Kitabı oku: «Cehennem O'Dur», sayfa 3

Yazı tipi:

Dönüş yolunda aklımız hala yıldızlardaydı, Hale Boggs Köprüsüne çıkışı kaçırdık. Eğer New Orleans’ı ziyaret ederseniz bilin ki bu köprü şehirden tek çıkış yolu. Otel kapıcısının bize neden French Quarter’ın etrafındaki turistik bölgeden asla ayrılmamamızı tavsiye ettiğini anlayarak paniklemeye başlamıştık. Yolculuğumuz boyunca ilk defa turistlerin genellikle görmediği « gerçek » New Orleans’ı keşfediyorduk. Ciddiyetimiz hızla yeniden kazandık. Eğer bir polis aracı bizi almış olsaydı bize Bourbon Caddesi'ne kadar eşlik etmesi gerekecekti. Bu ormanın ortasında duramazdık.

Grubumuz gerçekten de istenmiyordu. Size bir fikir vermek adına, gençken Cosby Show ve siyahî aile modelini ve Eddy Murphy’nin Amerika Birleşik Devletleri’ni keşfeden Afrikalı bir prensi oynadığı Coming To America filmini izliyorduk ve bize tamamen gerçeküstü geliyordu. Biz, « Afrikalılar da » kapitalizmin yeterince iyi şekilde yürüdüğü daha ziyade rahat ailelerden geliyordu. Florida’nın başkenti ve bir öğrenci şehri olan Tallahassee’de birçok siyahi arkadaşımız vardı ama New Orleans’ın fakir mahallelerindeki bu zenciler hayatımızla ilgili korku duymamıza neden olmuştu! Bu turistik şehrin kendi cehennemini saklayıp saklamadığı konusunda kuşku duymalıydık. O zamanlar sık sık yerel rap grubu Hot Boyz’u dinliyorduk. Aşırı gerilimli ve saldırgan sözleri Bisounours’da yazılmış olamazdı, şiddet ve ümitsizlik dolu bir çevrede yazılmalıydı. Ve eğer müzikleri yeterli değilse, klipleri içinde bulundukları evreni açık biçimde gösteriyordu: terkedilmiş binaların önünde çömelerek günlerini geçiren « pis ve kötü » fakirler.

Malesef birçok kişi New Orleans'ın birçok mahallesinin seyahat ettiğim bazı üçüncü dünya ülkelerinden çok daha fakir ve ihmal edilmiş durumda olmasının nedeninin Katrina kasırgası olmadığını görmezden geliyor veya öyleymiş gibi yapıyor. Buralar çok önceden de böyleydi. Ben ve arkadaşlarımın gerçekliğini gördüğü gibi, şehrin birçok yeri stratejik olarak festival öğrencileri ve turistlerin görüş alanının dışında tutuluyordu. Katrina yalnızca New Orleans'ın küçük, kirli sırrını gün yüzüne çıkardı ve tüm ülke gerçeği keşfeder gibi göründü. Sizce lağım taştığında ne oldu ? Ve şimdi, son belediye başkanı Ray Nagin'in (kara para aklama ve her türlü yolsuzluk suçundan on yıl hapis cezası alan) deyişiyle "çikolata şehri" kendisini yeniden inşa etmeye çalışıyor, nüfusunun sorunlu kısmının persona non grata ilan edilip bir daha asla geri gelerek imajına gölge düşürmemesi için gizlice dua ediyor.

Eğer New Orleans Noel Baba'ya sunacağı listeye bu son dileği koymazsa, Ekvator Ginesi Başkanı'nın oğlu Theodoro Nguema Obiang, Fransa ve diğer medenileşmiş ülkelerin çoğunda gerçekten de persona non grata. Zenci prensin zenginliğiyle çileden çıkan Fransa 2012 yılında, bazı oyuncaklarını birkaç yıllığına geri almak için çeşitli aktivist grupları tarafından ona karşı yöneltilen emsal bir karardan faydalanmaya karar verdi. Birkaç Fransız dergisinde sergilenen söz konusu önemsiz şeyler bu büyük savurganlık konusundaki tüm beklentilerimin üzerindeydi: lüks arabalar (iki Bugatti Veyrons, bir Maybach ve bir Aston Martin, bir Ferrari Enzo, bir Ferrari 599 GTO, bir Rolls-Royce Phantom ve bir Maserati MC12) Chateau Petrus şişeleri (dünyanın en pahalı şaraplarından biri) ve 3.7 milyon dolar değerinde bir duvar saati.

Amerikalılar, Fransızlardan daha iyisini yapmaya azimli bir şekilde, davada ondan 70 milyon dolar talep ederek Obiang’ın oğlunun varlıkların çok daha önemli bir kısmını tırtıklamayı denediler. El konulan mallar listesi bir Gulfstream uçağı, Michael Jackson'ın eldivenleri ve Californiya, Malibu'da bir villayı içeriyordu. Ama bununla beraber, 700 milyon dolarlık hesabıyla bir zamanlar Riggs Bankası'nın en büyük bireysel müşterisi olan genç mirasçı, bankasını kapılarına kilit vurmaya zorlayan skandallardan sonra bile Amerika Birleşik Devletleri içinde yer değiştirmekte hala özgür. Adalet Bakanlığı onu bu konuda hiçbir zaman endişelendirmedi. Ekvator Ginesi'nin çok genç Tarım Bakanı Teodoro Nguema Obiang'ın görevi için resmi olarak yılda yüzbin dolardan fazla kazanmadığına dikkatinizi çekelim.

Ekvator Ginesi, Afrika’nın en az özgürlüğe sahip ülkelerinden, aynı zamanda günde bir dolardan daha az bir parayla yaşayan daha yoksul Ginelilerin oranını da göz önünde bulundurursak birisi. Yedi yüz bin nüfuslu bu ülke hem en fakir hem de petrol bakımından en zengin ülke. Paslı tenekelerin yakınlarında cam binalar ve başkanlık malikânelerinin olduğu, bu ülkenin çarpıcı paradoksunu açığa çıkaran fotoğrafları internette kolayca bulabiliriz. Başkent Malabo'daki birkaç zengin, yollarda metrekareye düzinelerce düşen çukurlardan kaçmaya çalışarak Mercedes Benz'leri ile gecekondular arasında zigzag çiziyordu. Başkanın akrabası olan, ülkedeki polisin başı resmi terzisinin Yves Saint Laurent olması ile övünüyor. Şehrin yeni lüks otelinin pencerelerinden tek kişi için bile dar olan barakalara yığılmış bütün aileleri görebiliriz.

Ve ben Ekvator Ginesi'nde beş çocuktan birinin beş yaşına girmeden öldüğü ve bunların %50'sinden daha azının içilebilir suya erişimi olduğunu keşfederek daha fazla gerçeği meydana çıkarırken, Nelson Mandela'nın gökkuşağı milletinin merkezinde bulunan küçük bir ülke olan Swaziland'da bir polis komiserinin, Obiang'ın oğlunun Swaziland'daki villasındaki bir parti esnasında çalınan iki milyar dolarla dolu valizin çalınması hikayesi için hizmet ettiği sapkın ve açgözlü bir zorba adına özür dilediğini keşfedince kanım dondu. Peki bu olayda şüpheliden öte durumda olan küçük Teodoro’nun, Ekvator Gine’sinin imajını kirlettiği için cezası ne oldu? Afrika’nın en eski diktatörlerinden birisinin oğlu olmak belli ki birçok avantaj getiriyor: babası onu tüm uluslararası davalardan koruyacak olan ülkenin ikinci başkan yardımcılığına getirdi.

«Yoksullara yardım etmemizden yanayım, ama bunun yoluna gelince, herkesten daha farklı bir fikrim var. Bence yoksullara yardım etmenin en iyi yolu durumlarını rahatlatmak değil onları oradan çıkarmayı denemektir. »

Benjamin Franklin

Nuh iyi bir adamdı, ama çocukken cehennemimden kaçma denemelerimi mahvetmişti. Bir arkadaşın bahçemizde geçirdiği korkunç kazadan sonra dışarı çıkıp Ramboculuk oynamaya korkuyordum. Nuh’un bu konuyla ilgisi olduğuna inanıyordum ve kahramanlıklarını okumak düşüncemi onaylamaktan başka bir şey yapmıyordu. Nuh’un gemisiyle ilgili hikâyenin birçok değişik versiyonunu okudum, şöyle özetleyebiliriz: Tanrı insanlığı bir tufanla cezalandırmaya karar verdiğinde Nuh hayatını, ailesini ve dünyadaki hayvanların küçük bir kısmını kurtardı. Bir çocuk olarak bu aptalın akbabalar, sıçanlar, timsahlar, özellikle de yazlarımı kapalı geçirmeme neden olan, Adem ile Havva'nın intikam tanrıçası Nemesis’i: yılanları gemiye alması karşısında şok olmuştum.

Tıpkı Nuh gibi Nelson Mandela da iyi bir adamdı. Bununla beraber, o da benim için değerli bir şeyi mahvetmişti. Uzun süre emekliliğimi en zengin ve kıtada en etkili ülke olan Güney Afrika’da, hayatta başarı elde etmiş olan diğer Afrikalı siyahlarla beraber geçirmeyi hayal etmiştim. Son yıllarda bu hayalime giderek gölge düşmesinin Mandela ile alakası varmış gibi geliyor ama gerçekten ne olduğunu bilmiyorum. Irkçılığa karşı verdiği mücadele yüzünden bir çalışma kampında 27 yıl geçirdiği gerçeğini nihayet bir kenara bırakıp başkan olarak yaptıklarını tarafsız bir gözle incelediğimde bu kristal berraklığında netleşti. Ben, bilinmeyen toprakların haritasını çıkarmaya çalışan ve "Madiba"nın ölümünden önce seslerini yeterince duyuramayan kadın ve erkeklerden oluşan küçük grubun bir parçasıyım. Güney Afrika'daki sosyo-ekonomik mutsuzlukların, onun "uzlaşma amaçlı pazarlıkları" yüzünden devam ettiğini şu anda söylemeye cesaret edebilir miyiz? Şu eski faşist F.W. de Klerk'ın -namı diğer bir tür tanrı- orta sınıf beyazlar ve büyük kuruluşların giderek artan protestolarının akabinde, 1990'larda ırkçılığı bitirmekten başka çaresi yokken, Mandela'nın pastanın en büyük kısmının kendisine, ANC'ye (Afrika Ulusal Kongresi) ve beyaz, zengin küçük bir azınlığa kalması için taraf tuttuğu konusunda hiçbir şüphem yok.

Büyükannemin tekrarlayıp durduğu gibi, insanları eylemlerinin işlevine göre yargılıyoruz. Mandela'nın karakter gücünü teslim eden iki tartışılmaz gerçek var. "Madiba", ırkçı yargıçlar, dünyanın en büyük insan hakları suçlularından bazıları, Afrikalı adam kaçıran kişiler ile katiller ve bundan sonra ırkçı rejimi destekleyip gökkuşağı milletinin çıkarlarını koruyanlarla –madencilik ve finans kuruluşları- bir anlaşmaya vararak ırkçı rejimin aydınlarını tatmin etmeye çabaladı. Peki, Avustralyalı gazeteci John Pilger ile yaptığı röportaj esnasında Endonezya'daki otuz yıllık diktatöre en derin ilgisizliği gösterip 1997 yılında Jakarta kasabı General Suharto'ya Güney Afrika'nın en yüksek onur ödülü olan İyi Umut'u vermesini temize çıkaran bir adama ne diyeceğiz?

ANC ve müttefiklerinin ırkçılığın bitmesinden beri bütün başkanlık seçimlerin, kazandığı ve buna rağmen ekonomik ırkçılığa fiilen dokunulmadığı gerçeğini kabul edemiyordum. Güney Afrikalı siyahlar görece terimlerle mutlak bir halde korkunç şekilde fakir kaldı. Benim gözümde, ANC, Dimbaza ve Alexandria gibi gecekondu mahallelerine sığmaya çalışan siyahların güvenini suistimal etmişti ve bu aşırı şiddet dolu şehirler halkın öfkesinin ağırlığını taşımaya başlamıştı. ANC'nin beyazlara karşı çok nazik olduğu konusunda ise bolca kanıt vardı. ANC'den birkaç siyahın, (parti üyelerinin ceplerindeki metelikleri toplamak için)çok zarif kapalı toplantılarının kalbine alınması karşılığında, Güney Afrika'nın beyazları devasa duvarlarla korunmuş halde, ırkçı rejim döneminde siyahlardan insanlık dışı sömürülerle elde ettikleri zenginliğin tadını çıkarma olanağına sahip oldu. Diğer bir deyişle, ırkçı rejim son bulduğunda sponsorları birkaç siyahı mal ve ödeneklerin yeniden dağıtımı balosuna döndürmenin yeterli olacağını anladı. Açgözlülüğün de yardımıyla siyahlar ve Hindistanlılar organize olmayı ve gettoların kalbinde direnmeyi beceremediler.

Bir gün kendime, Mandela ve takımının Güney Afrikalı siyahları yoksulluktan nasıl çekip çıkarmayı hesapladığını sordum. Şüphesiz ANC’nin bu sonuca ulaşmak için, liberal parti tüzüğünde özetinin açıklandığı gibi büyük bir planı vardı:

« Ülkemizin zenginliği, Güney Afrika’nın mirası, kendi halkına geri dönmeli. Toprak altındaki maden zenginliklerimiz, bankalar ve tekel endüstrisi halkına aktarılmalı. Diğer tüm ticaret ve endüstriler halkın refahını garanti etmek için kontrol edilmeli…».

ANC tüzüğünün bu bölümü, örneğin Birleşik Ulus Hükümetini (kameralara karşısında, tabandan gelen bir değişimi başlatma görüntüsü içinde kurtlarla kuzuları aynı ağıla koymak için diktatörlerin en sevdiği yöntem) ve ırkçı rejimin görevlilerini koruyan akıl almaz iş garantilerini hazırlayan 1992 yılındaki "alacakaranlık maddeleri" gibi partinin gerçek imtiyazlarına and içiyordu.

Peki Güney Afrika’da ırkçı rejim sonrası dönemde varlıksız kalan siyahlar ulusun zenginliklerinden uygun bir pay istediklerinde ne oluyor? Korkunç gerçek şu ki, ırkçı rejim döneminde maruz kaldıkları muameleyi görüyorlar: üzerlerine ateş açıldı. 2013 yılında Marikana’daki azınlıklara karşı yapılan katliamın fotoğrafları 1960’da Sharpeville’dekinden farklı değildi. Bu defaki renkliydi ve bu kirli, insanlık dışı işi yapanlar zencilerdi. Hakareti artırmak adına, dünya 270 madencinin tutuklanıp, ırkçılık rejimi yetkililerinin kullandığı aynı "ortak amaç" doktrinine dayanarak cinayetle suçlandığını büyük bir şaşkınlıkla öğrendi. Bu mantıksız suçlama, uluslararası toplum ve insani yardım kuruluşlarının baskısıyla kaldırıldı ve tutuklu madenciler serbest bırakıldı.

Mandela’nın hayatı ve ANC’nin yükselişi olgunlaşmamış özgürlük savaşçılarının ve eşitliğe inananların dikkatini çekmeye yaramalıydı: Lord Acton’ın sözlerini hatırlamak gerekirse, iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar ise mutlak yozlaştırır. Güney Afrika’da beyazlar ve en yoksul siyahlar arasındaki ayrım hi. Bu kadar büyük olmamıştı. 2009 yılında ülke, dünyanın en eşitsiz toplumu sıralamasında birinciliği Brezilya’dan çaldı. Nelson Mandela'nın cenazesinin olduğu gece Başkan Jacob Zuma'nın, uluslararası görevlilerin gözü önünde hoşnutsuz halkı tarafından aşağılandığını görmek benim için gerçek bir zevk oldu. Bu gerçekten heyecan vericiydi.

2013 yılında karım ve ben, Kanada’ya yakın olan daha kuzeye taşınmak için Amerika Birleşik Devletler’in güneşli güneyinden ayrıldık. Etnik düzlemde yeni şehrimiz nasıl tanımlanır? Antartika’dan daha beyaz. Kendimizi hala başka bir zencinin varlığını tanımak ve hafif bir baş hareketi yaparak bununla eğlenmek zorunda hissediyorduk. Siyahların, toplumun alt kesiminin dikkate değer bir kısmını oluşturduğu Güney'de alışık olduğumuz üzere, saf bir şekilde, burada en ufak bir fakirlik kokusu almanın imkânsızlığına inanıyordum. Ve sonra, 2013 yılında Şükran Günü için New York’a gittiğimiz esnada yolun ortasında bir gölge gördük. Hava dondurucu durumdayken üzerindeki yetersiz kıyafetlerle siyahî bir evsiz büyük bir afişi sallıyordu. Bazı sürücüler onu ezmekten son anda sıyrılıyordu. Yanından geçerken ona kağıt bir dolar vermek için camımı indirdim. Aşağılanmış ve hayatın sillesini yemiş bir adamın yüzünü gördüğüm için içimde bir şeyler kırıldı. O günden beri sokakta rastladığım çocukların, kadınların veya erkeklerin yüzünde aynı ifadeyi görüyorum.

Şehir halkı, bir kelimenin tınısını değiştirmenin, bazı bireyleri hor görmenin en kolay yolu olduğunu keşfetti. Giysi kollarına sokak fahişelerinin niteliğini atfetmek, halka fakirleri cezalandırma izni veriyor. Bu güzel gezegenin birçok yerinde giysi kollarını fahişeler gibi kullanmak yasak. Bazı şehirler işi, « asalaklara » (bu kelimeyi 2012 Amerikan Başkanlık seçimlerindeki Cumhuriyetçi aday Mitt Romney’den ödünç alıyorum) para vermemeleri konusunda orada yaşayanların dikkatini çekmek için eğitici programlar oluşturmaya kadar götürdü; polis memurları, özellikle şehir merkezlerinde dilencileri hırpalama talimatı aldı. Yoksul ülkeler daha yaratıcı: doğaüstücülük ve voodoo bahanesini de listelerine eklediler. Birçok üçüncü dünya ülkesine yaptığım seyahatler esnasında, paranoyak rehberler ve arkadaşlarım, bir evsize para verirsem cebimdeki diğer varlıkların da ortadan kaybolacağı ve Allah bilir başıma hangi uğursuzluğun geleceği hususunda beni uyardı. Ama ben bu gülünç uyarıyı görmezden geldim. Bir keçiye dönüşmediğimi veya beni bir yıldırımın çarpmadığını görebiliyordum ve cebimden yok olan para maddi zevklerimi ödemeye yaramıştı.

Dünyada çok farklı hayat seviyelerine veya derilerinin rengi gibi farklı köklere sahip insanların etkin istekler veya dilencilerden nefret etmeleri ama pasif dilencilerden rahatsız olmadıklarını görmek üzücü: dilencilerin bir kapının önünde ellerinde bir kâseyle ama ses çıkarmadan durmaları gibi. Bu şu manaya geliyor; insanlar ağzı sıkı durmayı bilip bizi kötü hissettirmeyen dilencilere para veriyor. New York merkez istasyonunda, başlarında kulaklarından fazlasını kapatan son moda kulaklıklarla, fakirlere dikkat etmeden geçen yenilikçileri izlemek için vakit ayırdım. Aynı davranışı, Kampala ve Uganda’nın caddelerinden yepyeni 4x4 Pradoları ile geçen hükümet üyelerinde de gördüm. Bu gösteri, yoksulları aşağılamanın dünya çapında bir olgu olduğunu anlamamı sağladı. Ama kendimi izole hissettiğim zaman. Ümidimi kaybetmeye başladığım zaman, kurumlarında yükselmek için yoksulluk sorununu küçümser bir hareketle halının altına süpüren şarlatanların aksine, fakirlere yönelik kayıtsızlığa karşı mücadeleye hayatlarını adayan, farklı çevrelerden ve ülkelerden gelmiş diğer insanlarla görüşüyorum. Bu insanlar beni çok heyecanlandırıyor ve duyguları, kalbimdeki en değerli arzunun yankılanmasını sağlıyor. Daha insani bir toplum sihirle yaratılmaz. Benim gibi (sanırım) bu insanlar da fakirleri görmezden gelemiyor.

BÖLÜM IV


Gangnam Style

« Her alışveriş yaptığımızda duygusal boşluğumuz büyüyor ve satın alma ihtiyacımız artıyor.»

Philip Slater

Psy’nin sigara içip kalçasını sallayarak güneş gözlükleriyle yürüdüğünü ilk kez SNL diye de bilinen kısaltmasıyla Saturday Night Live programında gördüyseniz şüphesiz bunun Blue Brothers’ın bir parodisi olduğunu düşündünüz. Kadehimi programın yapımcısı Lorne Michaels’e kaldırdım; Psy oyuncuların hoş karşıladığı bir katılım oldu ve Michales'in nihayet ABD'nin değişen demografik yapısı ve ırk çeşitliliğini anladığını düşündüm. Daha sonra farkettim ki Güney Koreli rapçi şu değerli Youtube'da on milyonlarca aboneye ulaşıp elli bir günde şarkısı Gagnma Style'ın bir milyondan fazla kopyasını satarak sosyal ağlarda dev bir başarıya sahip olmuştu. Dünyanın dört bir yanından, Drakula'nın pelerininden çıkan yarasalar gibi çeşitli parodi ve coverları çıktı, hatta tango versiyonunu bile gördük! Yeryüzünde, Gangnam Style’ ın kafa ütüleyen ritminden kaçabileceğim hiçbir yer olmadığını çabuk anladım!

Psy'nin şeytani gücü karşısında bir rumba amatörü olan ben (beni yargılamayın), boyun eğmeden önce birkaç kore kültürü uzmanı sayesidne öğrendim ki şarkının verdiği mesaj aslında yeterince yıkıcıymış. Gülünç koreografisi ve klibindeki saçmalıklar aslında Güney Kore toplumuyla ilgili bir yorumu saklıyormuş. Gangnam, Seul'de zenginlerin tabii olarak kaldıkları bölge ve bir aşırı tüketim tapınağı. Bazıları, yeni Çin aristokrasisinin ortaya çıkışından çok önce Gangnam sakinlerinin zaten yüz gerdirmeye eğilimi olduğu ve burunlarını ve çenelerini (ay!) yaptırmak hatta gözlerini yuvarlaklaştırmak için en şık kliniklere gittiğini söylüyor. Beyazların yüz tipi zenginlerin ulaşması için ideal olanmış gibi duruyor.

Bir blogger, klipte paraları olmadığı ve bunun ne anlama geldiğini bilmedikleri halde Gangnam’da yaşayanlara benzemeye çalışanlarla alay edildiğini söylüyor. Her şeye hazır olan avlar ve kötü avcılarla dolu olan bu çevre, evde yüzlerini soyabilmeleri için Gangnamlılar gibi olmaya arzulu kişilere hitap eden az değerli ve tehlikeli aletlerden oluşan verimli bir endüstrinin doğmasına sebep oldu. İnternette « Hollywood tarzı »nı garanti eden onlarca ürün buldum. Gözlerini saatlerce kırpmamak için yüzlerinde aygıtlar yerleştiren (fakirler için göz kapağı estetiği) veya çenelerini oval bir şekil kazanacak biçimde bastıran gençlerle ilgili korkunç hikâyeler okuyabiliriz. Ama bu, kendini cezalandıran işkence öyküleri bile yüzüne kızartma yağı enjekte eden ve hayat boyu deforme olmuş bir yüzle yaşayacak olan Güney Koreli karşısında soluk kalıyor. Benim gözümde, bu sapkınlıklar karşısında ülkedeki sağlık yetkililerinin sessizliği, bu yüz delilerinin aldıkları çılgın risklere onları da suç ortağı yapıyor.

Ama eğer Doğu Asya'daki bedensel değişim tarzında burjuvazi ve proleteryaya bağımlılığı vurgulamakla yetinirsem bu beni ırkçı ve yabancı düşmanı gösterir. Büyükbabamın, çoğunlukla Afro Amerikalılar, Karayipliler ve Afrikalıların yaşadığı bir mahallede bulunan güzellik ürünleri mağazasında en çok satılan ürünler her zaman cilt beyazlatma kremleri olmuştu. Hatta talep karşısında stokları güçlükle dayanıyordu! Bu eğilim, kendi müşterilerinin, siyah bir cildin aşağılık bir şey ve beyaz bir cildin ise daha çekici anlamına geldiği acınası fikrine inancını resmediyordu. 2014 yılında, köleliğin sona erişinden iki yüz yıl sonra, belirtmek lazım ki halkı da siyahlardan oluşan bir ülke olan Trinidad Tobago'da, Keith Rowley'in başbakan olarak atanmasına en büyük itiraz ten renginin siyah olması konusundaydı. Eğer tenini biraz açmak için radyoaktif krem kullansaydık belki o zaman ona daha fazla güvenebilir miydik? Şüphesiz, bu sahte melezlerin göreceli solgunluğunun korunması için bu işlemin ara ara tekrarlanması lazım. Ve içinde yıkanmadığı sürece, sonuç teninde dağınık ve gülünç bir sonuç ortaya çıkacak. Bu esnada biz de acemi dermatologların vücuda sürdüğü bu kremlerin bileşenlerini okurken daha az eğleneceğiz: aktif içeriğinde sıklıkla cıva (beyne zarar verebilen) hidrokinon (fotoğrafları geliştirmek için kullanılan) ve arsenik (bunun bir zehir olduğundan bahsetmeme gerek var mı ?) bulunuyor. Siyahların saç düzleştirme sevdasına gelirsek, bu konuda yorum bile yapmak istemiyorum. Kendim de hayatım boyunca birkaç ırkçı hakarete uğradım ama hiçbir zaman derimin renginin veya saçımın lanet karakterinin bilmem hangi genetik bozukluğun sonucu olduğunu düşünmedim. Ve hiç kimse, pop kralı Michael Jackson (ve çocukluğumun kahramanı) bile beni aksine ikna edemez.

Ve işte paradoks burada: diğer ırklar beyaz olmak için kendini paralarken beyazlar aksi istikamette yol alıyor. Plajlarda, Florida’nın acımasız güneşinin altına yığılan solgun yüzlerin manzarası bana her zaman komik ve korkutucu gelmiştir, ama Amerika Birleşik Devletleri’nin daha soğuk bölgelerindeki solaryum salonlarının sayısı ile kıyaslandığı zaman bu hiçbir şey değil. Peki ya şu tatlı badem yağıyla banyo yapıp plajda string giyen (bu korkunç görüntü hala aklımdan çıkmıyor) Fransız ve İtalyanlar hakkında ne diyeceğiz? Ve fakültenin kraliçesi olma umuduyla hayatlarını spor salonlarında geçiren beyazların enerji ve fedakârlığı da beni her zaman etkilemiştir. Dirençlerini alkışlıyorum: siyahların doğuştan sahip olduğu çizgilere sahip olmak için o kadar saat squat yapmak, bu saygıyı hak ediyor. Yaşlılara gelince, tembel veya zengin, bütün tehlikeli estetik ameliyat ve silikon armadası Saartjie Baartman'ın endişeli poposunu Venus Hottentote'a çevirebilir. Kısacası, uzak doğuluların çocuksu fiziğine kesinlikle deliren beyaz arkadaşlarımın Asyalı fetişizminde pedofilinin hafif bir şeklini görmekten kendimi alamıyorum. Şunu söylemeliyim ki, beyazların beyazlıklarını en azından birkaç ton azaltmak için aldıkları riskler öbür ırkların beyaz olmak için aldıkları risk kadar güvenilmez.

Kültürler arasındaki bu kopuşun ırksal önyargılardan beslendiğini inkâr etmek imkânsız. Ama bu korkunç uygulamalar, belki tüm dünyadaki şiirler ve baladlarda bahsedilen nadir güzelliğe ulaşma arzusuyla da açıklanabilir. Bunun doğru olduğunu varsayalım, o zaman bu tehlikeli saplantılar birkaç köklü soruyu açığa çıkarıyor. İnsanlar zengin görünmek için mi bu kadar para harcıyor yoksa sadece ulaşılmaz bir mükemmelliği kovalamanın verdiği «zevk » için mi? Kendime, «küreselleşme » kelimesinin Batı'nın başlıca niteliği ve başlıca ekonomik dürtüsü olan kendini aşırı beğenmeyi gizlemek için uğursuz bir buluş olup olmadığını soruyorum. Bir şekilde, hepimiz Gangnam Style’ı benimsemeye çalışmıyor muyuz ?

« Artık yaşamıyoruz. Hayatı tüketiyoruz. »

Vicki Robin

Artık deniz seviyesinin yükselmesi ve küresel ısınma inkar edilemez gerçekler, uğursuz kahinler bizi kutsal kitaplarda geçen felaketlerin yaklaştığı konusunda uyarıyor. Bu öngörülerin çoğu kan dondursa da birbirimizle çekişmeyi bırakıp gerekli önlemleri almamız durumunda kıyamete karşı koyabiliriz. Ama bu gerçekten ne anlama geliyor? Statüko, yalnızca ulus ötesinde yaşayanları değil aynı zamanda, yalnızca bir tarafı diğerine karşı kışkırtmaktan başka amacı olmayan belirsiz teorilere dayanan uyumluluk tartışmaları için maaş alan sahte pedagoglara da fayda sağlıyor. Benim gözümde, gerçek sorunlarla yüzleşmemizi engelleyen değişime karşı olan korkudur. Biz de üretim ile dönüştürme yöntemleri ve tüketim ile küresel ekonomik migrene katkı sağlıyoruz. Evet, kabul ediyorum, fabrikalar çevreye zarar veriyor ve kullanımları çevre kirliliği ve atık oluşumuna neden oluyor; ama sorunun kendine has ve karşı konulmaz bir zevki var.

Şunu iyi not edin; bazı zevkler insanı, akılsızlığa götürecek kadar baştan çıkarır ve imparatorluklar ile milletlerin çöküşüne neden olur. Çin Tang Hanedanlığının yıkılışı etkileyici bir örnek: İmparator Xuanzong, metresi Yang’ın liçiye olan doymak bilmez iştahı için görevlerini ihmal ediyordu. Çin’de şişmanlığın hiçbir zaman moda olmamasına inanamıyorum ama bu imparator, imparatoriçenin ince kalçaları yerine etli butlu olanları tercih ediyordu. Tarih bize, Yang’ın her gün akıl almaz miktarda egzotik meyve yediğini söylüyor. İmparator onu tatmin etmek için şu sistemi yürürlüğe koydu: Çin’in güneyinden getirilen liçi sepetleri, gece gündüz gelip giden ulaklar tarafından başkentteki saraya bırakılıyordu. Ve Xuanzong metresinin kaprislerini tatmin ederken isyancı General An Lushan, imparatorluğunu ilan etmek ve Tang Hanedanı’nın hükümdarlığına son vermek için ordusunu güçlendiriyordu.

Yakın zamanlarda, devasa Güney Kore ekonomisindeki, iki nesilden daha kısa sürede gerçekleşen sıçrama, ülke nüfusunun kredi kartlarına bağımlılığı kadar şaşırtıcı ve önemli oldu. Bu sıra dışı büyüme borçlanmayı destekledi, ama yazık ki 1990'lardan sonra ekonomideki yavaşlama Güney Korelilerin buna olan hevesinin yönünü değiştirmedi. Hükümet, ülkeyi Asya’daki ekonomik krizden çıkarmak için insanları, mantıksız harcamalar yapmaları yönünde cesaretlendirmekten daha iyi bir çözüm bulamadı! Aynı şey birçok Avrupa ülkesinde, özellikle Yunanistan ve İspanya’da da gerçekleşti. Bu ülkelerin borç ile olan uzun süreli aşk hikâyesi, onları son birkaç yılda prangalı ve Avrupa Birliği’nin utancı haline getirdi ve Almanya ile İngiltere’nin alay ve tehditlerine tahammül etmek zorunda kaldılar.

Başka zevkler de bazı milletleri, bazen insanların felaketine sürükleyecek biçimde, makul olanın ötesinde ele geçirdi. Yeni Zelanda takımadalarının doğusundaki Maori, meyve stoklarının, özellikle de karaka böğürtleninin kontrolünü ele geçirmek için neredeyse Pasifik'teki komşusu Moriori'yi yok ediyordu. Bu yüzden ağır açgözlülük ıssız medeniyetleri korumaz.

Bin Ladin artık muhtemelen Arabistan Denizi’nin dibindeyken, Pentagon analistleri Shakira’nın Hips Don't Lie şarkısında gizli mesajları deşifre etmiş ve pop star’ın Amerikalı çocukların korkunç durumunu kınadığı sonucuna varmış olmanın rahatsızlığını yaşıyor. Bu savaşçı milletin uğraşıp durduğu savaş listesine bir de çocukluk çağındaki obeziteye karşı mücadeleyi eklediği gerçeği karşısında, her halükarda bulabildiğim tek açıklama bu: uyuşturucuya karşı, itaatsiz diktatörlere karşı, P2P yazılımlara karşı, fakirliğe karşı, yasalar çerçevesinde olanlar gibi yasadışı göçmenlere karşı vs. Nancy Reagan kendi döneminde, özgür dünyanın liderinin bir numaralı kadını (Monica Lewinsky’nin elde etmek için öldürmeye hazır olduğu bir mevki) olmaktan memnun değildi ve hakimiyetinde 19. Yy’daki kölelerin toplam sayısından daha fazla siyah hapse atılmıştı. Michele Obama’ya gelirsek, ilk ve şüphesiz son Afro-Amerikan kadın, ünlü selefi tarafından oluşturulan eğilimi tersine çevirmesi gerektiğini düşünmek yerine Birleşik Devletlerin kötü beslenmeye karşı kutsal savaşına kendisini adamayı tercih etti. 2014 yılında Arapahoe Lisesi’ndeki saldırı esnasında sıra sıra dizili şişman ve güçlükle nefes alan çocukları 1999 yılında Columbine’de gerçekleşen saldırıdakilerle (iki saldırı da silahların çok popüler olduğu şu değerli Colorado’da gerçekleşti) kıyaslayan fotoğraflar mücadelesinin yeterliliğini sorgulamayı sağladı.

Bütün saygın ticaret okullarının, gelecekteki gladyatörlerinin eğitimi esnasında üzerinde ısrarlı olduğu talimatı hiç kimse bilmiyor değil. Bunlar, iş pazarındaki kanlı rekabeti takip edebilmek adına kuklaları için bulabildikleri kadar para bulmalılar. Lisans eğitimi aldığım yıllarda alnıma bu tip bir dövme yaptırmayı ciddi ciddi düşündüm. Her teşebbüsün nihai amacı, ürününü hem çekici hem de ulaşılabilir hale getirerek tüketicide narkotik bir trans hali sağlamaktır. Özet olarak, aşırı tüketime -işte şeytani kelime!- yönelten bir saplantı şekli oluşturmak. Ama bu kadar çabuk bir yargıya varmayalım, çünkü bu psikopat şarlatanlar bu durumun tek suçlusu değil: ırksal, dinsel ve sosyo-ekonomik ayrışmazlıklarının ötesinde, "ihtiyaç"larından vazgeçmedeki yetersizliklerinin neden olduğu toplu intihar şekliyle tüketiciler de suç ortağı.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺152,63