Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Unutmağa Kimse Yok», sayfa 2

Yazı tipi:

“Unutmağa Kimse Yok…” evrenin gizemini çözmeye götüren başarılı bir yoldur aynı zamanda.

***

G. Deleuze’in ilginç bir benzetmesine göre “edebiyat yabancı dilde konuşur”… Her yazar kendi ana dilinin içinde (daha doğrusu onun sınırları içinde) yeni bir dil yaratır ve onu yazar yapan husus da yarattığı bu dildir. Kemal Abdulla’nın romanları anlam ile anlaşılmazlığın tehlikeli sınırlarlarında cesur bir seyahat ve yeni dil yaratıcılığının günümüzde nadiren görünen başarılı örneğidir.

***

Bu yazının başlığı metin içinde hiç açıklanmadı. Eslinde buna ihtiyaç hissetmedim, anlaşılacağını düşündüm. Çünkü Kemal Abdulla’nın metinleri metin dokumasını sürekli çözüp yeniden dokumak/örmek girişimi olarak da değerlendirilebilir. “Unutmağa Kimse Yok…”da ise F. Q. aldandığını anlıyor, yani Muhteşem Ahenk’in bir gizemini kendi kişisel yaşamı çapında çözmeği başarıyor. Bütün bu çalışmaları Karaağaç’ın gölgesinde gerçekleştiriyor. Yani başından sonuna kadar eski bir yazının çözüm çalışmalarıyla ilgili olan ve hatta kendi kendini çözmeye çalışan bir roman ve romanla çözülmeye çalışılan dünya düzeni – Muhteşem Ahenk… Her şey – düğümler de çözümler de – Karaağaç’ın çevresinde yaşanıyor, orada başlıyor ve orada bitiyor.

***

Bir de “Unutmağa Kimse Yok” romanının adını (adın mantığını) sonuna kadar ağız tadıyla tartışabilsem çözebilsem hiç derdim kalmazdı (ne yazık ki, bu yazının sınırları böyle bir tartışma için hiç müsait değil). Nasıl yani “Unutmağa Kimse Yok”? Bir şeyi ki unutmak istiyorsun demek ki daha unutmamışsın ve hatırlıyorsun… Yani unutmağa kimse var. Ama eğer kimseyi hatırlamıyorsan zaten hafıza silinmiş demektir ve bu durumda da unutmaktan bahsetmek anlamsızdır. Böylece roman (bütün gerçek romanlar gibi) adından itibaren belli bir anlambilimsel mecraya programlanmış durumdadır.

Bir zamanlar M. Proust “Kayıp Zamanın İzinde” başlığı altında yedi roman yazdı ve burada yitirilmiş zamanı aramak demek, yiten/unutulan şeyleri hatırlamak demekti. İnsan kendi yalnızlığından ve çaresizliğinden belki bu yola kurtulabilirdi; yaşamak için hatırlamak gerekirdi. Kemal Abdulla’nın romanında ise daha farklı bir durum söz konusudur; amaç hatırlamak değil unutmaktır (“Unutmağa Kimse Yok”). Amma ne acıdır ki, unutmak için de hatırlamak gerek…

 
“Hatırlamağa kimse yok.
Unutmağa da kimse yok.”
 

Sözün kısası, bu roman dil sınırlarının ötesine geçebilmek yeteneğini ve alternatif yorum zorunluluğunu adından başlayarak ortaya koymuş olduğuna göre okuyucunun da bu durumu her an göz önünde bulundurması gerekecektir.

EVVEL

Oakşam gökyüzü gösterişli bir tiyatro perdesi gibiydi. Perdenin üzerinde inanılmaz bir renk cümbüşü vardı; kırmızısı yeşiline, kızılı lacivertine, sarısı siyahına karışmıştı. Az sonra yıldızlara dönüşerek bembeyaz tozlar konacaktı bu renkli perdenin üzerine… Topak topak, tane tane.

Kalın bir sise dönüşerek her tarafı yavaş yavaş sarmaktaydı karanlık. Güneş, kendi kaprislerinden usanmış utangaç kızlar gibi bir araba hızıyla karşıdan yaklaşmakta olan Venk dağının arkasına saklandı. Günün en ilginç bölümü başladı… Güneşin battığı, Ay’ın da henüz çıkmadığı zaman aralığı. Sabırsızlanan beyaz tozlar henüz ışığını tam olarak kaybetmeyen renkli perdenin üzerine zamanından bir az erken konmaya başladılar bu akşam.

