Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Unutmağa Kimse Yok», sayfa 4

Yazı tipi:

“Bu işin peşinden köye senden başka da gelen olacak mı yoksa sen yalnız mı olacaksın evladım?”

“Bilemiyorum. Ama çok zor.”

Soruyu soran ses çok uzaktan, derin bir vadinin dibinden geldi. Sorunun gerçek anlamını ise Behram Emminin gözlerinin dibindeki tebessüm açıkladı. Bu tebessümü ilk gördüğü andan beri onun “esiri” olan F. Q. önce tebessümün bu kişiye ait olmadığını düşündü, kimdense (başka birisinden) borç almış, ama buna çok da takılmadı (“nedir ne değildir, kimindir, kimin değildir – önemlisi şu ki içtendir”). F. Q. bu güzel tebessüme karışık bir tebessümle karşılık verdi; yani gülümsüyor mu sırıtıyor mu pek anlaşılamadı. Kendi suratı F. Q.’ye böyle oyunlar oynardı zaman zaman. “Genç araştırmacı” Mübariz Efendinin titremeğe başlayan ellerine bakarak (bu adamı hiç beğenmedi; “insanın yüzüne bakmıyor”) onun durumunu fark edince gizli bir keyif almadı değil: “Evet, Mübariz Efendi iyice afallamış.” Afallayan Mübariz Efendi ise tam da şu an buracıkta F. Q. ile Behram arasında bir “gönül anlaşması” yapıldığını hissetti ve Mübariz Efendi böylece F. Q.’yi “kaybetti”.

“Okuyamaz inşallah.”

“Hayır okuyacak.”

* * *

Behram Emmi mağarayı bayağı özelleştirmişti; fiili durumu böyle de değerlendirmek mümkündü. Bozları alıp mağaraya zincirlemesi (Çiçekli Yazının işaretlerini mi koruyacaktı?) aslında kem gözlere yönelik sert bir mesajdı. Mesajın görünmeyen yanı ile bir işimiz yok, görünen yanı ise şu anlamı ifade ediyordu: “Mağara ben olmadan girilmez. Mağara ile şehirden gelenler arasında aracı benim. Mağara ile kimsenin işi olamaz, mağara benliktir.” Ama insaflı olmak lazım, eğri oturup doğru konuşalım, Behram Emminin böyle davranmaya hakkı vardı, zira mağarayı bulan da aslında Behram Emminin (daha doğrusu Bozlar’ın) ta kendisiydi. Önünde köpeği dolambaçlı bir patikayı takip ederek komşu Kamışlı köyüne giderken (köpek için sakatat alacaktı, Kamışlıda mal kesmişlerdi) Çoban Kalpağının tam tepe noktasına gölge salan Kuzgun Gagasına geldiklerinde köpek tuhaf bir sesle sızlanmaya başladı, bir adım bile ileri gitmek istemedi. “Acaba kurt mu var nedir?” diye Behram Emmi hep yanında taşıdığı Alman bıçağını (Eryen onu savaştan döndüğünde getirmiş ve Behram Emmiye hediye etmişti) çıkarıp açtı, ama Bozlar yerleri koklaya koklaya aniden patikanın sağ tarafına çalılıkların bastığı zar zor fark edilen bir kaya parçasının önüne doğru zıpladı. Hayvan arka ayakları üzerine kalkıp ön ayaklarıyla kayanın altındaki deliği kapamış çalılıkları inatla eşmeğe başladı. Köpeğin sakince mırıldandığını fark eden Behram Emmi meselenin kurtla bir ilgisi olmadığını anladı, bıçağını büküp cebine soktu. Yakına gelip çalılıkların arasını dikkatle inceledi ve kaşları çatıldı. Aman Allah’ım defalarca yanından (sadece kendinin değil, tüm köy halkının ve bu arada Bozlar’ın da) o taraf bu tarafa geçip gittiği bu çalılıkların arkasına saklanan bir şey ona “gel, gel” dedi. Bu sert dikenli çalılıkları elleriyle bir şekilde aralayıp birdenbire ortaya çıkan kapı büyüklüğünde, evet, küçük bir kapı büyüklüğünde boşluk (mağaranın girişini) gördü. Mağara böyle bulundu.

Mübariz Efendi ise olayın özüne, şöyle diyelim, mültefit olmadı: “Mağara da ne ki? Venk dağında belki onlarca böyle mağara var. Şimdi kalkıp da bunu korumaya alacak değiliz ki…” Koşarak yanına gelen Behram’a da kayıtsız bir tavırla şunu söyledi:

“Git Behram, git işlerine bak. İşin gücün yok mu senin?”

“Sana söylüyorum Mübariz, burası sıradan bir yer değil. Bak sonra pişman olmayasın.”

“Olmam. Ne var ya bu mağaranın içinde, seni böyle heyecanlandıran?” Ama Mübariz Efendinin deminki kayıtsızlığının yerini bir merak almaya başladı Behram’ın uyarısından sonra.

Behram Emmi başlangıçta karanlık nedeniyle (karanlık da tam bir zifiri karanlıktı) hiçbir şey fark edemedi. Çifte fener gibi titreşen ve Bozlar’ın gözlerinin dibinden fışkıran ışık dışında burada hiçbir şey görülemiyordu. Behram Emmi korkak bir insan değildi ama kalbinin sesinin sanki kulaklarını delmeğe başladığını hissedince yine eli cebine doğru uzandı, Alman bıçağının çelik gövdesi karanlıkta parladı. Behram Emmi elleriyle havaya dokunuyormuş gibi, etrafı incelemeğe başladı, mağaranın sınırlarını belirlemeye çalıştı. Aniden mağara girişinin arkasınca galiba kapandığını anımsadı. “Bunun girişi çalı çırpıyla kapandı, ah, ah, içeri girmeden çalı çırpıyı temizlemem gerekirdi. Şimdi buradan nasıl çıkarım Allah’ım?”

Gerçekten de mağaranın girişi Behram Emmi ile Bozlar’ı içeri aldıktan sonra sert mi sert çakırdikeni ve yabanenginarı çalılıklarıyla kendini yeniden kapatmıştı. “Bu ne iş? Böyle bir şey hiç görmedim.”

Köpeğe seslendi:

“Bozlar, Bozlar, gel güzelim, gel çıkar beni buradan. Nerede kaldı bizim bu viraneye girdiğimiz delik?”

Köpek akıllı bir köpekti, kulakları dimdik durdu, Behram kişinin ondan ne beklediğini sesinden anladı, etrafı kokladı, mağaranın girişini çabucak buldu, arka ayakları üzerine kalkıp mırıldandı. Köpeğin gözlerindeki ışığa doğru giden Behram Emmi içeri girdiği deliği görebildi. Çakırdikeni çalılıkları Behram Emminin çok yakınındaymış. Zorlanarak, ellerini dikenler sıyırarak kendine ve köpeğine yol açtı, bir şekilde dışarı çıktıktan sonra içi rahatladı. Her taraf sakin ve aydınlık doluydu. Yalnız kuşların ötüşü ara sıra bu sessizliğin içinde yankılanıyordu. Zifiri karanlık mağara ise sanki hiç yoktu, olmamıştı. Bir iki tane “tanıdık” arı vızıldadı, uçup gitti. “Allah’ım şükür, çok şükür. Bu aydınlık geniş dünya bize dar olacaktı.” Behram Emmi rahatlayıp içini çekti.

Behram Emmi ilk gün mağara konusunda kimseye bir şey söylemedi. Evinde oturdu, çok düşündü çok taşındı. İçinin derinliklerinde bir ses bunun sıradan bir mağara olmadığını, burada neyse bir iş olduğunu, asıl olayların ileride yaşanacağını ısrarla söylüyordu. Bütün geceyi içi burkularak geçirdi. Huzursuzluğu sabaha kadar sürdü. Sabah açılır açılmaz yine Bozlar’ı yanına alıp Kuzgun Gagasına çıktı. Bu defa yanına bir balta almıştı; baltayla mağaranın girişini çalılardan temizledi. Ama bunun bu denli zor olacağını hiç düşünmemişti. Venk dağında biten çakırdikeni çalılıkları (böylesine çivi gibi dikenleri olan baş belası çalılıklara başka bir yerde rastlamak imkânsızdı) balta darbelerine inatla direniyor, eğiliyor, yaralanıyor, kırılıyordu. Ama bir yerlerden, yukarıdan aşağıdan çıkan yeni kalın sürgünleri dikenli kollarıyla Behram Emminin yüzüne gözüne sarılarak (ki takkesini iki kere kayıp yere düşürdü) sanki onu kucaklamak istiyordu. Çok uğraştı, sonunda bir kişinin sığabileceği kadar bir yol açtı. Artık mağaraya cesaretle girebilirdi. İçerisi önceki (dünkü) gibi zifiri karanlık değildi. Mağaranın çalılıklardan arındırılan girişinden ışık topağı, kendini suçlu bilen hasretliler gibi içeri nasıl sokulduysa burada artık nasıl derler göz gözü görmeğe başladı.

Mağara ne büyüktü ne küçük; beş altı adım uzunluğu ondan bir kadar az genişliği vardı. Rahat edemeyen Bozlar sürekli etrafı koklamaya başladı. Zayıf bir nem kokusu dışında başka koku yoktu. “Hayır, sıradan bir mağaraya benzemiyor burası. Ama yakın zamanlarda insan ayağı değen bir yere de hiç benzemiyor. Ama yine de… Masum bir yer değil burası.”

Var böyle canlı varlıkların ayağı değmeyen mağaralar. Venk dağında da vardı onlardan. Behram Emmi zaten dağın başından eteklerine dek her nar varsa – kayalıklar, uçurumlar, mağaralar – tamamını kendi bahçesi kadar iyi biliyordu. Belki de kendisine bir yerlerden bir taş parçası getirip verseydiler, gözleri kapalı parmakları arasında inceleyip hangi kayanın hangi mağaranın taşı olduğunu şaşmadan söylerdi. Ama burası farklı bir yerdi. Burası hem tanıdığı bir yerdi, onlardan birisiydi, hem de değildi. Ana ne işse bu mağara daha önce Behram Emminin hiç hoşuna gitmedi. Kulak çınlatan korkunç bir sessizliği vardı. Aniden duvarda bir şeylere takıldı Behram Emminin bakışları; orada nakışlara benzeyen işaretler olduğunu fark etti. Dikkatini topladı, yakına geldi.

* * *

Behram’ın az kalsın zorla mağaraya sürükleyip getirdiği Mü-bariz Efendi mağaranın taş duvarı boyunca zarif nakışlar gibi yan yana dizilmiş garip işaretleri görünce, durumu anladı; mesele düşündüğü gibi değildi, bir hayli ciddiydi. Bu yeni bulunan mağara konusunda kesinlikle ilçe merkezine bilgi vermek gerekirdi. Öyle yaptılar.

Bundan sonra yaşananlar bir film şeridi gibi hızlandı. Beklenmedik bir şekilde mağara köy halkının dikkatini çekti. Herkes gelip bu işaretleri kendi gözleriyle görmek istedi. Bir hafta sonra köyü dolduran Dil ve Düşünce Enstitüsü çalışanları ise köylülerin yanında birbirileriyle konuşurken (onlara duyura duyura): “Sonunda bu halkın da tarihi bulundu, açığa çıkarıldı, şimdi bunu okuduktan (onlar ‘deşifre etmek’ tabirini kullanıyorlardı) sonra bütün dünya bilecek, biz kimiz, nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz.” Bu sözleri dikkatle dinleyen bazı köylülerin merakı kamçılanıyordu, ama onlar hâlâ bu garip nakışların bir yazı gibi okunabilmesine değil inanmak, hatta bir bakıma komik buluyorlardı. “İşaretler ne kadar okunmaz olursa” bunu uzmanlar söylüyordu “demek ki tarihi de bir o kadar eskidir. Biraz bekleyin, göreceksiniz Venk dağı, Venk köyü böylece dünyanın en ünlü tarihsel mekânlarından birisi olacak.” Köyde herkes mağarayla yatır mağarayla kalkıyordu. Her evde, kahvehanede, postanede, Radyo meydanında, sözün kısası her yerde herkes mağarayı tartışıyordu. “Bu ne yazısıdır, tarih bize ne diyor, ne demelidir vs. vs.” Sert çakırdikeni çalılıkları kısa süre içinde moda haline gelerek bahçelerin çitlerine eklenmeğe başladı (gidip dağdan kesip getiriyorlardı). Hatta bir ara gizemli bir söylenti de yayılmadan önce ana rahmindeyken öldü: “Mağaranın ruhu var.” Bunu bir kere birisi söyledi ama yaşlısı genci herkes buna güldü ve kimse inanmadı. Ama söz suda batan cinsten bir söz değildi ve bir süre sonra başka bir yerde yeniden ortaya çıktı.

Mağarayı az kalsın buluşma yeri yapmak isteyen köy gençleri ile öğretmenler (onlar ise sadece öğrencilerin buraya gelmelerini istiyorlardı) Dil ve Düşünce Enstitüsü çalışanlarının ısrarı üzerine bir daha mağaraya yaklaştırılmadı. Meselenin bayağı bir ciddi olduğunu herkes hissediyordu artık.

Arada bir ilçe merkezinden makam sahibi kişiler mağaranın girişine kadar gelir, orasına burasına bakır, sonra Kuzgun Gagasından aşağı köyü seyredir, ama Mübariz Efendinin ısrarlarına rağmen mağaraya girmezlerdi. Sanki yüzü taş kesilen Behram Emminin dilsiz itirazını hissediyorlardı. Ya da başka bir şeyden mi çekiniyorlardı? Bu arada köyde bir cenaze de kaldırıldı. Gulamhüseyin öğretmen ölmüştü.

“Artık beklemek doğru olmaz.” Behram Emmi sabah erkenden Bozlar’ı alıp mağaranın bir köşesine zincirledi. Bozlar henüz ufacık enikliğinden beri Behram kişideydi, onun bahçesinde büyümüştü. Bozları ona Venk dağının öteki tarafındaki köyden dostu Medet kirve getirip hediye etmişti. Behram Emmi Bozları seve seve “maralım” diye hitap ederek beslemişti, hizmet etmişti; birbirlerine çok ısınmışlardı, şimdi onu alıp mağaraya zincirledikten sonra (“Böyle gerek, maralım, böyle gerek”) geri dönmeğe ayaklarını ikna edemiyordu. Gözlerinin köpeğin par par parlayan gözlerine sataşmamasına çalıştı. Ne görebilirdi ki? Bozların ona dikilen gözlerinde sadakatten ve aydınlıktan başka hiçbir şey göremezdi.

Köye geldiği ilk gece
Behram Emminin evi

Mübariz Efendi Ufaklığın altında bir süre oturduktan sonra (sürekli oradan buradan konuştu; Enstitüden gelenler öyle, yazıyı okumak isteyenler böyle… Sonunda herksin yorgun olduğunu, misafirin gözlerinin neredeyse yumulduğunu ve onu “kibarlık olsun diye dinlediklerini anladı) açıkça görülen bir çaresizlikle ve içinden bunu hiç istemeyerek ayağa kalktı, bir büyük edasıyla yüzünü F. Q.’ye tuttu:

“De hadi, ben gideyim” dedi, “sen de dinlen artık, o kadar yol geldin. Yarın gelirsin muhtarlığa, konuşuruz, bakalım ne yapabiliriz, neyi yapamayız?”

“Bakalım ne yapabiliriz?” Ne yapacağız ki? Bu adam galiba yakamdan düşmeyecek. Bakarsın yazıyı da benimle birlikte okumak ister.”

Evden çıktılar. Avlu kapısına doğru giderken: “Arabayı merak etme. Aklına bir şey getirme. Buralar tekindir. Arabana yan gözle bakan birisini arasan da bulamazsın” dedi Mübariz Efendi.

Evden çıktılar. Avlu kapısına kadar sustu Mübariz Efendi. Kapıdan çıktığında ise kaygılı bir ses tonuyla sordu Behram Emmiye:

“Bir ihtiyacın var mı? Yarın göndereyim mi Tükez’i?”

“Herhalde benim burada kalmamla ilgili ‘bir şeyler lazım mı, para veya erzak olarak yardımım dokunabilir mi’ demek istedi” aklından geçti F. Q.’nin.“Peki bu Tükez kim?”

“Hayır, bir şey gerekmiyor, hiçbir eksiğim yok, sen merak etme” Behram Emmi de aynen onun gibi ciddi ama azacık gülümseyerek yanıtladı soruyu. “Ay gidi seni Mübariz, gidi seni.” Bir türlü gidemeyen Mübariz Efendi daha sonra F. Q.’ye dönerek:

“Bak oğlum, Behram ne derse öyle yap. Mağaraya yalnız girme!” Gözleri velfecri okuyan Mübariz Efendi tam kapıdan çıkarken dönüp de bu ciddi sözleri ona söylediğinde, F. Q.’nin yarın muhtarlığa “danışmak için” gelmeyeceğini artık biliyordu (içine doğmuştu).

Yüzünde sabırlı ve halim bir tebessümle “tamam, tamam, merak etme” diyerek Behram Emmi Mübariz’in arkasından kapıyı kapattı ve F. Q. ile beraber Ufaklığın altına geri döndü. Mübariz Efendi gittikten sonra sanki avlu genişlemişti.

Bir bardak daha bu çaydan içer misin? Bir şey de yemedin” Behram kişi teklif etti.

“İçerim, size zahmet olmasın. Yorulmuşum ama uykum yok. Yedim işte bir şeyler.”

F. Q. azacık peynir ekmek yemişti.

“Evet, buralar öyledir. Buralar insanı erken uyutmaz. Hafiften dalar gidersin.”

F. Q. gelip kanepeye oturdu, yerini rahatladı, sırtını arkaya yasladı. Muazzam bir yorgunluktan sonra lezzetli bir rahatlık gelip canına sinmeğe başladı. Bütün vücudu mest oldu. Başının neredeyse tam üzerindeymiş gibi duran yıldızlara, az ötedeki yüzü lekeli aya (dolunaya) içten gelen bir hayranlıkla baktıkça baktı, kendini yeniden bu Muhteşem Uyumun içine bırakmaya, daha doğrusu kendini bu Uyumun içinde hissetmeğe çalıştı. Aşağı yukarı şöyle geçirdi içinden: “Oralardan bakıldığında ben görünür müyüm görünmüyor muyum?”

“Mübariz hep böyledir, bildiğini okur” dedi Behram Emmi alçak sesle, eski dostunu haklı çıkarmaya çalışıyordu sanki: “Ama iyi insandır.”

Bunu söyleyip sustu. F. Q.’nin yumulmakta olan gözlerine baktı: “Kendinde değil. Dinleniyor.” Behram Emmi F. Q.’ye mani olmak istemedi: “Bak nasıl da yorulmuş.” F. Q. ise kendi sesini az kalsın kendisi de tanımayacaktı:

“Evet, iyi insana (Mübariz Efendi) benziyor.”

“Başından çok şey geçmiş.”

“Öyle mi? Pek benzemiyor acı çekmiş birisine.” F. Q. artık konuşmadı

Kafası ile onun dediklerini onaylayan F. Q.’nin böylesine anlamlı anlamlı susması Behram Emminin gözlerinden kaçmadı:

“Zamanı gelir, bir ara anlatırım sana bunun hikâyesini. Mibariz farklı bir Mübariz’dir (başka âlemdir).

“Nasıl Mübariz’dir?” F. Q. bu Mübariz muhabbetini fazla uzatmak istemedi:

“Elbette, bir şey demedim ki.”

F. Q.’nin hayali yine uzaklara gitti, vücudu ise yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Canından damla damla, acı acı bir şeylerin çıktığını hissediyordu… Ve çıktıkça vücudu dinleniyordu.

Behram Emminin getirdiği çayı yudumlamaya başladı. Çayı içince biraz daha canlanıyor gibi oldu. Yorgunluğu sanki bir az daha köreldi. “Neden sormayayım ki?” diye geçirdi aklından ve sordu:

“Behram Emmi, acaba diyorum bu Venk sözünün, yani dağın adının bir anlamı var mı? Bununla ilgili bir fikir, bir kanaat yok mu? Bir rivayet, masal gibi bir şey.” Bir rivayet, masal duymadım. Ama halk arasında bir inanç var; geceleri dağdan ses geliyormuş. Rahmetli babam derdi ki, geceleri Venk dağının inlemesini duyan birisi olursa buna dayanamaz. Bir sözdü söylüyordu.”

“Allah rahmet eylesin.”

“Allah senin de ölenlerine rahmet eylesin.”

“Genç ve yetenekli” F. Q.’nin profesyonel hilesi tutmadı mı tuttu. ‘İnilti’… Bu sözcük bir anahtar olabilir. ‘İnilti’ veya ‘enilti’ pek fark etmez. ‘V’ sesi ise… Nerede isterse orada sözcük başına eklenmek gibi bir huyu var. ‘V’yi çıkarıp at, sonra ‘enilti’den ‘inilti’ye geç, başa da bir ‘V’ ekle… İşte sana ‘Venk’ adının etimolojisi. Aklından geçen bu “başıbozuk” fikirlerden keyfi yerine geldi, gülümsedi, rahatladı.

“İnilti… Çok ilginç. Venk sözcüğü iniltiden mi çıkmış? Belki… Neden olmasın? Olabilir.”

“Öyle mi?” Bu sözlere gerçekten şaşıran Behram Emmi rahmetli babasının (babası çobandı, okuma yazması yoktu ama bilge birisiydi: “Ben hayat âlimiyim, kitap âlimi değilim”) söylediği sözlerin gün gelip bu şekilde bilimsel bir gerçeğe dönüşeceğini aklından bile geçirmezdi.

Bu kadar hızlı ve etkili bir etimolojik yorumun sahibi F. Q. ise gizli bir keyifle gözaltından Behram Emmiyi kesmekteydi. Behram Emmi tabii ki bu hızlı “akıl oyununa” gereken değeri vermedi. Ama… “Ne yapacaktı yani, kalkıp alkışlayacak değildi ki?”

“Yıldızları izlemek galiba hoşuna gidiyor…” Elini havaya tutup (yağmur var mı yok mu ona bakıyordu) bir hayli mülayimce söyledi Behram Emmi.

“Evet… Şehirde bunlar bu kadar yakında olmaz. Neden acaba? Yanıp sönerler… Yanıp sönerler. Göz kırparlar. Neden böyle?”

“Tar bir kere “tıng” eder. Öyle mi?”

“Tıng mi?” F. Q. şaşırdı: “Konuyla ne ilgisi var?”

“Evet, tıng. Ama bak bu tınlamalar bir araya gelince ne mi olur, müzik yaranır… Hem tıng, hem müzik.”

Behram Emmi bunu söyleyip sustu. Sanki uzun süreden beri kafasında dolaşan bu fikirleri illa bu genç adamın toparlayıp yorumlamasını istedi. F. Q. ise zorlanıyordu:

“Tıng…”

“Hem tıng, hem tınlama… Nasıl anlatsam… “Mübariz olsaydı, çabuk anlardı ne demek istediğimi…”

Sonunda F. Q.’nin suratı aydınlandı:

“Tıng – nokta. Tınlama – noktalar topluluğu, çizgi, ezgi. Nokta ve çizgi. Işık da durur, gelir, durur, gelir.

“Evet…”

“Yıldızlar da öyle, sanki sürekli göz kırparlar. Yanıp sönerler. “Tıng” – “tınlama”. Kulağıma tar sesi geldi; F. Q. aniden cırcır böceklerinin seslerini duymaya başladı.

“Dilbilimci ben miyim o mu?” Behram Emmiye gittikçe artan bir ilgi ve saygıyla bakmaya başladı F. Q.

“Evet, ben de duydum. Tar sesi. Diyorum belki… Kalkıp geçelim eve. Bak, damlalar düşmeğe başladı.” Elini yine havaya açıp Behram Emmi sözünü kesti, başını yukarı kaldırıp gökyüzüne baktı, sonra etrafı dikkatle gözden geçirdi.

“Yani bu zaman yağmur yağabilir mi?” Şaşkınlık içinde sordu F. Q.

“Yağır, yağır. Biliyor musun şimdi yılın hangi dönemidir? Aklına ne gelirse o. Aklına yağmur geldiyse, yağmur yağabilir.

“Bu havada ne yağmuru? Bu kadar yıldız var gökyüzünde, bir tek bulut parçası bile yok. Ömür billâh yağmaz. Zor iş.”

On dakika sonra Güney Amerika yağmurlarına benzeyen bir yağmur kana kana yağmadı mı yağdı. Gökyüzündeki yıldızlar yerlerini kolaylıkla bulutlara terk ettiler, sanki hiç baştan beri yoktular.

“Kalk evlat, kalk eve gel, ıslanacaksın.”Behram Emmi semaveri alıp terasa bıraktı, içeri girdi. “Islanmadan gidim bunun yatağını açayım, geç kaldık.”

Bu defa Behram Emminin sesindeki nevaziş ile yüz ifadesi birbirine uymadı gibi geldi F. Q.’ye. Behram Emmi içeri geçerken ona, biraz garip veya çok dikkatle baktı diyelim.

Damlalar bir yerlerden gelerek F. Q.’nin yüzüne saçlarına konuyorlardı. Doğrudur, Ufaklığın kalın dal budağı, yaprakları onu giderek güçlenen yağmurdan korumalıydı ama… Yüzünden kayarak çenesinin altına kadar gelen damlaları güçsüzleşen elleriyle (yeniden başı mı dönüyordu yoksa uyku mu bastırıyordu, artık neredeyse ayakta uyuyordu, gözleri kapandı kapanacaktı) siliyor, saçlarını sıvazlıyordu. Oturduğu yerden kalkmak istedi ama kalkamadı. Aniden ürkütücü giysilerine (karanlığa) bürünen Venk dağından (dev geri dönerek yerine uzanmıştı) sanki kayarak gelen inleme sesini yarı uyku içinde beyninin tüm hücreleriyle algıladı: “Devden böyle bir ses?” diye aklından geçirse de umursamadı. Ama bu zaman yine beyninin aynı derin katmanlarından yıldırım hızıyla geçen başka bir düşünceden İYİCE irkildi; insanlar derin bir uykuda da böylesine irkilir ama uyanmazlar. Aslında F. Q. bundan irkilmemeli, korkmamalı, sadece şaşırmalıydı. “Uyuyor muyum yoksa? Ama bu gerçek olamaz, böyle olmaz.” Uyuşmuş olan bilincini toplamaya çalıştı.

Yağmur burada onun hayatı boyunca alışmış olduğu gibi yukarıdan aşağıya yağmıyordu. Burada yağmur aşağıdan yukarıya doğru yağıyordu.

II. BÖLÜM

Behram Emmi mağarayı bulduktan bir hafta sonra

Sıcak ve yorgun bir yaz günüydü. Öylene doğru Behram Emmi soluğu daralmış halde kendini yazıhaneye Mübariz’in yanına attı. Çok heyecanlıydı. Heyecanını dizginlemeğe çalışıyordu. Selam bile vermeden:

“Biliyor musun neler oldu Mübariz?” Açık pencereden dışarıya bakarak sordu.

“Hayır, bilmiyorum. Otursana. Ne var, ne oldu?” Behrem emminin sesinde saklı korku Mibariz Efendinin dikkatini çekti.

“Mağaranın gerçekten de ruhu var.” Behram Emmi sandalyeyi çekti, bir sanık gibi onun karşısına oturdu.

“Nasıl yani?” Mübariz Efendi elbette ki bu ruh muhabbetine ilk gülenlerden birisiydi, şimdi de neyse demek istedi ama ne diyeceğini bilemedi, yutkundu ve ancak kendi sözlerini tekrarlayabildi: “Nasıl yani?” (“Ah, Behram, Behram, ne oldu sana?”)

“Gerçekten, inan bana. Ben de inanmıyordum, şimdi inanıyorum. Mağaranın ruhu var.” Behram Emmi bu son sözlerini masum bir fısıltıyla söyledi, sonra bir daha yeniledi: “Mağaranın, gerçeği söylüyorum, ruhu var.”

Mübariz Efendi ürkmedi mi ürktü… Damarında kanının donduğunu, sırtından – yaz kış giydiği ekose ceketin altından – soğuk terler aktığını hissetti.

Yaz mevsimiydi, mesele terlemekse zaten gün boyunca sürekli çay içip terlerdi ama şimdi sırtında hissettiği soğuk bir terdi. “Behram boşuna konuşmaz. Bu ne saçma bir iştir?”

“Sen de buna inandın mı?”

“Evet.”

“Ne zamandan beri?”

“Mağaraya girdiğim andan.”

“Tamam, tamam… Şakanın sırası değil, yarın buraya insanlar toplanacak, büyük büyük âlimler gelecek köyümüze. Daha neler? Mağaranın ruhu varmış? Gör aklından neler geçiyor bu yaşta?” Mübariz Efendi işi şakaya dökmek istedi “Yaşlanıyorsun.”

Mübariz Efendi dikkatle Behram’a baktı. Kafasındaki takkenin altında olup kalan saçlarının tamamı bembeyazdır, sakalı da öyle; gözleri her zamanki gibi hareketlidir, dibinde fener mi yanıyor ne… “Yoksa yine beni mi işletiyor?”

Mübariz Behram’dan beş (belki de) altı yaş büyüktü. Ama gençlik dostu Behram’a şimdi üzülerek baktı: “Bunun yaşı daha yeni yetmişe oldu ama neden bu kadar erken çöktü. Şimdi bunun hali böyleyse acaba ben nasılım? İnsan kendi yaşını hissetmez ki?”

“Sen yaşlanma da, bana bir şey olmaz.” Behram Emmi onun aklından geçenleri hissetti ama konuyu değiştirmedi. “Mübariz bak, ilk sana söylüyorum, mağaranın ruhu var. Bana mesajlar veriyor.”

Mübariz: “Bu nereden bildi benim ne düşündüğümü?” diye yerinden kalktı, köşedeki buzdolabından bir su şişesi çıkardı:

“İçiyor musun?”

“Hayır.”

İki bardak suyu bir solukta kafaya dikti: “Garip, çok garip.” İçindeki ateş yine sönmedi. Son dönemlerde Mübariz dikkat edip görmüştü; içinden geçen sözü yüksek sesle söylemese de karşısındaki anlıyordu: “İnsanın kendi kendine düşünmesi, kendi içine çekilmesi böyle engellenirmiş.”

“Yavaş yavaş, insan gibi, ayrıntılı, acele etmeden anlat bakayım ne diyeceksin?” (“Yoksa bunun kafasına bir şey mi düştü? Tahtası mı eskildi? Aynen öyle. Evet, evet. Ah Kamer dayı, şimdi ters dönüyorsun mezarında.”

Yavaş yavaş sakinleşti. Alttan alttan Behram’a baktı. Behram Emmi yine pencereden dışarıyı kesmeğindeydi ama orada bir şey göremiyordu. “Şimdi ben bu inanmazı nasıl inandırayım, nasıl anlatayım?”

“Diyorum ki…” Sonunda Behram Emmi kendine gelip konuştu: “Diyorum, belki biz bu insanları mağaraya götürmekle doğru bir şey yapmadık? O da tehdit ediyor, kim buraya girerse, aynen öyle diyor, kim mağaraya girerse, yazıya parmağının ucuyla dokunursa… Ölür.”

Mübariz Efendi Behram’ın tavırlarından onun şaka yapmadığını anladı. Şaka yapmıyorsa demek ki… “Yazık. Çok yazık.”

“Behram sakin ol. Behram kendine gel. Mağaranın ruhu da ne demek? Mağara ruhu ne gezer buralarda? Sana ne oldu, neden beni korkutuyorsun?”

“Mübariz” Behram Emmi şakaklarını ellerinin arasına alarak gözlerini ona dikti: “Ben mağaraya girdiğimde, bugün sabah yine gitmiştim oraya, aniden kulağıma boğuk, korkunç bir ses geldi. Aslında bu sesi kulaklarımla duymadım, ses kafamın içinde şakalarımda güm güm gümlüyordu. Henüz böyle bir şey görmedim. Ses kafamın içindeydi ama benimle konuşuyordu. “Ben buranın ruhuyum” dedi. “Buraya bir sen girebilirsin, bir de seninle gelenler… Çünkü aydınlık dünyayı bana tekrar sen gösterdin. Ama… başka birisi buraya yalnız başına giremez” dedi. “Hele yazıya” dedi “el sürmek hiç olmaz. Hatta sana da yasak. Söylediklerimi iyice belle, git herkese anlat.”

“Peki, sen ne dedin?” Mibariz Efendi şimdi bir yandan tebessümünü zar zor saklayabiliyordu, öte yandan ise tüm varlığını endişe sarmıştı. Neyse bir şey içini kemirmeğe başlamıştı.

Behram Emmi şaşkınlıkla “bu galiba kafayı sıyırmış” diye içinden geçirerek Mübariz’e baktı:

“Ben mi? Ben ne diyebilirdim ki? Hiçbir şey. Ürktüm.” Behram Emminin gözlerinde korku vardı.

Nu köyün altını da üstünü de çok iyi bilen Mübariz (başka kimse değil, Mübariz) kesin biliyordu ki, Behram korkak değil. Ama şimdi eğer Behram böylesine korkmuşsa…

“Peki, nasıl olur, o gün ikimiz beraber gittiğimizde bu ruh neredeymiş?”

“Bilmiyorum…”

“Behram, bak kulağına sesler gelmiş olabilir. Boş şeylerdir. Mağaranın ruhu… Git evine dinlen, uyu. İstersen Tükez’i göndereyim, bir iki gün sana baksın.” Mübariz Efendi muhtarlığın hademesi Tükez kadını arada bir (öylesine, eve barka kadın eli dokunsun diye) Behramlara gönderirdi: “Nasıl olsa yalnız insandır, aman hastalanmasın.”

“Hayır, Tükez kadınlık bir iş yok. Dersin ki git, giderim ben. Ama sen iyice belle bunu, ben söyleyeceğimi söyledim.”

“Söyledin, söyledin… Tamam, diyelim k, sen bana söyledin sözünü. Ya ben yapayım şimdi? Kalkıp şehirdekilere, büyüklerimize ‘buralara gelmeyin’ mi diyeyim? Mağara ruhundan… İzin çıkmadı mı diyelim?”

Behram Emmi nasıl baktıysa Mübariz şaşırdı, şakayla söylediği sözlerin sonunu zorlukla getirebildi.

“Bilesin” Behram Emmi yine o ürkütücü fısıltıyla söyledi: “kulağıma şimdiye kadar ses falan gelmemiş benim, şimdi de gelmedi. Duydum! Mağaranın bir köşesinde o zalim ses gelip kafamın içini doldurduğu zaman yuvarlak bir şey de vardı, yanan küre gibi ışık saçıyordu, dolunaya benziyordu. Kafamın içindeki gümleme dinince o kürenin ışığı da yavaş yavaş söndü, belki aniden söndü, hatırlamıyorum, unutmuşum.”

“Ya, yeter Allah’ı seversin, aklını başına topla. Kim inanır bu safsataya, hiç düşündün mü?” Sabrı taşan Mübariz Efendi ilk başta olduğu kadar emin konuşamadığını, sesine bir yapaylık bulaştığını fark etti. “Şeytana lanet.”

“Dün Gulamhüseyin öğretmen geldi mağaraya. “Önce bir kendim göreyim, sonra da öğrencileri getireceğim” dedi. Eliyle nakışları incelemeğe başladı, neredeyse kazıyıp yerinden koparacaktı bir tanesini. “Öğretmen” dedim “sen ne yapıyorsun? Etme eyleme.” Ama kime diyorsun; dönüp beni azarladı bile.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6494-38-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu