Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Issız Köşe», sayfa 3

Yazı tipi:

Kadın bebeği sevdi, okşadı:

– Şimdi neden ağlıyor? Eyvah, altına yapmış bizimki. Altındaki deri bezi değiştirelim.

Herel de tekrar kara sandığına gitti.

Mıyıs-Kulak “Çocuk sahibi mi oldunuz? Nereden buldunuz?” diye sordu.

Herel diyecek söz bulamadı, sadece sandığını hışırdatarak karıştırmaya devam etti. Kadın bebeği okşarken “Nereden buldunuz da ne demek!” diye homurdandı.

– İnsanın evladı yerde mi yatar, evinde yatar herhalde. Acele et, bezi getir adam!

Sandıktan da bir deri alıp gelen Herel, bebeğin altını alırken söylenip durdu:

– Onun adı Eres! Onun adı Eres!

Çadırdakiler yemek yemeye başladığında Herel doğruldu, keçe ile sarılıp ısıtılmış kavak fıçıdaki hoytpağı karıştırdı:

– Mıyıs-Kulak dede geldi, şuncağızın neye benzediğini görmüş değil hanım. Biraz hoplatıver.

Herel, lafı değiştirmek için “Soğuklar da başladı, göç zamanı da geldi” dedi, büyük kara tencereye hoytpak koydu, ağaç kökünden yapılma tahta kepçe ile hoytpağı karıştırdı, imbik ve demir kâseyi hazırladı.

Kısa süre sonra içki, imbiğin oluğundan hızla akarak ağaç kovayı doldurmaya başladı. Bu arada misafirin çenesi düşmüş, kulağının sağırlığı birden azalıvermişti. İmbikte kepçe dönerken suyun rengi değişmeye sıcak boja süzülmeye başladı26.

Yemek var, içki var, sohbet de güzel. İşte o anda Herel, hayatının mükemmel, kusursuz olduğunu düşünmeye başladı. Sonra çok ilginç bir şey oldu: Mıyıs-Kulak ansızın “Acelem var” diyerek ayaklandı, hızlıca atına bindi ve gitti. Herel, misafirinin dün gece eşinin bebekle birlikte geldiği yoldan atını dört nala sürerek gidişine baktı:

– Ne tuhaf biri!

Eşi, “Sen onun sağır kulağına mı şaşırıyorsun, yoksa çarpık dişlerine mi?” diye sordu.

– Sağır kulağına da çarpık dişlerine de…

– Yaa, işte insanlar böyle tuhaftır, dışarda gezen boğalar gibi…

– Ben onun kulağının sağırlığına inanmıyorum, şüphe duyuyorum. Onun o çarpık korkunç dişlerini de bir yerde daha gördüğümü hatırlıyorum.

– Böyle bir şey nasıl unutulur canım?

– Biz o zaman Agılıg nehrinin ağzının üst tarafındaki çayırlıklara göçmüştük. Beni vurup yaralamışlar, atımı da gasp etmişlerdi. O zaman bizi soyanların birisi dikkatimi çekmişti. Yüzünü kara bir bezle örtmüştü, üstelik onun sivri, çarpık dişleri vardı.

– Sen deli misin, neredeyse ölüyordun; ama ona rağmen onun gözünün çapağını bile görmüştün!

– Evet, Mıyıs-Kulak’ın dış görünüşü de ilginç.

– İlginç, ilginç. Söyleyecek söz yok. O zaman seni yaralayan, Çazaradır dedeyi vuran eşkıyaları Kırgıs Alday-ool ve adamları kovmuşlar, tek bir tanesi bile geride kalmamıştı. Bunu bana sen kendin söylemiştin canım.

– Evet aynen öyle. Hepsi temizlenmiş demişlerdi. Bunlar doğru, kurda tuzak kurarsan kendin tuzağa düşersin.

– İşte öyle. Oğlumuz altını ıslatmış.

Böylece konu kapandı.

Birkaç gün sonra Mıyıs-Kulak, kafasını içkiden kaldırdığı nadir zamanlarda, gördüklerini anlatmaya koyuldu. Önceleri onu dinleyenler ne anlattığını anlayamadılar. “Çocuğun başındaki bela gitti, şeytanların belası başkalarına geçti” dedikodusu Mıyıs-Kulak sayesinde bütün ağıllara yayıldı.

Çok geçmeden Mıyıs-Kulak Herellere yine geldi. Herel’e eşinin duyamayacağı bir anda gizlice bir sürü şey anlattı:

– Sizin bir oğlan çocuğu bulduğunuza dair dedikodu Agılıg’a sığmaz oldu. İnsanlar “Bulunan bir hayvan olsa da kayıt altına alınması lazım” demeye başladı. “Köy muhtarı Alday-ool’un emri altında olup da güvendiği kişiler bu durumu ortaya çıkardı” diyorlar. Sizin ifadenizi almak için çok geçmeden bir elçi göndereceklermiş muhtemelen. İyi birisin, her şeyi bilesin diye önce gelip haber verdim. Alday-ool, zorlu bir insandır. Halkın çocuklarının haklarını çok iyi korur. Agılıg’daki eşkıyaları biz temizledik diye övünüp dururlar. Hangi eşkıyalar onlar, gerçekte kimler? Çazaradır’ı öldürdüklerini kim görmüş! Soyguncuların kim olduğu da meçhul. Şimdi eninde sonunda sana musallat olacak. Dolaşmış ip yumağı gibi aklından ne geçer kim bilir! Halktan bir çekincem yok, insanlara karşı bir suç işlemişliğim yok, ben her zaman doğruları konuşurum. Olacakları iyice düşünüp bölge yöneticilerine haber verirseniz iyi olur diye düşündüm. Bir şey için için yanarken söndürmek zordur.

Mıyıs-Kulak çekip gitti.

Oyun Herel, karısına “Bu adamdan kuşkulanıyorum. Şimdi başımızı belaya soktu” dedi.

– Ne söyledi?

Adam, Mıyıs-Kulak’ın anlattığı her şeyi eşine de anlattı. Eşi, “Hakikaten şüphe duyulacak bir şey” diyerek düşüncelere daldı.

Karı koca gün batıncaya kadar düşünüp taşındılar. Artık evlat sahibi olduk, ana baba olduk, halkın MAE, ÇAE kuruluşlarına girip birlikte çalışsak iyi olmaz mı? Biricik atımızı halkımızın ortak malına katsak ne olur? Kirli, eski sarı keçeler taşıyıp, varla yok arası bir birkaç hayvan besleyip avare gibi göçüp daha ne kadar yaşarız? Atalarımızdan yüzlerce yıl boyunca bize ne ulaştı, miras olarak ne aldık biz? İnsanlarımıza olan borcumuzu nasıl öderiz?

Biraz sonra kocası lafa girdi:

– Düşündüklerimiz kesinlikle doğru. Aynı kanaatteyim. Buradan göçelim, Şivilig’e gidip yaşayalım!

– Agılıg’da sürünmek ne işe yarar? Çok eskiden beri bildiğimiz insanlar bunlar.

– Mıyıs-Kulak bana bir haber verdi. Şimdi gelip beni köyün muhtarı Alday-ool’un önüne sürdü.

– Mıyıs-Kulak’ta bir şeyler var, bize bir kene gibi yapıştı. Bebeği bulduğumuzu sadece o biliyordu, bunu insanlara o duyurdu!

– O okur yazar biri ama ben….27

Adamın nefesi kesilir gibi oldu, koynunda tuttuğu tütün kesesini arandı. Piposunu yavaş yavaş tüttürdü, uzun süre sessizce oturdu ve en sonunda:

– Benim fikrim bu, Mıyıs-Kulak’tan uzak duralım. Şivilig’de benim pek çok arkadaşım var. Onlardan biri de İrbijey. Geçen yıl ondan un almaya gitmiştim. Çok çalışkandır, elinden her iş gelir. Rus çiftçilerle de arkadaş. Çoluğu çocuğu da çok.

Sonraki gün kirli kara çadırın yeri ıssız kalmıştı. Vaktiyle içinde on kadar koyun keçi duran çitleri seyrek ağılın kapısı, içeri hiçbir kimse girmesin diye iyice kapatılmıştı. Çadırın sahipsiz kalan boz direğine bir çaylak28 tünemiş etrafı gözlüyordu. Çadırın boş kalan yerinde dört beş saksağan dolaşıyor, ev halkının geride bıraktıkları için kavga ediyordu. Ocağın durduğu yerde seyrek otları eski dökme demir kazan örtmüştü, yan yatmış kazanın altında büyük geniş bir taş görünüyordu.

Doğuda, yüksek dağların zirvelerinde güneşin aydınlık ışıkları gözükmeye başlamıştı.

BİRİNCİ BÖLÜM

Geyiklerin büyük boynuzları göz kamaştırıyordu, şişmiş burunlarından gelen nefesleri kaynayan çaydanlıktan çıkan duman gibi dağılıyordu. Elinde uzun bir değnek tutan Çukçi29, kızağı Ulug-Hem’in dalgalarındaki bir kayık gibi yürütüyordu. İhtiyar, yol iyice engebeli bir hal almaya başlayınca sessizleşti ama Ren geyiklerini biraz olsun bile yavaşlatmadı. Geyiklerin tabanlarının altından yuvarlak yuvarlak donmuş karlar, etrafa saçılıyordu.

Kızakçının yanında her yerini köpek postundan yapılmış bir kürkle örtmüş biri daha vardı. Adam, gözlerini hiç kırpmadan tek bir yere odaklanmıştı. Sınırda birlikte askerlik yaptığı dostunun nasihatini aklından çıkaramıyordu:

– Üzülme Eres. Hayat denen şey doğaldır, nihayeti olmayan bir şey yok!

Kürklü adam ne yolun engebeli oluşuyla ne Ren geyiklerinin süratiyle ne de ihtiyar Çukçi’nin kımıldamadan duruşuyla ilgileniyordu. O şimdi derin düşüncelere dalmıştı:

Eres’in ailesi, her zaman yoksul bir aile olmuştu. Babasının sadece tek bir tane kara, hantal atı vardı ama ne kışın ne de yazın atını kamçılardı. İhtiyar Oyun Herel’in hayvanlarını böyle koruması, Şivilig halkına ilginç gelirdi. Hiç kimse ihtiyarın atının bir kez bile zayıf düştüğünü görmemişti. İnsanlar bu at için “Daha taylığından semiz bir hayvandı” derdi. Dışarıdan bakılınca sanki hiç işe koşulmamış gibi gelebilirdi ama işin aslı öyle değildi. Soylu bir attı. Henüz bir yaşındayken, Herel onu MAE’ye, sonrasında da MÇAE’ye30 vermişti. En sonunda, dişleri yıpranan ve iyice yaşlanan atını kolhoza bırakmıştı.

Hereller Şivilig’e göçüp geldiklerinden itibaren her zaman iki çadır halinde yaşamışlardı. Komşu hanenin sahibi İrbijey’di. İrbijey, Herel’e göre oldukça zengin biriydi. Ailesi geniş, hayvanları çoktu. İrbijeyler oldukça yiğit insanlardı… Evin beyi Rusça bilir, arada bir Moğolca da konuşurdu. İrbijeyler, üstelik Herellerin akrabası değildi; son zamanlarda, Herel Şivilig’e göçüp geldikten sonra yakınlaşmışlardı. Daha önce sadece birbirlerini tanıyorlardı. Eres, bunları annesinin anlattıklarından biliyordu. İrbijeylerin kızlarını yetişkindi, bazıları da evlenip gitmişlerdi… Yıllar geçtikçe, İrbijeylerinin evi boşalmaya başlamıştı.

Eres, İrbijey’in kızları evlenip gittikçe “Kız çocuklarının faydası yok31, çekip gidiyorlar” dediğini kim bilir kaç defa duymuştu.

İrbijey’in hanımı da “İnsanın evladı olsa ne olur, sana faydası yok, işte böyle zamanlar yaşıyoruz” derdi. İrbijey bir keresinde en küçük çocuğunu şefkatle severken “Gidenler gidiyor işte ama babasının yurdunu bırakmayacak oğlum da yok değil” demişti.

İrbijeylerin biricik oğlu Lapçar’dı. Eres’ten neredeyse iki yaş büyüktü. Onlar hep birlikte büyümüştü. Birlikte koyun gütmüşler, balık avlamışlar, her şeyi birlikte yapmışlardı. Hatta aralarındaki yaş farkına rağmen okula birlikte başlamışlardı. Karı koca İrbijeyler “Tek oğlumuz, biricik oğlumuz” derken çocuklarını iki yıl okula geç yazdırmışlardı.

İrbijey’in özü sözü birdi; “alırım” derse alır, “veririm” derse verirdi. Bu yüzden Herel, ona çok saygı duyardı. Zengin İrbijey, Herelleri kendisine dost olarak seçmişti. Bu yüzden kimileri Hereller hakkında, “ağaların uşağı” olmuş diye konuşup duruyordu. Aslında İrbijey, “öyle ağalardan” sayılmazdı. Her zaman kendi malı hakkında insanlara “Bunlar halkın malıdır” derdi. “Halkın malı olsaydı, halkta dururdu, sende değil” dediklerindeyse “Eğer halk hepsini isterse hepsini veririm” diye karşılık verirdi.

İrbijey gerçekten de dediğini yapmıştı. Tuva’da kolektifleşme32 başladığında, bazıları hayvanlarını israf etmiş, çocuklarını küçük yaşta evlenmiş göstererek onlara çeyiz olarak vermişti ama İrbijey hayvanlarını kolhoza eksiksiz teslim etmiş, kendisi de orada çobanlık yapmaya başlamıştı.

Eres’in kendisi de İrbijey’i çok severdi. Bu yüzden o kalabalık ailenin reisi, Eres için yakın bir akraba gibiydi.

Bir gün okulda ilginç bir olay olmuştu. Lapçar ne de olsa Eres’ten yaşça büyüktü ve bir gün Eres’i okuldan kaçmak için ikna etmeye çalışmıştı. Eres de bunu öğretmenine söylemiş, Lapçar da öfkelenerek ona “Yerde yatan yabani şey seni” diye bağırmıştı33. Eres gece Şivilig’e dönmüş, döner dönmez de bu durumu anne babasına anlatmıştı. Kalbi kırılan Herel, bir çırpıda İrbijeylere gitmişti. Durumu öğrenen İrbijey, çadırın kapısında atına eyer bile vurmadan binmiş, dört nala bölge merkezine gitmiş ve biricik oğlu Lapçar’ı bütün öğrencilerin önünde kamçısıyla dövmüştü. Lapçar’ın sırtında oğlak . derisi elbisesi olmasa ne olurdu kim bilir. Sonraki gün İrbijey’e bir elçiyle köy mahkemesinden celp gelmişti. Mahkeme başkanı, İrbijey’e reşit olmayan birine el kaldırmak suçundan muhtarlık çadırında yakılmak üzere yedi gün ağaç kesme cezası vermişti. İrbijey evine döndüğünde ağzını bıçak açmıyordu. Herel, ona yardım etmek istediyse de İrbijey’i bir türlü ikna edemedi. İrbijey, köy evinin etrafındaki ağaçlardan bir yığın yaptı, uzaktan bakıldığında söğüt dalında bir saksağan yuvasına benziyordu. Eres’le Lapçar bir daha senli benli olup birbirleriyle görüşmediler.

Yedinci sınıfı bitiren Lapçar, o zaman yeni kurulan kolhoza gidip çalışmaya başladı. Eres Kızıl’a gidip köy ekonomisi teknik okuluna girdi. Ziraat mühendisi olmak istiyordu. Okulu devam ederken Lapçar’ın askere çağrıldığı haberini almıştı. İki yıl sonra, teknik okulun son sınıfındayken Eres’in de askerlik çağı geldi. O yıl annesi babası yaşlı diye askerliğini tecil edip askere gitmedi. Teknik okulu bitirip kolhozda yeni çalışmaya başlamıştı ki, annesi vefat etti. Babası ona o zaman şöyle demişti:

Bir erkek için ilk şeref vatanını korumak, ikinci şeref ise ailesinin adını lekelememektir. Bu ihtiyar babanı bırak, düşünme. Halkım yorgan, insanlarım gömlek, bana bir şey olmaz. Vatanımız için erkeklik görevini yerine getirip gel, oğlum. Halkıma yük olmadım, insanlarımı sıkıntıya sokmadım. Babanı utandırma. Babanın sözünü unutma oğlum!

Evlenmek istese, tanıdığı kendisinden yaşça büyük kızlar da vardı. Bununla birlikte Eres, “Yapılacak iş zamanında yapılmalı, yenecek et yağlı olmalı” diye düşünerek o sonbaharda askere katıldı.

Nişanlısı onu bekleyecekti.

Eres Herel, askerlik için Çukotka’ya gelmişti. Burası hakkındaki bildikleri sadece duyduklarından ibaretti. Eskiden okulda coğrafya öğretmeninin anlattıklarını hatırladı: Alaska ile Çukotka arasındaki geçidi atlı kızağı olan biri bir günde geçebilirdi. Aslında öğrencilik zamanlarında bir romancının “Çukotka” adlı hikayesini de okumuştu.

Karakoldan çıkıp yolun zorlu kısımlarını geçip yol açıklığına geldiklerinde, ihtiyar Çukçi’nin sesi duyuldu:

– Tuva’da da Ren geyiği var mı demiştiniz?34

– Evet var, ama onlara kızak koşulmaz, sadece binilir.

– Kızağa alıştırılsalar iyi olur. Kara yolculuklarında kızak çok uygun bir araçtır. Bizler böyle düşünüyoruz.

– Böyle orman olmayan, açıklık yerler daha da uygun olur. Bizim oralarda gündüz vakti bile zifiri karanlık olan derin ormanlar var. Oralarda kızak insanın aklına gelmez bile.

İhtiyar sessizce bunu doğru bulduğunu belli etti. Ren geyikleri iyice hızlandı.

İhtiyar, “Sizin o ‘deve’ denen hayvanınız nasıl bir hayvan peki?” diye sorarak konuyu değiştirdi.

Eres, “Deve taygada olmaz, şu Erzin-Tes bozkırlarında da olmaz muhtemelen” dedi; Erzin-Tes’i bilmediği için böyle düşünmüştü, “Deve, Moğolistan sınırına yakın yerlerde olur”. – Eti yenir, sütü içilir mi?

– Laf yok, hörgüçlerinde çok yağ var.

– Binilir mi, kızağa koşulur mu?

Eres, biraz uzunca düşünerek “Ne ata ne öküze ne de Ren geyiğine kızak çektirilir. Uzun, iri bir hayvandır ve Ren geyiği kadar çevik değil”.

– Nasıl biniliyor?

– Sök-sök! deyince deve yatar. Ondan sonra iki hörgücün arasına oturursun, aynı eyer gibi.

İhtiyar Çukçi, gözlerini kısarak gülümsedi. Seyrek sakalları buzlanmıştı.

Eres devam etti:

– Yazın su içmez, kışın otlamaz.

– Dinliyorum, dinliyorum. Gerçekten öyle bir hayvan ha? Ren geyiği de öyle bir hayvan olsa?

– Ren geyiğinin deveye benzemesinin ne faydası var? Ona sahip olmaya herkesin gücü yetmez.

Üç saat kadar sonra havaalanına ulaştılar. Eres’i orada bekletmediler. İhtiyar Çükçi, yolcusuyla vedalaşıp geri döndü. Eres, kızıl yıldızlı küçük bir uçağa bindi ve Habarovski’ye inene kadar derin derin düşündü:

– Bizim Ana vatanımızda insandan daha kıymetli bir şey yoktur hakikaten. Ya zavallı ben neyim? Ne bilim insanıyım ne kahramanım ne de bir generalim. Ben sadece sıradan bir çavuşum. Bu uçak sadece benim için böyle uzak yerlere gidecek. Uçakta sadece pilot yok. Telsizci de var. Seyrüseferci de var. Ana vatanıma, bütün Sovyet halkına faydalı bir kişiyim ben.

Çavuş düşünmeye devam etti, düşündükçe mutlu oldu, keyiflendi. Pencereden aşağı bakınca, beyaz karlarla kaplı ucu bucağı olmayan genişlikler görünüyordu. “Bizim ana vatanımızda insandan daha kıymetli bir şey yoktur hakikaten” sözü kulağında çınlıyordu. Eres imkânı olsa, o soğuk ve sessiz genişliklere atlayıp bu sevdiği yerleri öpmek, donmuş yere yüzü koyun uzanıp sarılmak isterdi. Bir kişinin memleketi buzdan da olsa o kişiye sıcak gelirmiş.Ana vatanıma, bütün Sovyet halkına faydalı bir kişiyim ben” düşüncesi aklından bir türlü çıkmıyordu.

Aslında yol o kadar da uzun sürmemiş, üçüncü günün sabahında Kızıl’a35 varmıştı.

O askere uğurlanırken Kızıl görülmeye değerdi. O zaman güzdü. Çiçekler kıpkırmızıydı. Aslında Eres’i uğurlayan kimse yoktu. İhtiyar babası ona sadece Şagaan-Arıg’a kadar refakat etmişti. Nişanlısı da…

Eres Kızıl’a geldiğinde orada uğurlananlara gıpta etmemişti bile. Aksine oradaki herkes onu uğurlamaya gelmişti gibiydi. Eres, her şeyi açıkça görmüştü ama Şagaan-Arıg’da uğurlayanların ve uğurlananların kalabalığından dolayı bir şeyleri fark edememişti. Ancak şimdi farklıydı, bu kalabalık ona çok ilginç geliyordu. Nişanlısı olmayan erkek neredeyse hiç yok gibiydi. Müzik, çiçekler, kızlar… Kısaca söylemek gerekirse kızlar ve çiçekler, çiçekler ve kızlar… İki yıl önce Kızıl muhteşemdi.

Eres, uçaktan iner inmez hemen Kızıl’ın güzelliğini gördü. Sanki Kızıl yaşlanmıştı ya da ona öyle gelmişti. Böyle bir şey olabilir miydi, yani bir şehir insan gibi yaşlanabilir miydi?

Eres, eşyalarını sırtlanmış insanları geçe geçe hızla havaalanı binasına gitti:

– Şagaan-Arıg’a uçak var mı?

Pilot üniformalı, bembeyaz yüzlü; gözlerini, kirpikleri kapkara boyamış güzel kız, elinde dergi, kulağında telefon, Eres’i dinleyip dinlemediği meçhul, ayakta duruyordu.

Eres neredeyse bağırarak “Sagaan-Arıg’a uçak var mı?” diye tekrar sordu.

Kız telefondaki konuşmasını bitirip dergisini kapadı ve Eres’e baktı:

– Az sonra, on dakika sonra uçak var.

Eres, “Bilet var mı ya da uçakta yer var mı?” diye ısrarla sordu: “Ben askerim!”.

Kız, “Sizin asker olduğunuzu çok iyi görebiliyorum” diyerek lambasının ışığını iyice açtı, altın dişlerini göstererek gülümsedi, “Ne kadar da güzelim” dermişçesine Eres’e baktı. – Acelem var.

– Bugün bilet yok, çavuş yoldaş.

Kız tekrar gülümsedi.

– Havaalanı müdürlüğüne gitsem?

– O sizin bileceğiniz iş. Ancak yer yoksa müdür ne yapabilir ki?

Eres, neredeyse anlaşılmaz bir sesle “Benim bugün eve yetişmem gerek” diye mırıldandı.

Kız “Müdüre gidiniz.” diye tavsiyede bulundu.

Eres müdürün odasına alelacele giriverdi. Selamlaştılar. Müdür, Tuva’nın tecrübeli pilotlarındandı, oldukça tanınan biriydi, sakin sakin Eres’i dinledi. Eres derdini kısaca anlattı, çünkü sadece on dakikası vardı, uçak havalanıp gidecekti; ondan sonra uçağı geri döndürebilmenin bir yolu yoktu. Müdür oldukça kalın parmaklarıyla telefonun tuşlarına sertçe basarak görevliyi arayıp bilet durumunu sordu. Eres, az önce veznede duran kızın “Bilet yok” dediğini kendi kulaklarıyla duydu.

Müdür, tekrar tuşlara sertçe basarak bir askeri çağırdı. Eres, müdürün arkasından baktığında onun ininden çıkan bir ayıya benzediğini düşündü: omuzları düşük, sırtı kambur, “eğile eğile yürüyor, geniş göğüslü yüksek tayga gibi”; ayaklarında köpek derisinden bol ayakkabı, deve gerdanı gibi duruyor. Eres müdüre hayranlıkla bakarken, ellerinde eşyaları çok acelesi olan on kişilik bir grupla karşılaştı. Müdür onları durdurup eliyle Eres’i gösterdi ve onun durumunu anlattı. Yolcuların bazıları sessiz kaldı, bazıları da balık gibi ağızları açık, Eres’e baktılar.

Kısa deri ceket giyen ihtiyar, müdürün karşısına çıktı:

– “Zamanınızı harcamayın, hava taşımacılığını kullanın!” diyorsunuz, hani nerede? Sizin lafınıza kandım, boşu boşuna bir gece kaybettim. İşimiz bozuldu, arabada oturacağıma gidip evinde otururum daha iyi.

Tecrübeli pilot “Hava durumunu biz değiştiremeyiz ki!” diyerek kollarını bağladı.

İhtiyar “Hava da hava!” diye içinden homurdandı.

Elbisesinin içinde fotoğraf makinesi gözüken biri “Benim gazetede acil bir işim var” dedi.

Şimdi sanki yol açılmış, bir dereyi tıkayan engel kalkmış ve su akmaya başlamış gibi bütün yolcular her yerden gelmeye başlamışlardı:

– Acelem var.

– Evde beni bekleyen hamile eşim var; yakında doğuracak.

– Bende çıban çıktı, her ay doktora tedavi için geliyorum, hastalığım ağır, bu yüzden uçağa binmek istedim, yolculuk kolay oluyor diye.

– Benim için imkânsız.

– Hayvanlarım zarar gördü.

Yolcular uçağa aceleyle girmeye başlamıştı. Çok ilginçti, uçağa ya da arabaya binecek olanlar, kendileri dururken eşyaları yerleştirmeye çalışıyor, sonra koşuşup duruyordu.

Havaalanı müdürü, kollarını bağlamış, tüylü köpeklere benzeyen büyük ayakkabıları giydiği ayaklarını iki yana açmıştı. Eres tecrübeli pilotun yüzüne baktığında “Elimden bir şey gelmiyor” çaresizliğini gördü. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu.

Az önce önlerinde biriken insanlardan geriye sadece bir kız kalmış ama ne Eres ne de pilot onu fark etmişti. Fark etmiş olsalar bile belki de dikkate almamışlardı.

Kız dışardan bakınca oldukça itinalı giyinmişti:

Kara keçeden yapılma ökçesiz ayakkabıları vardı; bütün düğmeleri iliklenmiş bir kahverengi palto gitmişti, kız soğuk olduğu için paltonun kara kuzu derisinden yakalığını yukarı kaldırmıştı; başını yüzünü açık bırakacak şekilde bir gri tüylü örtüyle sarmıştı, karşıdan bakınca sadece gözleri görünüyordu; zarif endamlıydı ama biraz göğsü genişti. İşin garibi, kızın giyim kuşamı, endamı Eres’e o an için bir bostan korkuluğunu hatırlatmıştı. Onun şimdi tek önceliği bir uçak bileti bulabilmekti.

Müdür ansızın kıza “Sana da bilet mi lazım?” diye sordu.

Kız, “Hayır, hayır” diyerek Eres’e bir kâğıt uzattı. Eres, irkilerek “Bu da nedir?” diye sordu:

– Bilet.

– Ya siz?

– Önemli değil… Yarın…

Müdür neşeyle “Neden soruyorsun? Mesele halloldu!” diye bağırdı.

Eres kaşla göz arasında kızın elindeki bileti serçe kapan şahin gibi alıp uçağa doğru koşmaya başladı.

Mesele halloldu!

Birkaç dakika sonra uçak havalandığında, Eres elindeki bilete baktı. Soyadı kısmında tek bir sözcük, Kırgıs yazıyordu.

Gideceği yer, Şagaan-Arıg. Ücreti: 25 ruble. 15 Aralık 1952.

– O telaşta bir teşekkür edememem çok korkunç. Benim param vardı, biletin ücretini neden vermedim, ne kötü bir duruma düştüm! Ya kızın parası yoksa? Ne yapar ne eder? Böyle iyi niyetli bir kişiye nasıl olur da böyle davranırım ben?

Eres, “Hiç olmazsa onu sonradan bulmak için görünüşünü hatırlamalıyım” diye düşündü.

Eres, uzun yaşamış ve çok şey görmüş babasını defnettikten sonra Şivilig’te uzun süre kalmadı. Zaman gelmişti. Vazife zordu. Geri döndü. Eres, nişanlısı Anay-kıs’la sohbet edecek kadar vakit bulamamıştı. Anay-kıs, onun babasını defnetmek için geldiğini bilecek kadar anlayışlıydı. Nişanlısı söyleyecekleri iyice düşünerek yine “Seni bekleyeceğim.” dedi. Eres sessizce itimat etti, iki yıl bekleyen biri için tek bir yıl daha beklemek çocuk oyuncağı olmalıydı.

Eres, Kızıl’a geri döner dönmez önce havaalanı müdürlüğüne gitti ve müdüre biletini aldığı kızı sordu. Tecrübeli pilot işi şakaya vurarak “O kızcağızı kim tanır ki!” diye cevap verdi. Eres, daha önce havaalanı veznesinde gördüğü kıza da gidip sordu. Veznedeki kız yine dergisini okumaya devam ederek o ismi tekrar etti: Kırgıs

Eres, daha sonra o kızla karşılaşırım, biletinin parasını vererek teşekkür ederim diyerek bileti saklamıştı. Sonraki havaalanında Eres’i daha önce buraya Ren geyiklerinin çektiği kızakla getiren ihtiyar Çukçi karşıladı. Üç saat sonraysa çavuş, ileri karakolda asker dostlarının arasında oturuyordu. Asker hayatına geri dönmüştü.

26.Tuv. boja: Hoytpak damıtıldıktan sonra geriye kalan sarı ekşi süt.
27.Tuvalar 1930 yılında kendileri için bir alfabe oluşturulana kadar Moğolca ve Moğol alfabesi ile yazmışlardır. Bu tarihe kadar halk arasında okur yazarlık çok düşüktür. Tuva’da o dönemde Budist manastırlarında (Tuv. hüree) eğitim alanlar okur yazar kitlesini oluşturmaktadır.
28.Tuv. deeldigen: çaylak türünden bir kuş.
29.Çukçiler, Rusya Federasyonu’na bağlı Çukotka’da yaşayan az nüfuslu yerli bir halktır.
30.MÇAE: Mal bolgaş Çer Ajılınıŋ Eştelgezi “Hayvancılık ve Tarım Kooperatifi”.
31.Tuva Türkçesinde hereejen “kadın” sözcüğü bir halk etimolojisiyle heree çok “gereği, lüzumu yok” olarak açıklanır. Bunun nedeni kız çocuklarının evlenip baba evini terk etmesi ve ailelerine faydasının olmadığının düşünülmesidir.
32.Kolektifleştirme ya da Kolektivizasyon 1929-1935 yılları arasında SSCB’de yürütülen, köylülerin elinden arazilerin alınarak devlet çiftlikleri (Kolhoz) oluşturmaya dayanan tarım politikasıdır. Tüm SSCB’de ve SSCB’ye bağlı olan Tuva Halk Cumhuriyeti gibi cumhuriyetlerde ciddi toplumsal dalgalanmalara, isyanlara, repressiya adı verilen siyasi baskılara, kıtlığa neden olmuştur.
33.Eres’in ormana terk edilmesine telmih.
34.Tuv. ivi: Ren geyiği; iviji: Ren geyiği çobanı.
35.Tuva’nın başkenti.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.