Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Seyahatü'l Kübra», sayfa 9

Yazı tipi:

MEZAROLUK

Boğa Sıradağları üzerine düşen kar ve yağmurlar neticesinde oluşan korkunç sellerin yüzyıllar boyu deşerek ortaya çıkardığı büyük vadinin ovaya bakan ağzında bulunmaktadır. İnsanı ürperten bir ormanın içinde bulunan Mezaroluk’un Tarsus ile arasındaki mesafe batıya doğru yürüyerek beş saattir. Tarsus Ovası’nın deniz suları altında olduğu dönemlerde muhtemelen Tufan’dan evvel bu bölgenin iskelesi konumunda olan Solayus’un yıkıntıları bu ormanın içerisindedir. Temelleri hâlen mevcuttur. Enkazın bu kadar bol olması bu toprakların geçmiş yüzyıllarda şanlı bir şehrin kurulu olduğunu akla getirmektedir. Fakat şimdi ise yalnızca sağlam bir han ve gür sulu bir çeşme bulunmaktadır.

Şehrin şu anki sakinleri bu handa bir gece konaklayıp çekilip gidenlerden ibarettir. Ovanın kuzeyine düşen bu vadiye girmeden bir mil önce yolun aynı uzaklıkta sağındaki yüksekliği 100 metre olan yalnız bir tepeye kurulu sade fakat güçlü bir kale görülmektedir. Burası, Gülek Boğazı’ndaki büyük hisarın küçük kalelerinden biri olarak ifade edilir. İçi sakin olan bu kalenin duvarlarının ve burçlarının eksiksiz ve tamamen bakımlı durumda olması sonradan yenilendiğini göstermektedir. Bu vadinin ortasından geçen çakıllı yolun iki tarafını da boydan boya çam ve ardıç ağaçları ile birlikte çalı, tespih, kızılcık gibi bodur ağaçlardan meydana gelen geçilmez bir orman kaplamıştır. Bu ormanın üstü farklı türde kuşların altı ise yırtıcı hayvanların yaşam alanıdır. Bu orman Muğla’dan başlayarak Elmalı, Antalya, İçel, Mersin, Tarsus, Kozan ve Darende üzerinden Divrik’e kadar uzanmaktadır. Büyük sıradağların ortasında bulunması sayesinde genişliği Mezaroluk’tan Niğde toprağına kadar uzanır. Çakıllı yolun iki tarafından bu şekilde devam eder.

Halifemizin hükmünün gücü sayesinde güvenlik ve asayişi fazlasıyla tamamdır. Bu dehşetli boğaz başka yerlerde bulunsaydı seyahat edenlerin giderken yanlarında bir bölük süvari askerin onlara eşlik etmeleri şart olurdu. Kuzeyde bulunan Niğde kasabası yakınlarındaki Gavursindi’ye kadar bu vadi iki menzil şeklinde devam etmektedir. Güney tarafı Mezaroluk’tan Sarışeyh’e kadar üç saat sürmektedir. Ardından da meşhur Gülek Boğazı’na girilir.

SARIŞEYH

Sarışeyh çakıllı yolun sağ tarafına düşmektedir. Konumu Gülek Boğazı’ndan doğu yönünde Adana istikametine ayrılan yolun başlangıcındaki üç yol arasındadır.

Önceki devirlerde Hac yolu olması nedeniyle vakti zamanında vakfedilen büyük kâgir han ile Sarışeyh isimli veli zatın kabri dışında bir yapı ve eser mevcut değildir. Sükûnet içerisindeki bu kavşak noktasında hareketle korkunç Gülek Boğazı’na girmek biraz önce son bulan vadiden daha kolay ve her bakımdan güvenlidir. Zira boğazın boyca ortasında bulunan zaptiye karakolu hâlen faal bir hâlde asayişi sağlamaktadır.

GÜLEK BOĞAZI

Gülek Boğazı, yüksekliği 3030 metre olan Akdağ ile 3500 metre olan Sis Dağları’nın kuzeyindeki meşhur Boğa Sıradağları’nda bulunmaktadır. Uzunluğu bir saat süren dar bir geçittir. Genişliği ise 10 ila 50 metre arasında değişen bu boğazın ortasında coşkun bir şekilde akan çay bulunmaktadır. İki tarafını 966 metre yüksekliğe kadar ulaşan ve aralıksız devam eden yalçın kayalıklar çevirmiştir. Her tarafı çam ve ardıç gibi doğal olarak yetişen ağaçlarla örtülüdür ve karaciğer ödü gibi yeşildir. Kadim Gülek Kalesi boğazın ortasındaki en dar noktasındadır. Boğazın batısını çeviren uçurumlu dağın tepesinde bulunmaktadır. Kale hizasından cehennemin sırat geçidine benzeyen o dar ve derin yerden ileriye doğru biraz gidince güvenlik noktası ile postane görülmeye başlar.

Küçük Asya ile Şam topraklarını birbirine bağlayan bu dar geçit Doğu ve Batı toplumlarının ana geçiş güzergâhıdır. I. Dara ile II. Dara ve Büyük İskender gibi İlk Çağların önde gelen devlet adamlarının; Ebu Ubeyde ve Memun gibi Orta Çağların tanınmış önde gelen şahsiyetler ile son dönemlerde de Cennetmekân Sultan IV. Murat’ın geçiş güzergâhı olması bakımından bu bölge tarihî olarak büyük bir şöhret elde etmiştir.

Her geçen meşhur şahsiyetin burada ölümsüz bir nam ve hatıra bırakması nedeniyle boğazın içinde bulunan çaydaki sabit olarak dikili oval kayaya çok sayıda resim ve yazı oydurmuşlardır.

Şaşırtıcı bir duyguya yol açan bu boğaza doğu yönünden giren yolcular, orta kısmında bulunan güvenlik noktasına varmalarını takiben yarım saat ileride boğazın kuzeye bakan ağzında Tekir Yaylası’na ulaşarak derin bir nefes alırlar.

TEKİR YAYLASI

Kavala’nın kokmuş kahvelerinden miskin bir şekilde üflediği kavalını nankör babasının fesatlık yeteneği yardımıyla boruya dönüştüren (Kavalalı) İbrahim Paşa20 haini Hükümdara karşı yaptırdığı siperler bu yaylanın dört bir tarafını çeviren bayırlarını ve dağlarını tepelerine kadar kaplamıştır. Dağların başlangıcından sonuna kadar yolun iki tarafındaki düzler ve bayırların üzerlerine bu adi eşkıyalar tarafından aralıklarla yaptırılan istihkâmlar büyük tarz eski toplarla donatılmıştır. Bu kadar Müslüman kanı dökerek cinsi bozukluğunu ve had bilmezliğini herkese ispatlayan bu kötü yaratılışlı adam, mağlup olarak geri çekilmek zorunda kalmıştır. Toplarını ise geriye götürememiş, sanki toplar düşmanın eline düşecekmiş gibi de topu ateşlemeye yarayan ağızotunun konulduğu delikleri çivileyerek işlevsiz hâle getirmiştir. Topçuların sıkılayarak hazırladıkları gülleler ile büyük havanlara yerleştirdikleri top mermileri kullanılamayıp o şekilde kalmıştır. Harabe hâle gelen bu istihkâmları dolaştığım sırada, topların içerisinde bahsettiğim nedenle kalan mermileri gördüm. Bu esnada, kişisel kırgınlığına esir bir soysuz yüzünden dökülen binlerce Müslüman kanını hatırlayan çok sayıda vatansever etrafıma toplandı. Zannediyorum ki sıkıntılarının ateşiyle ağızlarının açarak adi hainin ruhuna lanet ifadeleri kullanmaya meyilliydiler.

Tekir Yaylası bir dönemler yaşlı ceviz ağaçlarıyla kaplıymış. Eşkıyaların başı İbrahim Paşa buraya ayak bastığı zaman etraftaki köylerde oturan fukaranın elindeki o kadim ve faydalı ağaçları tamamen kestirmiş. Sonradan başında patlayacak olan toplarını buralara yerleştirmiştir. İstihkâmların etrafında ve derelerin içerisinde köy çocuklarının depolardan çıkarıp barutlarını boşalttıkları birçok havan mermisi hâlen daha serili bir hâlde bulunmaktadır. Bu dünyaya ne kadar zalim ve zorba adam geldiyse büyük bir istek özen göstererek yaptırdıkları değerli yapılar, en sonunda yıkılarak bu şekilde baykuşlara mesken olmuştur.

POZANTI

Pozantı, Tekir yaylasına üç saat mesafede ve kendi adıyla anılan ırmağın kenarındadır. Tarsus ile Niğde arasındaki mesafe hesaba katılmadan telgraf tellerinde olası meydana gelebilecek arızaların giderilmesi için açılan denetim merkezi ilk defa burada kurulmuştur. Fakat havasının ağırlığı nedeniyle makineler sonradan kaldırılmıştır. Buradan alınarak Bürücek yaylasının aşağısında Tekir Yaylası’nın kuzeyine inişin sonundaki “Ayvabeyi” adı verilen yere taşınarak yerleştirilmiştir. Bir zaman haritaya bu kontrol merkezinin eski ismi kaydedildiği için sonrasında isim değişikliğine gerek görülmemiştir. Mevcut hâli ile ismi Pozantı olarak geçmektedir. Ayvabeyi ismi ise Hayfbeli isminden dönüşmüş olsa gerekir.

Çakıllı yolun yapılmasından önce bu istikametten geçen kervan ve yolcu kafileleri ile deve sürüleri sürekli bir şekilde deveye yuvarlanmaktaymış. Bu nedenle hayvanların parçalanmış hâllerini gören merhametli kişiler üzülmekte ve her gün yaşanan bu duruma karşı “hayf” diye üzülür, hayıflanırlarmış. Bu acı durumun ardı arkası kesilmemesini ima ederek bu bölgeye önceleri Hayfa Beli denmiş. Bu isim zaman içerisinde Hayfa Beli’ne dönüşmüş. Son olarak ise “hayfa” kelimesi “ayva”, “beli” kelimesi de “beyi” hâlini alarak “Ayvabeyi” denilmeye başlanmış. Hâlen daha yaşanmaya devam eden bu kazalar üzerine bu şekilde üzüntü ifadelerinin devam etmesi bu açıklamayı doğrular niteliktedir. İçerisinden tatlı su akan derenin yakınındaki bu yerde yalnızca basit bir han, bir değirmen ve bir demirci dükkânı bulunmaktadır. Öyle ki, daha fazla yapı inşa edilecek herhangi bir alan mevcut değildir. Bu nedenle “bey” tabirinin neresine ve hangi güzelliğine yakıştırıldığına şaşılmaktadır.

Beyoğlu ve Beyşehir gibi isimlerine “bey” tabiri eklenen semtlerin ve şehirlerin olduğu gibi buranın da bir külhanbeyi olmalı. Diğer yandan her ne kadar alay edilesi bir yer olsa da Küçük Asya’nın Suriye yönüne açılan tek kapısıdır. Bu nedenle gece gündüz sürekli gelen yolcular burada yirmi dört saat kalmak mecburiyetinde bırakılsalar burada oluşacak insan kalabalığı büyük kasabalardaki kalabalığı geçer. Mezaroluk’tan başlayarak Niğde sınırına kadar uzayan dehşetli vadide bulunan ve her köşesindeki bayırlar, tepeler, bağlar ile çam, ardıç ve katran ağaçlarıyla donanmış uçsuz bucaksız bir orman içinde olması nedeniyle bu korularda avlanmak isteyen av meraklıları için bulunması zor bir alandır. Adanalıların meşhur Bürücek Yaylası, bu yerin on beş dakika mesafe yukarısındadır.

Manzarası ve güzelliğine diyecek bir söz bulunmayan bu büyük vadinin güney bayırında bulunan ve her yeri çam ve ardıç ağaçlarıyla kaplı, bol miktarda akarsuyu olan ve üzüm çok sayıda bağları ile çeşitli meyve ağaçları bulunan bir yayla bulunmaktadır. Batısı ve kuzeyi açık bir konumda havası serin ve kaliteli olan bu seçkin yaylaya Adanalılar haziran ayı başında gelir ekimin ortasında buradan ayrılırlar. Bu dönemde onların şenlikleri ve burayı şereflendirmeleri sayesinde dört buçuk ayı çok güzel geçirirdim.

Üzüm bağları ve kiraz bahçelerinin iç kısımlarına yaptırılan yaza özgü evlerden başka birkaç yerinde de yüksek yapılı köşk ve binalar bulunmaktadır. Ferah bir mekân olan bu yaylada yalnızca bir cami vardır. Çok fazla tanınmayan âlimlerden olan Gölgelizade Hacı Mehmet Efendi ile birlikte bölgenin önde gelenlerinden Arifzade Ömer Efendi, Alaybeyizade Hüsnü Bey, Kuşçuzade Hüseyin Efendi ve İl İdare Meclisi üyelerinden Bağdadi Abdulkadir Efendi hazretleri gibi birçok simanın gelmeleriyle şereflendi. Bu cennet gibi Bürücek’e cuma namazını kılmak için her hafta giderdim. Orada bu şahsiyetlerle buluşup sohbet etmek şerefiyle ve onların iltifatlarıyla kendimi teselli ederdim.

Arifzade Esat, Gölgelizade Tevfik, Kalfazade Yusuf ve Arnavut-zade Ali Efendi gibiler temiz ruhlu kişiler her ne zaman Çağşak Suyu’na gezinti yapmak isteseler bana da mutlaka haber gönderirlerdi. Bürücek’in suyu, havası, konumu ve manzarası bakımından güzelliğine doyum olmazdı. Her köşesinden coşkun bir şekilde akan suyundan başka birkaç dakika mesafede Çağşak ve Müftüyurdu denilen yerlerde çam, katran ve ardıç ağaçlarının diplerindeki kayaların ve çakılların arasından fışkıran çeşitli soğuk pınarlar ve berrak suları da bulunmaktaydı. Bu anlamda buralarda kebap yapıp, buz kesen su kaynağında ıslatılan meyveler ile üzümleri serince yerken o insana ferahlık veren havayı solumak insanın hayatı boyunca unutmayacağı mutluluklardandır.

Yayladakilerin Adana’ya dönüş yapmalarından sonraki ekimin ortasında haziran ayının başına kadar devam eden yedi ay on beş günlük süre boyunca dere yatağında tek başına kalmak düşünüldüğü gibi sıkıcı bir durum değildi. Doğasının her hâlinde ayrı bir lezzet bulunması nedeniyle yalnız geçirdiğim günler daha eğlenceli zamanlardı. Para kazanma amacıyla diyardan diyara sürekli hareket eden insanları ve bu anlamda hayatın şu çekilmez kavgasını seyretmek bu yerin ibret verici eğlencelerinden biriydi.