F. Q. yaz sıcağında kısa kollu beyaz gömleğinin yakasını arabanın açık camlarından içeri sokulan sıcak rüzgâra sonuna kadar açmıştı. Ta sabahtan beri soluğu daralıncaya kadar direksiyon salladığı alalı araba ha bire sağa sola zıplayarak yoldaki çukurlardan, tümseklerden kurtularak Venk dağına doğru ilerledikçe, renkli tiyatro perdesine benzeyen sonsuz gökyüzü böğürüyordu sanki. Gökyüzü uzaklardaki bu dağı, dağın eteğindeki köye götüren tozlu topraklı yolu (buna yol denebilirse tabii), bu yolla ‘canını dişine takıp’ zar zor ilerleyen eski püskü arabanın kendisini bile canlı bir yaratıkmış gibi içine alıyordu ağır ağır soluyarak. Her şey acayip biçimde birbirine karışmaktaydı. F. Q.’nin kullandığı araba Venk dağının böğründen hızla geçerek gelip köyün ilk evlerine, bu evlerin çitler arkasında havlayan köpeklerine varacak ya da varmayacaktı veya bu kargaşada yolunu şaşırarak haykıra haykıra Venk dağını arkada bırakacak, dağın öteki yanına giden başka bir taşlı tozlu yola dalacak, böylece yeniden dönüp geldiği şehir yoluna mı yönelecekti… Bunu kestirmek çok zordu.

Perdenin görünen tarafı daha tanıdık, daha ilginçti. Geçen yıl bir arkadaşının, “Renk mi, rengi bir âlemdir bu arabanın, âlem diyorum, dostlara kısmet olur inşallah” diye tutturarak, sonradan anlaşıldığı üzere gayetfahiş bir fiyata kakaladığı bu araba, sanki eline (aslında tekerleklerine) fırsat geçmişmiş gibi kendini kanıtlamak istiyor; yeri geldi gelmedi vahşi gibi kâh olanca sesiyle bağırıyor, kâh da zar zar ağlıyor, inim inim inliyor, yoldaki tüm çukurları teker teker “inceliyor”, bazen kenara sapıyor, gerekli gereksiz hoplayıp zıplıyordu. Dağa doğru tırmanan böylesi daracık ve taşlı bir yolda ilk defa araba kullanan F. Q. “bizde yol yok, bizde yön var – ‘buradan oraya dek’ – nasıl gidebilirsin git”; arabanın haline acırken (sanki inleyip zırlayan de kendisiydi, çukurlara takılan da) birden anımsadı, bu arabanın rengini hâlâ adam akıllı anlayamamıştı. “Renk mi, rengi âlemdir” diyen arkadaşının dudaklarındaki hafif gülümsemeyi F. Q. Sanki yeniden gördü. Bu gülümseme nerelerdense gelip arabanın ön camına yapıştı. Arabanın belirsiz rengini anımsamasına neden olan şey başının üstündeki bu gizemli renkler âlemiydi. “F. Q., F. Q. sen ne zaman uslanacaksın?” F. Q. arkadaşının arabanın ön camına yapışıp kalmış sırıtan suratından bakışlarını çekip yukarılara, gökyüzüne baktıkça şunları düşünüyordu: “Asıl oyun, asıl temaşa hangi taraftadır ve oyuncular hangi tarafta… Henüz belli değil. Teselli de burasındadır belki.”

Görüntüsüyle sol böğrü üzerine yatmış şişman bir devi anımsatan bu dağın adı Venk dağı idi. Köy onun karnının altına kısılmıştı. Gün batışına yakın can sıkıcı bir zamandı. Araba ilerledikçe Venk dağı giderek büyüyen korkunç bir gölgeye dönüşmekteydi. “Köye hava tamamen kararmadan önce varmak fena olmazdı” diye F. Q. kaşlarını çattı, gaz pedalına basıp arabayı biraz daha hızlandırdı.

Sağda solda teker teker, çifter çifter köy evleri, derme çatma çitlerle çevrilmiş avlular, bu avlularda kafalarını sakin sakin çevirip bu gürültücü arabanın çıkardığı seslere şaşkınlıkla bakan çocuklar görünmeğe başlamıştı…

I. BÖLÜM

Köye geleli iki ay altı gün sonra. Akşama yakın bir vakit

Venk dağının eteğine (uyuyan devin “ayaklarına) sırtını dayamış tek katlı evin terasına ihtiyar bir adam çıktı. Bu adam koyun postundan yapılma bir yeleği palto gibi sırtına atmıştı. Ağır tütün içen tiryakiler gibi bir iki kere yumuşak yumuşak öksürdü; belki de sadece boğazını temizliyordu, çünkü aslında Behram Emmi artık ne sigara içiyordu, ne tütün ne de pipo. On yıldan beridir ancak Venk dağından gelen temiz havayı ciğerlerine çeken bu adam terastan indi, avlunun tam orta yerindeki dallı budaklı Karaağaç’ın altında bir iskemle vardı, o iskemleye yayılmış oturan F. Q.’ye yanaştı, kendi sırtındaki yeleği alıp onun sırtına bıraktı: “Soğuk olur, evladım, akşamüzeri buraların havasına pek güven olmaz” dedi.

Avlunun her tarafı, nereye baksan göz alabildiği kadar elma ağaçlarıydı, ama avlunun tam orta yerinde ne zamandan beri burada bitmiş olduğu bilinmeyen dallı budaklı, görkemli ve heybetli bir ağaç olan “Ufaklık” lakaplı Karaağaç’ın bir eşi ve benzeri yoktu. Behram Emmi bu devasa ağaca ta çocukluğundan beri “Ufaklık” diyerek seslenir, okşar severdi.

F. Q. buralara geldiğinden beri Ufaklığın altındaki kanepeyikendine sevimli bir mekân bellemişti. Bu kanepeaslında bir iskemle gibiydi, ama yaslanmak için tahtadan bir sırtlığı da vardı. Akşamları burada yayılmış otururken gün içinde ‘taş taşımasa da’ canına sinen tüm yorgunluk F. Q.’nin canından çıkıyordu. Ağacın altında sanki yeniden doğur, kendine gelir, dinçleşirdi. Demin sertleşen hava yüzünden (dağ tarafından artık esaslı bir serinlik gelmekteydi) F. Q. azacık üşüdüyse de kalkıp içeri gitmedi, şimdi de tam yerine denk geldi, Behram Emminin getirdiği kalın yelek tam isabet oldu, canı azacık ısındı.

“Ya sen?” yeleği sırtına oturtmaya uğraşırken sordu F. Q. kibarlık olsun diye, sesine birazcık içtenlik bile kattı ama… “Yapay oldu, ayıp ettim.”

“Bana bakma, ben bunun sıcağını da bilirim, soğuğunu da, zemherisini de. Beni hiç düşünme. Sen işine bak. Akşamdır, akşam sıcağına kanmamak lazım, hiç kanmamak lazım.” Behram Emminin duru, mavi gözlerinin dipleri yine aniden aydınlandı.

Behram Emmi başına rengârenk bir takke koymuştu; başını aşağı eğip F. Q.’ye mahrem ve içten bir tebessümle baktı ve avlunun öteki ucunda ağaçlar arasına bir şekilde sıkıştırılmış olan ayakyoluna doru giderek gözden kayboldu. Yine ama bu defa avlunun ayakyolu tarafında elma ağaçlarının arasından bir iki kere o yumuşak öksürük sesleri geldi. Bu öksürük sesine bir arı vızıltısı uçup gelip karışmadı mı karıştı. Bu arı vızıltısı beyin delen cinsten bir vızıltıydı, F. Q.’nin tüm dikkatini üzerine çekti. Kuşkusuz deminki arıydı; az önce başının üzerinde birkaç can sıkıcı tur atmıştı. Sanki başının üstünde böylesine cansiperane vızıldaya vızıldaya ona neyse çok önemli şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Zira akşamın bu saatinde arı olmaması gerekirdi. Şaşırmış mı ne? Arı birkaç tur attıktan sonra “ıh”, uçup gitti, bir daha sesi duyulmadı. “Ya… Böyle pişman olursun. Ne sanıyordun, kalkıp seni mi kovalayacaktım hoplaya zıplaya. Hayır, bir daha hayır! Ben seni kovalamayacağım, öldürmeyeceğim. Ben senin dostunum.”

Behram Emmiler nesillikle (babası hariç, babası çobanmış) ne zamandan beridir bilinmez, hep arıcılık yapmış, belki yüz yıllardır arı beslemişlerdi. Behram kişinin ballarını ilçe merkezinden gelip alırlardı… Özel misafirler, makam sahibi kişiler için. Temizdi, şeffaftı, lezzetliydi, gerçek çiçek balıydı. Behram Emmi arıyı başka hiçbir şeyle yemlemezdi. Avlusundaki kovanlar (on beş veya yirmi kovan vardı) cümle kapısından girince sağ tarafta satranç haneleri biçiminde dizilmişlerdi. Bunu da F. Q.’ye Behram Emmi öğretti; arıdan korkma, onu kovalama, el kolunu oynatma, “sakin ol, senin dost olduğunu anlayacak, sessizce uçup gidecek.” Denedi, haklı olduğunu gördü. Kendi kendine şakayla “arıların dostu F. Q.” diye bir lakap taktı. Gün gelir de hayatımı yazarsam kitabın adını Arıların Dostu koyarım. Ama… Ya başkaları yazarsa benim hayatımı? Neden olmasın? Olabilir. Böyle bir kitap yazılırsa adı yine de Arıların Dostu olur. F. Q. mi? O da kim? Hangi F. Q.? Sonunda o yazıyı çözen adam mı? Hangi yazı mı? Kimsenin okuyamadığı o zor metni çözüp bilime kazandıran mı? Hangi metni, Çiçekli Yazı’yı mı? Olamaz! Yani o mu açtı Çiçekli Yazı’nın sırrını? O, o, elbette F. Q.’nin ta kendisi. Arıların Dostu. Kim olabilirdi ki F. Q.’den başka.

Çiçekli Yazıyla ilgili ümitlendirici (hatta fantastik) düşünceler ara ara gelip kalbine ve ruhuna hâkim kesildikçe, öte yandan sevgilisi Afak’la iki ay önceki konuşmalarının burukluğunu bilerekten unutmamaya, konuşmalarını tüm ayrıntılarına kadar teker teker ve de yeri oldu olmadı anımsamaya çalışıyor, hayalinde canlandırmaya gayret ediyordu; gerçi özel bir gayret göstermeğe de gerek yoktu, onsuz da hiçbir şey unutulmamıştı. Unutulmaya “aday” bir sözcük, bir cümlebelirdiğinde zorla, acıyla, hırsla onu engeller, o sözü, o ani jesti geri götürüp kendi zamanının içine yerleştirir, o anın yerini beyninde yeniden pekiştirir, kendine zulüm ederek bunu yapar ve sanki bundan gizli bir güç (belki de zevk) alırdı. Bir yandan kendine işkence ederek güç kaybeder, öte yandan yine kendine işkence ederek bir yerlerden güç alırdı. Hem de… Kendine bile itiraf etmeğe cesaret bulamayıp beyninden kovalamaya çalışsa da, meşakkat ve azap dolu bu anların kendisine içten içe bir haz (zevk!) vermediğini gönül rahatlığıyla söyleyemezdi. “Ama hayır, yetti artık! Bitirmek gerek bu komediyi, yetti be, çocuk değilim ben.”

Behram Emmi demin tırmandığı o patikayla aşağıya doğru ağır ağır geri döndü, artık tek kelime bile etmeden terasa çıkıp oradan eve girdi. Pencereden avluya ılık bir aydınlık süzüldü.

“Arıların Dostu” yayılıp oturduğu yerde baştan beri kıpırdamadan oturduğu gibi, halen de derin düşüncelere dalarak öylece oturmuştu. Tam da bu zaman sağ böğrünün uyuşmağa başladığını fark etti. Yerini rahatlamağa çalıştı. Rahatladı. “İyi ki bu yeleği giydim, adam akıllı soğudu hava.”

Karanlık yavaş yavaş bastırdı, akşam oldu. Civar evlerden, köy meydanındaki postane ve kahvehane taraflarından, yakın uzak yollardan tembel tembel koyun kuzuların melemesi ineklerin mandaların böğürtüleri duyulmaya başladı. Hayvanlar otlaktan biraz geç döndü bugün. Avlu kapılarında “teşrifat” düzeninde bekleşen kadınlar ile çocuklar gelen ineklere, koyunlara şefkatle isim isim sesleniyorlardı; havada uçuşan bu isimlere bazen toz toprak karışarak yakın uzak her şeyi görünmez kılıyor, sonra yavaş yavaş çekiliyordu. Süt sağmaya hazırlanan uzun etekli, rengârenk yazmalı kadınlar ellerinde kovalarla avlularda ortaya çıkıp boy göstermeğe başladılar. Köy derinden soluklanıp sabahın köründe başlayan bu uzun ve yorucu gün ile ebediyen vedalaşmaya hazırlanıyordu; yapılması gereken ufak tefek son işleri bitirebilenler bitirir, daha sonra da parmağını ağzına sokarak uykuya dalan çocuklar gibi yuvarlanıp ağır ağır çökmekte olan akşamın derinlerine gömülüyorlardı. Allı güllü bahçeler, avlular önce gümüşü bir renge boyanıyor, ardından teker teker karanlığa bürünüyorlardı. Bu aralıkta cırcır böceklerinin tekdüze sesinden başka hiçbir şey bu müthiş sessizliği sarsmıyordu. Aslına bakılırsa F. Q. tam da bu zamanı bekliyordu. Köy yaşamından aklında kalan, unutamayacağı bir şey olacaktıysa o da bu akşam vaktinin ta kendisi olacaktı ve bu saatin gerçek tacı da gökyüzünün ve gökyüzünde peş peşe peydahlanan yıldızların zifiri karanlık içinde bu kadar yakında, az kalsın başının tam üzerinde (elini uzatsaydı dokunabilirdi) yer edinmesi olacaktı. Zifiri karanlığın ışık topakları… “Bunlar (yıldızlar) insanlara nasıl da göz kırparak duruyorlar. Sanki cırcır böceklerinin o bezdirici sesi onları çekip bu kadar yakına getirmişti.”

Ama ne yazık ki F. Q. Karaağaç’ın altında otururken kafasını kaldırıp bu yekpare gökyüzünü göz dolusu seyredemiyordu; ağacın sanki ayaklanıp yürüyecek gibi duran dalları buna imkân vermiyordu. “Olaylar” ileride, dal budakların, sık yaprakların uzanamadığı, ulaşamadığı yerde cereyan etmekteydi; yıldızlar ise gökyüzü ile bir arada aşağıya doğru eğilip düzelip neredeyse köyün belli belirsiz görülebilen ücra bir noktasında, uzak tepelerin üstünde toprağa yapışmışlardı. Bu yıldızlar meclisinin yerleştiği noktayı F. Q. kendi kendine “Olayların Ufku” diye adlandırmıştı. Neden mi? Nedenini kendisi de bilemiyordu. F. Q. Olayların Ufkuna doğru baktıkça baktı (yıldızlar orada – gözlerden uzak bir yerde – sanki ayaklarını yeryüzüne basarak dolaşıyorlardı), göğüs dolusu soludu, havada uçuşan ince hafif elma kokusunu lezzetle ve de olanca gücüyle ciğerlerine çekti: “Neden ve niye insanlardan kenarda ne varsa hepsi bu muazzam uyum içinde var olabilir? Ya biz neden bu uyumun dışındayız, acaba neden kavuşamıyoruz ona?” Böylesine sırlı ve sinirbozucu sorular gelip beynine doldukça kalp çarpıntıları hızlanır, kanı kaynardı; az kalsın ki ruhuyla bedeninin ayrılmaz temasını hisseder ve en şaşılacak olan da şuydu ki bu durumlarda nereden geldiği anlaşılamayan bir acıma duygusu boğazını tıkamaya başlardı. Hatta bir keresinde gözlerinin şefkatten nemlendiğini fark etmiş ve bu F. Q.’ye gerçekten de garip görünmüştü. Ama boşuna… Bunda garip bir şey yoktu. Köye geleli iki ay (aslında iki ay altı gün) olmuştu, bu süre boyunca bir gerilim içinde sürekli çalışmış, hatta eziyet ve meşakkat içinde çalışmış, elinden gelen ve gelmeyen her şeyi yapmıştı ama buna rağmen Çiçekli yazının sırrına bir adım bile yaklaşamamıştı. Elbette bu durum F. Q.’nin huzurunu bozuyor, zaten gergin sinirlerini iyice geriyor, o da yeri geldi gelmedi sinirlenmekten (ama ses semir çıkarmadan, gerçi buna dayanmak daha zordu) kendini tutamıyordu. Kendi acıklı durumuna ayrıca kenar bir gözle de bakmaya alışık olduğundan, aslında kendinden habersiz gözünden çıkıp yanağına kayan gözyaşına şaşırmamamsı gerekirdi. Çok fazla övünerek girişmişti bu işe, şimdi bu da ödülü… Gözyaşı. “Ben ha… Gözümde yaş ha, öyle mi?”

Gözyaşı yalnızdı. Bu yalnız gözyaşı bir yandan çevrenin, kâinatınen uzak yıldızından ta Karaağaç’ın dalına takılarak yuvasına geç kalan ve sinir bozucu bir vızıltıyla başı üzerinde durmadan dönen arıya kadar tüm çevrenin muhteşem Uyum’u karşısında sözsüz ve aciz bir sitayişten doğduysa, öteki yandan da Çiçekli Yazı karşısında F. Q.’nin güçsüzlüğünü belgeliyordu. Bir damla gözyaşı– sitayiş ve acizliğin kavuştuğu nokta. “Hayır, bu sadece yazı ile ilgili değil, ben biliyorum, o cadının evladıdır bunun nedeni, odur, Afak’tır.”

Yalnız gözyaşını utangaç bir ifadeyle yanağından silerken, araba kullanarak köye ilk defa geldiği o “coşkulu” akşamı anımsadı. O zaman F. Q. Çiçekli Yazıyla ilgili öylesine bir coşku ve şevkle düşünmüştü ki… Bir ara hatta sanmıştı ki bu köyde hayatı kesinlikle baştan sona değiştirmelidir; unutulması gereken her ne varsa unutmalı, beynini, kalbini, ruhunu hep yazıyla, sadece Çiçekli Yazıyla doldurmalıdır. Düşünüyordu ki, bu gizemli yazıyı hemen şimdi şu an önüne getirseler, içine sığmayan, tüm varlığından aşıp taşan bir ilhamla okur (çözer); onu şehirden buraya gönderenlerin güvenini doğrultur. Önemli olan da budur; inam, güven. Başka hiçbir şey, hiçbir şey önemli değil. Öyle olmadı. Günler günleri kovaladı, ilhamı, coşkusu onu yavaş yavaş terk etti, yerine tereddüt, olasılık, korku gelip doldu içine, orasını kendine mesken belledi. Garip ama F. Q. zaman içinde korkunun yalnız kendisinden değil, onun ne zamansa gelebileceği düşüncesinden de korkmaya, ürküntü duymaya başladı. Afak’la parkta yaptıkları o konuşma ise hiçbir şekilde unutulmadı, unutulamadı. Neler demediler ki birbirlerine… Her sözü bir eşeye yükleseydin taşıyamazdı. “Aslında iyi oldu, canım ki ondan kurtuldu… Emip, emip kanımı içip bitirecekti beni, çok iyi oldu. Bana baksana ya, böyle de aşk mı olur; sevmem bile adam gibi değil. Hayır, yine hayır! Gitsin işine. Amaa… Bu nasıl olabilir ki? Hayatta olamaz. Doğruyu benim söylediğimi, onun (o!) ise bana yalan söylediğini kanıtlamazsam, ben daha ben olmam ki. Off… Bende akıl var mı ya? Yok, vallahi yok. Bitirdinse bitir bu meşakkati, bu işkenceyi, bitir F. Q. Bitirmezsen adam değilsin.”

Bir miktar zaman da böylesine üzücü düşünceler, can sıkıcı anılarla geçti. F. Q. havada dolaşan kokulardan başının yavaş yavaş döndüğünü hissetti. Masallarda misk amber derler ya, bu koku onun ta kendisiydi. Avluda elma kokusuna otların, dağa çıkan patika kenarında biten ufacık otların ve ne kadar yadırgasa da ancak köy ortamında özel bir “çekici” etkisi olan koyun kuzu ve sığır tezeğinin kokusu karışıyor, bunların tamamı bir arada onu mest ediyordu. Belki de sırf bu yüzden yavaş yavaş uykusu geldi. Ama şimdi burada bir şekerleme yapamaz. Hayır… Behram Emminin getirip onun sırtına bıraktığı kalın yelek galiba çevreyi saran soğuğa yenilmek niyetindedir. Bu durumda uyuyabilir. Burada uyumak demek hastalanmak demekti. Hastalanmak mı? Asla… Hastalanmak, üstelik de şimdi, kesinlikle yasaktı. Yasak! Olanca kuvvetini toparlaması gerek, olanca gücünü. Son hamleye hazırlanmalı, son olasılığı da denemelidir; ancak bundan sonra elinin arkasını yere vurabilir. “İnşallah, inşallah, böyle olmaz, inşallah olmaz.” Garip bir ruh hali içinde Karaağacı dal dal, düğüm düğüm gözden geçirdi. Çatık suratlı Karaağaç yaprak yaprak hışırdamağındaydı.

Behram Emmi yine terasa çıktı, bu kez ısrarla içeri çağırdı onu. “Eve girmesi uygun olur, bu saatte dışarıda oturulmaz artık; alacakaranlık vaktidir, her taraf ruhlarla şeytanla dolu, şeytana lanet demek gerek. Elbette lanet şeytana, lanet İblis’e ve onun tüm yardımcılarına vs.”

Behram Emmi bu kez F. Q.’ni yalnız çağırmakla yetinmedi, kapıyı açık bırakarak kendisi de terasta sabırla, göstere göstere onu bekledi. F. Q. sonunda elbette ki istemeye istemeye (sonuçta kişisel özgürlüğüne müdahale ediliyordu), bir süre daha Karaağaç’ın altında oturmak ve bu Mühteşem Uyum’a kavuşmasının, ama hayır, kavuşamamasının gizemini anlamak niyetindeydi. Evet, hem buna rağmen hem de istemeden oturduğu ve bir tarafını uyuşturan kanepenin üzerinden bir şekilde kalktı (bir tarafı gerçekten de tutulmuş, kup kuru kurumuştu), eve doğru adımladı. “Kurumuşsun, F. Q. kurumuşsun haberin yok.” Berham Emmi ve F. Q. eve girdiler, kapı kapandı. Avluda arı kovanlarından, başta Ufaklık ile elma ağaçlarından ve Abşeron bağlarındaki sayvanlarda asmalardan sallanan üzüm salkımlarına benzeyen yıldızların avluya gönderdiği yanıp sönen ışık topakları dışında bir şey kalmadı. “Asmalardan sallanan üzüm” ibaresi bağ evinde Afak ile beraber geçirdikleri son akşamı getirdi aklına.

“Sen kendinden başka kimseyi düşünmüyorsun.”

“Ben mi? Allahsızlık etme…”

“Sen. Sana söylemiştim, evden çıkarken telefon et diye. Dedim mi demedim mi?

“…”

“Dedim mi, demedim mi? Gözyaşı yanıt mı?”

“Hayır, yanıt değil… Biliyorsun ki…”

“Normal bir yanıtın yok çünkü.”

“Yok. Vallahi, aceleyle çıktım. Annem yüzünden acele ettim.”

“İşte! Görüyor musun? Yine o. Ben sana ne diyeyim daha? Diyorum, işte kendinden başka kimseyi…”

“Ben yoruldum, vallahi yoruldum.”

Allah’ım, öyle bir şey yap ki bu ayrılık gerçekten son ayrılık olsun, ne olur, öyle yap Allah’ım.”

Behram Emmi artık sofrayı düzmüş, çayı demlemişti. “En önemlisi çaydır. Sofranın yaraşıklısı, canımızın sağlığıdır çay, çaysız çok zor.” Bu adamın kendine özgü çay düzeni vardı. Behram Emmi çaysız Behram Emmi değildi. Nerde olursa olsun çayı mutlaka kendisi demleyecekti. Semaveri hep kaynardı. Bu işten özel bir keyif alırdı. Ayrıca Behram Emmi, yetmişe yaklaşan bu yaşlılık döneminde de hayli çalışkan bir insandı. Evin içinde, avluda, bahçede çalıştıkça çalışır, sürekli uğraşırdı arı kovanlarıyla, ekinlerle, tavuklarla, civcivlerle… Sözün kısası herişi kendisi yapmak isterdi. Başka birisine, hele hele bir misafire hiç müsaade etmezdi. İlk günlerde F. Q. bazı ufak tefek ev işlerinde ona yardım etmek istemişti; nereden baksan Behram Emmi ona evini açmış, aziz bir misafir olarak hizmet etmiş, her şeyine dikkat etmişti. Ama ne ilah etse de bu isteğini gerçekleştirememişti. Behram Emmi her defasında işi şakaya getirip onun çalışmasına imkân vermemiş, dikkatini başka bir yöne çekmişti. F. Q. neden sonra durumun farkına vardığında, Behram Emminin çok “ilginç” bir sorusunun peşinden giderek ciddi ciddi kitapları karıştırıp neyse bir sözü arayıp buluncaya kadar çay artık demlemeye bırakılmış, yemek kapları evin bir köşesindeki kare biçimli masanın üstünden toplanmış, masa temizlenmiş olur, bulaşıklar ise henüz yıkanmamış olsalar da nereye saklandıkları anlaşılmazdı… Behram Emmi arada bir fırsatını bulup onları da yıkamış ve kurulamış olabilirdi bile.

F. Q. birkaç böyle başarısız girişim karşısında sonunda niyetinden vazgeçti, Behram Emmiye teslim oldu. Yemek sonrasında artık ne gerçekten ne yalancıktan hiçbir şeye dokunmuyor, odadaki yegâne pencerenin önüne Behram emminin nerden getirip dayadığı belli olmayan yazı masasının (aslında bu da bir tür yemek masasıydı; onun şehirdeki ufak, kaba saba ama çok sayıda çekmece ve dolapları olan gerçek yazı masası bu “kütüğün” yanında ceylan gibi dururdu) arkasına geçiyor, kendi tabiriyle defter kitaplarını kurcalamaya başlardı.

“Ne yapıyorsun? Çalışıyor musun evladım?” Bir kere Behram emmi getirdiği çay bardağını kitap defter arasında yerleştirirken ona bu soruyu sormuş ve aldığı yanıta şaşırmıştı:

“Kurcalanıyorum.” F. Q. bu yanıtı vermişti (Dil ve Düşünce Enstitüsü’nde sıradan bir şakaydı bu).

“Ne yapıyorsun?”

“Kurcalanıyorum.”

* * *

Behram Emminin avlusu büyük bir avlu değildi ama küçük de değildi. Arı kovanları, elma ağaçları, tavuk ini, yalnızlığında sadık yoldaşı Bozlar’ın kulübesi. “Ufaklık” – büyük ve boylu poslu Karaağaç… Sanki henüz küçücük bir fideyken birisi kulağına fısıldamış ‘sen sıradan bir ağaç değilsin, sen ağaçlar ağacısın’ demiş, o da bu söze inanmıştı. Dal budağını vakur bir edayla (gelinler gibi) yanlara yayıp, gövdesini gururla (erkekler gibi) gökyüzüne yöneltmişti. Avlu üç taraftan (dördüncü taraf ise evin sırtını dayadığı yer, dağın – dev ayağının – eteği idi)çalı çırpıların, çakırdikenlerinin ve yabanenginarlarının (Behram Emmi bunlara ‘süngür’ diyordu) birbirine karışıp oluşturduğu doğal bir yeşil çitle çevrelenmişti. Dördüncü tarafta ise çite falan hiç gerek yoktu. Avlunun çevresinde çit adına olan ne varsa tamamı evi bir gökkuşağı gibi kucaklayarak iki koldan uzanıyor ve gelip dağa direnir, burada sonlanıyordu. Böylece gökkuşağının çevresi kapanıyor ve dikenli çitin ucu evin arkasına taşmıyordu.

Aslında bu çit yalnız hayvanlar veya kurt kuş için değildi. Çoban kalpağı gibi yassılanıp avlunun çitsiz tarafına –Venk dağınakısılan bu eve yaklaşmak isteyen kimse bu cangıl misali duvarı aşamazdı. Evin tam başı üzerindeki dağın canından kopan bir kaya parçası kuzgun gagası gibi uzanmış, aynen bir kuzgun gibi genişçe açtığı kanatlarıyla sanki evin güneşliğiydi, evi koruyordu; bu taraftan eve girmek isteyen kimsenin kendini kaya parçasından aşağı bırakması gerekirdi. Oysa kaya parçası iyice yüksekteydi, on veya on iki metre yükseklikten insan olan kes buna cesaret edemezdi, hiç vahşi bir hayvan da buradan aşağı atlayamazdı.

Kayanın altında Behram emminin tek katlı evi gerçekten de F. Q.’nin dediği gibi yassı bir çoban kalpağına benziyordu. Bu evin küçücük bir terası vardı. Terastan kapıyı açıp içeri girdiğinizde çok da küçük olmayan, hatta köy evleri için geniş sayılabilecek bir odaya girerdiniz, daha sonra bu odanın baş tarafındaki çifte kapılardan tek pencereli küçük yatak odalarına girilirdi. Bu odalarda birer karyola ve elbise dolabı vardı. Hafif bir akşam yemeği sonrasında kapıdan içeri girildiğinde avluya bakan sağ pencerenin yakınında titizlikle toplanmış yatak odasının (bu özel oda ancak misafirler içindi) kapısını iki ay altı gün önce Behram Emmi açmış ve elinde bavuluyla yorgunluktan ayakta zar zor durabilen F. Q.’ye babacan bir tavırla şunları söylemişti:

“Bak, oğlum, bu oda artık senindir. Dolapta gereken her şey var; nevresim, yorgan kılıfı… Başka da bir şey gerektirse söylersin. Kendini sıkma, kısıtlama. Her şeyin başı temizliktir. Bir şey istediğinde utanma sıkılma, söyle. De hadi, yol gelmiş yorulmuşsun; eşyalarını bırak, yatağa gir. Yarın sabah konuşuruz. Dinlen. Evet, neyi onun adı, o… Ayakyolu… Bahçededir, terastan inince sağa dön, patika seni oraya götürür. Işığı terastan yakılıp söndürülür.”

Çoban kalpağının terası uç kolon üzerindeydi; kolonlar tuğladan yapılmıştı. Terasın gagasından kolonların ön tarafına kadar oluklar uzanıyordu. Yağmur suları bu oluklarla akarak, evin arka tarafını ıslatmadan toprağa gitmeliydi. F. Q. evi görünce içinden onu “çoban kalpağı” diye adlandırdı, çok isabetli bir benzetmeydi ama bu küçücük teras Çoban kalpağının simetrisini bozuyordu; çünkü tepesindeki demir örtü bu kalpağın aslında gereksiz olan gagası gibiydi. Çoban kalpağı ve gaga… Üstelik azacık da kaymış bir gaga. Bu gaga yukarıdan bakıldığında uyumuş gibi duran o devin bacakları arasında bir ok gibi girmişti. Evin üzerinde dağın sivri bir kaya parçası gibi öne çıkan (belki de içeri giren) kuzgun gagası ile terasın bu eğiri büğrü demir gagası birbirinden boy ve gösteriş olarak ne kadar farklı olsalar da yine ikiz kardeşler gibiydiler. “Ayakyolunun ışığı terastan yakılır söndürülür.” Terasın bu devasa demir gagası ayakyoluna doğru giden patikanın başlangıcını (ilk adamını) ancak örtebiliyordu.

Çoban kalpağı sırtını arkadan kazmayla (sanki usturayla) düzgün biçimde yontulmuş, sağlam yekpare bir duvar gibi boy veren Venk dağına dayamıştı; belki bu yüzdendir ki görünüşünde bir rahatlık hatta laubalilik vardı. Başının üzerinde kanat açmış kuzgun kaya (Çiçekli Yazının bulunduğu mağara bu kuzgun gagasının tam karşısında, ortadan geçen patikanın sağ tarafındaydı) bu evin Venk dağının – o uyuyan devin – koruması altında olduğunun bir işareti gibiydi; herhalde böyle de yorumlamak mümkündü. F. Q.’yi adam akıllı şaşırtan şuydu ki, çevreye hâkim olan bu Muhteşem Uyum kendi dışına açık ve aşikâr anlam yüklü işaretler gönderiyordu. “Bütün bu düzen, bütün bu uyum, bu nizam bir işaret değil mi, elbette bir işarettir. Çiçekli Yazı da öyledir. Beni bu beladan kurtarabilse Çiçekli yazı kurtarabilir. Nasıl da kendi ayağımla gelip bu zulmün tam ortasında kaldım? Ah… Ah… Benim işim beladır, bela.” Bir duyan olsa sanırdı ki, Çiçekli Yazıyı kastediyor, ama hayır, bela Çiçekli yazı değildi. Belanın insanca bir adı vardı. Belanın adı Afak idi. Ilık, mülayim, temennasız aşkıyla ona azaptan (aslında bir iç huzurundan mı?) başka hiç ne vermeyen Afak.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6494-38-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu