Kitabı oku: «Seyahatü'l Kübra», sayfa 10
İstanbul’dan bindiğim Fransız vapuru, Ege Denizi’nden ayrıldıktan sonra kısa bir vakit Kıbrıs’a bağlı Larnaka İskelesi’ne uğradı. Ardından da Mersin’e dönüş esnasında yine aynı şekilde Beyrut ve İskenderun iskelelerine girdi. Bunlardan Larnaka limanı sığ bir limandır. Bölgenin ticareti düşüktür. Halkı fakir ve neşesiz olan kasaba dağınık bir hâlde ve ıssız bir yerdir.
BEYRUT
Beyrut şehri, Firavunlardan Semiramis (Şamiram) ile aynı çağda yaşamakla beraber Mısır ve Fenike halklarının dinî ve doğal ilimlerine dair eserleri sayesinde milattan 1200 sene önce tanınırlık kazanan Sanhuyatun’un doğduğu yerdir. Buraya gelişim nisan ayının başlarına tesadüf eder. Antik Çağ milletlerinden Fenikeliler’in kurduğu bu memleket Akdeniz ile Lübnan dağları arasındaki tatlı bir meyil ile yükselen sevimli bir bayırda bulunmaktadır. Havası güzel, suyu kaliteli ve varlıklı bir şehirdir.
Akdeniz şehirlerinin en güzeli ve meşhurdur. Ticareti ve sanayisi gelişmiştir. Suriye bölgesinin en önemli iskelesi olması sayesinde limanına girip çıkan gemilerin sayısını hesaplamak mümkün değildir. Fenikelilerin Baal Beyris adı verilen tanrıları23 bu bölgede bulunmaktaymış. Bu isimden dolayı bölgeye önceleri “Beyris” daha sonra da Beyrut denilmeye başlanmıştır.
Fenikeliler çağında birkaç kere Mısırlıların eline geçen Beyrut daha sonra sırasıyla Asurlulara, Keyhüserev devrinde eski Fars devletine, Büyük İskender’in yükseliş döneminde Makedonyalılara geçmiştir. Bu dönemden sonra ise Romalıların eline geçen şehir Faruk-u Azam Hz. Ömer’in hilafeti zamanında İslam topraklarına katılmıştır. Cennetmekân Yavuz Sultan Selim Han hazretleri döneminde ise güçlü Osmanlı Devleti’nin adaletli gölgesi altına girmiştir.
Denizi açık olsa da güzel görünüşü yeniden düzenleniş ve tamirden geçirilmiş limanı çok güvenlidir. Rıhtım boyunun güzelliğini, gönle ferahlık veren manzarasını görür görmez kendimi Selanik’te sandım. Çok işlek bir iskelesi olan bu güzel şehrin nüfusu 80 bin dolaylarındadır.
Konaklama yerlerinin ve caddelerinin düzenliliği ve temizliğine, bağ ve bahçeleri ile geniş gül bahçelerinin hoşluğuna ve toprağının bolluk ve bereketine diyecek bir söz yoktur. Sözün kısası Suriye topraklarında bulunan şehirlerin bilgi, kültür, sanat, ticaret ve servet bakımından en kadim olanıdır.
Suriye kralı “Büyük İskender”in generallerinden Diodotus Tyrphon’un emriyle MÖ 140’ta tahrip edilmiştir. Bu olayın yetmiş beş yıl ardından Roma İmparatoru Agustus burayı yeniletmek istese de kadim parlaklığına ve ihtişamına yeniden elde edememiş. Yarım yüzyıl önce Sayda’ya bağlı bir kasaba iken hızlı bir şekilde gelişme kaydederek mevcut refah ve ihtişamına kavuşması olağan dışı bir durumdur.
Vapurumuz yük alırken geçen süreyi değerlendirmek maksadıyla dışarı çıktım. Karaman Telgraf Müdürü Şakir Efendi’nin kayınbiraderi Ali Bey ile karşılaştım. Birlikte gezinti yaptık. Dolaşmamız esnasında Hükûmet Dairesi’nin yakınındaki belediye bahçesini gören kahvehanelerden birini seçip orada oturup dinlendik. Beş dakika sonra biri Saydalı diğeri ise Beyrutlu iki delikanlı gelip bize yakın bir yerde karşılıklı oturdular. Bu kişiler Ali Bey’in arkadaşlarıymış. Beni onlarla tanıştırdı.
Selamlaşma sonrası konuşmaya başladık. Beyrut’un güzelliği, bayındırlığı ve gelişmişliğine dair konulardan bahsettik. İçlerinden Beyrutlu olan genç diğer arkadaşını işaret ederek “Şehrimizin elde ettiği bu şeref işte bu akıllı Saydalılar sayesindedir! Hükûmetimiz Sayda’ya karantina ve deniz feneri dairesi yapmak isteyince bu Saydalılar o tür şeylerin hastalıklı konular olduğunu ve şehirlerine yapılmasını istemediklerini söylediler. Biz bu dairelerin ne işe yaradığını bildiğimiz için onların itiraz ettiği zaman biz kendi şehrimize yapılmasını kabul ettik. Gemilerin karantina dairesinde pratika belgesi almaları mecburi olduğu için gemiler Sayda’yı terk edip bizim iskelemize uğramaya başladılar. Sonuçta da Suriye kıtasının nakliye ve ticaret gemileri bu tarafa kaydı. Onlar da şaşakaldılar. Karantina dairesinin yapılmasına karşı inatçı tavırları için sonradan ve hâlen daha gösterdikleri pişmanlık ifadeleri ve iç çekmeleri bizi güldürür ve yanaklarının kızarması da eğlendirir.” dedi. Bu kelimelere tahammül etmenin güç olduğunu anlayan Saydalı genç “Karantina dairesi şimdi bizde yok mu? Beyrut’un gelişmesini sağlayan o değil, bulunduğu konumudur.” şeklinde karşılık verdi. Bu söz üzerine Beyrutlu tekrar eğlenceli bir şekilde “Vapurlar bir kere Beyrut Limanı’na alıştıktan, ticaret ve tüccar burayı benimsedikten sonra bin defa karantina dairesi yapılmasını talep etseniz artık faydası yoktur. Geçmiş olsun!” tarzında bir cevap vererek zavallı genci susturdu. Hükûmet işlerinin arka planını anlamadan dikkatsiz bir şekilde ona muhalefet etmenin sonu bakın nerelere gelmektedir. Bu buluşmada arkadaşlar Beyrut’un güneydoğusunda bulunan bostanlar ve zeytinlikler, güzel piknik alanlarının bulunduğundan bahsettiler. Fakat vapura yetişmem gerektiği için buraları görme imkânım olmadı.
İSKENDERUN
Güneyinde Domuz Burnu ve kuzeyinde Karataş Burnu ile çevrilidir. Sikus Sinus (Issicus Sinus) adı verilen geniş körfezin içinde bulunan limanı güvenli ve ticari anlamda da işlektir. Fakat her taraf bataklık olması nedeniyle havası çok ağırdır. Şehrin varlıklı insanları ve tüccarları gündüzleri mecburen İskenderun’da kalırlar. Geceleri ise bir saat mesafede içeride olan Belen kasabasına istirahat etmeye giderler. Miladi 1800’de çok şiddetli bir deprem yaşanması sonucu çok sayıda bina yıkıldığı için eski eser bulunmamaktadır. Yüzyıl içinde yeniden inşa edilen mevcut binaların tamamı kâgirdir. Sokakları düzenli olan küçük sevimli şehrin tehlikeli havası ve sivrisineğin çokluğu dışında bir sorunu yoktur. Nüfusunun 3 bin olduğu tahmin edilmektedir.
Şehir iki nehir arasında konumlanmıştır. Şehir ve bağlı kasabaların başlıca iskelesi olması sayesinde limanın bir yıllık toplam geliri 6 milyon frank dolaylarındadır. Beyrut vilayeti sınırlarından Antalya’ya kadar devam eden sahillerde bulunan gümrük memurluklarının teftiş noktasıdır. Tek nahiyesi olan Payas ile birlikte 24 köyü bulunmaktadır. Şehir, üçüncü sınıf bir kaza merkezidir. Halep vilayetine bağlı ve onun ilk kapısıdır. Çarşısında limon, portakal, üzüm, kavun, karpuz ve yenidünya gibi meyve çeşitleri tıka basa doludur. Yiyecek olarak her şeyi bol miktarda bulmak mümkündür. Bu bolluk şehrin arazisinin bereketinin gücüne işaret etmektedir. Bir taraftan da kasabayı kaplayan bataklığı doldurma çalışması başlatılmış ve devam etmektedir.
Bu tür çalışmaların sonuçlandırılması havasının güzelliğine katkı sağlayacak ve şehir daha da büyümüş olacaktır.
NİĞDE
Tarsus ile Niğde arasındaki yolculukla yürüyüş ile üç konaklama, araba ile iki konaklama olmaktadır. Şehir, zümrüt gibi yeşil, manzarası güzel, yüksek bir konumda ve dağları ormansızdır. Bor kazasından güneye doğru uzanan hoş bir yükseltinin dış kısmında düz ve geniş bir yakanın kuzeyinde kurulmuştur. Sokakları düzensizdir. Konakları sağlam olsa da eski tip yapılardır. Çarşısı kötü durumdadır. Bereketli olan şehrin geçimi ucuzdur. Sancak merkezi olan bu kasaba küçük bir yerdir.
Toros dağlarının24 eteklerinde bulunan şehir, kendisine yarım saat mesafedeki Bor kasabası ile aynı hizadadır. Dağları, tepeleri, bayırları ve vadileri ile koyu yeşil çimlerle kaplıdır. Sulak ve verimli Niğde Ovası’nın gönül açıcı manzarasına, insana güzel gelen hâllerine ve bakmakla doyum elde edilemeyen güzelliğine hayran kaldım.
KAYSERİ
Kayseri’ye, Niğde’den hareket ettikten iki gün sonra bir ikindi vakti geldim. Bu şehir volkanik maddeler ile örtülü kumsal bir ovanın kenarına kuruludur. Daha önce bahsi geçtiği gibi kadim Türkler olan Mid Kavmi, MÖ 1200’lerde Lidyalıların peşinden gelerek Anadolu’nun doğu ve kuzeyine yerleşmişlerdir. Burada Kapadokya adıyla imar ettikleri bu geniş araziye “Mazaka” adında bir şehir kurup burayı başkent yapmışlardır. Roma İmparatoru Tiberius burayı istila ettikten sonra bölgeyi biraz daha genişletip daha güzel hâle getirmiştir.
Ardından kadim ismini Agustus adlı kayserin (kaiser)25 ismine nispet ederek “Kayseri” ismine çevirmiştir. O devirdeki şehir şimdiki Kayseri’nin güneybatısında yirmi dakika mesafede kalan Talas köyünün bulunduğu tepelerde bulunmaktaydı. Miladi 260 yılında kadim Fars Kralı Şapur Kapadokya’yı Romalılardan alarak hem şehri yağmalayarak tahrip etmiş hem de tüm ahalisini de katliama uğratmıştır.
Ardından Romalılar güçlerini toplayıp buraları İranlıların elinden tekrar almışlardır. Sonrasında bahsedilen bu tepelerin altına ikinci bir Kayseri inşa etmişlerdir. Bu şehir de yaşanan şiddetli bir deprem neticesinde yıkıldığı için şehir halkı dağılmış ve bölge bir süre ıssız ve yıkık bir alan olarak kalmıştır. Şehrin mevcut üçüncü hâlini kurup imar eden Selçuklu Türkleridir. Tarihî kayıtlardan elde edilen çıkarıma göre Kayseri’yi ilk ve son yapan halklar Türkler olmuştur. Romalıların uydurması gibi bu şehir bir Roma müessesi değildir. Seçkin sahabe efendilerimizin Kayseri’nin fethini Hz. Ömer’e ulaştırdıkları zaman kendisinin çok sevindiğine dair tarihî kayıtlara bakıldığında Romalıların İslam’dan sonra yapmış oldukları ikinci şehrin bu dönemde de yerinde durduğu anlaşılmaktadır. Anadolu topraklarındaki volkanların hepsinden daha sonra faaliyete geçtiği tahmin edilen bu eski volkanın sebep olduğu depremler şehrin başına ikinci bir Şapur kesilmiştir. Bu depremler sonucu tamamen yıkılan şehir, Selçuklular zamanında şimdiki Kayseri kurulup imar edilmiştir. Bu yeni şehir Erciyes Dağı’nın kuzeyine bakan eteğinde ve Kızılırmak’ın bir kolu olan Karasu Nehri’ne dökülen küçük bir çayın üstünde konumlanmıştır. Koca ovayı yer yer kaplayan büyük kayaları vakti zamanında ağzından püskürten bu heybetli dağ tek başına bir hâldedir ve yüksekliği 3961 metredir.
Şehrin ortasına geçmiş asırlarda sağlam ve yerli yerinde bir şekilde yaptırılan Kapalıçarşı çok güzel ve emsalsizdir. Fakat içerisine yerleştirilen dükkânların çoğunluğu çerçi, hırdavatçı ve atar gibi getirisi fazla olmayan işler yapmaktadırlar. Bu nedenle bu yüksek bina süs ve kıyafetten yoksun güzel bir cariye gibi çıplak ve süssüzdür. Bazı mahallelerin sokakları geniş ve bir düzen içerisinde olsa da pek az sayıda yüksek bina bulunan bu sokaklarda evler alçak yapılıdırlar. Yakınındaki köylerin nüfusu ile birlikte toplam nüfusu tahminî olarak 75 bindir. Bu nüfus içerisinde 49,600 Müslüman, 25.400 Hristiyan mevcuttur. Şehir halkının olağanüstü zekiliği ve ticaret dünyasındaki harika maharetleri Yahudilerin gözlerini korkutmuştur. Bu nedenle şehre ayak basmazlar.
Kayseri de Konya gibi Anadolu’da Arapça ilimlerin merkezlerinden biri sayılmaktadır. Bu manevi gıdası bol şehirde yüz elli cami ve mescit, otuz dokuz medrese, bir rüştiye, elli sekiz ilkokul, iki bin doksan cilt kitabı bulunan üç kütüphane, otuz bir tekke, sekiz kilise, bir gureba hastanesi, bir potasyum nitrat fabrikası, üç bin yedi yüz on dükkân ve mağaza, yüz on beş fırın, otuz han ve on bir hamam bulunmaktadır. Buradaki ibadethanelerin en güzeli ve büyüğü Fatih Sultan Mehmet Han hazretlerinin yaptırdığı ulu camidir.
Şehrin güneybatısında bulunan Sazlıgöl adlı bataklık kenarındaki tepeler üzerinde her çeşit üzüm ve meyve ve kaliteli cehri bitkisi yetişmektedir.
Batı yönünden gelen İncesu Irmağı’nın meydana getirdiği bu bataklık havanın temizliğini bozmaktadır. Hayvanlar için belli başlı meraları mevcut olduğu için bu bataklığı kurutmaya ihtiyaç duymazlar. Ovanın rutubetli yerlerinde Tophane-i Amire için toplanan potasyum nitrat madeni bulunmaktadır. Ayrıca, Ovanın içerisinde eski devirlerden kalma çok sayıda kâgir kümbetler bulunmaktadır. Ne zaman ve ne amaçla yapıldıkları yerli halkı bilmemekte, tarihî olarak da bir bilgi bulunmamaktadır. Bu kümbetlerin ilk dönem Romalılar zamanında yapılan tapınaklar mı ya da Hristiyanlığı kabul etmeleri sonrasında hükümdar ya da dönemin ileri gelenlerine ait mezarlar mı olduğu konusu kesinlik kazanmış değildir. Çünkü sert küfeki taşından yapıldıkları için sanki usta elinden yeni çıkmış gibidirler. Bu güçlü yapılar bulunmaktadır. Bu nedenle tahminler ihtilaflıdır.
Şehrin çevresindeki Talas köyü ve Zencidere köyü gibi yerler Avrupa kasabalarıyla rekabet edebilecek güzellikte, tepeciklerin üzerlerine ve yeşil vadilere yapılan derli toplu köylerdir. Köylerin ahalisi tamamen Ermeni ve Rum’dur. Sancak merkezi olan Kayseri ve civarındaki köylerde daha önce bahsedildiği gibi 25.400 Hristiyan nüfusu mevcuttur. Bu nüfusun 14 bin 400’ü Rum, 11 bini Ermeni ve 1.200’ü Protestan’dır.
KAYSERİLERİN ÂDETLERİ VE AHLAKI
Büyük Osmanlı Devleti’nin kıymetli gölgesinde yaşamakla onur duyan dini canlandıran, zeki ve yiğit oldukları kadar da dini yaşayan hareketli insanlardır.
Şehrin zihni açık Rumları ve Ermenileri dahi tamamen Türkçe konuşmaktadırlar. Bu durum da onların Osmanlı’ya olan bağlılıklarının derecesini göstermektedir. Müslüman ya da Hristiyan, bu şehrin çalışkan insanları tarımdan daha çok sanat ve ticarete meraklıdırlar. Özellikle sarraflık ön plandadır. İş güçlerine bağlı olmaları nedeniyle gelirlerini artırmak için dünyanın en uzak yerlerine ve gidilmesi çok zorlu köşelerine kadar ürünlerini naklederler. Rekabet dünyasında bu derece usta ve kısmet kovalamakta eşsiz oldukları gibi görmüş geçirmiş ve aydın düşüncelidirler. Fakat buna rağmen Cahiliye Dönemi’nden kalma bir kısım âdetlerini ve korkularını hâlen daha terk etmemiş olmaları insanı hayrete düşürmektedir. Piyadelik eğitiminde kılıç-kalkan kullanma usulünün ilk aşaması sayılan zeybek oyunu Selçuklu Türklerinin ve süvari manevralarını öğrenmeye yardımcı olan cirit oyunu Osmanlıların olduğu gibi sapan taşıyla savaş oyunu yapmak âdeti de Romalıların icadıdır.
Son yüzyılda kaydettiği gelişme sayesinden harp sanatında değişikliğe yol açan değişim dönemin henüz başlangıç dönemlerinde Romalıların uyguladıkları sapan taşı kavgası Kayserililerin gelenekselleştirdikleri bir uygulamadır.
Müslüman ve Hristiyanların ayak takımının ihtiyar ve gençleri eksiksiz bir şekilde Tepe Meydanı’nda toplanırlar. İlk başta karışık olarak iki takım oluştururlar. Sonra sapan taşları26 ile uzaktan mücadeleye başlarlar. Çok eski dönemlerin bahtiyar insanları tarafında yapılan bu maskaralığı değil taklit, yeniden düzenlemek bile lüzumsuzdur. Bunu yaparken taraflar yumurta şeklindeki taşları birbirlerine aralıksız bir şekilde sallarken taşları karşıdakine isabet ettirmeye özen gösterirler. Karşıdakiler de bu taşları atanların cahilce hareketlerini küçümseyerek “Zaman o zaman mı?” manasında ıslıklayarak üzerlerine saldırırlar.
Kişisel hayal kırıklıklarının esiri bu cahil insanların birinin diğerine kendince layık gördüğü zarar ve eziyete uğratma âdetlerinden kurtulalı iki buçuk yüz yıl gibi uzun bir zaman geçti. Fakat Kayserililerden yakalarını kurtaramayan bu küçük taşlar üzerine gelenlerin bulundukları yerden uzaklaşmasına sebep olmuyor. İşin açıkçası kafalarına ve kulaklarına çarptıkça onların kızgınlıklarını artırıyor. Bu şekilde kalın kafalarını kızdırıyor ve karşı tarafa derhâl düşman kesiliyorlar. Bu şekilde can acısı içinde birbirleri ile yüzleşen bu münasebetsiz insanlar bu defa iki elleriyle birden kaldırdıkları büyük taşları atarak birbirlerinin başlarını ezmeye çalışıyorlar.
Bunun bir Romalı âdetini ölümsüzleştirme olduğundan habersizdirler. Arada bir gerçekleştirdikleri bu şeytan icadında ne kadar baş yarılır, kol kırılır, göz çıkar ve hatta adam ölürse babasının hesabına yazılıyor. Bu işten de kimse mesul tutulmuyor. İşin daha ilginç yanı ise, bunların bu cahil hareketlerine son vermeleri ve bu işten vazgeçmeleri için hükûmet tarafından ikna etmeye gönderilen şehrin ihtiyarları ile güvenlik görevlileri de geldiklerinde verilen görevi unutarak bu taraflara dâhil oluyorlar.
İnsanlığın ayıbı bu vahşi âdeti terk etmeleri için hükûmet tarafından şimdiye kadar yapılan uyarılar ve gösterilen sert müdahale hiçbir şekilde karşılık bulmamıştır. Zekâ yeteneklerini herkesin kabul edilmesine rağmen şu ahmakça hareketi asla terk etmeyen Kayserili Müslüman ve Hristiyanları arasında bedeninde bu atılan taşlardan iz olmayan kimse bulunmamaktadır. Toplumsal yaşantılarını yaralayan ve kendilerini kötü duruma düşüren bu gereksiz Roma âdetini acaba ne zaman terk edecekler?
Dans etmek, çağdaş toplumların, insan bedenine faydalı jimnastikten bir uygulama olarak kabul edilmekte ve beğenilmektedir. Bu anlamda cihanı titreten eski heybetimizi resmeden zeybek oyununun devam ettirilmesinde hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Yukarıda sayılan âdetlerden cirit oyunu ise din ve diyarımızın düşmanın şerrinden korunması adına öğrenmemiz farz askerî bir kanundur. Ecdadın cesaretli tabiatının bir meyvesi olan Rüstem yolunda bir gösteri olarak içerisinde yalnız sevgi değil hikmetin de olması gereken bu güzel uygulamanın kapsam ve muhtevası ne yazık ki bugün rağbet görmemektedir. Gençlerimizin at binicilik alanında idman yapmalarına ve süvari talimlerini öğrenmelerine yarayacak olan bu güzel âdet yalnız Adana’da da olsa devam ettirilmekteyse de Vali Bahri Paşa’nın bu âdeti sonlandırdığını duyunca şaşırdım.
Kayseri’nin Müslüman Mezarlığı niyam niyam kabilelerinin kulübeleri kadar ürkütücüdür. Yeni ölen biri için kazdıkları eski mezardan çıkan kemikleri tekrar defnetmek gibi bir âdetleri olmaması nedeniyle kan dökücü Hülagü’nün Bağdat’ta insan kafataslarından yaptırdığı korku veren kaleyi anımsatmaktadır. Burada da yer yer yığdıkları kafa ve vücut kemikleri, aynı orakçıların tarlalarda yaptıkları demet yığınları gibi koca kabristanı kaplamış durumdadır.
Benimle birlikte bu müthiş kabristanda gezinenler “Şu babamın, annemin ya da kardeşimin kafa kemiğidir. Şuralar yaptığı taş kavgası esnasında zedelenmiştir.” tarzında duygusuz bir şekilde bana gösteriyorlardı. “Başka bir ölüyü gömmek için kazılan mezardan bunların çıkarılıp da bunları ortada bırakmak günah değil mi?” diye itirazda bulunduğum da bana “Göreneğimiz böyledir.” cevabını verdiler. Ölüye saygısızlığın bu derecesini vahşiler bile yapmaz. Şehrin batısındaki Ali Dağı ile civarında bulunan Seyit Battal Hazretleri’nin makamları arasındaki düzlükte kadim Kayseri Kalesi’ne ait bir duvar parçası bulunmaktadır. Etlerinden pastırma yapmak için Erzurum’dan getirdikleri büyükbaş hayvanların kemiklerini dahi sevap diye bu kale duvarının dibine tepeliyorlar. Ermeniler ve Rumlar ise Müslümanların sevap diye orya yığdıkları kemikleri fırsat buldukça kolay bir şekilde çuvallara doldurup iskelelere götürüp satmaktadırlar.
ŞEHR-İ KIŞLA (ŞARKIŞLA)
Şarkışla Kayseri ile Sivas arasındaki yol üzerine bulunmaktadır. Her tarafı bataklık olan bir ovanın ortasında bulunması nedeniyle havası ağırdır. Fakat otlak ve tarlaları çok miktarda ve verimlidir. Çoğunlukla etleri, sütleri için beslenen deve, sığır ve koyun gibi hayvanları olan bölge halkı zengin ve refah içerisindedir.
Suyu ve havası nedeniyle kasabanın nüfusu ve büyüklüğü artmamaktadır. Mevcut hâliyle bir köyü andırmaktadır. Kadim ismi Tenos olan bu kazanın merkezi Sivas vilayetine bağlıdır.
Şehre gelen yabacıların konaklayacağı bir han olmaması nedeniyle Telgraf Müdürü’nün evinde bir gece misafir oldum. Ertesi sabah yarı canlı bir şekilde kalkarak Sivas yolunu tuttum.
İkindi vaktine doğru büyük bir dağın eteğine ulaştık. Çakıllı yol bu dağın eteğinden tepesinden geçmektedir. Yokuşa çıkmakta zorluk yaşayan hayvanlara acıdığımız için arabalardan inip yürümeye başladık.
Diğer arabalarda birkaç Çerkez genci bulunmaktaydı. Onlar da arabalarından indiler. Arabacılar dağın tepesine ulaştığımızda Sivas şehrinin görüneceği müjdesini verdiler. “Göründü Sivas’ın Bağları” isimli meşhur dokunaklı hikâyeyi söyleyerek sevinçli bir şekilde yokuşu çıkıyorduk. O an hava birdenbire bozuldu ve dolu ile karışık şiddetli bir yağmur altında kaldık. Öyle ki bırakın Sivas’ın bağları hayalini, birbirimizi bile göremez olduk. Güneşin batışına doğru dağın tepesine ulaştık. Bir saat sonra da dağın diğer tarafına ulaşarak Kızılırmak kenarına vardık. Bu dehşetli nehrin üzerine yapılan kâgir köprü çok dardır. Bu nedenle deve sürüsü gibi akın akın gelen öküz arabalarının geçişini tamamlayana kadar köprübaşında bekledik. Bir saat süren bu bekleyiş ardından gece yarısı Sivas’a ulaştık.