Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Issız Köşe», sayfa 2

Yazı tipi:

6. Bölüm: Tos-Taŋma abla kolhozdaki yönetim sorununu kendi üslubunca anlatır. Eres kaldığı yeri değiştirip Şırbaŋ-Kök’ün evine geçer. Şırbaŋ-Kök, Mıyıs-Kulak’ın babasıdır. Eres böylece yine Mıyıs-Kulak ile karşılaşmış olur.

7. Bölüm: Kolhozda harman bitmiş, çalışma ekipleri ot biçmeye gönderilmiştir. Kolhozdaki organizasyon sorunları ciddi boyuttadır. Eres kendine zaman ayırmaya ve kolhoz çalışanlarını tanımaya başlar. Bir akşam köy kulübünde film izlemeye gider. Orada Dolaana ile dans eder ve ondan çok etkilenir.

8. Bölüm: Kolhozda harman öncesi hazırlıklar başlar ancak eli ayağı tutan erkek kolhozcular çalışmalara katılmayıp özel işleriyle ilgilenmeye başlar. Bu bölümde kolhoz müdürü Konçuk’un diline doladığı seferberlik kavramı eleştirilir. İş gücünün doğru yöneltilmediği, çalışanlara gerekli sosyal imkanların sağlanmadığı dile getirilir. Konçuk, konuşmalarından tedirgin olduğu Eres ile özel olarak görüşür ve Eres müdürün yönetim becerisini sorgulamaya başlar.

9. Bölüm: Eres Dolaana ile yakınlaşmaya başlar. Ugaanza eve döner. Romanda “altın kadroların ideal genci” olarak ön plana çıkarılan Eres’in karşıtı olarak verilen Ugaanza, karakteri ve aile ilişkileri yönüyle eleştirel olarak okuyucuya sunulur.

10. Bölüm: Eres bahar arifesinde görevli olarak kışlaktaki besici arkadaşına yardımcı olmak üzere atıyla yola çıkar. Agılıg vadisi boyunca yaptığı yolculukta Tuva Halk Cumhuriyeti’nin 1920’li yıllardaki manzarası anlatılır. Beyazlar ve Kızıllar arasında yaşanan çatışmalarda halkın gördüğü zarar ve komünistlere karşı silahlanan eşkıya çetelerinin tarihçesi hikâye edilir. Köyü basarak babasını vuran eşkıyaların pusuya düşmeleri, ihtiyar Çazaradır’ı katletmeleri ve bu nedenle vadinin daraldığı yere Çazaradır-Köşkezi adı verilişinin hikâyesi anlatılır. Eres büyük bir tipiye yakalanır, yolunu şaşırır ve atıyla beraber bir çukura düşer. Dolaana’nın hayalini görerek o çukurdan çıkar ve kar yığınlarının arasında kendinden geçer.

11. Bölüm: Büyük tipi kolhozda paniğe yol açar. Kolhozun hayvanları tehlike altındadır. Konçuk ve parti yöneticisi Dajısaŋ acil eylem planı hazırlarlar. Dajısaŋ ve Konçuk arasındaki karakter farkı burada dile getirilir. Dajısaŋ mantıklı ve tedbirli bir yönetici olarak kolhoz çalışanlarını örgütler. Konçuk bundan rahatsız olur. İş bölümünde Dolaana, Şırbaŋ-Kök’ün oğlu Ugaanza ile eşleştirilir.

12. Bölüm: Ugaanza ile Dolaana yola çıkmak için hazırlık yapar. Ugaanza Dolaana’yı etkilemek için çabalamaktadır ancak Dolaana onun gerçek karakterini bildiği için bu çabalarına anlam veremez. Atlı kızakla tipide yol alırken Ugaanza Dolaana’yı sıkıştırır. Dolaana kaçar. Ugaanza başına gelecekleri bildiğinden ondan af diler ve besicinin evine giderler. Ugaanza besicinin evine çalışmaya değil misafirliğe gelmiş gibi davranır ve içki içmek ister. Besici ihtiyar bundan rahatsız olur ve o gece içip sızan Ugaanza bir bahaneyle kolhoza geri gönderilir.

13. Bölüm: Eres bir tesadüf eseri yolu o tarafa düşen çocukluk arkadaşı Lapçar tarafından kurtarılarak onun evine getirilir. Burada tedavi edilen Eres Lapçar ile eski nişanlısı Anay-Kıs ile tekrar karşılaşmış olur. İyileşen Eres Agılıg’da ekilmeyen verimli toprakları görür ve burayı işleme kararı alır. Daha önceden buraları tarıma açmaya çabalayan bir komsomolcunun bu mevkide öldürüldüğünü öğrenir. Lapçar kolhozların sosyal alanlara muhtaç olduğunu düşünmekte ve çalışanların bu tesisleşmeye ihtiyacı olduğunu dile getirmektedir.

14. Bölüm: Eres Agılıg sırtlarını atıyla gezer. Oraları işlemek isterken öldürülen komsomolcunun mezarını ziyaret eder ve onun mezarı başında bu yarım kalan işi tamamlamaya ant içer. O esnada Çazaradır-Köşkezi yakınlarında tuzağa yakalanmış bir tilki görür. Onu takip eder ve kurtarmak ister. O esnada kaldırdığı bir kayanın altından bir beze sarılı tabanca ve mermiler çıkar. Tilkiyi kurtarıp köye geri döner.

15. Bölüm: Eres tabancayı temizlerken Mıyıs-Kulak gelir ve onun ne yaptığını görür. Eres, Agılıg sırtlarını ekme planını müdür Konçuk’a açar ve tartışırlar. Eres hayal kırıklığına uğrar ama planından vazgeçmez. Polisi arayarak bir tabanca bulduğunu bildirir. Ne var ki tabanca evden çalınır. Polis bu nedenle onu göz altına alır. Hapisteyken ona Biçiiney ve Dolaana’dan mektup gelir. Ancak Eres uğradığı bu ihanet karşısında Agılıg’dan, ıssız köşesinden soğumuştur. Agılıg’a dönmeme kararı alır. Karakolun komutanı onu serbest bırakır.

16. Bölüm: Eres serbest kaldıktan sonra MTS ile iş görüşmesine gider. Agılıg kolhozuyla ilişiğini kesmek için köye döner. Dolaana ile vedalaşıp ona aşkını itiraf etmek ister ancak Dolaana onun yanından kaçıp gider. Eve döndüğünde masasının üstüne bir günlük bırakılmıştır. Sabah yola çıkan Eres, Agılıg’a büyük bir ıstırap çekerek veda eder.

17. Bölüm: Bu bölüm masasına bırakılan günlüğe ayrılmıştır. Günlük Dolaana’ya aittir ve onun hayatından farklı bölümler içermektedir. Eres Dolaana’nın ailesini, eşkıyaların köy baskınını öğrenir. Bu günlüklerde Kızıl havaalanında bileti verenin aslında Dolaana olduğunu keşfeder. Ayrıca Dolaana evlenmiştir. Kocası Agılıg sırtlarını ekmek isterken öldürülen komsomolcu Sendi’dir. Dolaana’nın Kolya’yı doğurduğu gece kocası Sendi atlarını çalan biri tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür.

18. Bölüm: Eres MTS’de çalışmaya başlar. Biçiiney de bölgeye gelmiştir. Kütüphanecilik eğitimi almaktadır. Sürekli Eres’i çalıştığı yerde ziyaret eder ve Eres’in çalışma arkadaşları ona “küçük yengemiz” lakabını takarlar. Eres bundan rahatsız olmaya başlar. MTS’de Komünist Parti’nin kolhozların makineleşmesi kararı tartışılmaktadır. En çok eleştirilen kolhoz Çoduraa’dır. Bir gün parti yöneticisi Dajısaŋ ile karşılaşır. Dajısaŋ Eres’i Agılıg sırtlarının ekilmesi ve kolhoza traktör alınması konusunda cesaretlendirir ve ona yeni bir görev teklif eder. Eres Biçiiney’e onunla ilgilenmediğini, Agılıg’dan soğuduğunu söyler.

19. Bölüm: Eres Çoduraa’nın yeni traktör ekip şefi olmuştur. Yeni alınan paletli traktörlerle köye doğru yola çıkar. Yolda Tos-Taŋma ablayı alır. Traktörlerin gelişi ile yapılan törende Tos-Taŋma abla müdürü eleştirir ve kolhozların nasıl olması gerektiği Tos-Taŋma’nın sözleri ile dile getirilir.

20. Bölüm: Eres, müdüre Dajısaŋ’ın da desteği ile Agılıg sırtlarının tarıma açılması fikrini kabul ettirir. Ugaanza sarhoşken Eres’e çalışma sözü verir. Sonraki gün Eres onu traktör ekibine alır. Ugaanza bunu gönülsüzce kabul eder. Konçuk Ugaanza’nın neslini eleştirir. Eres, 1920’li yıllarda, Tuva’da devrimin ilk yıllarında savaşan ve hizmetleri olan ancak yenilikçi olmayan Konçuk’un geçmişteki mücadelesine saygı duyar.

21. Bölüm: Tarlaların ekimi sırasında Eres, Dolaana ile nöbet tutmaya başlar. Yağmurlu bir gecede traktör kabininde Eres, Dolaana’ya havaalanında kendisine bilet verdiğini hatırlatır ve ikisi birbirine aşklarını ilan eder.

22. Bölüm: Ugaanza Dolaana’ya olan ilgisinden vazgeçmez. Eres bundan rahatsız olmaya başlamıştır. Eres ile Dolaana STS’den ekipman almak için bölgeye giderler. Orada Dolaana’nın annesini ve Kolya’yı ziyaret ederler. Eres, Kolya’yı kendi oğlu olarak benimser.

23. Bölüm: Nihayet Agılıg sırtlarındaki ekim hızlanır. Eres ile Dolaana motosikletle tarlalara giderken Tos-Taŋma abla ile karşılaşırlar. Tos-Taŋma abla onların motosikletlerini huş ağacı çiçekleri ile donatır ve bu çifti “güzel zamanlarda doğmuş, bahtlı gençler” olarak kutsar.

24. Bölüm: Ugaanza dayısının cenazesi nedeniyle izin alır. Dedesi Mıyıs-Kulak bir gece sırrını ona açar. Ugaanza dedesinin herkesten sakladığı sırları öğrenir. Mıyıs-Kulak Ugaanza’ya bir silah verir. Bu Eres’ten aldığı tabancadır ve onunla torunundan Eres’i öldürmesini ister. Ona bir mektupla para dolu bir çıkın bırakır.

25. Bölüm: Eres ile Dolaana motosikletle tarlalara giderken Ugaanza önlerini keser. Silahını doğrultur ancak onları öldürecek cesareti yoktur ve tabancası elindeyken düşüp bayılır. 26. Bölüm: Dajısaŋ ve Konçuk Mıyıs-Kulak’ın bir şeyler planladığını anlar ve onu takip etmeye başlarlar. Mıyıs-Kulak’ı atıyla Çedi-Saŋ tepesine çıkarken bulurlar.

27. Bölüm: Eres Ugaanza’nın koynundaki mektubu bulup okur. Mıyıs-Kulak aslında Eres’in babasını vuran, Çazaradır dedeyi ve Sendi’yi öldüren eşkıyadır. Mektupta “acımasız Sovyet hükümetiyle öte dünyada hesaplaşacağız” yazmaktadır. Mıyıs-Kulak intihar etmek niyetindedir. Eres nereye gittiğini öğrenir ve Dajısaŋ’la Konçuk’tan önce Mıyıs-Kulak’ı yakalar. Artık büyük sır aydınlanmış ve Agılıg refaha kavuşmuştur. Çoduraa artık verimli ve çalışkan bir kolhoza dönüşmüştür.

Epilog: Anlatıcı, bir gazetecidir. Editörü ona izin gününde Çoduraa kolhozunun başarısının sırrını haber yapma görevi verir ve onu Agılıg’a gönderir. Yola isteksiz çıkan gazeteci yolda kim olduğunu bilmeden artık ekip başı olan Eres Herel’in kullandığı bir arabaya biner. Şivilig ve Agılıg kolhozları birleşmiş, bu iki kolhoz Lapçar’la Eres’in dilediği gibi tesisleşmiş ve tarlaları verimli, mahsulü bol bir kolhoza dönüşmüştür.

KAYNAKÇA

Arıkoğlu, E. (1998), “Tuva Türkleri Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı,Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, ss. 491-500, Ankara.

Arıkoğlu, E. (2002), “Tuva’nın XX. Asır Siyasi Tarihi”, Türkler Ansiklopedisi, C20, Yeni Türkiye Araştırmaları, ss. 173-179, Ankara.

Barnes, I. (2022). Rusya, Huzursuz İmparatorluk, Bir Tarihsel Atlas, vb. Yay.

Dırtık-ool A. O. (2017). Sovetskiye preobrazovaniya v Tuvinskoy avtonomnoy oblasti (po materialam ekspozitsiy Tuvinskogo kraevedçeskogo muzeya), Noviye issledovaniya Tuvı. No:4, ss. 109-124.

Kombu, S. (2012), “Kudajı Kızıl-Enik Kırgısoviç”, Tuvinskaya Literatura, ss. 106-113, Nauka, Novosibirk.

Kudajı, K. K. (1965). Irjım Buluŋ, Tıvanıŋ Nom Ündürer Çeri, Kızıl.

Kudajı, K. K. (1971). Irak Bulut, Tıvanıŋ Nom Ündürer Çeri, Kızıl.

Kudajı, K. K. (1983). Irlıg Bulak, Tıvanıŋ Nom Ündürer Çeri, Kızıl.

Monguş, D. A. (1980) Russko-tuvinskiy slovar, Russkiy Yazık, Moskva.

Monguş, D. A. (2003), Tıva dıldıŋ tayılbırlıg slovarı, C.I, Nauka, Novosibirsk.

Monguş, D. A. (2011), Tıva dıldıŋ tayılbırlıg slovarı,C.II, Nauka, Novosibirsk.

EKLER

Resim 1: K. S. Lanza, “Kolhozda Yeni Hayat” tablosu, Tuva Ulusal Müzesi Koleksiyonu


Resim 2: Kaa-Hem Kolhozunda bir mısır hasadı.


Resim 3: Şivilig köyü manzarası.




ISSIZ KÖŞE

Prolog

Güz…

Güzün son demleri…

Bulutlar alçak alçak.

Bulutlar kara kara.

Bulutlar sanki gökten yere doğru akıp duruyor.

Bulutlar parça parça olmuş kirli keçeler gibi.

Bulutlar, sadece Ulug-Hem’in2 iki kıyısında birer şerit gibi uzanan yüksek taygaların zirvelerinde yükseliyordu sanki.

Bozkırlar ıssızdı. Dağların eteklerinde, sulama kanallarının kenarlarında hasat edilmiş engebeli tarlalar uzanıyordu.

Rüzgâr estikçe, boz renkli döngele3 yığınları ovaları geçip dağ geçitlerini aşarak büyük kar fırtınalarında sığınak arayan hayvanlar gibi hızlı hızlı bir yerlerde toplanıyordu.

Çekirge sesleri, uzun zamandır duyulmuyordu. Yeşil dağ servili taygalarda geyikler birbirlerini izliyordu. Hiç kış görmemiş buzağılar çok geçmeden dört ayaklarının üstünde durmaya çalışarak kederli kederli böğürmeye başlayacaklardı.

Göçe geç kalmış turnalar, dalbıy4 gibi hizalanmışlar, alçaktan sessizce uçup güneye doğru gidiyordu.

Çayırlardaki gölcükler, ta geceden buz tutmuş gibiydi. Güz sadece kuzeyde değil tüm yönlerde, gökte ve yerde de kendini hissettiriyordu.

Kızıl çalılıklarla karışmış öbek öbek sepetçi söğütlerinin arasında, birisi ağır ağır at sürüyordu. At, gebe bir kısrak gibi semiz ve şişkindi; ahşap tabaklara benzeyen geniş toynaklarını, ayaklarına kum dolu çuvallar bağlanmışçasına yavaş yavaş hareket ettiriyordu. Kulaklıkları arkasına bağlanmış kuzu derisi haptıga5 giymiş, eskimiş pamuklu yazlık elbisesine solmuş kırmızı bezden bir kuşak bağlamış olan orta yaşlı kadın, atını mahmuzluyor ama bir türlü hızlandıramıyor; sadece rengi uçmuş kara deriden yapılmış eyerden bir hışırtı sesi yükseliyordu. Kadın çalılıkların arasından bir an önce çıkmak için söğüt dalıyla atını kırbaçladığında, atın sağ yanından topraklar fışkırıyor, geride sadece tabanlarının geniş izleri kalıyordu.

Yol başka izlerle doluydu. Anlaşılan birkaç gün boyunca burada çok iş görülmüştü. Yük kızakları yolun her iki tarafında bir sürü iz bırakmıştı; çalılıklarda biriken kucak kucak saman sapları, baharda küçükbaş hayvanların döktüğü tutam tutam tüyler gibi sallanıyordu. Ağır ağır giden at bunlardan rahatsız olmuyor, ürkmüyordu.

Gür çalılıklar…

Kıvrıla kıvrıla giden yol…

Ormanda küçük açıklıklar…

At birdenbire kulaklarını kazık gibi dikip irkildi. Kadın yuları öfkeyle çekerek “N’oldu seni canavar!6” diye atını azarladı.

Ancak at, sahibinin homurdanmasına kulak asmadı; daha da sola döndü, gürültüyle kişnedi. Kadın iyice öfkelendi, ayakları acıyana kadar topuklarıyla atı mahmuzlamaya başladı.

Kadın atını ürküten tarafa doğru bakınca yol kenarına bırakılmış, dolu olduğu için şişkince duran bir deri eyer çantası gördü; atın fark edip ürktüğü şeye şüpheyle yaklaştı. Yerde eyer denklerinden biri tek başına duruyordu, diğer denk ise ortada yoktu.

Bir süre atından inmedi; “Yolcunun biri düşürüp ormana mı gitmiş acaba, denklerden biri neden yerde, neden bırakılmış?” diye kendi kendine düşündü.

Kadın dizginlerini eyer başına bağlayıp yavaşça atından indi, dengi incelemeye başladı. Etrafta hiç hareket yoktu. Çantayı eline alıp uzun uzun baktı, içi doluydu, sallayınca bir şıngırtı duyuluyordu.

Bulutların arkasında görünmez olan güneş, dağları aşıp kaybolmaya başlamış; alacakaranlık çabucak çöküvermişti. Hava epeyce soğumuştu. Kadın, yanağına bir esinti değince ürperdi.

Kadın “Dengi güneyde hasat yapanlar düşürmüş olmalı!” diye düşündü:

– Bunu alıp gideyim, çalmış olmam, sahibini bulup veririm muhtemelen.

Dengin ağzını tereddütle çözdü, içinden insan göğsü kadar büyük bir matara çıktı. Mataranın nemli ağzından güz sütünden yapılmış içkinin buram buram kokusu geliyordu. Mataranın yanında bir de ahşap kadeh vardı. Dengin diğer tarafına büyükçe bir bezin içine oldukça semiz, haşlanmış et konulmuştu. Bunlardan başka gerilmiş peynir, dövülmüş buğday, kurutulmuş kurut….

Sonra aklına bir sürü düşünce üşüşüverdi:

– Çalınmamış bir şey yolun üstünde ne arıyor?7

– Sahibi dengi üzengiye de mi bağlamamış?

– Bütün matarayı içip bitirmem, kalanı sahibine bırakırım…

Mataranın ağzını biraz açtı, kadehi yarısına kadar doldurdu. Yere oturup hemen yanındaki ak sorguç otunu kopardı, kadehin içine soktu, otla dört yöne doğru saçı8 yapmaya başladı:

– Çalmadım, yolda buldum, bereketli taygam!9

Kadehteki içkiyi son bir yudum kalana kadar içti, son yudumu da yere saçtı. Sonra bir kadeh daha içti, kalanları yine saçı yaptı. Elini dengin içine sokup yokladı, başka bir bezin içinde yağlı bir kaburga kemiği buldu. Soğuk eti çiğneye çiğneye yedi.

Çok geçmeden hava daha da karardı. Soğuk içki onu önce ürpertti, ardından sabahtan beri bir şey girmemiş midesini ısıtıverdi. Gözleri alacalanmaya başladı. Dengin sahibi çıkıp gelse ondan bile çekinmeyecekti!

Kadın atına binmek için hazırlanmaya başladı. Ağzını kapatıp matarayı yerine koydu. Oldukça ağır olan dengi atına yüklemek için yüksekçe bir tepeye gitti. Ayakta uyuklayan atını yanında götürdü.

Tam bu esnada, keskin bir ses tam yanı başındaki karanlık çalıların altından duyuluverdi:

– Ingaa!

Ağır dengi yere bıraktı, gözleriyle karanlığı taradı.

O tiz ses yine duyuldu. Kadının yüzü köz gibi kızarıverdi. Dizlerinin bağı çözüldü. Dengi yüklemeden hemen atına bindi. Ganimet düşünecek hali kalmamıştı. Atına biner binmez birden aklı başına geliverdi.

Korkunç çığlık yeniden duyuldu:

– Ingaaa!

Kadın atını sürüp hemen oradan uzaklaşmak istedi. O esnada “Ya kulaklarım çınlıyor ya da bu duyduğum baykuş sesi olmalı!” diye geçirdi aklından. Atını ses gelen çalılıklara doğru sürdü. Hayvan kulaklarını dikti ve olduğu yere mıhlandı. Çalılıkların altında beyaz bir şey görünüyordu: Hem çocuk paltosuna hem de bir parça beze benziyordu. Kadın yaklaştı, var gücüyle eğilip çalılıklara baktı. Az önceki ses daha tiz, daha korkunç duyuldu.

– Ingaa, ıngaa!

Atını geri döndürdü, yola yakın bir yere bağladı:

O tiz ses korkunç da olsa insanı oldukça etkileyen bir tarafı vardı. Korkmuş bir kişinin aklına düşünceler çakan şimşekler gibi aniden geliverir:

– Bu zamanda iblis, şeytan diye bir şey olmaz; eğer iblis10 varsa bile böyle yerde durmaz, dikenli çalılardan korkar, uzak durur.

– Baykuş da değil… Baykuş böyle uzun uzun ötebilir mi? İnsandan korkar, kaçar elbette!

– Bu bir bebek! Bu soğukta bu bebeği buracıkta bırakıp gidecek miyim? Donup ölür! Annelik nedir bilmem ama benim kadın yüreğim buna müsaade etmez!

Kadın geri döndü; bir erkek gibi oldukça çevik bir şekilde attan indi. Hiç düşünmeden, hiç korkmadan birkaç adımda karanlık çalılığın altında yatan eski püskü paltoyu çekti. Paltoyu açtığında küçük bir bebeğin elleri dışarı çıktı. Bebeğin bahardaki aksöğüt filizleri gibi incecik, demir gibi soğuk küçük parmakları kadının sıcacık alnına değiverdi ve ağlaması hemen kesildi. Kadın, çırılçıplak bebeği parçalanmış eski püskü paltonun içine iyice sardı, atına bindi. Az önce yavaş yavaş giden at mahmuzu yiyince, o an nedense yapması gerekenin farkına varmış gibi dört nala koşmaya başlamıştı.

Kadın yolun nasıl geçip bittiğini anlamadı bile. Çok geçmeden Oruktug-Kejig’te orman açıklığının yakınlarındaki yegâne çadırın ışığı gözüküverdi.

Rüzgâr iyice şiddetlenmiş, çadırın yanındaki uzun kavakların başları hışırdamaya başlamıştı. Evin köpeği alışkanlığı olduğu üzere, uzaktan onları karşılamaya geldi.

Kadın bu yoksul çadırın kapısını açıp içeri girdi. Keçi derisinden yapılmış kısa bir elbiseyi kuşanmış kocası, endişeden rengi uçmuş bir halde sıçrayarak şaşkın şaşkın sordu:

– Ne oldu kadın! İçeri sarhoşun biri geldi sandım, bu nasıl girmek!

Kadın “Çabuk atı al!” diye karşılık verdi.

– Sarhoş musun?

– Ne demek sarhoşsun! Çabuk atı al!

Adam atı dizgininden tuttu, çifte atan atın göğsü şişiyor, çok hızlı nefes alıyordu. Kadın içeriden “Çabuk atını bağla, buraya gel!” diye seslendi.

Adam atı direğe11 değil, dizgini kısarak çadırın kuşaklarına bağladı; aceleyle eve girdi. “Kadına bir haller olmuş” diye düşünüyordu.

– Çabuk dedim!

Karısı, ciddi bir sesle “Sandığın içindeki kuzu postunu al gel!” diye emretti. Kocası hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

– İyi misin güzelim, ne oldu sana? Neden hiç durmadan ağlıyorsun?

Kadın aceleyle elbisesinin düğmelerini çözdü, ateşin yanına gelerek “Üşüdün mü, şimdi neden sustun, neden ağlamıyorsun? Eve gelen insan biraz gevezelik eder, sohbet eder değil mi?” dedi.

Koynundan kocasının gözleri önünde yeni doğmuş bir oğlak gibi kıpkırmızı, çırılçıplak bir bebek çıkarıverdi. Bebek ellerini yukarı kaldırdı, parmaklarını ağzına soktu ve ağlamaya başladı. Kocası dona kalmıştı.

– Ah sen daha yeni mi uyandın?

Kadın müşfik bir sesle “Isındın mı, uyudun mu?” derken kocasına dönüp “Kendine gel, bebek ağlarken bozkırın ortasındaki balbal gibi dikiliyorsun? Acele etsene!” diye söylendi.

Kocası matarasını açarken “Gerçek mi bu, nerde buldun onu?” diye sordu. O esnada kadın küçük çocuğu okşayıp sallayarak konuşuyordu:

“Ne demek çocuğu buldun, bu senin çocuğun! İnsan hiç atılır mı? Bebeğin küçücük bedenini sıkı sıkı kucakladı, “Aşağı ağıldan evlatlık aldım derim” diye konuşmaya devam etti:

– Evlatlık da almadım12, kendi bebeğim o.

Kocası yeni tabaklanmış bir kuzu postu getirdi.

– O postu ateşte çabuk ısıt.

Kocası, çıtırdaya çıtırdaya yanan ocağın yanında hemen ısınan kuzu postunu ateşin ışığında yere serdi. Kadın bebeği koynundan çok dikkatli bir şekilde çıkarıp posta sırt üstü yatırdı. Bebek önce küçük ayaklarını kaldırarak havada oynatmaya, sonra da ellerini ağzına götürerek parmaklarını emmeye başladı.

Kadın telaşla “Gördün mü, bak acıkmış! Sütü ılıt!” dedi. Kocası da eşine babacan bir edayla “Çabuk sar, üşütmesin, söğüt dalı çabuk yanar.” diye yol gösterdi.

Kadın o esnada sevgiyle neredeyse çığlık attı:

– Oy canım benim! Büyüdüğünde tavşan avına çıkacaksın değil mi!

Adam kendi evladı olmamasına rağmen bebeğe şefkatle ve ilgiyle baktı:

– Ne ilginç, yattığı yerde tepinip duruyor, ne yiğit13 bir çocuk bu gördün mü hanım

Karısı “Evet, yiğit bir çocuk” dedi, “Babası gibi!”.

Bebeği iyice sarıp ısıttılar. Adam hızla ayağa kalktı, çadırın tavan kasnağında asılı duran kirli deriyi düşürüp onu hemencecik bir emziğe dönüştürdü.

Ilık sütü iştahla emen küçük çocuk, çok geçmeden masum, huzurlu, sakin bir uykuya dalıverdi. Uykusunda ara ara kendi dudaklarını emdi, küçücük burnundan mırıltılı sesler çıkardı. Bebeğin bu halleri gören kadın sakinleşti, gülümsemeye başladı, susuzluğunu giderene kadar sarı çay içti.

Piposunu keyifle tüttürürken ses çıkarmadan oturan adam karısına “Neden öyle gülümsüyorsun?” diye sordu.

Kadın emziği maşayla tutarak iyice ısıttı, bakırı iyice gözükmeye başlamış eski çaydanlıktan çay alırken “Aklıma sen geldin. Sen de böylesin işte canım; başında böyle kara belalar olsa da yatıp horlaya horlaya uyursun! Böyle zamanlarda ben asla uyuyamam.” dedi.

Adam dışarı çıkıp biricik atını direğe kementle bağladı, ahırını dikkatlice inceleyip geri döndü. Bu deli kadın kimin bebeğini alıp geldi? Gerçekten de bebek yerde mi yatıyordu? Yoksa bebeği çaldı mı? Yok, bırak çocuk çalmayı parmak kadar iplik, ökçe yapacak kadar deri parçası bile çalamazdı o.

Bütün bu düşünceler ihtiyarın aklında demlenmiş çay tortusu gibi çalkalanıyordu. İşin ilginç tarafı, bebek ağlarken eşinin ağzından tek bir sızlanma bile duymamıştı.

Şimdi bütün iş tamamlanmıştı. Bebek uyuyordu. Kadın başına gelenleri anlatmaya başladı.

Gece var gücüyle esen rüzgârın şiddeti dinmiş, çadırın yanındaki uzun kavakların sesi kesilmişti. Akın akın geçen kara kara bulutlar dağılmış, güz göğünden uzaklara yollanmışlardı. Çadırın tavan penceresinin14 üstünde yıldızlar ışıldıyor; porselen tabaklar gibi yusyuvarlak ay bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyordu.

Kadın gökteki aya bakarak “Güzün orta ayının ortası, ayın on beşi gelmiş gibi” dedi:

– Eskiler böyle günde doğan çocuklar bahtlı olur, derlermiş. İhtiyarlar yanılmaz, her şeyin doğrusunu söylerler.

Sözlerini tamamladı, bebeği koynuna alıp yattı uyudu. Kocası kışlık gocuğunu yüklükten alıp her zamankinden daha bir fazla koruma isteğiyle eşinin üstünü örttü.

Adamın uyuyamadı. Ateşin karşısında oturdu, gece süt ılıtmak için ağaç yonga kesti. Yaptığı işten bilhassa keyif alıyordu, üstelik yonga keserken çıkan ses ona bir ninni gibi tatlı geliyordu. Elli yıllık ömrü boyunca hiçbir zaman böyle keyifli bir iş yapmamıştı. Hele bebek ağlayarak emmek için uyandığında, adamın gönlü tarife sığmaz bir neşeyle doluyordu. Bugüne kadar sadece ikisinin yaşadığı o boş çadır, artık onun gözüne başka kimselere yer kalmamış gibi dolu gözüküyordu.

Adam yatağın önüne yastık ve döşek koymuş, uzanıp yatmıştı ama tetikteydi.

Çok geçmeden ocaktaki ateş sönmeye, ocak altındaki közler küllenmeye başladı. Adam gözlerini bir kere bile kırpmadı, sönmeye yüz tutmuş köze uzanıp şöyle bir kez daha karıştırdı.

Hayatı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmeye başladı:

…Yoksul yokuncul bir hayat yaşayarak büyümesi, beylerin hayvanlarına çobanlık yapması, evlenip yetişkin biri oluşu, Kızıllar ile Beyazların çatışmaları… O zaman “özgürlük” denen şeye ilk defa tanık olmuştu. Ancak hayat hiç de o kadar kolay değildi. İnsanın insana zulmü denen o kötü gelenek artık bitse de özgürlük dedikleri güzellik çoğalsa da hayatın lezzetlerini henüz tatmamıştı. İnsanın mutluluğu dedikleri şey tek bir at, bir tanecik inek, on kadar koyun ve keçi kadar mıydı? Tuva’da Devrim yayıldığından beri on yıl geçmişti, ancak hala varlıklı insanlarla kardeşçe, birlik beraberlik içinde yaşamak mümkün müydü? Öyle insanların evine yaklaşmak bile engellenir, bir hakaret olarak kabul edilirdi!

Neden sonra aklına yakın zamanlarda gerçekleşen bir olay geldi:

Agılıg vadisinde ağılın kadınları içki içmeye gelmişlerdi. O zaman eşi “Benim sağmal hayvanım yok, hoytpak15 bende ne arar?” deyince, içkiciler atlarına binip uzaklaşırken onlara bir koşma16 söylemişlerdi:

 
Bir parça pipo tütününü,
Şifalı ot diye mi verdin?
Bir fincan içkini,
Kaynak suyu deyip mi verdin?
 

Bu aslında o kadar da alınılacak bir türkü değildi. Ancak sonradan söyledikleri gerçekten inciticiydi:

 
Çukurluk, ovalık yerde otlayan
Boz atın mı var, sarı ala atın mı var? 17
Oğlanların kızların oyunlarını oynayan
Oğlun mu var, kızın mı var?
 

Anne babası bu halde, böyle yoksulken çocuğun durumu nasıl olacaktı? Bu yüzden köy muhtarı Kırgıs Alday-ool’un “MAE, ÇAE’ye18 girip halk için çalışmak iyidir” fikri galiba doğruydu.

O böyle yatıp düşünürken bebek uyanıp ağlamaya başladı. Hemen kalkıp süt ılıttı. Eşini de uyandırmadı, bebeği kendisi besledi.

Şimdi onun aklı şuncacık küçük çocuğa takılmıştı:

Dün aşağıdaki ağıllara vardığında bir evin bebeğinin hastalandığını, hastalığı iyileştirsin diye şaman çağrıldığını duymuştu. Girdiği çadırda kafası kabak bir ihtiyar kadının söylediklerini hatırladı:

– Bu çocukların başına felaket gelmiş. Adamın karısı arka arkaya üç kere doğum yaptı; ilk çocukları olan ikizler hemen öldü. Şimdi yeni doğan bebeği de hastalandı. Bu zamanda doktor denen insanların da iyileştirebileceği bir hastalık değil bu. Daha et, kan tutmamış küçük çocuğa çuvaldız gibi sivri demir sokmanın ne faydası var; bırakın küçük çocuğu, yetişkinlere bile ilaç zerk etmek hayırlı bir iş olmaz. Eski zamanlar olsa, güçlü şamanlar ayin yaparak bu çocukları kurtarırdı. Eskiden, benim küçüklüğümde bizim komşu ağılımızda yeni evlenen kızların çocukları öldü. Bir şaman davet edildi, vura vura ölen bebeği sarsıp yiyeceklerle birlikte dağ geçidine19 götürüp bıraktı. Sonradan bir de bakıyorlar ki, birisi bırakılan heybedeki içkiyi içmiş, yiyecekleri bitirmiş ve ölmüş. Böylece çocuklarının hastalığı başka kişilere geçer, çocuklar ölmez.

Adam bu düşünceler yüzünden uyuyamadı. Ateşi canlandırırken etrafına korku ve şüpheyle bakıp durdu:

– Kötü inanışlar bunlar, bu zamanda böyle şey kaldı mı? Bunlar Sarı Dinin20 kör propagandası! Hala bazı şarlatan lama ve şamanlar okuma yazma bilmez insanları böyle kandırıyorlar. Onların kökünün kurumasına az kaldı. Bu zavallı bebeği bu soğukta yol kenarına bırakan kötü insanlara yazıklar olsun! O kel kadın da önce kendi kelliğine çare bulsun!

Adam bu düşüncelerle uykuya daldı. Sabah erkenden uyanıp atını yemledi, sonra ateş yaktı, çay kaynattı. Eşi uyanır gibi oldu. Adam “Daha uyu, uyu. İyice dinlen!” dedi.

Oyalanmadan içinde sadece birkaç koyun olan ahırına gitti. Eşiyle birlikte uzun yıllardır birlikteydi ama ona danışmadan, onun rızası olmadan hiçbir hayvana asla el sürmemişti. Ancak bugün farklı düşünüyordu. Bir kere eşi “yeni doğum yapmıştı”, kuvvetlenmesi gerekti; ona taze et, koyun çorbası lazımdı. Bu dünyaya çocuk getirmek, bir oyun değildi; evvela doğum toyu21 yapılması gerekliydi, bu gelenek öyle her insanın gücünün yeteceği bir şey değildi.

Bu sabah adamın bambaşka bir ruh hali vardı. Onlar her zaman yalnız yaşamışlardı. Bu alışkanlıkları yüzünden gürültülü, kalabalık yerlerden her daim uzak durmuşlardı. Atını kamçılamak zorunda olmasa ağılların köpekleri havlamaz; yatan koyunları ürkütmese kimseyle selamlaşmak mecburiyetinde kalmazdı. Ağıllardaki küçük çocuklar bile onun kırmızı yüzüne karşı “Bışkak-Çaak”22 derdi. İlginçtir, kimse onun gerçek adını söylemez, kimse ona “Herel” demezdi. Adam da bu durumun farkındaydı, ama neden ona adıyla seslenmediklerini kimseye sormayı akıl edememişti. Eğer bugün ağıllara kalkıp giderse bu durumun değişeceğinden emindi. Artık kimse ona lakap takmaz, küçük çocuklar da onu kendi oğlunun adıyla anar, “onun babası geldi” diye karşılarlardı. O artık gerçek bir insandı sanki, hayvancılıkla geçinen ve evlat sahibi biri… Ama…

İşte, işin bir ama’sı da vardı ve Herel çifti de bu ama’nın zorluğuna katlanmak zorundaydı.

Adam, anca kendi karınlarını doyurmaya yetecek kadar eti olan iki yaşındaki bir koyunu kesmeye başladı. Eşi uyurken hayvanın içini bizzat kendisi temizledi; kanını çöreme23 yapmak için ayrı bir kaba aldı.

Kan pişerken köpeğin havlaması duyuldu. Gelen, Agılıg’ın üst taraflarında yaşayan sağır ihtiyar Mıyıs-Kulak’tı. Oyun Herel onu çok iyi tanırdı: Esasen Mıyıs-Kulak oralı değildi. Kimilerine göre aslen Hemçikli, kimilerine göre ise Erzin-Tesliydi.

İşin aslı kimse onun nereli olduğunu bilmezdi; Oyun da onun memleketini hep merak etmiş olmasına rağmen bunu hiç araştırmamıştı. Mıyıs-Kulak’ın gerçek adı Monguş Kodanmay’dı. Monguşlar Tuva’nın bütün bölgelerinde, bütün köylerinde yaşar. Onun Agılıg’da görülmeye başlaması, Tuva’da devrimin yayılmasından hemen sonra olmuştu. Monguş Kodanmay aslında çok hasta, avare bir adamdı; üstelik kulağı da duymaz, insanlarla yavaş yavaş konuşmaya çalışırdı. Bu yüzden belindeki kuşakta inek boynuzundan yapılmış bir boru taşıyıp duru, insanlarla konuşurken bu boynuzu kulağına tutardı. Bundan dolayı halk ona “Mıyıs-Kulak”24 lakabını takmıştı. Agılıg’a geldikten sonra Mıyıs-Kulak epeyce iyileşmişti. Üstelik çok geçmeden Şırbaŋ-Kök’ün annesiyle de evlenmişti. O zamandan beri burada yaşıyordu. Sağır olmasına rağmen evinde boş boş oturmaz, meşe süpürgesi yapıp satar; gazete dergi okur ve meclisteki toplantıları dinelemeye giderdi. Bu yüzden halk ve oymakların yöneticileri onun bu “faalliğini” öve öve bitiremezdi.

Mıyıs-Kulak eşiği aşıp25 başıyla selam vererek ateşin yanına tek dizini altına olarak oturdu. Herel, tenceredeki eti ağaç saplı kanca ile döndürürken, gelen misafirine seslendi:

– Orası nemli. Mindere oturunuz!

Mıyıs-Kulak kuşağındaki boynuz boruyu sağ kulağına tutup Herel’e dönerek: “Ha, ne dediniz siz?” diye bağırdı. Herel eğildi, biraz daha yüksek sesle “Minderin üstüne oturun diyorum. Atınız da sağlıklıymış, çok bahtlı bir insansınız siz” dedi.

Mıyıs-Kulak, “Atım oldukça güçlüdür” diyerek gösterilen yere geçti; çayırmelikesinden yapılmış piposunu tüttüre tüttüre içmeye başladı:

– Ne hazırlığı bu sabahleyin?

Herel cevapladı:

– Erken kalkan et bulur!

Mıyıs-Kulak dudakları biraz açık, sivri ön dişlerini göstererek gülümsedi. Ancak Herel, onun sivri dişlerine tedirgin oldu ve misafirinin gülümsemesine zoraki karşılık verdi.

– İşte böyle. Hayatımız geçiyor. Dağlardan meşe yumağı otu toplamak niyetim. Otlar şimdi kurumaya, sertleşmeye başlamıştır. Şimdi dağ çalıları çok sağlamlaşmıştır.

Tenceredeki yemek pişti. Ağaç tepsiye konan yağlı etin ve sıcak kanın güzel kokusu bütün çadırı doldurdu. Herel, yorgana sarılmış yatan eşini uyandırdı. Eşi tam yataktan kalkarken yorgana sarılı bebek ağlamaya başladı. Herellerin bebeği olmadığını bilen Mıyıs-Kulak çok şaşırdı, gözleri birbirleriyle güreşen iki boğa gibi yuvalarında fır döndü.

2.Tuvaların Yenisey nehrine verdikleri isim: Ulug-Hem “Büyük-Nehir”.
3.Tuv. kaŋgmııl, Türk. döngele / töngelen: kurak mevsimde rüzgârın sürüklediği çalı topağı.
4.Tuv. dalbıy “kar küremek için kullanılan üçgen araç”.
5.Tuv. haptıga: Tuva’da kadınların giydiği kenarları kürklü bir tür kadın börkü.
6.Tuv. moova: canavar, yaratık!. Tuvalarda hayvanları azarlamak için söylenen söz. Bununla birlikte Tuvalar at gibi hayvanlara kötü söz söylenmesini hoş karşılamaz (Kenin-Lopsan, 2019: 181-182).
7.Tuvalarda hırsızlık en büyük ayıplardan biri olarak kabul edilir: Oor, megeniŋ oruu çaŋgıs, tamıga kirer “Hırsızla yalancının yolu birdir, cehenneme girerler” (Kenin-Lopsan, 2019: 71).
8.Tuvalarda diğer Türk halklarında olduğu gibi saçı geleneği yaygın bir inanıştır. Özellikle şamanlar tarafından kutsama törenlerinde (Tuv. dagılga) gerçekleştirilen bu adet halk tarafından da bereket için, kötü ruhlardan korunmak için farklı zamanlarda ve mekanlarda icra edilir.
9.Tuvalarda saçı yapılırken söylenen algışlardan (Türk. alkış) biri.
10.Tuva Türklerinde aza, çetker, buk, albıs, şulbus ve diireŋ gibi şeytanlar veya kötü ruhlar bulunur. Bunlar genellikle mezarlıklarda, ormanlarda, nehir kenarları gibi ıssız yerlerde bulunur. Bunların musallat olduğu kişiler hastalanır ve ölür; kimi zaman da şamanlık alametleri göstermeye başlar (Kenin-Lopsan 2019: 366).
11.Tuv. baglaaş: Atın bağlandığı direk. Tuvalar baglaaşı kutsal kabul eder, devirmez, balta ile kesmez (Kenin-Lopsan, 2019: 67).
12.Tuvalarda azıraan avay “besleyen, büyüten anne” ya da azıraan açay “besleyen, büyüten baba” kavramı mevcuttur. Tuvalarda bir insan çocuksuz yaşamaz ve ölmez. Bu nedenle çocuğu olmayan kişiler, kendi akrabalarının çocuklarını evlat edinirler (Kenin-Lopsan, 2019: 105). Evlat edinilen en meşhur Tuvalardan biri repressiyanın en tanınmış mağdurlarından olan Monguş Buyan-Badırgı’dır ve amcası tarafından evlat edinilmiştir.
13.Tuv. eres: yiğit, cesur, kahraman. Romanın başkahramanı Eres’in adı.
14.Tuv. dündük: Çadırın üstünde duman çıkan pencere. Tuvalar dündük’ü kutsal kabul eder, onu saçı yaparak kutsarlar. Dokuz Gök inancı sebebiyle bu pencere tam olarak örtülmez. Çadır halkı uyurken Dokuz Gök’ün yıldızlarının ev halkını bu pencereden gözetip korudukları düşünülür (Kenin-Lopsan, 2019: 180).
15.Tuv. hoytpak: Sütün ekşitilmesi ile elde edilen bir tür geleneksel içecek. doskaar adı verilen özel bir fıçıda fermente edilir (Kenin-Lopsan, 2019: 312).
16.Tuv. kojamık: koşma.
17.Tuv. sarala: sarı ala, at donu. Tuva Türklerinde at donları için bk. (Kenin-Lopsan, 2019: 20-22).
18.MAE: Mal Ajılınıŋ Eştelgezi “Hayvancılık Kooperatifi”; ÇAE: Çer Ajılınıŋ Eştelgezi “Tarım Kooperatifi”. Tuva Türkçesinde Komünizm ideolojisine dair çok sayıda kısaltma bulunmaktadır: bk. Tosun 2018.
19.Uluslararası alan yazınında sky burial “göğe gömme” olarak da adlandırılan bu geleneğe göre vefat eden kimse mezara konmaz ve açık bir alana bırakılır. Kenin-Lopsan’a göre (2019: 231) 1930’lu yıllara kadar Tuva’da da görülen bu gelenek, günümüz Tibet’inde yaşamaya devam etmektedir.
20.Tuv. sarıg şajın: Sarı Din. Lamaizm’e Tuva Türkçesinde verilen isim.
21.Tuvalarda çocuk/doğum toyu, bebek saçı toyu, yün toyu, hasat toyu, ot toyu vb. gibi çeşitli kutlamalar mevcuttur (Kenin-Lopsan, 2019: 159-181).
22.Tuv. Bışkak-Çaak: Deri yanaklı, deri suratlı.
23.Tuv. çöreme: Bağırsağa kan ya da et doldurularak yapılan bir tür yemek.
24.Tuv. Mıyıs-Kulak “Boynuz Kulak”.
25.Tuvalarda eşiğe basılmaz, eşiğin üzerine oturulmaz. Eşik sol ayakla aşılarak çadıra girilir (Kenin-Lopsan, 2019: 90).