Divan yolu gibi gece gündüz sürekli hareket hâlinde olan bu büyük yoldaki kalabalığın çoğunluğunu araba kafileleri ve deve sürüleri teşkil ederdi. İnsanoğlundan bekledikleri bir lokma hamuru yemek için yüzlerce kilo yük altında ezilen çaresiz develer maişet kanununa şikâyet edercesine çıkardıkları acı feryatlar huzurumu kaçırırdı. Akşamları telgraf kulübesinin çevresine inen deveciler insafsız bir şekilde develerin üzerine yükledikleri yükleri yıkınca bu zavallı hayvanlar ölü gibi yere serilirlerdi. Dağıtılan hamur toplarını yedikten sonra hemen tekrar güçlerini toplayarak aslan kesilir, heybetli sesleri ile köpük savururlardı. Özet olarak kışın sonuna kadar benzer şekilde devam eden bedevi âlem benim için garip bir deneyimdi.

Deveciler gece yarısından sonra yola çıkma gibi bir âdetleri ve merakları vardır. Bunların hareketi esnasında, etraftaki yerleşimlerden gecenin o vakti hâlen uyanık olanlar, o korkunç ormanlı bayırlara ve dağlarda yankılanan zil ve çan seslerini duyunca deccalın çıktığı duygusuna kapılırlar.

Ortalığı kar kapladığı zamanlar, dağlarda yiyecek bulamayan vahşi hayvanlar etrafımızı sararlardı. Geceleri ara sıra duyulan kurt ulumaları ve çakalların bağrışmalarında ibaret hüzün verici sesler kışın sonuna kadar devam ederdi. Bu nedenle kendimi İlk Çağ’ın daha öncesinde mağaralarda yaşayan biri zannına kapılırdım. Tatar postası geldiği zaman mutlu bir şekilde aldığım ipli çantadan merhum annemin mektubunu görünce ruhum aniden açılır ve bu yer de cennet gibi bir yere dönüşürdü.

Benim için büyük bir bayram olan bu günü mutlu bir şekilde geçirmek için ikindiden sonra Şeyhli köyüne geçerdim. Bu köy Boğa Dağı sırtındadır. Ormanlar içinden gidilirse merkeze bir saat uzaklıktadır. Tarlalarının sayısının az olması nedeniyle Şeyhli halkı ziraattan istendiği kadar ürün elde edememektedir. Bu yöndeki eksikliği ise ormanın bereketiyle kapatırlar. Halkı göründüğü kadarıyla çok neşelidir. Köyde biri ihtiyarlara diğer ise gençlere özel iki oda vardır. Genç yaşta evlenmiş olanlar da ihtiyarların toplandığı odaya giderler. Bunlar bekâr gençlerin toplanma yerine gidemezler.

Bekâr delikanlılar, kendilerine tahsis edilmiş odanın odun ihtiyacını aralarında nöbetleşe bir usul ile etraflarını kaplayan uçsuz bucaksız ormandan kesip toplayarak karşılarlar. Bekçisiz ormandan para ödemeksizin kestikleri kütükleri kapıdan sığdırmaları mümkün olmadığından bellerindeki uzun kuşaklara bağlayarak bacadan sarkıtırlar.

Uçları çatıdan bir arşın daha yukarıda kalan bu çıralı mertekler yandıkça boyları kısalır ve aşağı iner. Gençler, Nemrut ateşi gibi yaktıkları ateşin başına geçerler. Kızdıkça cehennem hâlini alan odada güldürücü oyunlar oynarlar, kaval üflerler, dinletisi gayet güzel şarkılar söyler ve rastgele bir şekilde saz ve bağlama çalarlar.

Topraktan kar kalkıncaya kadar bu şenlikle her gece sabahlara kadar devam eder. Mevcut durumlarına şükreden bu faydalı insanlar, ilk yaratıldıklarında kendilerine verilen temizliği asla lekelemeden korumuşlardır. Bu insanların samimi bir şekilde böyle mutlu hayat sürmeleri, gazinolarda bilardo oynayacağım diye gecesini, dinlenmesini ve zamanını öldürerek israf eden şehir gençlerinin yapmacık mutluluklarına ve ciddiyetten uzak ve soğuk sohbetlerine benzemez. Her hâl ve davranışları aralarındaki sevgiyi güçlendirme, sağlamlaştırma ve samimiyeti artırma amacını taşıyan tutarlı ve güzel hareketlerdir.

Bu köyde Hacı Hüseyin Efendi ve Mehmet Ağa adına itibar sahibi misafirperver iki adam bulunmaktadır. Maddi durumları bir miktar daha iyi olan bu kişilerin evleri ve sofraları daima misafire açıktır.

Pozantı’ya geldiğim zaman memurluğa vekâleten bakmakta olan Niğde stajyeri Rıza Efendi’den bu merkezi devralmıştım. O dönem Halep başmüdürü olan Bedri isimli zevzek, benim buraya gelmem üzerine Rıza Efendi’yi yerinde devam ettirememesi ve (ondan gelecek olan) on beş liralık menfaatinden olması nedeniyle memleketimden getirdiğim kefalet senedini kabul etmemiştir. “Rıza Efendi kimdir?”, “Pozantı denilen cehennem deresi neresidir?”, “Bedri nasıl bir uğursuzdur?” ve “Cebine girecek gayrimeşru on beş lira ne anlama gelmektedir?” gibi soruların cevabını henüz öğrenemeden bakanlığın emriyle Allah’a tevekkül ederek buraya gelen biri olduğumu, başkaca bir kusurum olmadığını bu insanlıktan tamamen uzak soysuz Bedri anlayıp da insaf etmedi. Birçok kere iade ettiği kefalet senedini her gelişinde memleketime gönderip gösterdiği zorlukları utanmaksızın bana yazdırdığı deli saçması koşulları harfiyen yerine getirmem neticesinde güç bela kabul etti. Rıza Efendi gibi akıllı ve bilgiç bir gencin ekmeğine engel olmak şöyle dursun, elimden gelse daha da ilerlemesine çalışabilecek gönlü geniş biri olduğumu bu Bedri alçağına bir türlü anlatamadım. Açgözlü Bedri’nin amacı Rıza Efendi’yi buraya görevlendirmek değildi. Güya Niğde Müdürü Şevket’in yardımıyla onun işini yaptığı yolunda Rıza’yı kandıramayıp on beş lirasını alamadığına hiddetleniyordu. Bedri en çok kendini hoşnut edenlere rıza gösterir.

Mesele Rıza’nın gelmesinden ziyade bir akçedir. Leşe saldıran köpek gibi gayrimeşru menfaat dolaşmaya ve rüşvette alışkın bu katır kinli herif bu olaydan sonra da benimle fazlasıyla uğraştı.

Pozantı’nın sabır göstererek geçirdiğim kışındaki o vahşi hayatı geride bırakıp yazın biraz rahat yüzü göreceğim zamanlarda kendi tanıdıklarından Elbasan kavasının oğlu Arnavut Ahmet’i ve bazı zamanlar da Şarkikarahisarlı tilki Osman’ı hava değişikliği yapsınlar diye geçici olarak benim görev yerime gönderirdi. Beni de Çukurova’nın cehennem gibi sıcak olduğu bir zamanda Adana’ya bazen de Mersin’e araziye göndererek o sıcakta cayır cayır yanışımdan zevk almaktaydı.

Bu acımasız adam ne yaparsa yapsın ses çıkarmayıp sindirdim. Söylediklerini itiraz etmeden yerine getirdim. Fakat bu adi yaratık ve arsızda kalp olmadığı için mertlik ve düşünce de bulunmuyordu.

Ömrümün seçkin dönemlerini bu şekilde mihnet içerisinde geçirttiği yetmezmiş gibi memuriyetimin ikinci yılının temmuzunda samyeli rüzgârlarının Çukurova’ya yayıldığı o yakıcı mevsimde çeşitli şeytanlıklar ve hileler planlayarak benim hakkımda Bakanlığı kandırmış ve görev yerimin Adana’yla değiştirilmesi yolunda emir almış.

ADANA

Mali yıl olarak 1300 senesi temmuzunda (Temmuz/Ağustos 1884) beni Adana haberleşme memurluğuna tayin ettirerek gönderten insafsız Bedri’nin sıcaktan korunmak için gönderdiği kölesi Elbasanlı Ahmet’e merkezi devrettim. Tekir Yaylası, Gülek Boğazı, Sarışeyh ve Mezaroluk yolu üzerinden gidip en son yerden de trene binerek bir saat içerisinde Adana’ya ulaştım. Şehir merkezinin o dönemki durumu hakkında daha önce gerekli açıklamaları yapmıştım. Bu nedenle tekrar etmeyeceğim.

Toprağının mahsul verme gücü Aydın ile benzer olan bu zengin vilayetin en verimli kısmında Adana şehri bulunmaktadır. Seyhan Nehri’nin batı sahilinde ve Akdeniz’in 25 kilometre mesafe doğusundadır. Her ne kadar şehrin dörtte biri yer yer yükselen güzel bir tepe üzerinde konumlanmış olsa da kalan diğer kısmı düzlükte bulunmaktadır. Bahar mevsiminde taşkın veren Seyhan Nehri bazı yıllar ürünler vermektedir.

Karşılıklı olarak aralarında birbirlerini daha çok tanıma çabaları sayesinde zaman içinde daha çok kaynaşan Nemrutluların taşkınlık etmeleri ve Bâbil şehrinin karışıklığa uğraması sonucu Midyon, Silifke’yi başkent yapmıştır. Kendi devrinde yaptırdığı Kadim Bıtne Şehri’nin ise şu an Tepebağ denilen alanlarını, bir zamanlar etraflıca çeviren surun içinde olduğu mevcut tarihî kalıntılardan anlaşılmaktadır. Burçlarından ve surlarından eser kalmayan adı geçen Bıtne Kalesi’nin temelleri Seyhan Nehri üzerindeki büyük köprünün yakınında bugün hâlen görülebilmektedir.

Şehrin cehalet döneminde aldığı “Bıtne” unvanı, İslam toprağı olduktan sonra “Adana” olarak değişmiştir. Sözü edilen bu tarihî olayı, gerçekleşmeden önce “Elif Lâm Mîm. Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar.”21 ayetinde (fî edenî şeklinde) geçen bu isim, telgraf merkezinin açılmasından beri son zamanlarda “Edene”ye çevrilmiştir. Bu durumun asıl sebebi “Adana” ile “Edirne” illerine ait telgrafları dikkatle ayırmamaları sebebiyle yazı başlıklarında sıkça yanlışlıklara sebep olan muhabere memurlarını sorumluluktan kurtarılmak istenmesidir. Daha açık bir ifadeyle İstanbul Genel Haberleşme Müdürü’nü eleştiriye tutulmasını önlemek isteyen Bakanlık, “Zikredilen bu iki kelimenin telgraf harfleri kurlarına göre yazılması esnasında aralarında yalnız bir nokta fark bulunuyor. Zaman zaman gerçekleşen okuyucu dikkatsizliği nedeniyle bu noktalardan birinin çıkmasına mâni olunca isimler karışıyor. Şeklinde bir itirazda bulunmuşlardır. (Arap harfleriyle) “Adana” ile “Edirne” kelimelerinin ortasında bulunan “A” ile “R” harflerinin gerçekten de ortasında birer nokta fark vardır. Bu anlamda söz konusu mazeret haklıdır. Fakat “Edirne”nin sondaki “H” ile “Adana”nın sonundaki “A” harfleri ile ilgili yapılan benzetme nedeniyle karara varılan isim değişikliği düşüncesi hiçbir şekilde kabul edilemez. Meğerki “Adana” yazısının sonunu yanlışlıkla “H” ile bitiren münasebetsizler bulunsun. Bu nedenle şehre şeref katan bu manevi isim değiştirilip dönüştürüleceğine, cahil yazıcıların kişisel anlamda kendi karalamaları olan yazıları düzeltmek lazımdır. Bahsedilen bu sorumluluktan kendini kurtarmak isteyen bir şarlatanın ileri sürdüğü içi boş itirazı değerlendirmeye tutmadan acele bir şekilde onaylamak affedilemez dikkatsizliktir. Bu durum Babıali’nin nasıl bir anına denk geldiği anlaşılamıyor.

Telgraf Bakanlığının yutturduğu yalan ile dönemin milletvekillerinin karnına yuvarlanan yazımda adı başka çıkan bu memleketin güzel evleri Hükûmet Binası’ndan Salcılar adı verilen yere kadar nehir boyunca devam eden büyük cadde üzerindedir. Seçkin mahalleri ise bahsedilen tepede ve etrafındadır. Bu tarihî şehrin nüfusunun 35 bin olduğu tahmin edilmektedir. Bununla birlikte şehirde bin beş yüz dükkân, iki yüz kırk depo ve han, on cami, yetmiş altı mescit, dört kilise, dört hamam, bir hastane ve birkaç pamuk ve un fabrikası bulunmaktadır.

Eski tip medrese ile ilkokul sayısının kırk civarında olduğu söylenmektedir. Bunların dışında Seyhan Nehri sahilinde donanımlı bir idadiye okulu ile yakınında kızlar okulu, Hükûmet Dairesi’nin batısında düzenli bir eğitim veren rüştiye okulu ve bir sanayi okulu bulunmaktadır.

Şehirde buluna camilerin en güzeli Ramazanoğulları’nın yaptırdığı Ulu Cami’dir. Medreselerin en eskisi ve büyüğü ise yakınındaki Taşmedrese’dir.

Hükûmet Dairesi’nin meydanı geniştir. Bu nedenle şeriye, adliye, belediye, posta ve telgraf ve polis daireleri ile birlikte hapishane de dâhil bütün devlet daireleri ve kalemler toplu bir şekilde bu yerdedir. Meydanın yalnızca iki kapısı vardır. Eski vali merhum Ziya Paşa tarafından yapımı üç gün içerisinde tamamlatılan ahşap tiyatro binası da bu meydanda olup belediye dairesinin arkasındadır.

Eski eserleri arasında tapınaktan kiliseye ve son olarak da mescide dönüştürülen Yağ Cami ile Roma İmparatoru Justinyanus’un Seyhan Nehri üzerine yaptırdığı büyük köprü bulunmaktadır. Kadim Bıtne Kalesi’nin hâlen toprak altında kalmayan temellerinin olduğu yerden başlayarak yirmi iki adet dehşetli kemer ile nehrin doğu sahiline geçmektedir. Bu heybetli köprünün uzunluğu dört yüz zira ve genişliği ise yan yana üç araba geçebilecek ebattadır.

Çağdaş yapıların en güzelleri idadi mektebi binası, saat kulesi, nehir sahilinden geçen yol üzerindeki modern mimarili evler ve bir örneği nadir olarak bulunan Paşa Hamamı’dır. Abbasi halifelerinden Harun Reşit’in oğlu Me’mun’un tarafından gönderilen ulu gazilerin eliyle fethedilen bu memleket, önceki Sadrazam İzzet Paşazade Halil Paşa sancak mutasarrıfı olduğu Hicri 1285 senesinde meydana gelen büyük bir yangın sonrası şehrin binaları ve mallarında çok büyük maddi kayıplara netice vermiştir.

Bu yangının ardından şehrin sokakları yeniden düzenlenmiştir. Halep vilayetine bağlı İçel sancağı da Adana’ya eklenerek şehir, kendi adıyla tanımlanan vilayetin merkezi yapılmıştır. Bu şekilde yenilenmesi sonrası Adana Valiliği kendisine verilince merhum Halil Paşa vilayetin idare meclisi üyelerini toplayarak çirkin adları olan “Eşekçi köyü, Gâvur köyü, Boklukoyak köyü” ve bunlar gibi köylerin isimlerini değiştirme çalışması başlatır. Örneğin, Gâvur köyü “Yolgeçen” köyü adını alır. Diğer köylere de yeni adlar verilir.

Değerlendirme sırası Eşekçi köyüne gelir. Kervanda en sonda kalan eşek adıyla anıldığı için olsa gerek değerlendirmede de sona kalır. Bu köye konuşulurken merhum Halil Paşa “Bu köye eski ismini dolaylı bir şekilde anımsatacak biri isim verilsin.” şeklinde bir şaka yollu bir ifade kullanır. Toplantıda bulunan heyet bu kibar köye Paşanın isteğini karşılayan özel bir isim bulmak için kafa patlatmaya başlarlar. Bu sırada dalgınlık geçiren bir üye olası isimlerden tüyüneaşık köyü, gülemeftun köyü, sütükerih köyü, kabakulak köyü, ebulhumeka köyü gibi eşeklik özelliklerini tavsiye etmeyi aklına getirememiştir. Dalgın bir şekilde birdenbire “Efendim, Haliliye denmesi uygundur.” cümlesini sarf eder. Tabii, kullanır kullanmaz ayakları suya erer ve aklı başına gelir ama iş işten geçmiştir artık. Yaptığı bu yakışıksızlık nedeniyle çok utananan toplantıdaki heyetin de neşesi kalmaz. Herkesin kafası allak bulak olur. Paşa’nın sonu gelmeyen sessizliği toplantının bittiği anlamına geldiğinden heyet hemen dağılır.

Eşeklerden kurtulamayan bu köy hâlen daha eski ismini kullanmaktadır. Değerlendirme esnasında yine bir budalalık yaşanır korkusuyla isim değiştirme konusu artık gündeme getirilemiyor.

Adana’nın başlıca tarım ürünleri tahıl çeşitleri, pamuk ve susamdır. Bahçelerinden her türlü meyve ve yemiş çeşitleri bulunmaktadır. Limon, portakal, turunç, nar, şeker kamışı ile birlikte kavun ve karpuz bol miktarda yetişmektedir. Bağları yılda iki kere üzüm verir. Kırkveren adını verdikleri bu çubukların üzümlerinin taneleri iri olsa da güzel bir kokusu ve hoş bir yapısı olmadığı gibi çok posalı, kalın kabuklu, büyük çekirdekli kıymetsiz bir mahsuldür.

Şehrin iç kısımlarında ürünleri toz hâline getiren un fabrikaları olmasına rağmen kayıklar içine yapılan eski tip değirmenler de hâlen işlemektedir. Bu kayıklar Seyhan Nehri’nin şiddetli akıntısıyla dönen dolapların baş ağrıtan seslerini yükseltmektedirler.

Bol miktarda üretilen keteni kabuk ve çekirdeğinden ayıran makinelerin piyasada olmadığı zamanlar bu işler evlerde el yordamıyla yapılırdı. Bu dönemde Adana’da fukara diye bir kavram yokmuş. Tarım alanları fazla ve bereketi de bol olması nedeniyle orakçı ve çapacı gibi çalışana fazlasıyla iş bulunurmuş. Burası Harput ve Diyarbakır’dan dalga dalga yabancılar gelerek burayı merkez hâline getirmişler. Her ay yirmi ya da otuz bin yabancı çalışanı gurbetçi yapan bu rençper yatağı memleketin toprağının verimi ve dolayısıyla insanının mutluluğu hakkında daha fazla kelime kullanmak gereksizdir. Akdeniz ile Seyhan Nehri’nin ağız kısmı yanında oluşan “Ağba” adı verilen geniş sazlık arazi pirinç ve şeker kamışı yetiştirmek için çok elverişli yerlerdir. Buna rağmen bölgenin toprağa ihtiyacı olmaması nedeniyle buraya önemli görmezler. Sonuç olarak da burası vahşi mandaların otlak alanı olmuş durumda. Atına ve silahına güvenenler bu sonu olmayan bataklığa gelerek sahipsiz ve sayısı belli olmayan mandaların damgasız olanlarını halat atarak yakalarlar. Bu şekilde onları sahiplenirler.

Kimsenin olmadığı bu arazide dolaşan aslan, kurt, çakal ve domuz gibi yırtıcı hayvanların turna, angut, ördek ve yaban kazı gibi kuşlardan oluşan vahşi hayvanların miktarı sayısızdır. At yetiştirmek için bence çok uygun bir yer olan bu arazide birkaç at çiftliği kurulması için yüksek askerî makamın dikkatlerine sunarım.

Adana Ovası, bundan otuz yıl önce güvenliği olmayan bir toprak olması nedeniyle sınırlı bir tarımı olan ve oradan geçen gezici toplulukların otlak olarak kullandığı bir araziymiş. Bugün ise her tarafı bağ ve bostan şeklinde ekili durumdadır. Ağba dışında kullanılmayan bir arazi yoktur. Ticarete ve sanata çok istekli olmayan yerli halkın en çok uğraş verdiği alan ziraat, hayvancılık ve sürü yetiştiriciliğidir. Sanayi alanında ayakkabıcılık, demircilik ve dericilik ile inşaatçılık alanında duvarcılığı Müslüman ahali yaparlar. Kunduracılık, terzilik, kuyumculuk gibi üretim alanları Ermeniler ve Rumların elindedir. Ticaret ve sarraflık işlerini Kayseri’nin vurguncu Rumları ve dolap çeviren Ermenileri tamamıyla ellerinde tutmaktadırlar. Geçim sıkıntısı çekmeyen Müslümanlar her yıl mayıs ayı ortası ile birlikte Gülek, Nemrun, Bürücek ve Kızıldağ yaylalarına göçer, ekim ayında da dönerler. Bu nedenle şehrin en kalabalık olduğu dönem kış mevsimidir.

Kuzey tarafından Ankara ve Sivas, doğu tarafından Halep, Batı tarafından yine Ankara ve Konya vilayetleri ile çevrili olan şehrin güney sınırını Akdeniz şekillendirmektedir. 36.947 kilometrekarelik geniş bir arazisi vardır. Şehrin geliri 30 milyon kuruş, gideri ise 6 milyon kuruş civarındadır. Toros Dağları şehri kuzey ve batı istikametinde çevrelemiştir. Geniş ormanları olan ve demir ve bakır gibi madenleri bol olan bu vilayetin şehir merkezinden Mersin’e kadar uzanan hattı dışında tren yolu bulunmamaktadır. Adana içerisinden geçen Seyhan, Tarsus’a inen Ceyhan ile Taşucu’nda denize karışan Silifke Suyu başlıca nehirleridir.

Pozantı’dan Adana’ya görev yerim değiştirildiğinde şehrin valisi Harputlu Hasan Bey’di. Onun ardından merhum Sırrı Paşa ve sonrasında da merhum Şakir Paşa atanmışlardı. Bu dönemde merkez müdürlüğünde Bedri keratasının kölelerinden Sırp Kör Adil müfettiş idi. Gevezeliği ile nam salmış Mösyö Avedi ise Halep başmüdürüydü. Bedri’nin, gençliğinin ilk döneminde Selanik’te haberleşme memuruyken “…” olduğunu Siverek eski Telgraf Müdürü Deli Ali Bey22 bilirmiş. İşte bu kötü yollu Bedri’nin şeytanca oyunlarına alet olan ahlaksız ve alçak Kör Adil beni rahat bırakmadı. Bu nedenle bir türlü uyum sağlayamadım. İki yıl süresince eziyetli bir memuriyet hayatı geçirdim. En sonunda dayanamayarak Tarsus üzerinden Mersin’e gidip oradan da deniz yolu ile başkentin yolunu tuttum.

Adana’dan ayrıldığım zaman hâlen memuriyet görevim devam etmekteydi. İstanbul’a geldiğimde Bakan İzzet Bey dünyasını değiştirmiş, yerine Hasan Ali bey atanmıştı. O dönem İçişleri Bakanı olarak görevde bulunan merhum Münir Paşa’ya takdim ettiğim dilekçe üzerine yapılan inceleme sonrası Bedri domuzunun benim hakkımda yaptığı kanun dışı uygulamalar ortaya çıkarıldı. Babıali’den Telgraf Bakanlığı’na gönderilen uyarı emri görev yerimin Niksar’a alınmasını sağladı. Bu vesileyle o ikiyüzlü şahıslardan kurtulmuş oldum. Aynı dönemde Bakanlık Meclisi Başkanlığında Reşat Bey gibi bir aslan vardı. Kendisi ve Meclisin diğer üyeleri doğruluktan taviz vermeyen değerli kişilerdi.

Dahiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı) kesin emri, bu şahısları ortak kararları ve adaletli Padişahımız hazretlerinin sayesinde hem harcırahımı hem de birikmiş maaşlarımı aldım. İstanbul’a varışımdan yaklaşık elli iki gün sonra Fransız vapuruna binerek deniz yolu ile Mersin’e döndüm. Buradan Adana’ya geçip orada bıraktığım validemi yanıma alarak Tarsus, Mezaroluk, Pozantı, Niğde, Kayseri, Kışla, Sivas, Yıldızeli, Çamlıbel ve Tokat üzerinden yeni memuriyet yerim Niksar’a geldim.

20.Kavalalı İbrahim Paşa (1789-1848), Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın (1769-1849) oğludur. Babası Osmanlı’ya karşı çıkardığı isyan sonrasında Mısır’da kurduğu 1805-1953 yılları arasında Mısır’ı yöneten hanedanlığın kurucusudur. Kendisi de bu hanedanlığın kurulmasında çok etkin görevler almıştır. (ç.n.)
21.Rum suresi, 30/1-3.
22.Yukarıda adı geçen Bedri o zamanlar Ali Bey ile birlikte haberleşme memuruymuşlar. Ali Bey’in buna neler yaptığını kendisi anlatsın da siz de dinleyin.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
14 s. 23 illüstrasyon
ISBN:
978-625-99843-1-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,3, 10 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 5 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4,8, 14 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre