarafet çok değerlidir. Bu becerikli kadınların mahir ellerinden çıkan o güldeste çoraplar ile renk renk tomurcuklar kondurulmuş altın işi çevrelemeler, çeşitli şekillerde ve renklerde ibrişim kâseler, nadide oyalar, tezyin edilmiş danteller, gayet süslü perde saçakları, sevimli masa örtüleri… Bunlar çağımızın en meşhur sergilerine konulmaya ve iftihar edilerek sunulmaya layık sanat eserleridir. Çalışmalarının sonucu elde ettikleri yükselişi gördükçe yaşama zevkine ulaşan bu insanların kıyafet şekilleri Orta Çağ’ın son modasıdır.

Yeni modaya ve icatlara çok fazla ilgili değiller. Hatta beğenmezler. Millî kıyafetlerini giyindiklerinde kavmiyetçi taraftarlık denilen seçkin karakter vücut bulmaktadır. Bu gibi özgün bir libasa ve ziynete sahip olmanın kişiye kazandırdığı ayrı bir yücelik duygusu vardır. İşte bu insanlar bu özel inceliğin ufkuna sahiptirler. Maddi ve manevi güzelliği inkâr edilemeyecek olan millî kıyafetlerin bir intizam içerisindeki güzelliğini fark edemeyip, dışarının maskaralıktan ibaret gösteriş ve hayatını bir şey zannedip bukalemun gibi renkten renge giren ufuksuz müsrife kadınlar! Eskiye takılı kalmak ancak ilim ve fennin ilerlemesi karşısından ilgisiz kalınırsa ayıplanabilineceğini anlamalılar.

Aydın olmanın ve bilimin vasıtası ve eğitim ve kemale ermenin istikameti, ilerlemenin yolu bilginin artması ve sanatın canlandırılmasıdır. Diğer yandan da servet kazandıran ve şeref ve mutluluk getiren faydalı ve itibarlı uğraşları bazı anlamsız gösterişe, millî âdetlerimize uygun düşmeyen ve tamamıyla yabancı ve gülünç hâle dönüşüp tavus kuşuna benzer mahiyette bir övünçmüş gibi serseri bir şekilde dolaşmak, bilginin ve irfanın bir göstergesi değildir. Bu ancak görgüsüzlük eseri, utanılacak ve ayıplanacak bir sefaletin göstergesidir. Evleri çok akıllı ve bahtiyar ailelere ait olması nedeniyle mutlu olan erkeklerin giyim tarzları ise beş farklı şekildedir.

İtibarlı memurlar mülkiye kıyafeti giyinirler.

Orta hâlliler elfiye biçimi şalvar ve her türlü yerli kumaştan dikilmiş atlet (zıbın), üzerine ipekli yelek ve üstüne de yakasız kollu yelek (mintan) ve zarif bir abdestlik giyinirler. Başlarındaki fese ise hafif bir sarık sararlar.

Dükkânında ufak tefek şeyler satan ve çalıştığından başka geliri olmayan esnaf kısmı ise mavi çuha kumaştan ya da kahve veya kestane renklerinde menevrek yününden yapılmış aynı şalvar, alaca ya da çitari ve basma kumaştan dikilme zıbın ve üzerine de şayak yapımı sako giyinirler. Bellerine de Acem şalı bağlarlar. Şehrin kenarından bulunan Dere Mahallesi sakini olan ve dericilik ve mutaflık ile meşgul olan olanların kıyafetleri Aydın tarafları biçimindedir.

Rumlardan olan delikanlılar ise ağ tarafı paçasından uzun siyah pantolon, konç tarafı uzun çorap ve sivri ökçeli fotin ayakkabı; başlarına Osmanlı fesi, sırtlarına süslü zıbın ile işlemeli yelek, üzerine de kısa ceket ya da palto giyinirler.

Arazilerde yoğun bir şekilde yetişen karnıkara börülce adı verilen lobya ile fasulye, kum darı, nohut, çavdar, buğday ve arpa yetişmektedir. Sebzelerden ise bamya, patlıcan, domates, patates, pırasa ve kabak mevcuttur.

Meyvelerden de sultani kiraz, küçük boyutlu ama rengi ve kokusu çok güzel kış elması, her tür erik, armut, yemesi güzel, şırası bol ve kabuğu ince üzüm çeşitleri, tatlı ve acı iki tür sert badem, biraz kestane ve kayısı yetişmektedir. Ot cinsi olarak hayvanlara özel olarak çiçekli yonca ve birsim bulunmaktadır.

Sınırları içerisinde bulunan Bor köyünde çıkan bir tür yeşil renk armudun taneleri yüz dirhemden dört yüz dirheme kadar alıcı bulmaktadır. Bu kadar iri olmasına rağmen kabuğu incedir.

İçinde bulunan üç-dört ufak çekirdekten başka eşiği ve hatta posası bile çıkmamaktadır. Tam anlamıyla lezzetli ve kokulu şekerli sudan ibarettir. Dondurma gibi insanın ağzında erimektedir.

Tenleri beyaz ve şeffaf yanakları elma gibi kırmızı ve renkli olan Ispartalılar boy boslu yakışıklı ve güzel yüzlüdürler. Barındıkları evleri basit olsa da sağlık açısından uygun ve kullanışlı yerlerdir. Sokakları temiz, çarşı ve pazarı çok güzel ve her şey bulunabilmektedir. Çok lezzetli ve kaliteli olan suyundan dişleri karartma özelliği olduğundan herkesin dişleri siyahtır.

Kömür tozunu ya da ateşte yakılıp dövülerek un hâline getirilen kemik külünü misvak ile dişlerini sürüp devam etseler cezbedici güzelliklerini gölgeleyen bu geçici duruma zaman içinde önlem almış olacaklar.

Şehrin konumu düz, fakat arazi yüksektir. Havası serin ve kışı serttir. Bu nedenle vücudu ısıtan gıda maddelerini yemekten hiç çekinmezler.

Şehrin varlıklı olanları nefis yemeklere çok meraklıdır. Her ne kadar hazmı kolay yemek çeşitlerine alışkın iseler de fukara kısmının yediği yemek çoğunlukla lobyadır.

Dağları sarı kumdan taşlaşmış köfke olması ve orman bulunmaması nedeniyle yakacak pahalıdır. Aşçı, fırıncı ve kebapçı esnafı işlerinde çok becerikli olmakla beraber temiz giyinişli güzel adamlardır. Son derece özen göstererek pişirdikleri yemekler afiyetle yenir. Kabûne tabir edilen bir tür etli pilav ile kaymaklı kadayıf bölge aşçılarının kendilerine has yemeklerindedir.

Eski Yunanlılar döneminde Herküllülerin yaptıkları Truva savaşından sonra ve MÖ 1184’te Mora Yarımadası’nın Mesine, Sparta, Ağros ve Amanos kasabalarından Anadolu’ya göçen Rumlar içerisinde; Spartalılar bu bölgeye, Argoslular terk edilmiş Ağras köyünün bulunduğu mahalleye, Mesineliler Eğirdir yakınlarındaki Sevinçbey ovasındaki Mislinler beline ve Amanoslar da yine Eğirdir sınırlarında ve şu an Anamas Ortası olarak bilinen araziye yerleşmişlerdir. Toplulukların her biri yerleşip inşa ettikleri köylere eski topraklarından isimler koymuşlardır.

Roma tarihçilerinden Strabon’un “Afriçya toplulukları tamamıyla Avrupa kökenlidir.” diye yaptığı cahilce iddiası delil olarak sunduğu şey bu bir avuç Rum’dur. Söz konusu göçmenlerin bu bölgeye verdikleri ilk isim olan “Sprat” zaman içerisinde Anadolu insanının her kelimesi elif ile anması nedeniyle “Ispart” kelimesine dönüşmüştür. Selçuklu sancak beylerinden Hamid Bey’in hayatı boyunca bir kere ziyaret ettiği ve kasaba şeklinde olduğu için Hamid Şehri adını almıştır. Güçlü Osmanlı Devleti’ne geçmesinden sonra ve yakın döneme kadar bu isim kullanılmıştır. Şehrin sonradan elde ettiği gelişme ve bayındırlık üzerine isimi bu zatın ismine “Hamid Âbâd” adı verilmiştir. Sınırları: doğusunda 30 kilometre mesafede bulunan ve yüzyıllarca bağlı bulunduğu kadim Eğirdir ile birlikte Yalvaç, Karaağaç kasabaları ve Gönen ve Geçiborlu köyleridir.

Doğrudan kendisine bağlı on iki köy bulunmaktadır. Buna bağlı olarak 4,274 hane ve 13.152 nüfusludur. Konya’nın yaklaşık olarak 184 kilometre batısındadır. Bu ferah şehir, güneyden kuzeye doğru akan çok güzel bir akarsuyun sahiline kuruludur. Şehirde üç katlı yüksek ve süslü bir hükûmet konağı vardır. Bu yapının önünde ise Zümrüt yeşilliğinde ve genişçe bir talim yeri bulunan çok büyük bir kışla ve askerî depo bulunmaktadır. Civarında ise Posta ve Telgraf Müdürlüğü, birer Ziraat Bankası ve Osmanlı Bankası şubesi, eğitimi çok iyi derecede olan bir Rüştiye Mektebi, birkaç ilkokul, yedi medrese, altı yüz cilt Arapça kitabı bulunan bir kütüphane, mahir doktorların toplandığı bir uygulama merkezi, on cami ve mescit, sekiz Rum kilisesi, bir Ermeni kilisesi, yedi han, yedi hamam, sekiz yüz yetmiş altı dükkân ve mağaza bulunmaktadır. Şehrin kıyısından geçen akarsudan birkaç su kanalı ile alınan berrak sular sokaklara iki taraflı yapılan düzenli suyollarında çok güzel bir ahenk katarak akarlar. Ovanın en verimli köyü İslamköy, Ağras, Göndürle, her biri aşağı ve yukarı olarak ikiye ayrılan Findos ve Ali köyleri civarıdır.

AĞROS KÖYÜ (TERK EDİLMİŞ)

Ağras köyü, Toros Dağları’nın Akşehir’den ayrılarak Afyonkarahisar üzerinden Aydın topraklarına kadar uzayan Gelinci Dağı kısmı eteğinde bulunmaktadır. Kendisinden 10 kilometre uzaklıktaki il merkezine göre tarihî eser çeşitliği ve konumun güzelliği anlamında daha üstün ve muntazam bir yerdir.

Ağraslılar Samsun’dan daha kaliteli ve yılda yüz yirmi 5 bin kilo civarında içimi güzel ve kokusu hoş türün yetiştirirler. Buna rağmen kendi aralarında bir şirket kurup Mısır, Sudan, Hindistan, Siyam, Cava, Çin ve Japonya taraflarına bu ürünleri göndererek bu mütemadi işlerinin karşılığını hakkıyla almayı düşünmezler.

AĞLASUN KÖYÜ

Ağlasun kazası İncirli ile birlikte bağlı oldukları Burdur sancağının dört saat güneyi batısındadır. Isparta’nın güneyinde olup kendi adıyla anılan boğazdan geçerek üç fersah mesafedeki yeşil bir dere içerisindedir. Ağlasun yüz doksan haneli ve yedi yüz yetmiş beş nüfusludur. İncirli ile birlikte yirmi beş köy ve dokuz yüz yirmi üç hane ve üç bin beş yüz nüfusa sahiptir. “Sağlassun” (Sagalassos) adı verilen antik bir şehrin enkazı üzerine kuruludur. Bu nedenle etrafı tarihî eserlerle doludur. Bu kazanın merkezinde sağlam bir ulu cami, birkaç mescit ve iki ilkokul ve büyükçe bir hükûmet konağı mevcuttur. Eğirdir Gölü’ne akan eflatun kaynak suyunu teşkil eden Aksu Nehri’nin bir kolu bu kasabanın içinden geçmektedir. Bu nedenle her tarafı bağ ve bostanla kaplıdır. Ziraat ve ticarete çok meraklıdırlar. Çalışkan ve misafirperverdirler. Ağlasunlular Isparta, Burdur ve Antalya pazarlarına düzenli bir şekilde gidip kiralama yoluyla yer katılırlar. Son derece verimli topraklarında her çeşit hububat ile birlikte ceviz, badem, üzüm, incir gibi meyveler bolca bulunur. Halkı huzur ve refah içerisinde yaşamaktadır.

İNCİR VE SUSUZ HANLARI

Bu çifte hanlar Ağlasun kasabası sınırlarını yarısını içine alan uzun derenin Acıbadem ovasına bakan ağzındadırlar. Aralarında beş dakika mesafe bulunmaktadır. İncirli köyüne yakındır ve manzaraları çok güzeldir. Selçuklulardan bugüne kalan değerli eserlerdendirler.

1 metreye 70 santimetre ebadında kesme taşlardan yapılmıştır. Bu insanda hayret uyandıran yapıların yapımına Melikşah döneminde başlanmış ve Kılıçaslan döneminin ortasına kadar devam etmiştir. Burası bölgenin emniyet ve huzurunu sağlayan atlı bölüğüne özel yaptırılmıştır. Zaman içerisinde sularının kuruması nedeniyle adı Susuz Han olarak adlandırılan yapı tamamlanmıştır. Fakat büyük bir kısmı tamamlanan İncir Han’ın doğu tarafı Haçlıların eşkıyalıkları döneminde akim bırakılmıştır. Bu nedenle yontulmuş büyük taşlar ve kapanmak üzere olan yüksek kemerlerin çevresinde serpilmiş durumdadır. İncir Han’ın mevkisi şehir ve kasabalardan ana yolarla uzak sapa köylerin arasındadır. Bu nedenle haftada bir kere açık pazar kurulur. Çok eski dönemden beri devam eden bu pazara kimse üzerinde para ile gelemez. Değiş tokuş ile alışveriş yapılan bu açık pazara köylüler yağ, bal, yumurta, zahire, keçi, koyun, karasığır ile manda ve av derileri gibi önemli şeyler getirirler; Isparta ve Burdur’un pazarcı kumaşçıları da yerli ve yabancı ürünler ile “komşu çatlatan” olarak tabir edilen solgun renkli basmalar getiriler. Buradan bir saat uzaklıkta doğuya doğru gidilince kadim üzüm bağları ve eski ağaçlar ile kaplı toprağı güçlü bir doğa içerisinde olan akarsuyu olmasa da yağmuru bol verimli yeşil bir düzlüğe girilir. Buraya Selçuklu sultanları tarafından birkaç büyük sarnıç yaptırılmıştır. Bu nedenle buraya “Sahrinç bağ arası” denilmektedir. Bu geniş arazi geniş Çubuk Boğazı’na kadar devam etmektedir. Her tarafı sımsıkı ormanlarla kaplı bu korku veren boğazın uzunluğu Kırkgöz’e doğru yukarıdan aşağı doğru iki saatten fazla sürmektedir. Bağların bulunduğu yerdeki verimli arazinin pınarlarını toprağı altına çeken ve var olan bütün suyunu kutun bu dehşet verici boğazda da sarnıçlar mevcuttur. Bahar yağmurlarıyla birlikte bu su depolarına biriken doğru yol alarak biriken suların ağır tadı bu bölgede çok zengin kükürt madeni bulunduğunun göstergesidir. Padişahımızın destekleri ile Antalya ve Burdur arasında sonradan uzatılan şose yol (çakıllı yol) bu boğazdan geçirilmiştir. Bu sayede geliş ve gidişlerin gerçek manada kolaylaştığını yapmış olduğum ikinci yolculukta bizzat kendim tespit ettim. Cenabı Allah güçlü Padişahımız hazretlerinin ömür ve saygınlığını artırsın. Âmin.