Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ben-Hur», sayfa 10

Yazı tipi:

V
İSRAİLLİ BİR KADIN

Bunun üzerine genç İsrailli, Messala ile görüşmesini, özellikle de onun Yahudileri, geleneklerini ve kapalı yaşamlarını44 aşağılayan konuşmasını anlattı.

Oğlu konuşurken sesini çıkarmaya korkan annesi dikkatle dinliyor ve meseleyi gayet açık bir şekilde kavrıyordu. Yahuda aynen yıllar önce ayrıldıklarında bıraktığı gibi bulacağını düşündüğü arkadaşına olan büyük sevgisiyle gitmişti pazar yerindeki saraya. Geçmişin eğlencelerine gülerek atıfta bulunacak bir adam yerine, gelecekle dolu olan, kazanılacak zaferden, zenginliklerden ve güçten dem vuran bir adam karşılamıştı onu. Etkilendiğinin farkına bile varmadan, gururu incinmiş, ama doğal olarak hırsa kapılmış bir hâlde geri dönmüştü; annesi bunu görmüş ve bu hırsın nasıl bir yöne döneceğini bilmeden korkuya kapılmıştı. Ya onu ataerkil inançtan uzaklaştırırsa? Onun için bu sonuç her şeyden daha korkunçtu. Bunu önlemek için bir yol buldu, hemen işe koyuldu ve oğluna duyduğu büyük sevginin desteklediği bir güçle, zaman zaman bir şairin coşkusunu taşıyan konuşması erkeksi bir kudrete büründü.

“Kendilerini diğer herhangi bir ulusla en azından eşit görmeyen hiçbir halk yoktur, oğlum.” diye başladı. “Her büyük ulus kendi üstünlüğüne inanmıştır. İsraillileri küçümseyip onlara gülen Romalılar, Mısırlıların, Asurluların ve Makedonların budalalıklarını tekrarlamaktan başka bir şey yapmaz. Tanrı’ya gülmek de aynı sonucu doğurur.”

Sesi daha da ciddileşti.

“Ulusların üstünlüğünü belirleyecek hiçbir yasa yoktur, bu yüzden iddia etmek ve bu konuda konuşmak fayda getirmez. Bir ulus doğar, ırkını devam ettirir veya kendiliğinden ya da onların gücünü elinden alan, yerine geçen ve anıtlarının üzerine yeni isimler yazan başkalarının ellerinde ölür; tarih böyledir. Eğer Tanrı’yı ve en basit şekliyle insanı simgelemem istenseydi, düz bir çizgi ve bir daire çizerdim, çizgi için, ‘Bu Tanrı’dır, çünkü yalnızca o dosdoğru ilerler.’ daire için de, ‘Bu da insandır, onun ilerleyişi böyledir.’ derdim. Uluslar arasında hiçbir fark yok demiyorum, iki ulus bile birbirine benzemez. Ama bu fark, öyle bazılarının dediği gibi, parçası oldukları dairenin ya da yeryüzünde kapladıkları alanın boyutunda değil, en yüce yerinde Tanrı’ya yakın oldukları hareket alanlarındadır.

Şimdi konuyu burada kesmek, başladığımız yerde bırakmak demek olur. Devam edelim. Her ulusun üzerinde ilerlediği dairenin boyutunu ölçmek için bazı işaretler vardır. Bunları kullanarak Yahudilerle Romalıları karşılaştıralım.”

“Bu işaretlerin en basiti insanların günlük yaşamlarıdır. Bu konuda tek söyleyeceğim, İsraillilerin zaman zaman Tanrı’yı unuttukları, Romalıların ise onu hiç tanımadıklarıdır, bu nedenle de karşılaştırma yapmak mümkün değildir.

Arkadaşın, yani eski arkadaşın, anladığım kadarıyla, bizim şairlerimiz, sanatçılarımız ya da savaşçılarımız olmadığını söylemiş; sanırım böylelikle büyük adamlar yetiştirdiğimizi inkâr etmiş, bu da işaretlerin en belirgin olanıdır. Bu iddiayı adil bir şekilde değerlendirmek için bir tanım yaparak başlamak gerekir. Büyük adam, oğlum, yaşamı Tanrı tarafından kabul görmüş adamdır. Bir İranlı dönek atalarımızı cezalandırıp onları esir etmiş, bir başka İranlı atalarımızın çocuklarını kutsal topraklara getirmek üzere seçilmişti. Bunların ikisinden de büyük olan, Yahudiye ve tapınak yıkımının intikamını alan Makedonyalıdır. Bu insanların farkı Tanrı tarafından kutsal bir amaç için seçilmiş olmalarıydı. Yahudi olmamaları onların başarısını küçültmez. Konuşmamızın devamında bunu sakın gözden kaçırma.

Savaşın insanoğlunun en soylu uğraşı, en büyük yüceliğinin ise savaş alanlarının büyüklüğü olduğuna dair bir düşünce vardır. Bütün dünyanın bu fikri benimsemesi seni yanıltmasın. Bir şeylere tapmak zorunda olduşumuz, anlayamadığımız bir şeyler olduğu sürece devam edecek bir kanundur. Bir barbarın duası, açık bir şekilde algılayabildiği tek kutsal nitelik olan kudrete karşı korku feryadıdır; o kahramanlara inanır. Jüpiter bir Romalı kahramandan başka nedir ki? Yunanlılar zihni kudretin üstünde gördükleri için büyük bir şana sahip olmuşlardır. Atina’da bir hatip ve bir filozof bir savaşçıdan daha saygıdeğerdi. Arabacı ve en hızlı koşucu hâlâ arenanın idolleridir. Bir şairin doğum yerine yedi şehir birden talip olmuştu. Ama eski barbar inancını ilk inkâr eden Yunanlılar mı? Hayır. Bu şeref bize ait, oğlum. Atalarımız zalimliğe karşı Tanrı’yı çıkardılar; tapınmamızda korku feryadı yerini şükür ve ilahiye bıraktı. Böylelikle Yahudiler ve Yunanlılar bütün insanlığı ileriye ve yukarıya taşıyabilirdi. Ama ne yazık ki, dünya yönetimi savaşı ebedî bir şart olarak görüyor. Romalılar Sezar’larını zihnin ve Tanrı’nın üzerine koydular, o elde edilebilir bütün güçleri üzerinde topluyordu, ondan başka bir büyüklük yoktu.

Yunan hâkimiyeti deha için çiçek açan bir dönemdi. Özgürlüğün karşılığında zihnin rehberlik ettiği düşünürler ortaya çıktı. Savaştan başka her şeyde öyle bir fazilet ve mükemmellik vardı ki, Romalılar bunu taklit etmeye tenezzül ettiler. Bir Yunanlı şimdi Forum’daki tüm hatipler için örnek teşkil ediyor. Dinlersen her bir Romalı şarkıda Yunan ritmini duyarsın. Eğer bir Romalı ağzını açıp da erdemden, soyut şeylerden ya da doğanın gizemlerinden söz ediyorsa, ya bir fikir hırsızı ya da kurucusu bir Yunanlı olan bir okulun öğrencisidir. Tekrar söylüyorum, savaştan başka hiçbir şeyde Roma’nın bir yaratıcılığı yoktur. Bütün oyunları ve törenleri, halkının gaddarlığını tatmin etmek için kanla süslenen Yunan icatlarıdır. Dini de, tabir yerindeyse, diğer bütün ulusların inançlarının katkılarıyla oluşturulmuştur; en saygıdeğer tanrıları Olimpos’tan gelir, hatta Mars ve göklere çıkardıkları Jüpiter bile. Böyle olunca da, oğlum, bütün dünya içinde sadece bizim İsrail’imiz Yunanlıların üstünlüklerine karşı çıkabilir.”

“Öteki ulusların faziletleri karşısında bir Romalının bencilliği tıpkı zırhı gibi içine nüfuz edilemez bir körlüktür. Ah zalim hırsızlar! Onların ayaklarının altında toprak, gürzle dövülmüş gibi titrer. Ne yazık ki, diğerleriyle birlikte bizim de yenik düştüğümüzü söylemem gerekiyor, oğlum! En yüce, en kutsal yerlerimizi ele geçirdiler, sonunun ne olacağını kim bilir. Ama şu kadarını biliyorum ki, Yahuda’yı çekiçle kırılan badem gibi parçalasalar, Kudüs’ü yerle bir etseler de İsraillilerin şanı yukarıda, ulaşılmaz bir yerde bir ışık olarak kalacaktır. Çünkü onların tarihi Tanrı’nın tarihidir, kendi elleriyle yazdıkları, kendi dilleriyle söyledikleri bir tarihtir; yaptıkları her iyi şeyde o vardır, Sina’da kanun yapıcı, sahrada yol gösterici, savaşta kumandan, yönetimde kraldır. Dayanılmaz derecede parlak olan dinlenme yerinin perdelerini açıp tıpkı bir insanın diğer insanlarla konuştuğu gibi, onlara mutluluğa giden doğru yolu ve nasıl yaşamaları gerektiğini gösterdi. Sınırsız Gücü’nü ebedî sözleşmelerle birleştirerek onlara vaatlerde bulundu. Ah oğlum, Yehova ile birlikte oturanlar Ondan hiçbir şey almamış olabilir mi? Yaşamları ve hareketlerindeki ortak insani nitelikler kutsal olan niteliklerle karışıp renklenmemiş olabilir mi? Onların dehaları içlerinde göklerden bir parça taşımıyor olabilir mi?”

Bir süre odada sadece yelpazenin hışırtısı duyuldu.

“Sanat heykeltıraşlık ve resimle sınırlı tutulduğunda…” diye devam etti kadın. “İsrail’de hiç sanatçı olmadığı doğrudur.”

Pişmanlık içinde yapılan bir itiraftı bu, çünkü unutulmamalıdır ki o bir Saduki’ydi; Ferisilerin tersine inancı kökenlerine ve nereden geldiğine bakılmaksızın, her türlü güzelliğin sevilmesine olanak veriyordu.

“Adil davranan biri, ellerimizin yeteneğinin bir yasakla bağlandığını unutmamalıdır: ‘Kendine herhangi bir şeyin benzeri bir put yapmayacaksın.’ Sofer45 kötü niyetle bunun amacının ötesine geçmişti. Ama unutulmamalıdır ki, başarılı Poecile ve Capitolium eserlerinin ortaya çıktığı Corint ve Aegina okullarını kuran Daidalus46 ahşap heykelleriyle Attika’ya gelmeden çok önceleri, ilk mabedin yapımcısı olan iki İsrailli, Bezalel ve Aholiab’a zanaatın bütün niteliklerinin bahşedildiği ve sandığın üzerindeki kefaret örtüsünün Keruv’u47 işledikleri söylenir. Altın oyma olarak değil de dövme olarak yapılan bu heykeller hem insani hem de ilahi biçimdeydiler. ‘Ve onlar kanatlarını yükseğe uzatacaklar… Ve yüzleri birbirine bakacak.’ Onların güzel olmadıklarını kim söyleyebilir ki? Ya da ilk heykeller olmadıklarını?”

“Şimdi Yunanlıların bizden neden daha ileri olduklarını anlıyorum.” dedi Yahuda, yoğun bir ilgiyle. Ya sandık, onu yok eden Babillilere lanet olsun!”

“Hayır, Yahuda, inançlı ol. O yok edilmedi, sadece kayboldu, dağlardaki bir mağaraya güvenli bir şekilde saklandı. Hillel ve Şammay bir gün, Tanrı’nın inayetiyle, onun bulunup getirileceğini, İsrail’in de eskiden olduğu gibi önünde şarkı söyleyip dans edeceğini söylüyorlar. İşte o zaman Keruvların yüzlerine bakanlar, daha önce Minerva’nın fil dişinden yüzünü görmüş olsalar bile, binlerce yıldır uykuda olan dehasına duydukları sevgiyle Yahudi’nin elini öpecekler.”

Anne bütün hevesiyle bir hatibin hızına ve coşkusuna kapılmıştı. Biraz toparlanmak ya da düşüncelerini toplamak için bir süre dinlendi.

“Ne kadar iyisin, anneciğim.” dedi Yahuda, minnetle. “Bunu söylemekten hiç bıkmayacağım. Ne Şammay ne de Hillel senden daha iyi konuşabilirdi. Yine İsrail’in gerçek oğluyum ben.”

“Abartıyorsun!” dedi kadın. “Ben Hillel’in bir gün benim yanımda Romalı bir sofiste söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmadım ki.”

“Samimi sözlerdi söylediklerin.”

Kadın tekrar hevese kapıldı.

“Nerede kalmıştım? Ah evet, ilk heykelleri Yahudi atalarımızın yaptığını söylüyordum. Heykeltıraşın asıl yeteneği sanatsal değildi, sanatın dışında bir yüceliği de vardı. Hep büyük adamların uluslarına göre ayrılarak yüzyılları gruplar hâlinde geçtiklerini düşünmüşümdür, şurada Hintliler, burada Mısırlılar, orada Asurlular; hepsinin üzerinde de borazanların sesi ve güzelim bayraklar; etraflarında saygıdeğer izleyiciler olarak başlangıçtan gelen nesiller. Onlar geçerken Yunan deyişini düşünürüm, ‘Yunanlı yürüyüşe öncülük ediyor.’ Sonra Romalılar cevap verir, ‘Susun! Eskiden sizin olan artık bizim, sizi üstüne basılmış toz gibi geride bıraktık.’ Ve gerilerden ileriye, ta geleceğe kadar üzerlerine, savaşçıların hiç bilmedikleri, ama onlara öncülük eden bir ışık düşüyor, bir aydınlanma ışığı! Onu taşıyanlar kim? Eski Yahuda kanı! Onları ışıklarından tanıyoruz. Atalarımız, Tanrı’nın hizmetkârları, akdin koruyucuları üç kere kutsandılar! Yaşayan ve ölü insanların liderlerisiniz siz, ön saflarda yer alıyorsunuz; her Romalı bir Sezar olsa da kaybetmeyeceksiniz!”

Yahuda heyecanlandı.

“Yalvarırım durma, devam et!” diye bağırdı. “Teflerin sesini duyuyorum. Sanki Miriam, arkasında şarkı söyleyip dans eden kadınla çıkagelecek.”

“Çok güzel, oğlum. Eğer kadın peygamberin tefini duyabiliyorsan, şimdi soracağım şeyi yapabilirsin. Hayal gücünü kullan, İsrailli seçilmişler kafilenin başında önünden geçerken yol kenarında duruyormuş gibi dur benimle. İşte geliyorlar, en önde başpapazlar, sonra kabile reisleri. Develerinin çanlarını, sürülerinin böğürmelerini duyuyor gibiyim. Bölüklerin arasında yalnız başına yürüyen de kim? Yaşlı bir adam, ama ne gözünün feri sönmüş ne de gücü zayıflamış. Tanrı’yla yüz yüze gelmiş! Savaşçı, şair, hatip, kanun yapıcı, peygamber. Onun büyüklüğü sabah güneşi gibi, görkemi diğer bütün ışıkları sönük bırakıyor, Sezarların ilki ve en asil olanınkini bile. Onun arkasında hâkimler. Sonra krallar, Jesse’nin oğlu, savaş kahramanı, denizler kadar sonsuz şarkıların şarkıcısı ve onun zenginlikte ve bilgelikte diğer bütün kralları geride bırakan, çölü yaşanabilir bir yer yapan, üzerine şehirler kuran ve Tanrı’nın yeryüzündeki tahtı olarak seçtiği Kudüs’ü de unutmayan oğlu. Eğil, oğlum! Sonra gelenler kendi soylarının birincileri ve sonuncularıdır. Sanki gökyüzünden bir ses duymuşlar da onu dinliyorlarmış gibi başlarını kaldırmışlar. Hayatları üzüntülerle dolu. Kıyafetleri mezar ve mağara kokuyor. İçlerindeki bir kadına kulak ver, ‘Ezgiler sun Rabb’e, çünkü yüceldikçe yüceldi!’48 Alnını önlerinde yere koy! Onlar Tanrı’nın dili, onun hizmetkârlarıydılar, gökyüzüne bakıp geleceği görmüşler ve gördüklerini yazıya dökmüşler, yazdıklarının kanıtını zamana bırakmışlardı. Onlar yaklaştıkça kralların yüzü sararıyordu, uluslar onların sesiyle ürperiyordu. Ellerinde cömertliği ve felaketi taşıyorlardı. Tişbeli’ye ve hizmetkârı Elişa’ya bak! Çebar Nehri kıyısındaki kâhin Hilkiya ve üzgün oğluna bak! Ve Yahuda’nın Babillinin resmini reddeden ve bin kişilik şölende müneccimleri şaşkınlığa uğratan oğluna bak. Tekrar tozların, üzerine yere kapan oğlum! Amoz’un bütün dünyaya Mesih’in geleceğini vadeden nazik oğlu orada!”

Bu sırada bütün hızını koruyan yelpaze durdu, kadının sesi alçaldı.

“Sen yoruldun.” dedi.

“Hayır.” dedi oğlu. “Yeni bir İsrail şarkısı dinliyorum.”

Anne hâlâ kendi amacına dalmış hâldeydi ve güzel konuşmasına devam etti.

“Büyük adamlarımızı, başpapazları, yasa koyucuları, savaşçıları, şarkıcıları, peygamberleri olabildiğince önüne serdim Yahuda’m. Şimdi de Roma’nın en iyilerine dönelim. Musa’nın yerine Sezar’ı koy, Davut’un yerine Tarquin’i, Makkabilerin her birinin yerine Silla’yı, hâkimlerin yerine konsüllerin en iyilerini, Sülayman’ın yerine Augustus’u, tamamdır. Karşılaştırma burada bitiyor. Şimdi de büyüklerin büyüğü peygamberleri düşün.”

Küçümseyerek güldü.

“Bağışla beni. 15 Mart konusunda Sezar’ı uyaran ve efendisinin bir tavuğun iç organlarına yerleştirdiği uğursuzluğu aramasını isteyen kâhin aklıma geldi. Şimdi Samiriye yolu üzerindeki bir tepede, bedenleri tüten subaylar ve elli askerinin arasında oturup, Ahab’ın oğlunu Tanrı’mızın gazabı konusunda uyaran Elişa’ya dön. Hizmetkârlarının onlar adına yaptıkları olmadan Yehova ve Jüpiter’i nasıl yargılayabiliriz? Yapman gereken şey…”

Son sözleri ağır ağır ve huzursuz bir şekilde söylemişti.

“Yapman gereken şey, oğlum, Tanrı’ya, İsrail Tanrı’sına hizmet etmektir, Roma’ya değil. İbrahim’in çocuğu için Tanrı’nın yolundan başka bir onur yoktur. Bütün onur oradadır.”

“O hâlde bir asker olabilirim?” diye sordu Yahuda.

“Neden olmasın? Musa Tanrı’nın bir savaş adamı olduğunu söylememiş miydi?”

Yaz odasında uzun bir sessizlik oldu.

“Eğer Sezar yerine sadece Tanrı’ya hizmet edeceksen iznim senindir.” dedi sonunda.

Bu şartı kabullenen genç uykuya daldı. Kadın yerinden kalkıp yastığı oğlunun başının altına koydu, üzerine bir şal örtüp şefkatle öperek oradan ayrıldı.

VI
KAZA

Tıpkı kötüler gibi iyiler de ölecektir, ama inancımızdan aldığımız dersi hatırlayarak, “Önemli değil, o cennette gözlerini açacak.” deriz. Hayatta buna en yakın şey, sağlıklı bir uykudan mutlu görüntülere ve seslere uyanmaktır.

Yahuda uyandığında güneş dağların üzerindeydi ve güvercinler sürüler hâlinde, gökyüzünü beyaz kanatlarının ışıltısıyla dolduruyordu. Güneydoğuya, gökyüzünün maviliğinde altın bir görüntü sunan tapınağa baktı. Bunlar bir bakışta görülebilen tanıdık şeylerdi. Yahuda’nın hemen yanında, sedirin ucunda, henüz on beşinde bir kız oturmuş, kucağına koyduğu nebel49 eşliğinde bir şarkı söylüyordu. Yahuda ona dönüp dinledi.

 
Uyanmadan dinle beni, sevgilim!
Sürüklen uyku denizinde, sürüklen,
Ruhun beni dinlemeye çağırıyor seni.
Uyanmadan dinle beni, sevgilim!
Mutlu rüyalar hediye ediyorum sana,
Uyku âleminden.
Uyanmadan dinle beni, sevgilim!
En ulvisini seçiyorum rüyaların.
Seç birini ve uyu, sevgilim!
Beni gör rüyanda.
 

Kız çalgıyı bir kenara bıraktı ve ellerini kucağına koyup Yahuda’nın konuşmasını bekledi. Kız hakkında bir şeyler söylemek gerektiğinden, bu fırsatı değerlendirip mahremine girdiğimiz bu ailenin,okurun bilmek isteyeceği bazı özelliklerinden söz edeceğiz.

Herod’un yardımlarıyla büyük bir mal mülk sahibi olan pek çok kişi vardı. Bu servet kabilelerden birinin ün salmış oğlunun soyuyla birleşince, o mutlu kişi Kudüs Prensi olarak anılırdı. Bu ayrıcalık, daha az kayırılan hemşehrilerinin takdirini, ticaret ve sosyal şartların bir araya getirdiği Yahudi olmayanların ise saygısını kazanması için yeterliydi. Bu sınıftan hiç kimse, özel ve sosyal yaşamında, takip ettiğimiz bu gencin babası kadar yüksek bir itibar kazanmamıştı. Onu hiç yüzüstü bırakmayan uyruğunu hiçbir zaman unutmayıp krala hep sadık kalmış, yurtta ve dışarıda ona bağlılıkla hizmet etmişti. Bazı vazifeler nedeniyle Roma’da bulunmuş, oradaki hizmetlerini dikkatle izleyen Augustus onun arkadaşlığını kazanmaya çalışmıştı. Evi, kralların gururlarını okşayacak nitelikte ve onları bahşeden elin imparatora ait olması nedeniyle daha da değer kazanan hediyelerle doluydu: mor ihramlar, fil dişi sandalyeler, altın tepsiler. Böyle bir adamın zengin olmaması söz konusu değildi, ama zenginliği hamisinin bağışlarından kaynaklanmıyordu. Ona pek çok iş fırsatı kazandıran kanunu başının üstünde tutuyordu. Eski Lübnan’a kadar ovalarda ve dağ eteklerinde sürülerini güden pek çok çoban ona bağlıydı; deniz kıyısındaki ve içerlerdeki şehirlerde ticarethaneler kurdu; gemileri o zamanlar madenleri çok zengin olan İspanya’dan gümüş getiriyor; ipek ve baharat yüklü kervanları yılda iki kere Doğu’dan geliyordu. İnanç olarak bir Yahudi’ydi, yasaya ve her dinî törene harfiyen uyardı. Sinagogda ve tapınakta sık sık görülürdü. Kutsal metinleri baştan sona öğrenmişti; okul hocalarıyla zaman geçirmekten zevk alır, neredeyse tapınma derecesinde Hillel’e saygı duyardı. Ama hiçbir anlamda bir Ayrılıkçı değildi; konukseverliği her yöreden yabancıyı kabul ederdi. Her şeyde bir kusur arayan Ferisiler onu Samiriyelileri bile sofrasında ağırlamakla suçluyordu. Bir Yahudi olmasaydı, bütün dünya onun Herodes Attikus’un rakibi olduğunu duyabilirdi. Attikus hikâyemizin bu ikinci döneminden on yıl önce, hayatının en güzel çağında denizde ölmüş, Yahudiye’nin her yerinde yası tutulmuştu. Ailesinin iki üyesini, dul karısını ve oğlunu zaten tanımıştık; bir de ağabeyine şarkı söylerken gördüğümüz kızı vardı.

Adı Tirzah’tı ve iki kardeş birbirlerine çok benziyorlardı. Ağabeyininki gibi düzgün olan yüz hatları tam bir Yahudi özelliklerini taşıyordu; aynı zamanda çocuksu bir saflığın cazibesine sahipti. Aile yaşamı ve onun getirdiği güven dolu sevgiyle kıyafetlerine pek özen göstermemişti. Sağ omzunun üzerinde düğmeyle tutturulan bir pelerin göğsünün üzerine inip sol kolunun altından arkaya dolanıyordu, belden yukarısını tam örtmeyen pelerin kollarını da açıkta bırakıyordu. Bir kemer eteğinin başladığı yerde pelerinini çevreliyordu. Gayet sade olan, Tyre boyalı50 ipekten şapkasının üzerine, yine ipekten, güzel işlemeli, çizgili bir eşarp başının biçimini ortaya koyacak şekilde ince katlar hâlinde sarılmıştı. Şapkasının tepesinden püsküller dökülüyordu. Kulağında küpeleri, parmaklarında yüzükleri, ayağında halhal, bileğinde bilezikleri vardı, hepsi de altındı. Zarif zincirlerle süslenmiş, ucunda incileri olan bir kolye boynunu çevreliyordu. Göz kapaklarının kenarları ve tırnakları boyalıydı. Saçları iki uzun örgü hâlinde sırtına iniyordu. Kulaklarının önündeki iki kıvırcık lüle yanaklarının üzerinde duruyordu. Bütün bunlar ona inkâr edilemez bir zarafet, incelik ve güzellik katıyordu.

“Çok güzel, Tirzah, çok güzel!” dedi Yahuda, canlılıkla.

“Şarkı mı?” diye sordu kız.

“Evet, tabii şarkıcı da. Bir Yunanlı kibrini taşıyor. Nereden buldun?”

“Geçen ay tiyatroda bu şarkıyı söyleyen Yunanlıyı hatırlamıyor musun? Eskiden sarayda Herod ve kız kardeşi Salome için şarkılar söylediğinden söz ediyorlardı. Güreşçilerin gösterisinden sonraki hengâme içinde çıkmıştı da daha başlamasıyla herkes sus pus olmuştu. Onun şarkısı.”

“Ama o Yunanca söylüyordu.”

“Ben de İbranice söyledim.”

“Evet. Küçük kardeşimle gurur duyuyorum. Başka şarkıların da var mı?”

“Çok var. Ama bırak şimdi bunları. Amrah kahvaltını buraya getireceğini söylemem için gönderdi beni, aşağıya inmene gerek yokmuş. Neredeyse gelmek üzeredir. Hasta olduğunu düşünüyor, dün başına korkunç şeyler gelmiş. Ne oldu? Anlat bana, Amrah’ın seni iyileştirmesine yardımcı olayım. Aptal Mısırlıların tedavisini bilir o, ama bende bir sürü Arap tarifi var, onlar…”

“Mısırlılardan da aptallar.” dedi, başını sallayarak.

“Öyle mi düşünüyorsun? Peki o hâlde.” dedi kız, ellerini sol kulağına götürerek. “İkisini de boş verelim. Burada daha emin ve iyi bir şeyim var, İranlı bir büyücünün kim bilir ne zaman bizimkilere verdiği bir muska. Baksana, yazıları neredeyse silinmiş bile.”

Kız ona küpesini uzattı, delikanlı eline alıp baktıktan sonra gülerek geri verdi.

“Ölüyor olsam bile büyüyle işim olmaz. Putperestlik bu, İbrahim’in inançlı oğullarına ve kızlarına yasaktır. Al bunu, artık takma sakın.”

“Yasak mı? Hiç de değil!” dedi kız. “Babamızın annesi, ömrü boyunca kim bilir kaç sebt günü takmış bunları. Kim bilir kaç kişiyi tedavi etmiş, belki üçten fazladır. Bak burada hahamların onayı var.”

“Ben muskalara inanmam.”

Kız şaşkınlık içinde ağabeyine baktı.

“Amrah olsaydı ne derdi?”

“Amrah’ın annesiyle babası Nil üzerindeki bir bahçeye sakiyeh51 yapıyorlardı.”

“Peki ya Gamaliel!”

“Dinsizlerin icadı olduğunu söylüyor.”

Tirzah küpesine kuşkuyla baktı.

“Ne yapayım bunu?”

“Tak, benim küçük kardeşim. Sana yakışıyor. Gerçi pek ihtiyacın yok ama seni güzelleştiriyor.”

Memnun bir şekilde muskayı kulağına takarken Amrah elinde tepsiyle yaz odasına girdi. El yıkama tası, su ve peçeteler vardı tepside.

Yahuda Ferisi olmadığı için yıkanması kısa ve basitti. Ağabeyinin saçlarını düzeltme işini Tirzah’a bırakıp çıktı hizmetkâr. Saçının lülesini istediği gibi düzelten Tirzah, yörenin diğer kadınları gibi kemerinde taşıdığı küçük, metal bir aynayı çıkarıp ne kadar yakışıklı olduğunu görmesi için ağabeyine verdi. Bu arada sohbetlerine devam ediyorlardı.

“Ne diyorsun, Tirzah? Ben gidiyorum.”

Şaşkınlık içinde elleri iki yanına düştü kızın.

“Gitmek mi! Ne zaman? Nereye? Ne için?”

Delikanlı güldü.

“Bir solukta üç soru birden! Nasıl bir şeysin sen!” Delikanlı bir anda ciddileşti. “Biliyorsun yasalar bir meslekle uğraşmamı gerektiriyor. Babamız bana iyi bir örnek teşkil ediyor. Onun çabalarıyla ve bilgisiyle kazandıklarını aylakça çar çur etmemi sen bile istemezdin. Roma’ya gidiyorum.”

“Ben de seninle geleceğim.”

“Annemle kalmalısın. İkimiz de onu bırakırsak ölür kadın.”

Kızın yüzündeki ışıltı söndü.

“Evet, evet! Ama gitmek zorunda mısın? Eğer düşündüğün buysa, tüccar olmak için ihtiyaç duyacağın her şeyi burada, Kudüs’te de öğrenebilirsin.”

“Ama aklımdaki bu değil. Yasalar bir oğlun babasının mesleğini yapmasını şart koşmuyor.”

“Başka ne olacaksın peki?”

“Asker.” diye cevap verdi, sesinde bir gurur tonuyla.

Kızın gözleri doldu.

“Ölürsün.”

“Tanrı öyle istiyorsa, olsun. Ama Tirzah, askerlerin hepsi ölmüyor ya.”

Kız sanki onu gitmekten alıkoyuyormuş gibi kollarını ağabeyinin boynuna doladı.

“Burada ne kadar da mutluyuz! Evde kal, ağabey.”

“Ev her zaman olduğu gibi kalmaz ki. Sen de çok geçmeden gideceksin.”

“Asla!”

Yahuda onun ciddiyetine güldü.

“Bir Yahuda prensi ya da kavimlerden birinin oğlu yakında gelip Tirzahcığımı isteyecek ve başka bir evin ışığı olsun diye onu alıp götürecek. O zaman bana ne olacak?”

Kız hıçkırıklarla cevap verdi.

“Savaş da bir meslektir.” diye devam etti delikanlı, daha büyük bir ciddiyetle. “İyice öğrenmek için insan okula gitmeli, Roma kampından iyi bir okul bulunmaz.”

“Roma için savaşmayacaksın ya?” diye sordu kız, soluğunu tutarak.

“Sen bile ondan nefret ediyorsun. Bütün dünya ediyor. İşte cevabım da tam burada saklı. Evet, onun için savaşacağım, o da karşılığında bir gün kendisine karşı savaşmayı öğretecek bana.”

“Ne zaman gidiyorsun?”

Geri dönen Amrah’ın ayak sesleri duyuldu.

“Şişt!” dedi Yahuda. “Ne düşündüğümü bilmesin.”

Sadık hizmetkâr kahvaltıyla içeri girdi ve tepsiyi önlerindeki sandalyeye yerleştirdi. Sonra kolunda beyaz peçeteyle onlara servis yapmak üzere bekledi. Parmaklarını su kâsesine batırıp yıkarlarken bir ses dikkatlerini çekti. Durup dinlediler ve evin kuzey tarafında, sokaktan gelen savaş şarkılarını duydular.

“Pratorium’un52 askerleri! Onları görmem lazım.” diye bağırdı Yahuda, sedirden fırlayıp giderken.

Kuzeydoğu duvarının siperlerine dayanıp bakarken öylesine dalmıştı ki yanına gelen Tirzah’ın elini omzuna koyduğunu bile fark etmedi.

Çevredekilerin en yükseği olan damdaki pozisyonları, daha önce valinin garnizonu ve askerî karargâhı olarak sözü edilen dev Antonia Kulesi’ne kadar bütün evlerin damlarına hâkimdi. Yer yer açık ve kapalı köprülerle bölünen ve genişliği üç metreyi geçmeyen sokak tıpkı diğer damlar gibi müziğin sesiyle toplanan çoluk çocuk, kadınlı erkekli bir kalabalıkla dolmuştu. Aslında buna pek müzik denemezdi; toplaşan insanların duyduğu şey daha ziyade, askerlerin kulaklarına hoş gelen borazanların ve lituilerin53 gürültüsüydü.

Kısa bir süre sonra askerler Hurların evinin damındaki iki gencin görüş alanına girdiler. İlk önce, geniş aralıklarla dizilip yürüyen hafif silahlı -çoğunluğu sapancı ve okçular- bir öncü birlik, sonra da Truva’daki düellolarda kullanılanlara benzer mızrakları ve büyük kalkanlarıyla ağır silahlı piyadeler geldiler. Arkalarında müzisyenler, at üstünde tek başına bir subay, onu yakından takip eden bir süvari birliği, onların arkasında birbirine yakın düzende ilerleyen yine ağır silahlı piyadeler sonu gelmez bir şekilde dar sokağı doldurdular.

Askerlerin kaslı kol ve bacakları, kalkanların sağa sola doğru uyumlu hareketleri, kemerlerin, zırhların ve miğferlerin parıl parıl yanan ışıltıları, uzun başlıkların üzerinde sallanan tüyler, flamaların ve demir başlı mızrakların salınışıyla aynı anda atılan cesur ve güvenli adımlar, ciddi ve tetikte tavırlar, görülen değil de daha ziyade hissedilen bir etki bıraktı Yahuda’nın üzerinde. Özellikle iki şey dikkatini çekmişti, uzun bir direğin üzerine yerleştirilen, açık kanatları tepesinde birleşmiş, yaldızlı kartal tasviri. Bu kartalın, kuledeki odasından çıkarıldığı zaman şerefle karşılandığını biliyordu.

Dikkatini çeken diğer bir şey de resmigeçidin ortasında tek başına ata binen subaydı. Başının çıplak oluşunun dışında tamamen zırhlara bürünmüştü. Sol kalçasına kısa bir hançer takmış, elinde rulo yapılmış beyaz bir kâğıda benzer bir asa taşıyordu. Eyer yerine mor bir örtü üzerinde oturuyordu, altın gem ve sarı ipekten, alt tarafı püsküllü dizginler atın süsünü tamamlıyordu.

Subay henüz uzakta olmasına rağmen, Yahuda onun varlığının ona bakan insanları öfkeli bir heyecana sürüklemeye yettiğini gördü. Siperlere abanıp ya da cesaretle doğrulup yumruklarını sallıyorlar, subay köprünün altından geçerken yüksek sesle bağırarak ona tükürüyorlardı; hatta sandaletlerini fırlatan kadınlar bazen isabet bile ettiriyorlardı. Subay yaklaştıkça bağırtılar daha da belirginleşti: “Zalim hırsız, Romalı köpeği! İsmail’i de alıp defol! Bize Hannas’ımızı geri ver!”

İyice yaklaşınca Yahuda onun askerlere özgü o muhteşem aldırmazlığı taşımadığını gördü. Kasvetli yüzü asıktı, ara sıra ona tepki gösterenlere yönelttiği tehdit dolu bakışları ürkekleri titretecek türdendi.

Delikanlı, Birinci Sezar’dan gelen bir âdet olduğu üzere, başkomutanların rütbelerini göstermek için başlarına defne dalından bir taç taktıklarını duymuştu. Bu işaretle subayın yeni Yahuda valisi Valerius Gratus olduğunu anladı.

Doğruyu söylemek gerekirse, Romalı, genç Yahudi’nin sempatisini kazanmıştı; adam evin tam köşesine yaklaştığı anda delikanlı onu görmek için duvara iyice abandı ve eli uzun zaman önce yerinden oynadığı hiç fark edilmeyen bir kiremide değdi. Elinin baskısı bu parçayı yerinden koparıp aşağıya düşürmeye yetti. Delikanlı dehşet içinde ürperdi. Kiremidi yakalamak için uzandı. Ama bu hareketi daha ziyade bir şey fırlatıyormuş görüntüsü veriyordu. Çabası boşa çıktı, düşen kiremidi daha fazla itmekten başka bir işe yaramadı. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Askerler yukarı baktılar, vali de öyle; o anda düşen parça valiye çarpıp onu ölü gibi yere serdi.

Aşağıdaki alay durdu; muhafızlar aceleyle atlarından inip valiyi kalkanlarının altına sakladılar. Olaya tanık olan insanlar, bu darbenin isteyerek yapıldığından hiç kuşku duymaksızın, duvarın üzerinde durup gördüklerinden dolayı donakalmış bir hâlde başına gelecekleri bekleyen delikanlıyı alkışlamaya başladılar.

Kötü niyet, geçit töreni boyunca çatıdan çatıya inanılmaz bir hızla yayılıp insanları etkisi altına alarak benzer şekilde davranmaya yöneltti. Ellerini siperlere doğru uzatıp çatıların çoğunu oluşturan kiremitleri ve güneşte kuruyan çamur topaklarını yerlerinden kopardılar. Körü körüne bir öfkeyle bunları aşağıda duraklamış olan lejyonerlerin üzerine yağdırdılar. Bir çatışma koptu. Tabii ki disiplin sağlandı. Bir tarafın becerisi olan mücadele ve kıyım ile diğer tarafın çaresizliği bizim hikâyemiz için gerekli olan konular değil. Biz her şeyin faili olan zavallıya bakalım.

Siperlerden doğrularak kalkan delikanlının yüzü sapsarıydı.

“Ah Tirzah, Tirzah! Şimdi ne olacak?”

Tirzah aşağıda olanları görmemişti, sadece bağırtıları duyuyor, etraftaki evlerin çatılarındaki insanların yaptıklarını izliyordu. Korkunç bir şeyler olduğunun farkındaydı ama bunun neden kaynaklandığını, kendisinin ve sevdiklerinin tehlikede olduğunu bilmiyordu.

“Ne oldu? Bütün bunlar ne demek oluyor?” diye sordu, dehşet içinde.

“Romalı valiyi öldürdüm. Kiremit üzerine düştü.”

Sanki görünmez bir el kül serpmiş gibi bembeyaz oldu kızın yüzü. Koluyla sardı ağabeyini ve tek kelime etmeden dalgın bir şekilde gözlerine baktı. Delikanlının korkusu kıza da geçmişti, bunu gören genç daha da güçlendi.

“İsteyerek yapmadım, Tirzah, kazayla oldu.” dedi biraz daha sükûnetle.

“Şimdi ne yapacaklar?” diye sordu kız.

Delikanlı sokakta ve çatıların üstünde iyiden iyiye artan kargaşaya bakıp Gratus’un somurtan yüzünü düşündü. Eğer ölmediyse intikamının sınırları ne olacaktı? Eğer öldüyse lejyonerleri taşlayan insanların şiddetleri nasıl bir zirveye ulaşacaktı? Bunun cevabından kaçınmak için tekrar siperlerin arasından bakarken muhafızların Romalıyı ata bindirdiklerini gördü.

“Yaşıyor, Tirzah, yaşıyor! Atalarımızın Tanrı’sına şükür!”

Bu haykırışla beraber, yüzü aydınlanmış bir hâlde geri çekilerek kızın sorusuna cevap verdi.

“Korkma, Tirzah. Nasıl olduğunu onlara açıklayacağım, babamızı ve hizmetlerini hatırlayıp bizi incitmeyecekler.”

Tam kızı yaz evine doğru götürürken, ayaklarının altındaki zemin zangırdadı, aşağıdaki avludan çatırdayan güçlü kirişlerin sesi ve arkasından bir şaşkınlık ve acı çığlığı yükseldi. Yahuda durup sesleri dinledi. Çığlık tekrarlandı, hızla gelen ayak sesleri ve öfkeli bağırışlar dua seslerine ve kadınların dehşet dolu haykırışlarına karıştı. Askerler kuzey kapısını kırıp eve girmişlerdi. Yakalanmış olmanın verdiği korkunç bir duyguya kapıldı. İlk dürtüsü kaçmaktı. Ama nereye? Kanatlanması lazımdı. Gözleri korkuyla açılan Tirzah onu kolundan tuttu.

44.Gelenekler ve dine itaat ile sınırlanan bir yaşam şekli.
45.İbranicede dinî yazıları yazabilen bir Yahudi yazardır. (ç.n.)
46.Ustaca işlenmiş ya da işleyen anlamına gelen bu isim, Yunan mitolojisinde eli her sanata yatkın olan bu kişiye verilmiştir. (ç.n.)
47.Keruv, Tanrı’nın manevi elçisi ve hizmetçisi olan melek. (ç.n.)
48.Kutsal Kitap: Mısır’dan Çıkış: 15: 1’e gönderme. (ç.n.)
49.Tevrat’ta yer alan, ahşaptan telli bir çalgı. (ç.n.)
50.Tyre şehrinde ezilmiş deniz salyangozu kabuklarından kırmızımsı mor bir boya elde ediliyordu. Çok az bir miktar boya elde etmek için çok fazla deniz hayvanı toplandığından, bunun maliyeti mor giyinmeyi zenginler ve Roma’da imparatorluk yöneticileriyle sınırlamıştı.
51.Orta Doğululara özgü bir su çarkı. (ç.n.)
52.Romalı bir generalin kamp içindeki çadırı. (ç.n.)
53.Romalıların kullandıkları büyük ve kıvrımlı, nefesli bir çalgı. (ç.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺38,72

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
Hacim:
662 s. 5 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-953-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок